03 Eylül 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Rifat OKYAY

Yavaş olmak hatadır!..


A+ | A-

Bir hız lâzım… Hizmette… Koşmakta ve coşmakta… Neden mi? “Bu Dünya’ya bir kere geleceksin!..” diyorlar ya!.. Öbür Dünya dedikleri ebedî âleme de bir kere gideceksin de ondan!..

Şimdi hız dediğinizde otomobiller akla geliyor. Ve normal olarak da hızlı otomobil kullanan zevat-ı malûm… Hem kendine zarar, hem etrafına zarar saçan, çok hızlı zarar saçan mahlûkat…

“Hız, lâzım mı, değil mi?” değil, elbette ki konumuz. Otomobiller için hiç değil… Peki ne diyoruz?

Zarar vermemekte, zararlı olmamakta, fayda vermekte ve faydalı olmakta hız lâzım… Ağır aksak, yarım yamalak kim hangi iş için hızını yakalayarak faydalı olup, işi bitirip zarar vermeyi engelleyebilmiştir ki?

Dünya’da dünya işlerine baktığımız zaman en başarılı ve mükemmel işlerimiz bile ahirete nazaran eksik, başarısız ve ikinci dereceden bir iş haline dönüşüverir.

Küçücük dünya menfaatleri ve şahsî çıkarlarını takip edip başarılı olabildiklerini zannetmeyenler, kendi adlarına başarılı olduklarını iddia edebilirler…

Ama bundan da önemlisi ebedî bir âlemde, ebedî bir hayat için yapılabilecekler, hemde çok hızlı bir şekilde yapılacaklar vardır. Bu konudaki başarı grafiğini, bu Dünya’daki çok kısa ve yavaş hayatlarına bakanlar görebilirler, seyredebilirler…

Para, mal-mülk, makam, mevki ve bunların peşinde hızlı bir koşturmaca… Sonra kendi kendine mırıldanan insanlar: “Parayla saadet olur mu?” Demek ki kim neyin peşine koşarsa koşsun, bu Dünya’da bir saadet arıyoruz… Gel gelelim ki ahirete yüzünü dönenler hariç, hiçbir zaman saadet bulamıyorlar…

Bir kişi insan olsa ve hayatının hızını insanlığa göre ayarlasa… Bir kişi inançlı olsa ve yaşayışının bütün alternatif hızlarını inançlı insanlara göre ayarlasa… Bir kişi mü’min ve muvahhid olsa ve evvel ahir hayatının tamamının hızını iman gücüne ve kuvvetine göre ayarlasa, bir fark elbette hayatının ve fiillerinin üstünde aşikâre görülecektir… Bunu, hayatına bakan hiç kimse inkâr edemez…

Geçmişe ibret nazarıyla bakmak, insan için geleceğine yeni hızlı bir bakışı ve yaşayışı kazandırabilir. Yeter ki takip edilen çizgi doğru ve inançlı bir çizgi olsun. Ah vahın ve yeisin yerini daima ümit ve şevke bırakmak insan için, yeni bir hızın başlangıcı olacaktır.

Uzun ömürlü ve hayata duyarlı bir hız, daima insan için faydalar ve güzelliklere gebedir.

Mü’min için Allah yolunda, Kur’ânın ışığında, sünnetin örneklerinde hız aramak ve takip etmek bir vazifedir, bir gerekliliktir…

İslâm’ın ve imanın aydınlattığı caddede, büyük ihsan ve ikram yolunda, yavaş olmak, ağır çekimde kalmak hatadır… Nurun aydınlattığı her işe ve her yere yine Nurun kuvvetiyle koşarak, coşarak hızlı bir şekilde kavuşabilmeliyiz…

03.09.2010

E-Posta: [email protected]



Nejat EREN

Mâlâyaniyâttan kurtulup muhabbete odaklanmak


A+ | A-

Hızlı hayat, ölümü ve faniliği düşündürtmüyor. Bu zamanda, istikametli yaşamak, sağlam durabilmek, sadakatte devam etmek kuvvetli bir imanı gerektiriyor. Yoksa kül gibi, toz gibi çok uzaklara, ötelere savrulmalar kaçınılmaz oluyor.

Modern denen bu “denî” medeniyetin tuzak ve oyunlarından kafalarımızı kaldırıp gerçeklerle yüzleşebilmek çok zor sanki. Bu gaddar ve sarhoş asrın başımıza en büyük belâsı ve hastalığı bu maalesef. Kendimizle yüzleşemiyoruz. Kalbimizi, aklımızı, ruhumuzu hislerimizi birbiriyle imtizâç ettirip, birleştirip Kur’ân ve sünnet tezgâhında buluşturup, kaynaştırıp sağlıklı olarak istikametli işletmekte zorluklarımız var.

Dünyanın geçici cazibesi insanı çok fena halde kendisine çekiyor. O sahte dünyanın mutfağındaki raflarda kin, nefret, kandırmaca, kayırma, tarafgirlik, zan, iftira, gıybet, gurur, kibir, zulüm, hasis menfaatler, şeytanın oyunları, nefsin desiseleri, hissin zayıflıkları, tembellik var. Paketler o menhus dünya mutfağında bu maddelerden hazırlanıp, fırınlanıp, pişirilip ekranlardan, sayfalardan, internet üzerinden sokağa, piyasaya, pazara servis yapılıyor. Müşteri arama ve memnuniyetinin neticesine bile bakılmadan bir “kap-kaç ve soygun” oyunu sahneleniyor. Başta genç fidanlar olmak üzere insanlar bu fırtınaya, heyelana, tsunamiye tutulup harap oluyor. Heyhat ki çoğu farkında bile değil, bir uyandırıcı lâzım!

Bütün bu oyunlara kanmamak, aldanmamak için, “Müslümanım, dinimi yaşamak istiyorum” diyen herkes; “İslâm mutfağına” ihlâs, muhabbet, şefkat, hürmet, saygı, emniyet, helâl ürün, aşk, şevk, irtibat, fedakârlık, mütevazılık, şükür, tevekkül, teslimiyet, faaliyet, alışmak, hizmet, manevî cihad malzemesi taşıması gerekiyor.

“İslâm mutfağından” piyasaya paketlenmiş en başta ve en revaçta ürün olarak “Herşeyde bir ihlâs var...” hakikati sürülmesi gerekiyor.

Sonra: “Ben muhabbet üzerine bir rüşvet, bir ücret, bir mukabele, bir mükâfat istemiyorum. Çünkü, mukabilinde bir mükâfat, bir sevap istenilen muhabbet zayıftır, devamsızdır” patentli ürünün sıraya girmesi gerekiyor.

Daha sonra: “Madem âhiret için, hayır için, ibadet ve sevap için, imân ve âhiret için Risâle-i Nur ile bağlanmışsınız; elbette bu ağır şerait altında herbir saati yirmi saat ibadet hükmünde ve o yirmi saat ise Kur’ân ve imân hizmetindeki mücahede-i mâneviye haysiyetiyle yüz saat kadar kıymettar ve yüz saat ise böyle herbiri yüz adam kadar ehemmiyetli olan hakikî mücahid kardeşlerle görüşmek ve akd-i uhuvvet etmek, kuvvet vermek ve almak ve teselli etmek ve müteselli olmak ve hakikî bir tesanüdle kudsî hizmete sebatkârâne devam etmek ve güzel seciyelerinden istifade etmek” gerekiyor. (Şuâlar, 13. Şuâ, s. 276)

Sonra: “Zindandan bostana çıkmak, daneden sümbüle geçmek, faaliyetteki lezzeti arttırarak taşırmak, vazifedeki bu külfeti taşıttıran o tadı tatmaktır.” “Rahat zahmettir, zahmet rahattır” (H. Şamiye, s. 146-147) gereğinin zevkini tatmaktır.

Böylece: “bütün küre-i arzın bu yangınında ve fırtınalarında selâmet-i kalbini ve istirahat-ı ruhunu muhafaza eden ve kurtaran yalnız hakikî ehl-i iman ve ehl-i tevekkül ve rızadır. Bunların içinde de en ziyade kendini kurtaranlar, Risâle-i Nur’un dairesine sadakatle girenlerdir” (Kastamonu Lâhikası, s. 89, 78. Mektub) müjdesine mazhar olmaktır.

Tecavüz etmeden müdafaa etmek; kırmadan, yıkmadan, dağıtmadan, küsmeden, gücenmeden ehl-i imanın ve birbirimizin yardımlarına koşmak; omuz omuza önemli vazife ve hizmetlere talip olmak; kardeşlerimizle meşveret sınırları içerisinde meşrû yol ve dairede kalmak; merdane ve fedakârâne “şahs-ı maneviyi” muhkemleştirip devamına güç ve kuvvet vermek; sarsmamak ve sarsılmamak; lüzumsuz mâlâyani şeylerle akıl ve fikri dağıtıp esastan şaşmamak temel prensibimiz ve yol haritamız olmalıdır.

Geçici ömür, fani dünya, boş işler, âfâkî meseleler gündemimizi fazla meşgul etmemelidir.

Yaşasın sıdk, ihlâs, samimiyet, muhabbet, birlik, fedakârlık, meşveret, şûrâ ve uhuvvet.

Bizden uzak olsun, yeis, gıybet, menfilik, boş işler, dedikodu, iftira ve zan.

NOT: Bu mübarek günlerde ebediyete intikal eden çok değerli dostum, enis, mülâyim ve hasbî insan, eğitimci Mehmet Emin Bay Hocama Allah’tan rahmet ve mağfiret, kederli ailesi, yakınları ve dostlarına sabırlar niyaz ediyorum.

N. E.

03.09.2010

E-Posta: [email protected]



Ali FERŞADOĞLU

Tahkikî, gerçek iman


A+ | A-

Tahkikî imân; akıl, ilim, fikir, araştırma, tahkik, tetkik, inceleme, gözlem, müşahede, sentez ve muhâkeme ile elde edilir. O'na, derin tefekkürle, kesin belge, bulgu ve delillere dayanarak ulaşılır. Her şeyi Allah’a dayandırmakla beraber, her şeyin üstünde bulunan Ulûhiyetinin (İlâhlığın, yaratıcılığın) mühürlerini, Rubûbiyetinin (atomdan galaksilere kadar bütün kâinattaki terbiye ediciliğinin) damgalarını ve Kudret kaleminin ince nakışlarını; O'nun sonsuz isim ve sıfatlarını bu yansımalarda okuyarak O’nu bilmek, tanımak, O’nu kabul etmek, O’na inanmaktır.

Aynı şekilde, sair iman esaslarını da araştırıp, düşünüp, tefekkür süzgecinden geçirdikten sonra kabul etmektir.

Bu tür imân yalnız kuru bir bilgi/ilimle değil, yüksek bir tefekkür ile elde edilebilir. Evet, akıl, kalb, vicdan, idrak, şuûr gibi duyguların ve lâtifelerin de payı vardır. Mideye giren yemeğin muhtelif sinirlere, çeşitli miktarlarda taksim edilmesi gibidir. İlimle gelen imân meseleleri dahi, akıl midesine girdikten sonra, derecesine göre ruh, kalb, sır, nefis ve hâkezâ, lâtifeleri kendine göre birer hisse alır, emer. Eğer onların hissesi olmazsa böyle bir imân noksandır.1

İmanın bütün lâtifelere sirayet etmesi çok mühimdir. Meselâ, “sekerat” denen ruhunu teslim etme zamanında şeytan vesvesesiyle ancak akla şüpheler verip tereddüde düşürebilir. Ancak, tahkikî imana bir zarar veremez. Çünkü, tahkikî iman yalnız akılda durmuyor. Hem kalbe, hem ruha, hem sırra, hem öyle letâife sirayet ediyor, kökleşiyor ki, şeytanın eli o yerlere yetişemiyor. Öylelerin imanı korunuyor.

Gerçek imana ulaşmanın iki yolu var:

1- Keşif ve manevî gözlemle. Bu yol yüksek seviyedekilere özeldir. Müşahadeye, görmeye dayalı bir imandır. Ki, pek çok imanî hakikatlerin yansımaları görülür.

2- Vahiy sırrının feyziyle, delillere dayanarak, Kur’ânî metodu, yani ispat ve tahkike dayalı bir tarzda akıl ve kalbin birleşmesiyle, hakkalyakîn (bizzat içine girerek, yaşayarak anlama) derecesinde bir kuvvetle zaruret ve apaçık dereceye gelen bir ilmelyakînle iman hakikatlerini tasdik etmektir.

Tahkikî imâna; tahayyülden başlayıp, tasavvur ve taakkulden geçip, tasdikten sonra iz’ân, iltizam, teslim ve imtisâlin ardından ulaşılır. Bu imân, hem hareket ve bereket, hem enerji ve güç kaynağıdır.

Bu tür imanın bir çekirdekten, tâ büyük hurma ağacına kadar ve eldeki aynada görünen misâlî güneşten tâ deniz yüzünde yansıyan güneşe kadar kademeleri, açılımları vardır. Ki, bin bir İlâhî ismin tezâhürleri, yansımaları ve diğer imân şartlarının kâinat hakikatleriyle örtüşen çok yönleri, basamakları, oluşumları, bağları bulunur.

Tahkikî imânı elde eden; Allah hesabına müşahede edilen herşeyin “marifet/ilim” olduğunu idrak eder. Kesin (yakîn) bilgiye dayanan tahkikî imânın pek çok mertebe, derece ve basamakları bulunmakla beraber, “ilmel-yakîn, aynel-yakîn ve hakkal-yakîn” gibi üç ana şıkta toplanır.

Bunların üç mertebesi de tahkikî imanın dereceleridir. İman gücü, tahkikî imanda ortaya çıkar, fiiliyata, pratiğe dönüşür.

 Dipnot:

1- Mektûbât, s. 318.

03.09.2010

E-Posta: [email protected] [email protected]



Süleyman KÖSMENE

Zekât malı nasıl arındırır? (1)


A+ | A-

Salih Bey: “‘Zekât malı arındırır’ sözünü açıklar mısınız? Nasıl arındırır? Bir alın teri ürününden ibaret olan helâl malın kirleri nelerdir ki, zekâtla arınmış olsun?”

Haram mal zaten kirli maldır. Bu yüzden haram mal zekâtla arındırılmaz ve haram malın zekâtı verilmez. Okuyucumuz bu yüzden haram malı sormuyor. Helâl maldaki kirlerin ne olduğunu soruyor.

Alın teri ile kazanılan, hakkı verilerek elde edilen, helâl bir işin getirisi olan kazançlar helâldir. Fakat helâl malın da kirleri vardır. İşte kelime anlamı arındırmak demek olan zekât, gerek helâl malı, gerekse helâl mal sahibini kirlerinden arındırır.

Helâl malın kirlerinin ne olduğuna gelince: Malın üzerinde, ödenmediği takdirde malı ve mal sahibini kirleten iki türlü hak vardır: Bunlar şunlardır: 1- Allah hakkı. 2- Kul hakkı.

Bunları sırayla görelim:

1- Allah hakkı: Malın gerçek mülkiyeti Allah’a aittir. Mal insana Allah’ın bir emaneti olarak verilir. Veren Allah’tır. Allah malı dilediğine verir, dilediği kadar verir, dilediğinden çekip alır, dilediği kadar çekip alır. Bu yüzden insan hırs ile mal edinemez. Ancak Allah verirse insan mal sahibi olur. Şu âyet bunu bildiriyor: “De ki, ey mülkün hakikî Sahibi olan ve âlemlerde dilediği gibi tasarruf eden Allah’ım! Sen mülkü dilediğine verir, dilediğinden mülkü çekip alırsın. Sen dilediğini aziz eder, yükseltir; dilediğini zelil kılar, alçaltırsın. Bütün hayır ve iyilik yalnız Senin elindedir. Sen her şeye kadirsin.” 1

Mal üzerindeki mülkiyetin yüzde yüzü Allah’a ait olunca, mal insanın elinde sadece bir emanetten ibaret olunca, insanın mal ile ilgili olarak görevi sadece bir dağıtım memuru olmaktan öteye geçmeyince; Allah’ın, verdiği malın nerelere ve nasıl harcanması gerektiği konusunda yönlendirme yapmasının ve nerelerde ve nasıl harcandığını denetlemesinin, Kendi Yüksek Zatına ait bir Rububiyet hakkı olduğu anlaşılmış olur. Malın mahşere dönük büyük ve çetin hesabı bundan doğmaktadır. İnsan, mal üzerinde dilediği gibi tasarruf etme, çarçur etme, israf etme ve hakkını vermeden biriktirme hakkına sahip değildir. Çünkü mal kendisinin değildir. Çünkü malı Veren böyle istemiyor. Nitekim Cenâb-ı Hak, Müslüman’ın mal ile ilgili görevini şöyle hatırlatıyor: “Kendilerine rızık olarak verdiklerimizden Allah yolunda bağışta bulunurlar.” 2

Dolayısıyla, mal üzerinde Allah’ın emrini yerine getirmekte bir zorunluluk bulunuyor. Malı israf etmemek, malı haramda sarf etmemek, malı hayırda ve helâl yollarda harcamak, mal ile insanlara iyilik yapmak, maldan sadaka vermek, malı Allah yolunda harcamak, malın zekâtını vermek birer Allah emri olarak mal sahibinin mal ile ilgili zorunlu görevleri arasında bulunmaktadır. Mal sahibinin, malını kirlerden arındıran ilk adımı, malı ile ilgili bu görevlerini yerine getirmesi olacaktır. Aksi takdirde Allah’a ait olan malı Allah yolunda harcamamış olur ki, mal helâl da olsa, bu davranış malı kirletir.

2- Kul hakkı: Mal sahibi bilerek veya bilmeyerek kazancına kul hakkı karıştırmış olabilir. (Hiç şüphesiz bilerek yenen kul hakkı zekâtla telâfi edilmez. Bunun telâfisi için, bire bir malı mal sahibine geri ödemek gerekiyor.)

Fakat mal sahibinin malına, bütün dikkatlerine rağmen, bilmeyerek kul hakkı karışmışsa, cömertçe verilen zekât maldaki bilinmeyen kul hakkının meydana getirdiği kirliliği giderir. Meselâ ortaklar arasında, komşular arasında, arkadaşlar arasında, kardeşler arasında, müşteri ile satıcı arasında, taraflardan birine bilmeyerek hak geçmesi söz konusu olabilir. Kazanç paylaşımında ortaklar küçük ayrıntılara girmemişlerdir ve iki taraftan birisine çok belirgin olmasa da hak geçmiştir. Senin tavuğun, komşunun ürününe zarar vermiştir. Satıcının terazisinde bilinmeyen bir arıza vardır ve eksik tartmıştır… Satıcı fahiş fiyat uygulamıştır. Alıcı bunu haksız bulmuştur, fakat almak zorunda kalmıştır. İşveren işçisinin iş verimine göre değil, kendi cimriliğine göre az maaş ödemiştir. Yol kenarında bulunup, yenmesi helâl edilmeyen mallarda, yoldan gelip geçen aç ve muhtaç insanların göz hakkı kalmıştır…. vs. örnekleri arttırmak mümkündür.

Böyle bilinmeyen durumlarda taraflardan birisine kul hakkı geçmişse eğer, dil ile helâlleşmek bir çözüm olmakla berâber, bilâhare fakire verilen zekât da bu helâlliği pekiştirmekte ve malı bilinmeyen kişilerin haklarından doğan kirlerden arındırmaktadır. Böylece mal kirlerden temizlenmekte, sahibine bir mahşer yükü olmaktan çıkmakta; tam tersine, mahşerde yüz akı olmaktadır.

Zekâtın, helâl mal sahibini nasıl arındırdığını ise, İnşâallah yarın işleyelim.

Dipnotlar: 1- Âl-i İmran Sûresi: 26, 2- Bakara Sûresi: 3.

03.09.2010

E-Posta: [email protected]



Halil USLU

Nevşehir ve cezaevi


A+ | A-

HEP camiler, hep mescidler, hep vakıf salonları mı dolsun? Ve hep oralarda mı teravihler kılınsın, iftar ve sahurlar açılsın? Hep oralarda mı TV’ler boy göstersin? Peki Türkiye’de mevcut 524 cezaevi ne âlemde? Ve orada yatan tutuklu 120 bin civarındaki musîbetzede ne âlemde? Onların oruçları, iftarları, teravihleri ne âlemde? Maalesef, yazılı ve görsel basın Ramazan programlarında ve konuşmacılar konuşmalarında hiç üzerinde durmadılar. Bu, yıllardan beri dikkatimi çekmiştir. Bundan ötürü, ”Medrese-i Yusufiye" nâmındaki bu mekânlardan dâvet olursa, intikal etmekte ve kardeşlerimize hitap etmekteyiz.

Derler: “Zehiri yutan, acıyı çeken bilir”. Biz aciz ve kemter kardeşiniz, sırf İslâmî ve imânî hizmetlerden dolayı, belki manevî tekâmülümüz ve ayrı bir tedrisat için, hem sivil, hem de askerî cezaevlerinde çeşitli aralıklarla tutuklandık. Yani oranın çemberinden ve tedrisâtından geçtik. ”Çile bülbülüm çile” buraya da girebilir. Fakat kırılmadık, yılmadık, usanmadık. Bu sâfî ve vatanperver niyetlerimiz neticesinde, bir lütf-u Rabbânî ve bir ihsan-ı İlâhî olarak, şimdi o mekânlarda çeşitli dâvetlerle, o kardeşlerimizi mânevî âlemlere götürmek için, kalp ve gönül merkezlerine konferanslar vermekteyiz.

Geçtiğimiz hafta Nevşehir’in iman yüklü, aşk-ı hakâikle merbut olan hizmet ehli kardeşlerimizden Alpaslan ve Adem Beyler bizi iftara dâvet ettiler. Bu hengâmede Yeni Asya gazetemizin temsilcisi Bilâl Bey de, geçen yıl Ramazan’ın 24’üncü gününde konferans verdiğimiz Nevşehir Cezaevi ile tekrar temas kurarak, değerli müdürleri Abdülhamid Beyden resmî izin aldı. Böylelikle, bizi tekrar oradaki tutuklu ve mahkûm kardeşlerimizle muhatap ettiler.

Cezaevi öğretmeni Hakan Beyin takdim konuşmasından sonra, kürsisine çıktığımız konferans salonunda, mübarek Ramazan’da oruç ağızla bir saati geçmeyen “Kur’ân’dan müjdeler ve sosyal hayata bakış”, “Hz. Yusuf (as)” ve “Hz. Vahşi”den (ra) kesitler ve özetler sunduk. Özellikle; En’am Sûresi 164. âyet, Hucurat Sûresi 13. âyet, Maide 32’nci âyet, Hucurat Sûresi 10’ncu âyet, maddî ve mânevî infak için Bakara 3’ncü âyet ve müjde için İhlâs Sûresi üzerinde ve kin ve intikamın kalkması için Hz. Yusuf (as) ve Hz. Vahşi’nin (ra) hayatlarından örnekler sunduk.

400 mahkûmun oruç tuttuğu bu mekânın dolu salonunda konuşmamı şu sözlerle bitirdim:

”Rivâyette 7 veya 12 yıl hapiste yatan Hz. Yusuf Aleyhisselâm buradan peygamber olarak çıktı. Fakat siz peygamber olarak çıkamazsınız, çünkü bizim Peygamberimizle (asm) o yol kapandı. Yanlız sizler buradan veli olarak, gönül erleri olarak çıkabilirsiniz. O yol kıyamete kadar açıktır. Sizler ve bizler bunu yakalayabiliriz.” Alkışlar, tebrikler, ağlamalar ve dağıtılan kitap ve yayınlarımız…

Aynı günün akşamı Nevşehir Yeni Asya temsilciliğinin görkemli vakıf binasında umumi iftar yemeğine iştirak ve duâlar... Teravih öncesi “İnsan ve mahiyeti ve vazifelerimiz”, teravihten sonra da “2010 Kur’ân yılında dünya ve infak” konuları üzerine sohbet tarzında seminerlerde bulunduk. Mübarek Ramazan’da Kur’ân’ın derinliklerine girdikçe ne kadar bitmez ve tükenmez bir hazine olduğu bütün tazeliğiyle ortaya çıkmaktadır. Hazine, hikmet ve sırlarla dolu İlâhî ve mukaddes kitaba kavuştuğumuzdan dolayı başımızı secdeden hiç kaldırmasak yine azdır, yine az. Çıkış yolları arayanların kulakları çınlasın. Her neyse, bu hamur çok su götürür.

Bu itibar ve vesile ile Nevşehirli Adem, Alpaslan, Bilal, Eşref, Emre ve Ergün Bey kardeşlerimiz başta olmak üzere bütün ağabey ve kardeşlerime ve cezaevi müdürüne ve bütün yetkililerine gönüller dolusu tebrik ve muhabbetler... Leyle-i Kadr’iniz şimdiden mübarek olsun. Hz. Allah yâr ve yardımcımız olsun.

03.09.2010

E-Posta: [email protected]



M. Latif SALİHOĞLU

Mücadele metodu


A+ | A-

Burada kast ettiğimiz mücadele, yaşadığımız vatanda ve hatta insanlık âleminde haksızlara, gaddarlara ve sair muzır unsurlara karşı—hasseten bu zamanda—usûl ve metod itibariyle ne yapılması, nasıl davranılmasıyla ilgilidir.

Hemen hatırlatalım: Daima usûl, esastan önce gelir. Kezâ, maksada, yani esasa vâsıl oluş, ancak usûle riâyet edişle mümkündür.

Bu sebeple, verilecek bir mücadelede, (hatta yapılacak bir hizmette) şayet metod yanlış ve strateji hatalıysa, zafer ve başarı yerine hüsrân ve mağlûbiyetle karşılaşmak kuvvetle muhtemeldir... Yakın tarihte, bu acı reâlitenin sayısız örnekleri var.

Şeyh Said'in din/imân cihetiyle dâvâsı haklıydı. Bunda şek–şüphe yok. Ancak, yanlış bir içtihat ve sakat bir metodla giriştiği mücadeleyi vahim bir âkıbetle noktaladı. Zamanın gaddar hükümeti, bu yanlışlarını fırsata çevirdi ve yüz binlerce mâsumun canını yakıp kanını döktürdü.

Kezâ, başta Mısır'da ve Suriye'de mücadele meydanına atılan İhvan–ı Müslimîn'in dâvâsı haktı ve mukaddesti. Ancak, onların metodik olarak "siyasal İslâm" şeklinde anlaşılan telâkkileri ve aynı düşünceyle girişmiş oldukları "Önce devletin alt kademelerini, sonradan da ülke yönetiminin tamamını ele geçirme" çabaları boşa çıktığı gibi, âkıbetleri de çok vahim oldu. Sosyalist Nasır Mısır'da ve Nuseyrî Esad da Suriye'de oyuna getirdikleri İhvanlar'a karşı katliâma girişti ve on binlerce Müslümanın kanını döktü.

Örnekler daha da çoğaltılabilir.

Hiç şüphe edilmesin ki, aynı tarz senaryolar özellikle 1950'den sonra Türkiye'de de sahnelenmek istendi. Ancak, bunda muvaffak olunamadı.

Lâkin, tehlike tamamen geçmiş değil. Aynı türden heveslenmeler, değişik zaman ve zeminde hortlatılmaya çalışılıyor.

Dolayısıyla, kudsî dâvâya hizmette ve muzır unsurlarla mücadelede takip edilecek metod, son derece önem arz ediyor. Aksi halde, harcanan onca zaman ve emek, bir anda zâyi olup gidebilir.

"Ben ne yapmalıyım?"ı düşünmek

Dünyada olduğu gibi, hiç şüphesiz ülkemizde de mebzul miktarda hainler var, zalimler var, zındıklar var, riyâkâr münafıklar var... Bunlar mutlaka vardır ki, yaklaşık iki yüz senedir din, vatan ve millet zararına çalışmalar yapılıyor, yer yer neticeler alınıyor.

Esasında, insî ve cinnî şeytanlar elele vermiş, tam bir müştereklik içinde kendi vazifesini yapıyor.

Senin karşılarına çıkıp "Durun. Yapmayın, etmeyin. Bu yaptığınız ayıptır, günahtır, zulümdür..." demenin bir kıymet–i harbiyesi yok.

Zira, onların varlık sebebi, zaten insanlara ayıp ve günah şeyleri işletmek, meydanı her türlü fitneye, fücûra, dalâlet ve zulümkârlığa teslim ettirmektir.

Burada en mühim mesele, hizmet ve mücadele noktasında senin ne yapman, nasıl davranman gerektiğidir.

Gaddar zalimlere ve onların hempaları olan muzır unsurlara karşı senin yapman gereken şey, fiilen karşı koymak mıdır? Silâha sarılıp maddî cihada kalkışmak mıdır? Başlarına indirmek için siyaset topuzunu ele geçirmeye çalışmak mıdır? Devlet birimlerine sızmak, mühim mevkileri tutmak, kritik mevzileri ele geçirmek için örgütlü faaliyetlerin içine girmek midir? "Biz ve onlar" diyerek "onlar" kategorisine karşı topyekûn bir cephe savaşını başlatmak mıdır?

Kesinlikle değil. Senin yapman gereken, bunların hiçbiri değil.

Zamanın Bediî, asrın söz sahibi olan Bediüzzaman Said Nursî'nin ortaya koyduğu reçetede, yukarıdaki maddelerin hiçbiri yer almıyor.

Tereddüdü olan varsa, Üstad'ın meydanda olan eserlerine müracaat edebilir.

Yukarıdaki maddelerle ülfet ve münasebet peyda edecek bir mücadele tarzını Risâle–i Nur'a dayandırmak mümkün değil. Külliyat'ta o metodlara dayanak olacak ölçü ve prensipleri bulmak imkânsız.

Aksiyoner davranmak

Ne yapmamak, nasıl davranmamak (reaksiyoner) hususunu özetledikten sonra, şimdi de aksiyonerlik, yani ne yapmak gerektiği hakkında asrın müceddidinin Risâlelerde serd etmiş olduğu bazı ölçü ve prensiplere bakalım.

* Risâle–i Nur, muarız olan şahıslarla, siyasetçilerle, kliklerle, komitacılarla, zındıklarla değil; onların dayanmış olduğu fikir ve cereyanlarla uğraşıyor.

Öncelikle, ferdin ıslâhına çalışıyor. Bu ıslâhatı da, ferdin küçük dairesinden alıp halka halka genişleterek, ehl–i İslâma ve bütün beşeriyete yaymak sûretiyle, vicdan–ı umumiyi tamir etmek ve nihayet sulh–u umumiyi temine matuf bir şekilde idame ettiriyor: "...Risâle–i Nur, kalb–i umûmi ve efkâr–ı âmmeyi ve umûmun, bâhusus avâm–ı mü’minînin istinadgâhları olan İslâmî esaslar ve cereyanlar ve şeâirler kırılmasıyla, bozulmaya yüz tutan vicdân–ı umûmiyi Kur’ân’ın ve îmânın ilâçları ile tedâvi etmeye çalışıyor." (Kastamonu Lâhikası, s. 25)

* Risâle–i Nur'un gerek hizmet ve gerekse mücadele tarzında menfiye, şiddete, kuvvete, silâha sarılmaya, siyaset topuzu ile hareket etmeye, bir yerleri ele geçirmeye yer yok. Tamamıyla ve baştan sonra "müsbet hareket" tarzı üzerine gidiliyor. (Emirdağ Lâhikası, Son Ders)

* Risâle–i Nur, muhatabın üzerinde en ufak bir şüphe ve tereddüt eseri bırakmadan, imân dersi ile mânevî tamiratı yapıyor. Bu iman dersine, düşman olanların bile istifade maksadıyla gelebilmesi için kapıyı açık tutuyor. (Hizmet Rehberi)

* Hükûmetlerin "laik cumhuriyet"e dönüşmesiyle birlikte, maddî cihad ile değil, belki "Mânevî bir cihad–ı dinî, iman–ı tahkikî kılıcıyla olacak." (Asa–yı Musa, s. 79)

* Bediüzzaman, kendisiyle uğraşan gaddarlarla uğraşmıyor, hatta onlara "Efendiler! Ben ve Risâle–i Nur, sizinle değil mübareze, belki sizi düşünmek dahi vazifemizin haricindedir" diyor ve şunu ekliyor: "Çünkü, Risâle–i Nur ve hakiki şakirtleri, elli sene sonra gelen nesl–i atiye gayet büyük bir hizmet ve onları büyük bir vartadan ve millet ve vatanı büyük bir tehlikeden kurtarmaya çalışıyorlar." (E. Lâhikası, s. 20)

Bunlar gibi, ferdî ve umumî imân inkişâfını netice verecek bir hizmet tarzına dair pekçok ölçü ve prensibi Risâlelerden istihraç etmek mümkün.

Şimdilik, o deryadan birkaç damla göstermekle iktifa etmiş olalım.

03.09.2010

E-Posta: [email protected]



Cevher İLHAN

Ramazan, işgal ve zulüm… (3)


A+ | A-

Obama, “Müslümanların Ramazanını kutluyor”, “Müslüman görülmekten endişe duymam” diyor; lâkin Irak’ta ABD’nin patronajında Müslümanlar katlediliyor, mâsum Müslüman halk büyük bir endişe içinde, işgalin zulmüne mâruz kalıyor…

Afganistan’la birlikte Pâkistan da kıskaçta. Etnik ve mezhebî ayırımlar üzerinden bölünüp parçalanması plânlanıyor. ABD, “müttefiki” Pâkistan’da Müslüman halkın Irak ve Afganistan işgaline, İsrail’in Filistin’deki zulüm ve soykırımına karşı çıkmasını cezâlandırıyor.

Darbelerle başa getirttiği hükûmetlerden, Pâkistan’ın kadim bir gerçeği olan medreseleri kapatmasını, hatta nükleer silâha sahip tek İslâm ülkesi olarak nükleer programı iptal etmesini dayatıyor.

Bölgede yanıbaşında Müslüman Keşmir’de yarım asrı aşkındır zulüm estiren Hindistan’ın nükleer silâhına, Ortadoğu’da İsrail’in yüzlerce nükleer başlıklı füzeye ve silâha sahip olmasına ses çıkarmadığı halde…

Amerikan savaş uçakları, “Taliban’la mücadele” perdesinde Pâkistan’a saldırıyor. Bilhassa Veziristan bölgesini, peryodik bir biçimde en ağır ve acımasız silâhlarla bombalıyor. Pâkistan’a son üç yılda düzenlenen 110 saldırıda binden fazla çocuk ve kadının can verdiği istastiklerle ortaya konuluyor.

SIRA PÂKİSTAN VE SOMALİ’DE…

Yine Ramazan’da “16 Ağustos günü, Veziristan bölgesinde ABD’nin insansız uçağı, terâvih namazı sırasında düzenlediği füze saldırısı sonucunda 20 Pâkistanlıyı öldürdü. Sivil mâsum insanlar vefat etti” haberi, iki bine yakın insanın öldüğü, sekiz milyon insanın gıda ve barınak ihtiyaç duyduğu Pâkistan’ın başındaki sel felâketinin acısı ve feryadları arasında kayboluyor…

Keza 19 yıldır iç çatışma ve iç savaşla kana bulanan Somali’yi de ABD’nin kirli eli karıştırıyor.

Somalili “deniz haydutları”nın, korsanlığın, açlığın, kıtlığın, kan ve kargaşanın altından da “ecnebilerin parmak karıştırması” çıkıyor. Zira 2007’nin başından beri yine bildik “barış ve özgürlük” numarasıyla bu ülke de ABD’nin müdahâlesine mâruz. Geleceğin belli başlı petrol ülkeleri arasında sayılan Somali’nin zengin petrol rezervleri Amerikan şirketlerine verilmiş…

Somalinin tükenişini seyrederek petrol rantını ve ticaretini sürdüren ABD, istikrarsızlıkla, yoksullaştırılmakla iç savaşa sürüklediği Somali’nin tükenişini küresel çıkarlarına dönüştürüyor.

Küresel zâlimlerin ilgi gösterdiği ülkede üçyüzbinden fazla insanın katledildiği, bir milyondan fazlasının yokluk ve yoksullukla perişan edilip komşu ülkelere sığındığı belirtiliyor.

“Somali’nin başşehri Mogadişu’da şiddet olaylarında şu kadar kişi öldürüldü” diye başlayan dehşet verici haberler de âdeta kanıksanmış, artık sıradan sayılıyor!

VE YEDEKTEKİ YEMEN…

Yine ABD için “sıra”nın Yemen’de olduğu, bizzat CIA Başkanı tarafından ifâde ediliyor. Washington Post gibi Beyaz Saray’a yakın gazetelerde “Yemen’deki El Kaide örgütünün Pâkistan’daki çekirdek örgüte üstün geldiği ve ABD için büyük tehdit olduğunu” ileri sürülüp işgale zemin hazırlanıyor.

“Amerikan özel operasyon birlikleri”nin yıllardır işbirlikçi Yemen hükûmetiyle “çalışması”, “ortak operasyonları” yetmiyor; CIA’nın ve Amerikan ordusunun bu ülkedeki gizli operasyonları arttırılıyor…

Belli ki Bush hayranı Yemen Devlet Başkanı Salih ve dostu İtalya Başbakanı Berlusconi ile birlikte “BOP eşbaşkanlığı” görevini alan Başbakan Erdoğan ve hükûmeti, Irak, Afganistan, Pâkistan ve Somali’nin ardından “El Kaide bahanesi”yle işgal ve istilâ yedeğinde tutulan Yemen için “stratejik müttefik” ABD’yi vazgeçirmek için hangi diplomatik çabayı gösterdiği bilinmiyor.

Ve bütün bunlara karşı Türkiye, “model ortağı” ABD’ye, kontrolündeki Somali’de kanın durması, iç savaşın sona ermesi için hiçbir tavassutta bulunmuyor…

Kısacası, Mübârek Ramazanda Müslümanların katletmesine seyirci kalınıyor…

Peki, bu mu “stratejik derinlik”li ve “oynak merkez”li aktif dış politika?

03.09.2010

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri




Son Dakika Haberleri

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Abdullah ŞAHİN

  Ahmet ARICAN

  Ahmet BATTAL

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Ali Rıza AYDIN

  Atike ÖZER

  Baki ÇİMİÇ

  Banu YAŞAR

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H.İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Hakan YILMAZ

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehmet YAŞAR

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Muzaffer KARAHİSAR

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Saliha FERŞADOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.