|
|
Davut ŞAHİN |
Medya faciası |
|
Egemen medyanın haber ilkeleri neydi?
Önce “egemen medyanın” değerlerini hatırlatalım:
“Demokratiktir: Siyasi tercihlerin demokratik ilkeler çerçevesinde özgür seçimlerde ifade edilmesini, bu ifadenin yönetime yansımasını, özgür gazeteciliğin demokrasiyi güçlendireceği bilinciyle destekler” der.
Ne demokrasisi? Daha ilk darbeden sonra, askere alkış tutmakla kalmamış, bizzat davetiye vererek darbeye çanak tutan bunlar değil mi? Millete rağmen millet için prensibiyle hareket etti.
“Laiktir: Devletin sosyal, ekonomik, siyasi veya hukuki temel düzeninin din kurallarına dayandırılmasına karşıdır” der.
Bu doğru. Daha “laik” tanımını yaparken bile saptırıyorlar... “Temel düzeni din kurallarına dayandıran” kim var? Olmadığı için kendi kendine “haber” uydurarak, böyle bir “düşman” oluşturdular.
“Farklılıklara Saygılıdır: Dil, din, millet, ırk, cinsiyet ayrımı yapmaz. Düşüncelerini farklı dillerle ifade edenlerin, kendini farklı bir aidiyetle tanımlayanların varlığını, bu özgürlükler ayrımcı siyasi duruşlara yol açmadığı sürece saygıyla karşılar” der.
Acaba öyle mi? Bırak saygı göstermeyi hakaret, yalan, iftira ve bilumum tezyif ne varsa, bu sütunlarda görmek mümkün. Öyle ki: bunları okuyanlar bile yaka silkmiş.
“Basın Etiğine Saygılıdır.... Her durumda uyulması gereken evrensel gazetecilik ilkelerine bağlıdır” der.
Dahası, “Toplumsal sorumluluk sahibidir” diyerek bir yayın organının kalite çıtasını yükseltiyor.
Eh, bunun için “yayın ilkeleri”ne göz atmak gerekiyor:
“Gazetecilikte temel işlev, gerçekleri bulup bozmadan, abartmadan ve hiçbir baskının etkisi altında kalmadan, en kısa zamanda ve edinilebilen tam bilgiyle kamuoyuna iletmektir” diyor.
“Tesettür faciası” haberine ne demeli?
“Gerçekler” bulundu mu? Hayır.. Tam tersi yalan haber abartıldı ve yaptıları “haber”in altında ezildiler.
“Gazeteci, mesleki çalışmalarını her türlü çıkar ve nüfuz ilişkisinin dışında tutar, herhangi bir siyasi partide aktif görev almaz” der.
Halbuki açıkça bir siyasi teşekküle ağırlık vermek bir yana, bangır bangır bir otobüsün üstüne çıkarak partinin sözcülüğünün yapan gazete yöneticilerine rastladık.
“Gazeteci, görevini, taşıdığı sıfatın saygınlığına gölge düşürebilecek yöntem ve tutumlarla yapmaktan uzak durur” diyor.
Bu gün gazetecilik ne yazık ki “inandırıcı meslek” olmaktan uzak hale geldi. Bu mesleğe sahip olanların eskisi gibi itibarlı olmadığını görmek büyük bir acı.
“Yayınlarda hiç kimse ırkı, cinsiyeti, sosyal düzeyi veya ilişkisi, dini inançları veya fiziki kusurları nedeniyle aşağılanamaz ve kınanamaz.”
“Düşünce, vicdan ve ifade özgürlüğünü sınırlayıcı; genel ahlak anlayışını, din duygularını, aile kurumunun temel dayanaklarını sarsıcı yayın yapılamaz.”
Devam edelim mi:
“Kişileri ve kuruluşları, eleştiri sınırlarının ötesinde küçük düşüren, aşağılayan veya iftira niteliği taşıyan lakap ve ifadeler kullanılamaz.”
“Soruşturmacı gazetecilik olanakları içinde bulunan haberler soruşturulmaksızın ve bundan ne sonuç alındığı belirtilmeksizin ve / veya doğruluğundan emin olunmaksızın yayımlanamaz.”
“Kişilerin özel yaşamı -ilgilinin açık veya kapalı rızası olduğu anlamına gelen yaşam şekli ve kamu çıkarlarının gerektirdiği durumlar dışında- yayınlara konu edilemez.
“Sanıkların, suçluların akrabaları ve yakınları, olayla ilgileri olmadıkça veya olayın doğru anlaşılması için gereği bulunmadıkça teşhir edilemez.
“Haberlerin araştırılması, hazırlanması ve yayınlanmasında her zaman dengeli, gerçeğe bağlı ve objektif davranılması şarttır.
“Şiddet ve zorbalığı özendirici veya kışkırtıcı, çocukları olumsuz yönde etkileyici, bireyler, topluluklar ve uluslararasında nefret ve düşmanlığı körükleyici yayın yapmaktan kaçınılır.”
Kifayetle...
Şimdi “egemen medya”ya sormak lazım:
Hangi “değer”lere, “ilke”lere uyuyorsunuz siz?
Bunlar kendi elleriyle yazdıkları maddeleri çiğnemekten bile geri kalmadı.. kaldı ki, bu milletin değer verdiği “değerleri” çiğnemesin, kutsalına sövmesin?
“Tesettür faciası” bir “medya faciası” olarak tarihteki yerini aldı bile.
20.12.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Sami CEBECİ |
Harika tasarım: Pankreas ve safra kesesi |
|
Yarattığı bütün san'atlı eserlerde harika bir tasarım ve muhteşem bir mimarî plân takip eden Sâni-i Zülcelâl, insan bedenindeki her bir organda da mucizevî bir san'at izhar etmiştir. Bütün cin ve insanlar en son teknolojiler ile uğraşsalar, o san'atların ve organların aynısını asla yapamazlar.
Bahsi geçen organlar içerisinde pankreas ve safra kesesi de ilginç bir görüntü arz etmektedir. Uzunca bir yaprağı andıran ve iki kanalla on iki parmak bağırsağının içine salgıladığı sıvıları akıtan pankreas, sindirimdeki en fonksiyonel organlardan birisidir. Pankreas sıvısı, karbonhidratlı besinleri, hem yağları, hem de proteinleri sindirici enzimleri içinde bulundurur. Tıp ilminin tesbitine göre, pankreas sıvısındaki tripsin, kimotripsin, karboksipolipeptiaz, ribonükleaz gibi enzimler proteinlerin; amilaz enzimi karbonhidratlı maddelerin, lipoz enzimi de yağ ve yağ asitlerinin sindirilmesini sağlar. Aynı zamanda salgıladığı bol miktardaki bazik karakterli sıvı, mideden gelen hidroklorik asit ile birleşerek onu nötürleştirir. Bu sûretle sindirim kanalının tahrip olmasını engellemiş olur. On iki parmak bağırsağının içine yerleştirilen brunner bezlerinin salgıladıkları bol miktardaki mukus sıvısı da mide asitlerinin yapacağı tahribe mâni olmada pankreasla iş birliği içinde olur. Şu muhteşem san'at ve yardımlaşmayı gören insan, nasıl onu Yaratana hayran olmasın ki?
Bir başka ilginç nokta, Allah’ın Hafîz isminin oradaki tecellîsidir. Zirâ, pankreasın ürettiği proteinleri sindiren enzimler içinde birisi de tripsin enzimidir. Tripsin o kadar güçlü bir enzimdir ki, onu üreten pankreası bile sindirebilir. Ancak, Hafîz ismiyle pankreası ve on iki parmak bağırsağını koruyan Yüce Yaratıcı, üretildiği esnâda ve on iki parmak bağırsağına ulaşıncaya kadar onu tripsinojen halinde tutar. On iki parmak bağırsağına vardıktan sonra, yine pankreasın ürettiği baz karakterli sıvı vesilesi ile tripsine dönüştürülür. Aktif haline o zaman gelen tripsin denilen bu kuvvetli enzim, proteinli besinleri sindirmeye başlar. Pankreasın biraz tembel çalışması, on iki parmak ülserinin oluşmasına sebep olur. Hafîz isminin şu tecellisine bakın ve Allahu Ekber deyin. Bizim bu muhteşem olaylardan hiç haberimiz olmaz. Ne enzimlerin üretimine ve ne sindirim işlerine hiçbir müdahalemiz de olmaz. Olsa, zaten her şeyi karıştırırdık. Besinlerin sindirimini de, tehlikeli asit ve enzimlerden organlarımızı koruyan da, vücudumuzu yaratandan başkası değildir.
Karaciğerimiz dört yüzden fazla iş gören harika bir fabrika gibidir. Vücutta dolaşan kan, karaciğerden geçerken süzülür ve yüzlerce işlemden geçer. Safra kesesi veya halk arasında öd kesesi adı verilen ince bir zardan oluşan bu kese, karaciğerin salgıladığı muhtelif maddelerin depo edildiği zarif bir organdır. Kolesistokinin adı verilen bir hormon, kan dolaşımı yoluyla safra kesesine ulaştığında, keseyi çevreleyen kas tabakasının kasılmasına sebep olur. Güçlü kasların kasılmasından meydana gelen basınç, safra kesesinde biriken ve yağları eriten sıvının on iki parmak bağırsağına bir kanalla akmasını sağlar. On iki parmak bağırsağına safra kanalının bağlı olduğu yerde sfikter adı verilen bir kapakçık vardır. Safra sıvısı bağırsağa akarken açılır, diğer zamanlarda kapalı durur. Safra kesesi alınmış insanların kızartma türü yiyecekler yememesi, safra salgısının noksan oluşundandır.
Pankreas ve safra kesesi dağdaki çobanda da, bütün bunları ve vazifelerini öğrenen bir doktorda da bulunur. Fakat, bu harika organların yapılışı ve muazzam bir sistem olarak ömür boyu çalışmaları ne tabiatın, ne tesadüfün ve ne de basit sebeplerin işi olamaz. Bu hârika olaylar ve mucizevî organlar, ancak nihayetsiz bir ilim, irâde, kudret ve hikmet sahibi olan Yüce Yaratıcının eseri olabilir.
20.12.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
İsmail BERK |
Demokrasi Platformu/üssü |
|
Geçen hafta içinde “Ulusal Birlik Hareketi” adıyla yeni bir “organizasyon”dan bahsetmiştik. Asker emeklilerinden oluşan birkaç derneğin öncülüğünde kurulan bir platform. Daha doğrusu 28 Şubatvari, Meclisin seçeceği cumhurbaşkanına müdahale amacı taşıyan ifadelerle kamuoyunun önüne çıkan bu takım, eski süreçlerin biraz daha alenisiydi.
Bu platform tutmadı. Ölü doğdu. Biz de, Kamu-Sen’in ev sahipliğini yadırgamış ve gözümüzü tırmaladığını söylemiştik. Herhalde tabandan gelen tepkiler etkili olacak ki, Kamu-Sen yanlıştan döndü. Demokrasi içinde kalacağına dair düzeltici beyanlarda bulundu.
Memur-Sen ise yeni bir atağa kalktı. Mukabil cephe kurmaya çalışıyor. Genel Başkan Ahmet Aksu’nun yaptığı açıklamaya göre, “Demokrasiyi Koruma Platformu” kurulacak.
Şüphesiz demokrasi lehine olan, millî iradeden yana ve meşrû zeminlerde yarışmaya açık her teklif ve düşünce nezdimizde kabul görür. Bu çağrıyı da o meyanda değerlendiriyorum.
Yalnız içinin doldurulması gerekir. Hatta “Demokrasiyi Koruma” ifadesi yerine “Demokrasiyi Güçlendirme” ifadesinin kullanılması daha doğru olur.
Demokrasimizi korumaya muhtaç gösteren bir algılamayı Başkan Aksu’nun da kastetmediğini düşünüyorum. Çünkü konu “koruma ve kollama” olunca, “iyi saatte olsunlar!” devreye giriyor. Bu yüzden korumaya değil, kuvvetlendirmeye yönelik geniş katılımlı bir platform olmalı.
Bu platformun, sivil bakışa sahip herkesi; ister kurumsal, ister bireysel olsun kapsaması gerekli. Ulusal harekete bir reaksiyon iması yapmadan, direkt kendini ifade etmeli. Aksiyon bir tavır sergilemeli.
Belki de “Demokrasi Platformu” demek yeterli. Demokrasi kelimesinin önüne bir sıfat getirip “sıfatlı demokrasi” ya da arkasına bir ifade getirip tanımlılaştırmaya çalışmak gerekmez.
Demokrasi platformu; ilkeli, geniş yelpazede kucaklayıcı, birey merkezli ve farklılaşmaya dayalı enstrümanları öne çıkarmalı. Hatta sağ ve sol kategorilerin kırılma noktalarına da yönelmemeli. Üslûbu iyi ayarlamalı. Doğru ifadenin bin yolu var. Mesajlar, efradını cami, ağyarını mani olmalı.
Demokrasi Platformunda kanaat önderlerinin işareti, basın yayının ortak deklarasyonuna önem vermeli. Sivil toplum kuruluşlarının irili ufaklı duruşlarına göre değil de faaliyetleri dikkate alınarak ortaklık bağlamı “insan hakkı” eksenine oturmalı. Yayılmacı bir çizgi olmalı. Çok fazla madde, çok fazla istek ve ayrıştırıcı unsurlar taşımamalı.
Hatta siyasî partilerden de destek alınmalı. Demokrasi deklarasyonu hazırlanmalı. En fazla üç cümle olmalı. Resmiyetten uzak, cari güce destek vermek yerine insandan yana, birlikten ve haktan ayrılmayan bir sade metin olmalı.
İsteyen herkes buna katılmalı. Demokrasi Platformunun web sitesi hazırlanmalı. Mobil telefonlar dahil, elektronik posta, faks, telefon, mektup, duyuru altyapısı güçlendirilmeli.
Gerçek mânâda ulusal bir talep, sahiplenme ve bilgilendirme ile dinlendirme zevki veren bir platform karakterinde eğitici, öğretici ve bireyi özgürleştirici fonksiyonu ifa etmeli.
Memur-Sen Başkanına teşekkür ediyorum. Böyle bir açılıma kapı açtığı için. Bu çağrısını kurumsal bir yapıya, stratejik bir değere ve popüler bir cazibeye dönüştürmesini bekliyoruz.
Bütün mülâhazaların ve çerçevelerin üstüne çıkıp yeniden düşündürecek, güven tesis edecek ve öteki kavramını bozacak yakınlaştırıcı, kucaklaştırıcı ve aydınlatıcı diyalog ve süreçleri başlatmalı.
Demokrasi konferansları, konserleri, halayları, workshopları, panelleri, yarışmaları ve özel bülten ile tanıtım ve imaj tasarımına kadar entelektüel bir sunumu ve kalıcılığı taşımalıdır.
Sağdan sola, liberalden milliyetçiye, muhafazakârdan laik düşünene kadar herkese demokrasi odağında buluşmaya kapı açmalı.
Olumsuz senaryolara, sağduyunun profesyonel organizasyonları ve bütünleyici yapısı ile cevap verme kültürü sağlanırsa, tarih bu dönüşümün adını hayırla yad edecektir.
Partiler üstü, gruplar üstü, kanaatler üstü ve kurumlar üstü bir demokrasi üssü teşkil edilebilirse, herkesin ezberi bozulacak, kaynaşma ve müsbet ayrışma artacaktır. Kimse artık blok değildir ve herkes yenilenmeye açık bir pozisyona adaydır. Yeter ki talep uyandıralım.
20.12.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
İnsan hak ve hürriyetlerine saygı |
|
İnsanın yaşama, inanç ve düşünce, mal-mülk edinme, öğrenim görme, seyahat etme gibi hak ve hürriyetleri vardır. İnsan bunlarla vardır âdetâ.
Başta İslâm olmak üzere insana ciddî anlamda değer veren bütün demokratik sistemler hak ve hürriyetleri her şeyin önüne alırlar.
Hak ve hürriyetleri hiçe sayan rejimler baskı rejimleridir. İnsanın kendince yaşayabilmesi, kendini ifade edebilmesi gibi en tabiî hakkı âdetâ bağış ve lütuf sayılır böyle sistemlerde.
İnsanı kâinatın merkezine oturtan İslâm, insanın hak ve özgürlüklerine çok büyük bir önem verir. Cana kıymamış veya yeryüzünde fesat çıkarmamış birisini öldürmeyi, bütün insanları öldürmüş gibi, masum birinin hayatını kurtarmayı da bütün insanların hayatını kurtarma gibi görür.1
Peygamberimiz (a.s.m.) “Allah katında dünyanın harap olması, bir Müslümanın haksız yere öldürülmesinden daha önemsizdir,”2 “Bize silâh çeken bizden değildir”3 buyurur.
Hatta bir savaşta bir düşmanın Kelime-i Şehadet getirdiği halde öldürülüşünü duyduğu zaman şiddetle öfkelenmiş, Sahabînin, “Korkudan Kelime-i Şehadeti getirdi” demesine karşılık, “Kalbini yarıp baktın mı?” demişti.
Gayr-i müslim de olsa masum bir insanı öldürmek caiz değildir. Anarşi, terör, bozgunculuk Müslümanın şiddetle kaçınması gereken hususlardandır. “Hakikî bir Müslüman, samîmî bir mü’min hiçbir zaman anarşiye ve bozgunculuğa taraftar olamaz. Dinin şiddetle menettiği şey, fitne ve anarşidir. Çünkü anarşi hiçbir hak tanımaz”4 diyen Bediüzzaman, anarşi ve törere o kadar karşı idi ki Afyon Mahkemesinde savcı, “Altı yüz bin fedâkâr talebesi var. Beş yüz bin nüsha Risâle-i Nur’dan neşretmiş, belki âsâyişe zarar gelir” dediği zaman Bediüzzaman dayanamamış, “Mâdem altı yüz bin fedâkâr talebesi var. Bu on beş senedir bana bu kadar zulüm ediliyor. Birtek vukûâtı hiçbir zabıta ve mahkeme gösteremedi” dedikten sonra da, “Ey müdde-i umûmî! Eğer bin müdde-i umûmî, bin emniyet müdürü kadar âsâyişin teminine Risâle-i Nur hizmet etmemiş ise Allah beni kahretsin. Siz de bana ne ceza verirseniz verin”5 diye haykırmış, savcı da susmak zorunda kalmıştı.
Kısaca samîmî bir Müslümanın anarşi ve teröre girmesi ve taraftar olması mümkün değildir.
Dipnotlar:
1. Maide Sûresi: 32. 2. Neseî, Tahrim: 2; İbni Mace, Diyet: 1. 3. Buharî, Fiten: 7; Müslim, İman: 164. 4. Tarihçe-i Hayat, s. 566. 5. Emirdağ Lâhikası, 2:449.
20.12.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Hırsızlık, cinayet ve el kesme |
|
İslâm, “el kesme” cezâsı ile birlikte, hırsızlık yoluyla gelen nice cinâyetleri, nâmus paymallerini, yuva yıkımlarını, yaralanma ve iftiraları önlemektedir. Çünkü, hırsızlık yapan, sadece çaldığıyla kalmıyor. Hırsız;
- Girdiği mekânlarda, yalnız yakaladığı küçük çocuklardan büyüklere kadar namusları paymal edebiliyor.
- Yakalanma korkusuyla, cinâyet işleyebiliyor! Ve sonra şahit bırakmamak için öldürüyor!
Hemen hergün, gazete sayfalarında yer alan acı tablolardan birisi şudur:
“Maltepe ve çevresinde hırsızlık amacıyla girdiği evlerde yalnız bulduğu biri lise öğrencisi, biri stajyer avukat, biri de üniversite öğretim görevlisi biri de ev hanımı toplam 4 kadına tecavüz ettiği öne sürülen eli bıçaklı 22 yaşındaki Yunus Elmas yakalandı…
“Polis, soyulan 3 kişiyi daha teşhis için polis merkezine çağırdı. Biri lise öğrencisi, biri stajyer avukat, biri ev hanımı toplam 3 kadın da saldırganı ilk görüşte teşhis etti.
“Bıçaklı tecavüzcünün kurbanları arasında olan 16 yaşındaki lise öğrencisi A.N.Ö. de teşhisin ardından sinir krizi geçirdi. O anı yeniden hatırlayınca gözyaşlarını tutamadı.”1
“Tarih 1994... Musâ G. İsimli 18 yaşındaki genç, bileziklerini çalmak için gece, komşusu A. Salkım’ın evine giriyor. Gürültü üzerine uyanan kadını ve kocası Recep’i öldürüyor! Katil hapse, maktûller mezara girerken; iki yetim ve öksüz çocuk da ortada kalıyor!..”2
Elbette, her hırsıza, her çaldığı eşya için “hadd” denen el kesme cezası verilmez. Öyle ise, hangi tür hırsıza “el kesme” cezâsı verilir? Aklı başında, yetişkin olması, dilsiz, kör olmaması, malını çaldığı kimse ile akrabalık bağı bulunmaması... Ayrıca çalınan malın çabuk bozulur olmaması, malın açıkta bırakılmaması gibi hususlar da aranmaktadır.
Hz. Âişe (r.a.) anlatıyor: “Resûlullah (a.s.m.) zamanında hırsızın eli, bir deri kalkanın değerinden daha düşük eşya için kesilmezdi. Kalkan, türs veya hacefe diye iki çeşitti, ikisinin de belli bir değeri vardı.”3
Hz. Ömer (r.a.), kıtlık devresinde, bu hükmü uygulamamıştır. Üç meseleyi dikkate almıştır: Kıtlık olması, herkesin ihtiyaç içinde bulunması, İslâmın zekât ve sadaka gibi sosyal müesseselerin lâyıkıyla işletilememesi...
Hz. Âişe (ra.) anlatıyor: “Resûlullah (a.s.m.) ‘Elinizden geldikçe hadd (el kesme ve sopa gibi) cezalarını Müslümanlardan def edin. Bir özrü varsa, hemen salıverin, zirâ imamın yanlışlıkla affetmesi, yanlışlıkla cezâ vermesinden daha hayırlıdır’4 Bir diğerinde, ‘İtibarlı kimselerin hudud dışındaki zellelerinden vaz geçin’5 buyurmuştur.”
Bediüzzaman’ın değerlendirmeleri istikametinde kaleme almaya çalıştığımız bu mevzûu, yine ondan aldığımız bir pasaj ile bağlayalım:
“Elhâsıl, ‘hadd ve ceza’ emr-i İlâhi ve adâlet-i Rabbaniye nâmına icrâ edildiği vakit, hem ruh, hem akıl, hem vicdan, hem insaniyetin mahiyetindeki lâtifeleri müteessir ve alâkadar olurlar. İşte bu sır içindir ki, elli senede bir cezâ, sizin hergün müteaddit hapsinizden ziyâde bize faide verir... Eğer beşer çabuk aklını başına alıp, adâlet-i İlâhiye nâmına ve hakaik-i İslâmiye dâiresinde mahkemeler açmazsa, anarşilere, ye’cüc ve me’cüclere teslim-i silâh edecekler diye kalbe ihtar edildi.”6
Özellikle Batı dünyasının teknolojik ve sosyal gelişmelere rağmen, bu yönden de içine düştüğü bunalım, kaos Bediüzzaman’ı doğrulamış ve hukukçuları, İslâmın prensiplerini araştırmaya, bulmaya ve uygulamaya yönlendirmiş bulunmaktadır.
Dipnotlar: 1- Ramazan Eğri- İsmail Erben/İstanbul, (DHA)16.12.2006.; 2- Batının Çöküşü ve Özlenen İnsanlık, s. 92.; 3- Buhârî, Hudud 13; Nesâî, Sarik 9.; 4- Tirmizî, Hudud 2.; 5- Ebû Dâvûd, Hudud 5.; 6- Hutbe-i Şâmiye, s. 82-83.
20.12.2006
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Baraj fiyaskosu |
|
Eski Kocaeli Büyükşehir Belediye Başkanı, şimdiki CHP milletvekili Sefa Sirmen, Allah'tan ki aynı partiden aday olduğu İstanbul Belediye Başkanlığı seçimini kazanamadı.
Aksi halde, nüfusu on milyonu aşan güzelim İstanbul şehri kaybedecekti. Tıpkı, vaktiyle belediye başkanlığını yapmış olduğu koca Kocaeli'nin kaybettiği gibi...
Zihinlerde tazedir henüz, Yuvacık Barajı ilgili ateşli tartışmalar.
Suyu şimdi kuruyan bu baraj, çok büyük bir maliyetle inşa edilmişti: Yaklaşık 4.5 milyar dolar.
Sefa Bey, şimdi Meclis'te oturuup sefasını süreduruyor; devlet ise, bu susuz barajın ağır faturasını ödemeye devam ediyor.
Evet evet, geliri yok, ama gideri çok bir barajdır bu.
Kocaeli halkı, 17 yıldır ilk kez susuzluk tehlikesiyle karşı karşıya geldiğini söylüyor. Öyle ki, "17 Ağustos depremi"nde dahi böyle bir sıkıntıyı yaşamamışlar.
Bölgedeki onlarca fabrikada da, yine susuzluktan alarm zilleri çalmaya başladı.
Hâsılı, bir kez daha net olarak anlaşıldı ki, baraj gibi büyük yatırımları herkes yapamaz.
Hele "Halkçılar" hiç yapamaz.
Allah, bu gibi kalıcı eserleri, büyük yatırımları geçmişte hep "Demokratlar"a nasip etti.
"Baraj kralı" olmak, öyle sanıldığı kadar da kolay bir uğraş değilmiş meğer.
"Ertuğrul Fâciası"
Ertuğrul Özkök'ün, genel yayın yönetmeni olduğu Hürriyet gazetesi, Konya'daki bir hastahane vak'asını Pazar günkü manşet haberinde "Tesettür fâciası"na dönüştürdü.
Ertuğrul Bey, dünkü yazısında ise, asıl konuyu büyük ölçüde saptırarak, meseleyi bir başka mecraya sürüklemeye çalışmış. Üstelik Hürriyet, son haberinde kendi kendini tekzip eder duruma düşmesine rağmen. Mağdur genci konuşturan gazete, adı geçen bayan doktorun tesettürlü değil, bilâkis başının açık olduğu cevabını almış.
Böylelikle, yaptığı yanlışta ısrar eden ve özür dilememekte direnen Hürriyet'te, yeni bir "Ertuğrul fâciası"na şahit oluyoruz.
Bakalım "fâcia"dan dönecekler mi?
GÜNÜ TARİHİ 20 Aralık 1881
Yüz yıllık borç: Düyûn–u umumiye
Osmanlı Devletinin ve ardından Türkiye Cumhuriyetnin tam bir asır (100 yıl) müddetle (1854–1954) ödediği "dış borçlar", 20 Aralık 1881'te kurulan "Düyûn–u Umumiye İdaresi" adı altında yeni bir teşkilâtlanmaya dönüştü.
"Düyûn-u Umumiye" ismi, 1881–1928 yılları arasında kullanıldı. Ancak, devletin "genel borçlar"ı başka isimler altında olmak üzere, tâ 1854'teki Kırım Harbi zamanında başlayıp Demokrat Parti iktidar dönemi olan 1954 tarihine kadar ödenmeye devam etti.
Kırım Harbi olarak tarihe geçen 1854'teki Osmanlı–Rus savaşı günlerinde, Avrupa devletleri Osmanlı'ya malî yardımda bulundular. Bu yardımlar, Osmanlı'yı ağır bir borç yükü altına soktu. Üstelik, bu borçlar adeta çığ gibi gitgide büyümeye devam etti.
Dış borçlar, zamanla o kadar büyüdü ki, devlet hiçbir taahhüdünü, hiçbir ödemesini zamanında yerine getiremez oldu. Bu ise, mevcut yarayı azdırdıkça azdırdı, iktisadî açıdan yarayı kangren haline dönüştürdü.
Avrupa devletleri ise, zerrece merhamet etmeyerek, borçlarını faiziyle birlikte istemeyi sürdürdü. Bunun için özel kànunlar çıkarttırıp özel idareler kurdurdu. Ancak, alınan hiçbir tedbir işe yaramadı ve borç yükü ağırlaşmaya olanca hızıyla devam etti.
Dış borçların had safhaya çıkmasının ardından, devlet bu kez iç borçlanmaya gitti: Osmanlı Bankası ile Galata Bankerlerinden borç alınması cihetine gidildi.
1877–78'deki Osmanlı–Rus Savaşı (93 Harbi) esnasında, Osmanlı devleti yeni bir iktisadî bunalıma sürüklendi. Öyle ki, bu kez bırakın dış borçları, kendi bankalarından almış olduğu iç borçları dahi ödeyemez bir duruma geldi.
Borçlarından hiçbirinin ödemesini yapamayacağını açıklayan devlet, sonunda alacaklılarla anlaşma yolunu denemeye yöneldi. Bu anlaşmaya göre, 1879'dan itibaren damga, alkollü içki, balık avı, tuz ve tütünden alınan vergi gelirlerini on yıl müddetle iç borç karşılığı olarak alacaklılara bırakılacaktı..
Dış borç alacaklı Avrupa devletleri bu duruma itiraz etti. Onlar da, 1881'den itibaren damga, alkollü içki, balık avı, tuz, tütün ve ipekten alınan vergilerin bütün gelirinin iç ve dış borçlara ayrılmasını istedi.
Sonunda, bu noktada mutabakata varıldı ve işte "Düyûn-u Umumiye İdaresi" bu mutabakat üzerine kurulmuş oldu.
Vergilerin toplanması ve ödemelerin zamanında yapılması işini de kontrolleri arasına alan Avrupa devletleri, Osmanlı Devletinin malî ve ekonomik açıdan adeta "sömürge" durumuna düşürmüş oldu... Bu dış borçlar, Osmanlı Devleti ömrünü tamamladıktan sonra da ödenmeye devam etti.
Ancak, eski borç yükü büyük ölçüde hafifletildi. Zira, vaktiyle Osmanlı'ya bağlı olup da şimdi kopmuş bulunan devletlerden alınan vergiler, Osmanlı'dan sonra kesilmiş ve mecburen borçlara mahsuben hesaplanmak durumunda kalınmıştı.
1923'teki Lozan Antlaşmasıyla, dış borçların ödenmesi yeni bir statüye bağlandı. 1928'de "Düyûn-u Umumiye İdaresi"ne son verildi. Ancak Türkiye Cumhuriyeti Devleti, "Düyûn-u Umumiye"ye olan borcunun son taksidini, 1954'teki Menderes hükümeti zamanında ödedi.
Bu da, genel dış borçların, tam tamına yüz yıllık süreyle, şöyle veya böyle, ama mutlaka bir şekilde ödendiğini gösteriyor.
20.12.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Abdil YILDIRIM |
Sevgiye dâvet |
|
Dünyanın avuç içi kadar küçüldüğü, iletişimin akıl almaz noktalara ulaştığı, teknolojinin çıldırdığı, uzaklık mefhumunun ortadan kalktığı şu zamanda, insanlar arasında mesafeler sanki iyice açılıyor gibi. Beldeler, şehirler, ülkeler birbirine yaklaşıyor fakat, insanlar birbirinden uzaklaşıyor. Aynı sitede, aynı apartmanda, aynı katta yaşayan iki komşu birbirini tanımıyor. Merdivende karşılaşıp omuz omuza geçenler, aynı asansöre binip yüz yüze gelenler, bir “merhaba” ile de olsa selâmlaşmıyorlar. Selâmın olmadığı yerde kelâm da olmadığından, sessizlik bozulmuyor. Birisi cep telefonu ile oynarken, öbürü asansör aynasında saçlarını tarıyor, göz göze gelmekten kaçınıyorlar.
İnsanları birbirine bağlayan bazı kuvvetli bağlar vardır. Onlar gevşediği veya koptuğu zaman, herkes kalabalıklar içinde yalnız kalmaya başlar. Sohbeti, paylaşmayı, dertleşmeyi unutur. İnsanlar sosyal özelliklerini kaybeder, yabanî meyve gibi yabanileşir. Halbuki insan kâinatın en tatlı meyvesidir. Yerde ve gökte ne varsa insana hizmet eder. Rabbimiz insanı, dünyaya halife olarak göndermiştir. Meleklerden daha ileri geçebilecek bir yetenekle donatmıştır. Kendi sıfatlarından insana cüz’î bir parça vererek, Rabbini ve kendini tanımasını istemiştir. Cenneti ve Cemalini insana vaad etmiştir. Bu kadar değerli bir meyveyi yabani bir hale getirmek, öncelikle insanın kendisine yaptığı en büyük kötülük olacaktır. Onun için insan olan insan, Rabbini de bilir, kendini de bilir, çevresindeki diğer insanları da tanır ve onlarla insanlığı paylaşır.
Bugün gelişen iletişim araçları ile herkes insanları bir yerlere dâvet ediyor. Kimi siyasete, kimi sefahate, kimi gaflet ve dalâlete çağırıyor. Bu kadar çığırtkanlar arasında insanları hakka, adalete, imana, ibadete ve ebedî saadete çağıranların sesi ise fazla duyulmuyor.
Zamanın Bediîsi, Hak ve hakikatin gür sesi ve son Peygamber’in (asm) vârisi olan Bediüzzaman da insanlığı sevgiye dâvet ediyor: “Kâinatın sebeb-i vücudu muhabbettir” diyor ve bütün gönülleri muhabbetle birbirine bağlamak istiyor. Husûmeti, nefreti ve kini, yeryüzünün kiri olarak kabul ediyor, dünyayı bu kirden arındırmak için Nur’u takdim ediyor.
Muhabbette bir cazibe vardır. Kâinattaki bütün zerreler de Cenâb-ı Hak’ın muhabbetiyle cezbe halinde bulunuyor. Atomların etrafındaki elektronlardan, Güneş etrafındaki gezegenlere kadar, en büyükten en küçüğe bütün mahlûkat Hâlık’ına olan sevgi ile hareket ediyor. Onun için gezegenler yörüngesinden çıkmıyor, denizler uzay boşluğuna dağılmıyor, muhabbetin cazibesiyle İlâhî nizam devam ediyor.
Beşerî sistemler için de muhabbet en kuvvetli irtibat vesilesidir. Sevginin olmadığı yerde selâm da, kelâm da olmuyor. İnsanlar birbirini anlamak için bir gayret göstermediği için aradaki irtibat sağırlar diyaloğundan öte gitmiyor.
Geçenlerde büyük bir gazetenin büyük bir yazarı ile başörtüsü hakkında küçük bir diyaloğa girdik. Birkaç mailden sonra “Biz ayrı dünyaların insanıyız, sizinle daha fazla vakit kaybetmek istemem” şeklinde bir yazı ile irtibata son verdi. Halbuki bu insanla o kadar çok ortak değerlerimiz var ki, saymakla bitmez. Vatanımız bir, bayrağımız bir, milletimiz bir, dilimiz bir, devletimiz bir… Sayacak olsak yüzlerce birliğimiz var. Ama birkaç noktadaki görüş farklılığından dolayı aynı dünyayı bile paylaşmak istemeyecek kadar bizi yabancı kabul ediyor. Ama biz “Yaratılmışı sevdim, Yaradan’dan ötürü” diyerek, gönül kapımızı herkese açık tutuyoruz.
Bir gönül şiiri ile yazıma son verirken, her şeyin gönlünüze göre olmasını diliyorum.
Durma Gönül
Madem beka istiyorsun,
Fenâya yüz verme gönül.
İşte geldin gidiyorsun,
Hiçbir gönlü kırma gönül
Hayat kısa bir seyeran,
Bâki hayal kurma gönül.
Ne tez geçti bunca zaman,
Sorma gönül, sorma gönül.
Yollar çetin, geçitler dar,
Sırtına yük vurma gönül.
Arkamızdan gelenler var,
Yol üstünde durma gönül.
Fırsatlar elinde iken,
Nedamet et durma gönül.
Henüz bu can tende iken,
Fırsatı kaçırma gönül
20.12.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
F tipi hücre |
|
Hayli zamandır tamamen durmuş gibi görünen AB reformları çerçevesinde TCK ile beraber Ceza İnfaz Kanununda da bazı değişiklikler yapıldı, ama devletin cezaevleri politikasında hâlâ bir düzelme yok.
Cezaevlerindeki son durum, tefritten ifrata savrulmanın tipik bir örneğini sergilemekte.
Geçtiğimiz yıllarda cezaevleri terör örgütlerinin ve mafya çetelerinin, dışarıdaki faaliyetlerini içeriden yönettikleri merkezler haline gelmişti. Bu durum, devletin cezaevlerine giremediği yönündeki resmî itiraflarla sabitti.
Bunun üzerine, cezaevi isyanlarını bahane ederek gerçekleştirilen “hayata dönüş” operasyonları ciddî can kayıplarıyla sonuçlandı.
Daha sonra da, örgüt şefleri ve mensupları F tipi cezaevlerine nakledilerek sorun “çözüldü.”
Bu cezaevlerinin özelliği, her bir hükümlü veya tutuklunun tek başına ayrı hücrelerde tutulması.
Koğuş sisteminde kalabalık gruplar halinde aynı mekânda bulunan örgüt veya mafya mensupları, kendi aralarında dayanışma içine girerek diğer mahkûmlar üzerinde tam bir tahakküm tesis ediyor ve orayı, gardiyanların ve hapishane yönetiminin dahi sokulmadığı “kurtarılmış bölgeler” haline getirebiliyorlardı. Dahası, beyin yıkıyor, rahatlıkla içeri sokabildikleri silâhlarla terör estiriyor, gardiyan ve müdürleri rehin alıyor, cep telefonlarıyla dışarıdaki eylemlerini organize ediyor, firar planlarını gerçekleştirebiliyorlardı.
İşin bu noktaya gelmesi, devletin ayıbıydı.
Ancak bu durumu “düzeltmek” için yapılan kanlı operasyonlar ve sonrasında ağırlık verilen F tipi tecrit uygulaması da, bir başka insanlık ve hukuk ayıbının tipik örneği oldu.
Evvelki tablo, Bediüzzaman’ın “rüşvet-i mutlaka” olarak nitelediği tavrı ifade ederken, son durum “istibdad-ı mutlaka” değerlendirmesinin karşılığı olarak ortaya çıkmıştı.
(Yeri gelmişken, iki tavrı da eleştiren bir yazımızın eski 159’dan açılan dâvâda önce mahkûm edildiğini, ama sonra temyiz aşamasında bu kararın bozulduğunu belirtelim.)
Bilindiği gibi, hayli zamandır F tipi tecrit uygulamasına yönelik eleştiri ve tepkiler gündemde. Ancak bunlar daha ziyade terör örgütü mensuplarıyla bağlantılı olarak dile getirildiği için toplumda pek mâkes bulmuyor.
Ama bu olaya da insanî ve hukukî boyutuyla bakmak lâzım ve böyle bakıldığında, F tipi tecritin mevcut uygulanış şekliyle savunulmasının asla mümkün olmadığı görülüyor.
Hapis cezasının en ağır şekli olan “hücre hapsi”ne tekabül eden bu uygulama, muhataplarını koyu bir yalnızlık ve karanlık içinde her türlü sosyal temastan mahrum bırakıyor.
Bundan dolayı bunalıma girip intihar eden veya uygulamaya tepkisini açlık greviyle dile getiren mahkûmların sayısı yüzleri buluyor.
Bunlara son olarak dışarıdan bir isim de dahil oldu. 260 gündür su, meyve çayları, vitamin, şeker, tuz dışında gıda almadan açlık grevine devam eden Avukat Behiç Aşçı.
Ve gelinen noktada bir çözüm bekleniyor:
Eski kaosa dönülmesine meydan vermeden F tipi tecriti ve hücre hapsini yumuşatacak insanî, vicdanî ve hukukî bir ara çözüm.
20.12.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Yasakçılar özür dileyecek |
|
Başörtüsüyle ilgili gelişmeler, bir şekilde Türkiye ve dünya gündemindeki yerini koruyor. Türkiye’deki yasakçılar, inatla ve ısrarla ‘türban’ diyerek ‘kanunsuz yasağı’ savunmaya devam etseler de dünyadaki gelişmeler müsbet yönde cereyan ediyor.
Son olarak; başörtülü bir hanımın, Belçika’da belediye meclis üyesi seçilmesi ve başörtülü haliyle yemin ederek göreve başlaması Türkiye’deki yasakçıların ruh halini bozdu. Çünkü Türkiye’deki yasakçılar, yasağın sadece Türkiye ile sınırlı kalmasına razı değiller. Onlara göre yasak, dünya sathına yayılmalı. Bunun için her fırsatta, yasağı ihraç etmek için gayret gösteriyorlar. Nitekim, başörtülü bir bayanın Belçika’da meclis üyesi seçilmesine en çok “Belçika’daki Türk yasak savunucuları” itiraz etmiş. (Başörtülü meclis üyesi bunu şöyle anlatmış: “(Belçika’daki) Bazı Türk gazeteciler polemik çıkarmaya başladı. ‘Belçika’nın Merveleri,’ ‘Seçilirse çok büyük tartışmalar olacak’ gibi yazılar yazdılar. (Üstelik) Bu haberleri yapan gazeteciye böyle bir yasağın olmadığını söylemiştim.”
Arkadaşımız Kemal Benek’in sorularını cevaplandıran “başörtülü meclis üyesi” Mahinur Özdemir şöyle demiş: “(Mensup olduğum parti) Başörtüsü ile ilgili hassasiyetimi öğrenince, ‘Başörtüsü ile ilgili bir konu dahi geçmez. Bizim için sorun değil. Senin böyle aday olman bizim için çok doğal. Sen sonuçta bu toplumun bir parçasısın. Senin aday olman şart. Çünkü belediyede senin gibi bir çok genç kız var’ dediler. Ben ‘başörtüsünü bir mesele yapmak istemiyorum’ dedim. Başörtüsü ile ilgili seçim kampanyasında bir şey demedim. Ama insanlar biliyorlardı. Ben zaten başörtüsünü çıkarmayacaktım. Çok önceden başörtüsü takıyordum. Hıristiyan okulu olan Katolik lisesinde okudum. Üniversiteyi de devlete ait laik bir üniversitede okudum. Üniversitede hiçbir şekilde başörtümle ilgili bir eleştiri almadım. Dolayısıyla hiçbir şekilde de ben ‘Başörtülüyüm, benim hakkım daha çok savunulmalı’ politikası yapmadım.” (Yeni Asya, 19 Aralık 2006)
Dikkat edelim, başörtüsünü bir ‘insan hakkı’ olarak savunan parti, Hıristiyan bir parti. Ayrıca, şu anda meclis üyesi seçilen Özdemir de bütün eğitimi boyunca Belçika’da başörtülü olarak okuyabilmiş. Bunlar dünyanın gerçekleri. Türkiye’deki yasakçıları üzen de bu değil midir?
Başörtüsü yasağının kanunsuz olması bir yana, millet nezdinde de kabul görmediği biliniyor. Yeni olan, ‘yasağı savunanlar’ın bile artık ‘başörtüsüne hayır kampanyaları’ açamıyor olmaları. ‘Sanal ortam’da “Türbana hayır kampanyası” açmak isteyen bir kişi, üyesi olduğu ‘grup’tan destek almak bir yana, ‘tepki’ almış ve kampanyadan vazgeçmiş. “Türbana Hayır Kampanyası [Özür Dilerim]” başlıklı mesaj şöyle: “Değerli kemalist dostlarım, bildiğiniz üzere birkaç gün önce türbana hayır diyen bir kampanya önermiştim, herkesi türbana karşı demokratik bireysel tepki koymaya dâvet ediyordum. En başından beri niyetim laik Türkiye Cumhuriyeti’ne hizmet etmekti, ama bugün sözüne önem vermek durumunda olduğum bazı arkadaşlar kampanyanın doğru olmadığı konusunda beni ikna ettiler. Artık AD sitesinden de ayrılıyorum. Eğer kampanya önerim bir takım olumsuz etkilere sebep olduysa herkesten özür dilerim. Ö.B” (http://ataturkcudusunce.wordpress.com/2006/12/11/turbana-hayir-kampanyasi/)
Türkiye ve dünya şartları, başörtüsü yasağının daha uzun süre devam edemeyeceğini hatırlatıyor. Şimdilik ‘sanal ortam’da özür dileyenler, inşaallah yakın zamanda gerçek ortamda da özür dileyecek ve yanlıştaki ısrardan vazgeçecekler.
20.12.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Serdar MURAT |
Makul muhalefet mi, azgın diaspora mı? |
|
Meclis Başkanı Bülent Arınç, konuğu Endonezya Meclis Başkanı Hidayet Nur Wahid’e meclisi gezdiriyordu. İki Meclis Başkanı genel kurul salonuna girdiler. Bu sırada kürsüde CHP’li Mehmet Sevigen konuşuyordu.
Oturumu yöneten Başkan Vekili İsmail Alptekin, Endonezya Meclis Başkanı’nın teşrif ettiklerini belirterek, ”Kendilerine Yüce Meclisimiz adına hoş geldiniz diyorum” dedi. Milletvekilleri de konuk Meclis Başkanını alkışlarla selamladılar.
Sonra ne mi oldu? Meclis Başkanı Bülent Arınç’ın konuğunu meşgul etmek zorunda kaldığı sahneler yaşandı. Ne mi oldu? Mehmet Sevigen cumhurbaşkanlığı seçiminden girdi, sözü Recep Tayyip Erdoğan hakkındaki iddialara getirdi.
Sevigen sonra yanında getirdiği bir gazetenin o günkü, “Vay Tayyip Ağa Vay” manşetini okudu. Sevigen o gün Tayyip Erdoğan hakkında o tür manşetleri atanların bugün Erdoğan’ın uçağından inmediklerini, onların yaptığı TV proğramlarının baş konuğunun da Tayyip Erdoğan olduğunu söyledi elbette ki.
Yani çift taraflı bir omurgasızlık sorunu söz konusu. Sevigen’in bu sözleri AKP’lileri rahatsız etti. Başkan, ”Sayın Sevigen, konunuza geliniz lütfen” diye uyardı. Konu Gençlik ve Sporun bütçesiydi.
Sevigen, ”Sayın Başkanım, müsaade eder misiniz. Biz, bütçeyi konuşuyoruz” karşılığını verdi. ‘Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığı adaylığı ile Gençlik ve Spor bütçesi arasındaki alaka ne?’ demedi elbette ki kimse. Ancak liderlerine söz söylenince AKP’lilerin rahatsızlığı arttı. Katip Üye Gökhan Sarıçam kürsüden müdahale edince ortam gerildi.
Sevigen öncülüğünde birkaç CHP milletvekili kürsüye yürüdü, içlerinden biri bardağı fırlatmaya kalkıştı, AKP’li divan üyesinin küfrettiği söylendi, nahoş bir ortam yaşandı. Hem de bir yabancı konuğun önünde. Hoş bir manzara değil, ama siyaset de bunlar olur. Bu ortamda AKP’nin gerilimlerden uzak durması gerekiyor. Çünkü muhalefet milletvekilleri stres altındalar.
Mecliste temsil edilen bir muhalefet var. Milletten oy almış gelmişler. CHP Ana muhalefet, ANAP’ın Grubu var, DYP ise 4 milletvekili ile temsil ediliyor. Bir de bunların yanında yapılacak olan ilk seçimde meclise girme kabiliyeti taşıyan MHP var. Tüm bunların dışında ise hiçbir seçime girmemiş, siyasi bir varlık olmayan ancak Kanaltürk TV, Atatürkçü Düşünce Derneği gibi kuruluşlarda kümelenmiş, kendilerini rejimin esas oğlanı olarak gören bir diaspora var.
İşte bu diaspora “makul muhalefeti” teslim almaya çalışıyor. Çalışanlarına maaş veremeyen bir medya patronu kalkıp Türkiye’nin rotasını belirlemeye çalışıyor. CHP’nin yüzde 99.9 sine-i millete döneceğini ilan ediyor. CHP’li Cevdet Selvi’nin dediği gibi, CHP üyesi olmadığı halde CHP’nin ne yapacağını dikte etmeye çalışıyor. Sanki CHP’nin bir lideri, yetkili kurulları ve meclis gurubu yokmuşçasına.
Şimdi muhalefeti teslim almaya çalışan bu azgın diaspora siyaseti strese sokuyor. Sine-i millete dönmeyen muhalefeti sanki seçimden kaçıyormuş ve Erdoğan’ın cumhurbaşkanı seçilmesini onaylıyormuş gibi bir pozisyona düşüyormuş havasına sokup, uçurumdan aşağıya yuvarlamaya çalışıyor.
Bu bir tuzak. CHP bu tuzağa 28 şubat sürecinde düştü. Üç beş fraksiyonun peşine takılıp Sincan meydanına bir çıktılar bir daha meclise giremediler. O zaman da kalkıp Deniz Baykal’ın istifasını istedi bu kesimler. Baykal da bunun farkında. Meclisi boşaltıp milletin karşısına gittiği taktirde, milletin ”Neden meclisten kaçtın?” diyeceğini çok iyi biliyor.
“Ergene karı boşamak kolay” sine-i millet işi iki ucu keskin bıçak gibi. Ya tersine dönerse, Baykal yerine üç beş örgüt mü bunun hesabını verecek? Baykal bu kesimlerin tam tersine teneke çalıp istifasını isteyeceklerini çok iyi biliyor. Çünkü geçmişte yaşadı. Sokak çalgıcısı gibi ortalıkta kriz tellallığı yapanlara, makul muhalefetten bir tepki de MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’den geldi.
Kongreden sonra basınla ilk kez bir araya gelen Bahçeli, 28 şubat öncesindeki 5’li çete oluşumu tarzındaki ulusalcı cephelerin demokratik olmadığını belirtti, bu tür oluşumların AKP’ye yarayacağına işaret etti. Bunun yanlış bir yol alacağını belirtti, “çare Meclis’te aranmalı” dedi.
Bahçeli, ara rejim heveslerine de set çekti, bunların ülkeye fayda getirmediğini söyledi. İktidarıyla, muhalefetiyle makul çoğunluk çare zemini olarak meclisi görüyor. Bakalım ülkenin gidişatına makul çoğunluğun isteği mi, yoksa azgın diasporanın hırsları mı hakim olacak...
20.12.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Irak’ta 3-S Projesi |
|
IHH’nın düzenlemiş olduğu bir tanışma toplantısı çerçevesinde Şehzade Mehmet Lokantası’nda Irak Türkmen Adalet Partisi Başkanı Enver Bayraktar’ı ve beraberindeki heyeti dinledik. Gayet yararlı ve faydalı bir toplantı oldu. Kaya Ramada Oteli’nde düzenlenen ‘Irak Halkına Yardım’ toplantısı masaya yatırıldı ve değerlendirildi. Sonuç bildirgesinde, Safevi ifadesi gibi ifadeleri benimsemediklerini aktardılar.
Gerçekten de belki de Safevi veya Mecus tabirleri maksadı aşan tabirler. Kutuplaşma ve zıtlaşmayı daha da artırabilir. Bununla birlikte bu isme itiraz edenler bile İran’a işaretle Irak’ta bir komşu ülkenin projesinden bahsetmektedirler. Sarahat dili yerine remz dilini kullanıyorlar. Ama Adnan Düleymi gibiler kinaye dili yerine sarahat dilini yeğliyor. Irak Halkına Yardım Konferansı sonuç bildirgesini iyi tetkik ettiğimizde karşımıza Irak’la ilgili 3-S projesi çıkıyor. Bunun karşısında da Meşruu’l vatani denilen milli proje var. Fazla meraklandırmamak için bu 3-S projesinin açılımıını yapalım. Salibi, Safevi ve Sihyoni projeleri.
Salibi/Haçlı remzinden maksat işgalci Amerikan birlikleri ve Irak’taki Amerikan varlığıdır. Safevi projesinden maksat da işgalle birlikte zımni olarak Irak’a sızan İran nufuzu ve ağırlığıdır. Diğeri de Siyonist proje. Milli proje hariç üç proje de başlangıçta birbirine geçişli idi. Bundan dolayı işgal sırasında üç gücün de zımni olarak birlikte hareket ettiklerini ve işgal sonrasında da ülkede üç ülkenin nufuzunun arttığını görüyoruz. Salibi-Siyonist proje özünde laik kesimlere ve etnik ayrılıkçılara dayanıyordu. Bundan dolayı, Neoconlar başlarda Türkiye’nin Irak’a örnek veya model olmasını önerdiler. Ama Neoconlar AKP modeline de sıcak bakmıyorlardı. Onu laikçilikten ziyade sünnilikle bağdaştırıyorlardı. İlhan Selçuk gibiler bile başlarda bu yaklaşıma teşne olmular. Mezhepçi yaklaşım konusunda ise Salibi-Safevi projesi geçişli idi. İşgalin başında zımni olarak birlikte olan bu projeler zamanla birbirinden ayrışmaya başladı. Salibi—Siyonist projeyi Irak’ın kuzeyindeki ayrılıkçı etnik yapı temsil ederken geçişli projeyi de başlarda Türkiye’de Soli Özel ve Cengiz Çandar gibilerin savunduğu teşeyyü politikası temsil ediyordu. Kürtleştirme ABD’nin asıl, teşeyyü ise yedek stepnesi idi. İşgal sırasında çıkarları aynı olan bu gruplar zamanla ayrışmaya başladılar. Enver Bayraktar’ın da ifade ettiği gibi aslında, hesap hatası yapan ABD başta Sünni hakim gücü karşı Kürtleri ve Şiileri kullanmak istemişti. Bunlar ortak direniş iradesini kırmışlar ve işgali kolaylaştırmışlardı. Mezhep kavgası da Mısır’dan sonra Arap dünyasının en büyük gücü olan Irak’ı tarumar ediyordu. Bundan dolayı bir Siyonist olan Gardner’e dostu Ariel Şaron Irak ordusunu lağvetmesini tavsiye etmişti. Şiiler de Baas kompleksinden dolayı bunu istemişlerdi.
***
Mezhep çatışmaları başta ABD’nin işine gelse bile yangının ortasında kendisi de kalmıştı. Enver Bayraktar’a göre, bu politika amacını aşmış ve ABD için bataklığı daha da derinleştirmişti. Hâlâ İsrail’in işine yaradığından şüphe edilemez ise de mezhep yangını işgalcileri de dağlamaya başladı. İran bu mezhep çatışmasının neresinde? Bu konuda kafalar karışık. Mukteda Sadr’ın güçlü olduğu Sadr semtinde 200 kişinin ölümüne yol açan bombaların ve silahların İran’dan gelmesi kafaları iyice karıştırdı. Irak’ın yangın yerine dönüşmesi ve ABD’yi burada mıhlamak ve kontrol etmek İran’ın da işine geliyor. Ama işgalden sonra Sünnilerle yolu ayrılıyor. Bu açıdan, İran’ın burada çifte politika izlediği müsellem bir hakikattır. Nejad’ın da direnişi tebrik etmesinin gösterdiği gibi (19 Aralık 2006 konuşması) Tahran, ABD’ye karşı direnişe olumlu bakarken ve edebi olarak desteklerken; kendi projesi için kayırdığı Şii milisler ve partiler ise direnişi tekfircilik olarak değerlendiriyorlar.
Dolayısıyla mesele bulamaç haline gelmiş ve kartlar tamamen birbirine karışmış durumda. Aslında baştan beri Şiilerle Sünniler arasında bir rol dağılımı olabilirdi. Birisi siyasi yönden diğeri de silahlı olarak aynı gayeye ulaşmak için hareket edebilirlerdi. Ama dar düşünce ve taifi çıkarlar bunun önüne geçmiştir. Hekim ve Kaide anlayışı baştan beri bu rol dağılımına imkân vermedi. İki tarafın aşırıları da mezhep kavgasına dolu dizgin gittiler. Halbuki Şiiler de biliyor ki, ABD’nin Irak’tan sadece siyasi projelerle çıkması mümkün değildi.
***
Bu üç ‘S’ Projesinin tamamı da bölücü ve parçalayıcıdır. ABD ve Siyonist proje, Irak’ı etnik ve mezhebi olarak bölgelere ayırmaya matuf bölücü bir projedir. ‘Safevi’ projesi ise ister istemez mezhep esaslarına dayalı ayırıcı ve taifiyye projesidir. Buna mukabil tek birleştirici proje meşru’l vatani denilen milli projedir. En azından Irak’ı mezhebi ve etnik unsurlara göre bölücü bir proje olmaktan uzaktır. Kaide’nin projesi de aynen teşeyyü projesi gibi bölücü bir projedir. Bütüncül olmayan anlayış ve siyaset ister istemez bölücü olmak durumundadır. Bu anlamda, teşeyyü projesi İran hakimiyetinde sadece Şiileri biraraya getirme amacını taşıdığından dolayı kapsayıcı olmaktan uzaktır ve Irak’ın dokusunu baştan sona ayrıştırıcı bir özelliğe sahiptir. Şii ve Sünnileri ortak potada buluşturan kabile yapısını bile ayrıştırmaktadır. Taifiyyecilik bu mânâda dine dayansa bile ırki esaslara dayanan kabilecilik anlayışından bile daha geri ve gerici ve daha fazla bölücüdür. Zira Irak’ta kabile çerçevesi Şiisini ve Sünnisini biraraya getirirken mezhepçi veya taifiyeci anlayış orktak kabile dokusunu bile çatlatmaktadır.
Dolayısıyla teşeyyü anlamında Safevi projesi, Irak’ı baştan sona hem milli olarak hem de dini olarak ayrıştırıcı bir özelliğe sahiptir. İran açısından velayeti fakih doktrini zararsız olsa bile (bu dahi tartışılır zira Farabi’nin filozofların yönetimini çağrıştırmaktadır) Irak’ta tamamen bölücü bir mahiyet kazanmaktadır. Şii-Sünni parçalanmasına neden olduğu gibi Şiilerin de kendi aralarında inkisamına neden olmaktadır. Bundan dolayı, Irak’ta tek toparlayıcı, bütünleştirici proje uzlaşmaya dayalı milli projedir. Dış tesirleri dengeleyici rolüyle de buna dışarıdan en fazla katkıda bulunacak ülke Türkiye’dir. Burada Türkiye’nin rolü Neoconların çizdiği gibi BOP çerçeveli değil Osmanlı zaviyeli olmalıdır.
Rebii Hafız’ın dediği gibi, bu bize arizi ve geçiş döneminden sonra tarihin şizofrenisinmi ve anakrosisini de aşma fırsatı sağlayacaktır. Türkiye kendisine bağlanan ümitleri kıymetlendirmelidir.
20.12.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|