Hakan YALMAN |
|
Bir niyetlik itikaf |
Değişen şartlar içinde hayat da farklı bir tarz almakta; hem sosyal anlamda, hem de ferdî planda farklılıklar önümüze çıkmaktadır. Meselâ Hazret-i Âdem (asm) ile Hazret-i Muhammed (asm) muhtemelen çok farklı hayat tarzları içinde yaşamışlardır. Yine ikisi arasında gelen binlerce peygamberin hayat tarzları ve yaşadıkları zaman dilimleri, sosyal şartları birbirlerinden çok farklı idi. Ancak asıl ve öz söz konusu olduğunda hep aynı hayatı, hakikatinde aynı mânâyı hedefleyen süreçler yaşadılar. Bu, zaman, şartlar ve asırlar içinde hiç değişmeyen bir gerçek, insanın kulluğu ve Rabbi’ni tanıması gereği idi. Bu atların, çadırların, avcılıkla beslenmeyi gerektiren bir hayatın temel gerçeği olduğu gibi uzay araçlarının, gökdelenlerin ve hızlandırılmış gıda üretim teknolojilerinin şekillendirdiği bir hayatın da temel gerçeği. Aslında gelmiş geçmiş bütün insanlar nasıl yaşadı ise yaşadı ama hep aynı şey için yaşadı. Hayatın doğrularını belirlemesi gereken de bu temel gerçek olduğuna göre, yine temel doğruların zamanlar üstü olduğundan ve bütün zamanları içine almasının gerekliliğinden söz edebiliriz. Doğru hâlin ve olması gerekenin insanın keyfine göre olmayacağı ya da olması gerekmediği kabul edilmesi gereken çok önemli bir noktadır. Bu kabul edilmezse olayların ferdin dünyasında yansıması pek çok zaman sıkıntı kaynağı olabilir. Hayatı anlamaya çalışırken ve olayları doğru zeminine oturtma arayışı içinde zıtlıkların iç içe olduğu bilgisinin doğru zemine oturtulmaması durumunda, olaylar da doğru anlamını bulamayacaktır. Bu nedenle olsa gerek; fert, yaratılan ile kendi doğruları ve beklentileri arasındaki uyumsuzluktan dolayı zaman zaman kâinatı, dolayısı ile yaratılanı ve Yaratan’ı sorgulamak zaaf ve yanlışlığına düşebilir. Bu anlamda varlığı doğru zeminine oturtmak ve doğru anlamlandırmak çok önemlidir. Günlük yaşantıyı değerlendirirken, acımasız katliâmların, menfaat çatışmalarının, işkencelerin, kısacası insandaki sınır tanımaz gadabî ve şehevî kuvvelerin uçlarda tezahürlerinin ortasında en uç zıtlıkları yaşarken zaman zaman varlığın kesretinden ve boğuculuğundan çıkıp bu manalar düşünülmezse büyük bir karamsarlık ve ruh çöküntüsü yaşanabilir. İnsanlık adına en uç şeylerin yaşandığı, iyilik ve kötülük nâmına en çarpıcı görüntülerin sahnesi olan şu âlem, her şekli ile esmâ hasıl etmektedir. Nazarlar fıtrî halleri olan işleyişin gerisindeki esmâya yönelmezse, varlığın ismî boyutu ile gölgelenir ve o nazarların gerisindeki ruhlar kararır. Oysa varlığın aslı ve özü esmâdır. Esmâ ise hep aydınlıktır ve hep güzeldir. Tek yapılması gereken güzel düşünmek ve güzel görmek olmalıdır. Olayları yaşarken insan, belirleyen ve yapan konumunda olmadığını, gözleyen konumunda olduğunu unutmamalıdır. Bu gözlemi yaparken de varlık denen tabloyu ortaya koyan Zât’ın isimleri ile irtibatlı olarak kâinatı algıladığında, isimlerin güzelliğine itimat ve itikattan varlığın geneline yansıyan bir sevgi hâli ve herşeyin işleyişine güven duygusu ile bakmak insan psikolojisinin en sağlam dayanak noktası olacaktır. Bu bakış açısı hem bütün nesneleri içeren ontolojik güvenin kaynağı olacak, hem de ferdin iç dengelerini sağlam bir zemine oturtan bakış açısı iç huzurun da en sağlam dayanağı olacaktır. Tam bu noktada ve içinde bulunduğumuz şu günlerde büyük bir farklılık ifade eden itikâf sünneti, insanın özüne dönüş ve gerçek anlamını idrak etme, çok yoğun geçen hayat içinde hakiki gerçekliğini hatırlama anlamında büyük bir fırsat olacaktır. Bu ibadetin aslını oluşturan hâl, dünyamızı şekillendirmiş farklılıklardan, mekânlardan, sözlerden ve müziklerden uzaklık, kısaca kesretten uzaklık ruhun ziyadesi ile ihtiyaç duyduğu bir hâldir. Ramazan’ın imkân verdiği nefis terbiyesi ve ruhun hayat mertebesine yükseliş sürecinin zirvesine doğru hızlı bir yükseliştir. Sanal dünyalar, binlerce televizyon kanalları, modern hayatın ortasında şahsına biçilmiş rolün ağırlığı ve yoğunluğu ortasında bunalan ruhlara uhrevî âlemlere açılan bir pencere ve teneffüs için bir menfezdir. Yine aynı hayat şartları sebebiyle on gün bir ibadet mekânına kapanma ve öze dönme süreci yaşamaya imkân bulamayanlar bu güzel atmosferden mahrum kalmamalıdırlar. Bu, niyetimizin amellerimizin temel ruhunu belirliyor olması hükmünden hareketle o güzellik ve ruhânîlik atmosferine dahil olmamız şeklinde mümkün olabilir. Bu dönem içinde her cami, mescid ya da ibadet ettiğimiz mekâna girişte itikafa niyet edebiliriz. Hatta bu anlamda biraz geniş düşünüp, Üstadın kuşatıcı bakışı ile güne başlayıp, yeryüzünü bir mescid şeklinde algılamakla sabah yatağımızdan kalkarken itikafa niyet edebilir ve günümüzü itikaf psikolojisi ile ve daha öze dönük bir ruh hâli ile geçirme gayreti içinde olabiliriz. Hatta bu duyguyu biraz daha zaman ve mekân ötesi hissedip, kendimizi, mihrabında ümmetine ve bütün peygamberlere Kur’ân dikte eden bir mukabele-i saadet hâlindeki Hazret-i Muhammed’in (asm) de içinde bulunduğu bir arz mescidinde hayâl edebiliriz. Sabah evden bu ruh hâlini kendimize öyle kabul ettirmiş olarak çıkabiliriz ki; evrakların ortasında, klavye başında, direksiyon başındayken, ev süpürüyorken, çocuğumuzun bezini değiştiriyorken, bulaşık yıkarken ve günlük hayatın her türlü halinde hep o geniş mescidde ve Nebî Aleyhisselâtü Vesselam ile birliktelik ruhu ile yaşarız. Bu aslında Âlemlerin Rabbi ile birlikteliği hissetmenin zirvesidir. Üstelik bütün bu güzellikleri yaşamak için her şeyin çok zor ve pahalı elde edildiği şu zamanda gereken tek şey, niyet. O halde neyi bekliyoruz? Hadi şu son satırı okur okumaz samimi bir itikafa niyet edelim. 31.08.2010 E-Posta: [email protected] |
Hüseyin EREN |
|
Ramazan; zamanı damıtmak |
Zamana güzel hatıralar yüklemek, yaşanmışlıkları yarınlara taşımak, “an” dokularını anlam katmanları ile doldurmak; dolu dolu olmasa da doygun yaşamanın şekli. Hele bu on bir ayın yoğunlaştırılmış bir ayı ise daha da dikkat edilesi, daha bir önem verilesi, daha bir özen gösterilesi değil mi? Zaman saf ve şeffaf akan bir nehir. Zamanın bizi içinden geçirdiği, temizleyerek ve sâfîleştirerek diğer zamanlara bereketle akıttığı Ramazan bin başka ay, melekiyete yaklaştıran bin başka hayat. O nehirden ne kadar içilir, ne kadar istifade edilir, ne kadar rahmet ve berekete kanılırsa o kadar ulvî hatıralar, uhrevî yaşanmışlıklar geleceğe taşınır, sonsuzluk karelerine nakşedilir. Artık bayram havasına girildiği bugünlerde hatıra devşirme, güzel haslet edinme, iyi alışkanlıklar kazanma zamanı. Muhasebe vakti; bu Ramazanın bana etkisi ne, öğretisi ne, kazandırdığı ne? Diğer aylara ne gibi güzel huylarla gireceğim, kaç kötü hasletimi bırakabildim, marifetullahta ne gibi açılım oldu, Muhammedî (asm) Nura ne denli yaklaşabildim? Aç, susuz durup güdük gündemin dikte ettikleriyle akıl, kalp, zihin ve duygular dolmuşsa Ramazana doyulmamış, günler aç ve bitap geçmiş, zamanın “an” dokuları boşa ve boşluğa akmıştır. Ramazanı ramazan yapan Kelâm-ı Ezelî Kur’ân’ın yeryüzüne inişi, o kudsî Nebî’nin (asm) gönlünden gönüllere nüzul edişi… Tefekkür, tezekkür, tekellüm bu iki nokta üzerinde yoğunlaştığı, bu iki nokta yörüngesinde döndüğü, bu iki nokta üzerinde yükseldiğinde oruç tutulmuş, oruç tutmuştur. Zamanın karanlık sahillerinden hayal gemisine binip Ceziretü’l-Arab’a gidip Resûl-i Ekrem (asm) vazife başında ziyaret edilse, sahabe soluğuyla takip edilse, Kur’ân yeni nâzil oluyor tazeliğiyle dinlenilse… Siyerle ilgili, sahabe hayatıyla ilgili kitaplar okurken geçmişte kalmış hatıralar şeklinde değil, anlamı, hikmeti, nuru bugüne taşıyarak okumak, bugünkü hayatlarda yeniden diriltmek… Böylesi veya benzeri hasletler kazanılırsa, Ramazan’a sonsuz hatıralar yüklendiği gibi geleceğe sonsuz kazanımlar taşınmış olunur. Herkes kendinde nasıl bir eksiklik görüyorsa öyle bir yol haritası çizerek, nefsi çizer, şeytanı uzaklaştırır, insi ve cinnilerden uzak durmuş, melekiyete yaklaşmış olur. Rüzgârın önünde kuru bir yaprak gibi savuran zaman, Ramazan’da kökü derinlerde, meyveleri yükseklerde bir büyük ubudiyet ağacına dönüşür. O ağacın ne kadar yüksek dallarına çıkılırsa o kadar olgun meyveler toplanır, o kadar büyük istifade edilir, o kadar büyük kazanç elde edilir. O ağaçtan toprağa düşen “an” tohumları yarınlara yeni filizler taşır, ömür sahrasını bir güzel ormana çevirir. Ramazan, zamanı sıkıyor, eviriyor, çeviriyor; damıttığı nurla bütün zamanlara rahmet ve bereket akıtıyor. Ona ne kadar açlık hissedilirse o kadar doyuluyor. Bu Ramazan’dan diğerine bin güzel hasletle kavuşma duâsıyla. 31.08.2010 E-Posta: [email protected] |
H.İbrahim CAN |
|
Çeçenistan’da kan durmuyor |
Çeçenistan’ın Rusya’nın himayesindeki acımasız lideri Ramazan Kadirov’un köyüne düzenlenen baskın, Kafkaslardaki gerginliği bir kere daha gündeme getirdi. Kale gibi korunan köye yapılan saldırının önemi, Rusya’nın bölgede durumun normale döndüğü gerekçesiyle olağanüstü hali kaldırmasına rağmen, Çeçenistan, Dağıstan ve İnguşetya’da iç savaş boyutuna varan çatışmaların sürmesi. Nitekim Moskova’daki Carnegie Centre’den Kuzey Kafkasya uzmanı Alexei Malaşenko “bu saldırı Ramazan’a değil Moskova’ya karşı yapılmış çok şiddetli bir saldırı” diyor. Tanklar ve yüzlerce askerin koruduğu köye girip bir çok evi yakıp gidebilen kendilerini Kafkasya Emirliği mücahitleri olarak tanıtan saldırganların gücü, bölgede yakın gelecekte olanların da habercisi. Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra Çeçenistan’ın bağımsızlık talebiyle başlayan iki Çeçen savaşında binlerce insan hayatını kaybetti, yüzbinlercesi ülkesini terk edip komşu ülkelere sığındı. Birinci Savaşta Rusya’ya karşı mücahit olarak savaşan Kadirov, daha sonra saf değiştirip kendi insanlarına karşı Rusların yanında yer aldı. Sonunda onu çok beğenen Ruslar Çeçenistan’ın başına getirdi. Bölgesinde acımasızca terör estirerek, bütün muhaliflerini öldürterek güya Çeçenistan’da istikrarı ve güvenliği sağladı. Ama görünen o ki, Rusya’ya güvenip her türlü zulmü yapmakla Kafkaslara egemen olmak mümkün değil. Zaten aynı zamanda kendi muhaliflerine karşı tetikçi olarak kullandığı Kadirov’un insan hakları savunucularını da öldürtmesi, Moskova’yı zor durumda bıraktı. Öbür yandan Kadirov, İslam’ın temel birleştirici yapı taşı olduğu bölgesinde destek bulabilmek için dine sarıldı. Grozni’ye çok büyük bir cami yaptırdı, başını örtmeyen kadınlara saldıranları övdü, dindarlığını öne çıkaracak her şeyi yapmaya başladı. Ama bunca yıllık zulümlerini bilen halkı bunlarla ikna etmesi mümkün değil. Kafkaslarda Rusya’nın başına dert açacak ciddî bir muhalefet hareketi büyüyor. KGB’nin yerine geçen Rus Federal Güvenlik Servisi (FSB), tüm gücüyle Kafkas dağlarında silahlanan Müslümanlarla savaşıyor. Ama artık kan dökerek, zulümlerle bir bölgenin bağımsızlığını engellemeyeceğini görmeli Rusya. Kukla liderlerle bölgede sağlanabilecek olan istikrar değil, yalnızca daha fazla iç savaştır. Dışişleri Rusya’nın toprak bütünlüğüne saygı politikası çerçevesinde Kafkaslarda olup bitenler konusunda yorum yapmaması, Rusya’nın Türkiye’yi suçlamasını engellemiyor. Aslında bu suçlamalar Devletimizin Kafkasya’daki etkisini ve manevra kabiliyetini sınırlamaya yönelik bir psikolojik harekatın parçası. Özellikle Gürcistan savaşıyla birlikte, bölgedeki hükümranlığını tehdit altında gören Rusya, bölge ile tarihi ve etnik bağları bulunan Türkiye’nin bölgede nüfuzunu artırmasından korkuyor. Ancak Rusya’nın Kafkasları kendi kuklalarını destekleyerek, sürekli zulüm ve kanla kontrol altında tutması imkânsız. Zira Kafkasya daima hürriyeti için canını feda etmekten çekinmeyen kahramanların yurdu. Sonunda Rusya’nın bölgenin bağımsızlığını kabullenmekten başka çaresi kalmayacak. Ancak bu kadar stratejik öneme sahip bir bölgeyi kolayca feda etmesi de imkânsız. Bu durumda 20. yüzyıldan bu yüzyıla sarkan kanlı çatışmaların daha uzun yıllar süreceği anlaşılıyor. Burada Türkiye’ye düşen, en azından iç savaş nedeniyle yurdundan olmuş, İnguşetya’da kamplarda yoksulluk şartları altında yaşayan Müslümanları yalnız bırakmamak. İnsanî yardımların bu bölgeye ulaştırılmasına ve bölgenin sıkıntılarının en azından İslâm dünyasında duyulması ve sahiplenilmesine öncülük etmektir. 31.08.2010 E-Posta: [email protected] |
Mehmet YAŞAR |
|
Teşekkürler… |
Ramazan’la yenilenir hayatlar diyerek 11 Ağustos’tan itibaren Ramazan özel yayınlarımız, yeni internet sitemiz ve programcılarımızla dinleyicilerimizin huzura çıktık. Büyük heyecanla ve geceli-gündüzlü çalışarak hazırladığımız yayınlarımızı sizlere sunduk. Şükürler olsunki şu tarihe kadar bize ulaşan kanaat ve görüşler yorgunluğumuzu gidermekle kalmadı, şevkimizi de arttırdı. Bizi mutlu eden bir başka hususta yeni yayın dönemimizle birlikte dinleyicilerimizin arasına yeni dostlarımızın da katılması oldu. Ayrıca açtığımız resmi facebook sayfamızla yeni dinleyicilerimizle de tanışma imkânı bulmuş olduk. Bizlerin gayret ve şevkini arttırıcı mesajları sebebiyle dinleyicilerimize sonsuz teşekkürlerimizi sunarken onlardan gelen mesajları sizlerle paylaşmak istiyoruz. Suna Durmaz: “Selamun Aleyküm Bizim Radyo. Bir deneyeyim dedim ve Bizim Radyo’yu Sentez Haber üzerinden tıkladım. Şu an Kuveyt’ten radyonuzu dinliyorum. Ses biraz yankılı geliyor ama konu anlaşılıyor. Çok hoş bir duygu yaşıyorum. Allah hizmetinizi kabul etsin. Selam ve hürmetler.” Sami Ortaç: “Sayın yetkili öncelikle böylesine güzel bir radyo kanalını bizlere kazandırdığınız için teşekkür ederim. Geçtiğimiz gün arkadaşlarımın tavsiyesi üzerine dinlediğim yeni programlarınızdan olan ‘Haberiniz Olsun’ adlı programınızı dinledim ve çok beğendim. Ancak canlı yayın olması hasebi ile tamamını dinleyemedim. Bu tarz kaliteli bir programın sitenizin arşiv bölümünde yayınlanmasını ve tekrar dinlemek istediğimizde müsait olduğumuzda yeniden dinleyebilmeyi isterdik. Umarım bu dileğim yetkili mercilerinizce görülür ve en kısa sürede gerçekleştirilir. Sizlere ve bu vesile ile program sunucularına teşekkür ederim.” Yeşim Atalar: “Bizim Radyo ailesini çalışmalarından dolayı tebrik eder, rıza dahilinde yaptıkları çalışmalardan ötürü minnetlerimi sunarım. ‘Ramazanname’ programıyla iftar vaktini keyif ile geçiriyoruz. ‘Hayat Ağacı’ programıyla da güne muhteşem başlıyoruz. Aysun Hanımın Bizim Radyo’da program yapıyor olması bizi fazlasıyla mutlu etti. Kendisine bu vesileyle muhabbetlerimi sunuyor, başarılarınızın devamını diliyorum.” Nilüfer Kaya: “Radyonuzu çok beğeniyorum... Programlarınız gerçekten kaliteli. Özellikle 2 yıldır siz benim Ramazan’da olmazsa olmazımsınız... Mehmet Abi, Hakkı ve Karagöz... Allah sizden razı olsun. İnsanoğlunun seviyesini kaybetmeden espri yapabileceğinin örneğisiniz.” Aydın Güleç: “Bizim Radyo’yu tebrik ediyorum. Hep iyi şeyler yapmaya çalışıyorlar. Sizleri severek takip ediyoruz. Hayırlı Ramazanlar.” Serpil Çintimur: “Hani çok ama çok sevdiğiniz bir dostunuzdan ayrılır, epey bir zaman sonra tekrar kavuşursunuz ya. O mutluluğu anlatamaz insan. Şu anda ben de o anlatılamayan mutluluğu yaşıyorum. Çünkü uzun zamandır ayrı kaldığım radyoma kavuştum. Maşallah radyom kalitesinden hiçbir şey kaybetmemiş. Aksine daha da güzelleşmiş. Nasıl özlemişim. Rabbim böyle uhrevî ve dünyevî mutluluğumuzu arttıran, yaşama sevincimize sevinç katan Bizim Radyo’muzu ebede kadar daim ettirsin. Radyomdan beni ayırmasın. Emeği geçen herkesten rabbim razı olsun inşallah. Dualarım sizinle.” Tuba Seçil Solmaz: “Sizleri yeni dinlemeye başladım. Fakat kulağımı sizlerden ayıramaz oldum. Güne başlarken ilk işim hemen radyomu açıp sizlere kulak vermek oluyor. Sizleri dinlemek huzur veriyor. İyi ki Bizim Radyo varmış. Bu radyoyu herkes dinlemeli ve herkese dinletmeli.” Erhan Sonkaya: “Maşallah barekallah. Yeni yayın dönemine çok iddialı bir giriş yaptınız. Ramazan’da olması gereken bütün programlar var. Büyük bir zevkle dinliyoruz. Bu arada Hayat Ağacı programı da bir harika.” Yusuf Ziya Aydın: “Siteniz hayırlı olsun, sizleri daha geçen hafta farkettim. Eski sitenizi bilemiyorum ama yeni siteniz çok güzel. Ramazan yayınlarınızı çok beğendim. Klasik Ramazan programlarından farklı olmuş.” Ali Rıza: “Maşallah Bizim Radyo... Yenilenmeye, gelişmeye devam ediyorsunuz. Ne kadar yenilenirseniz o kadar gençleşir ve bir o kadar da olgulaşırsınız. Yeni yayın döneminizi zevkle takip ediyoruz.” Her türlü görüş ve önerileriniz için bizlere [email protected] elektronik posta adresinden ulaşabilirsiniz. 31.08.2010 E-Posta: [email protected] |
Muzaffer KARAHİSAR |
|
Küçük benekli böcek |
Yaz mevsiminde bahçede çalışan ve düzenlemeler yapan ustanın yanında bulunuyordum. Döşenen parke taşlarının ve atılan betonların temiz ve düzgün bir şekilde olması için, planlama ve düzenlemelerde bulunuyorduk. Etrafta çimenleri sulayan fıskiyeler çalışıyor, çiçeklere arılar konup kalkıyordu. Uçuşan kelebekler, cırcır böceklerinin sesleri ve gördüğümüz her canlının kendine has sesleri, hareketleri ve faaliyetleri bahçedeki güzelliklere ve renklere canlılık katıyordu. Çalışan ustaya parke taşlarının, ayçiçeğindeki çekirdeklerin düzgün dizilişi gibi döşemesini isteyince: “Onu, Yaratan Rabbim döşemiş, biz O’nun gibi yapamayız” dedi. Sıcağın altında çalışmanın, üretmenin zorluklarını, alınterinin ve helal rızık kazanmanın önemi üzerinde sohbet devam edip gidiyordu. Yerleri düzleyip tesviye ederken yeni dökülmüş ıslak betonun üzerinde küçük, kabuklu, benekli siyah renkte güzel bir böcek belirdi. Telaştan hızlı bir şekilde ora-bura koşmaya başladı. Bu koşuşturma esnasında ustanın yeri tesviye ettiği inşaat malasının altına girmesi ile kaybolması bir oldu. Hemen atıldım! Dur, bir dakika, demeye kalmadan zavallı böcek betona gömülerek gözden kayboldu. Benim telaşlı tavrımdan, usta da merak etti ne olduğunu. Ama felakete uğrayanın bir böcek olduğunu öğrenince, umursamaz bir tavırla benim kadar aramadı ve telaş etmedi. Çalışmayı durdurup, gözümüzü betondan ayırmadan olanca dikkatimizle o canlıyı, bir sanat harikası ve mücevher arar gibi aradık. Dikkatle ıslak betona bakıyorduk. Bir canlılık emaresi görünmüyordu. Artık neredeyse ümidimizi kesmiştik. Varlığı, canlılığı, vücudundaki minicik organları, cihazları, birbirine simetrik şekilde ayakları, antenleri ve bilmediğimiz mükemmelliklerde, çeşitlerde en güzel bir şekilde yaratılmış binlerce, milyarlarca böcek var. Onlardan biri olan Küçük Benekli Böcek, ıslak bir betonda üzerinden silindir gibi geçen, kocaman bir demir malanın altında tuz-buz olmuştur. Bu dünyadaki hayatı sona ermiştir, diye düşünüyorduk. Daha sonra gözüme yerde nokta gibi küçük, mecalsiz bir kıpırtı belirdi. Zavallı böcek son bir defa bütün gücünü ve enerjisini toparlayıp, betonun içinden can havliyle hareket etmeye çalışıyor, bizim ona yardımcı olmamıza fırsat verecek son iradesini kullanıyordu. Bizler bütün gücümüzle, kuvvetimizle ve dikkatimizle ondan işaret bekliyorduk. Yani onun minicik ayakları ile yapacağı çalışma ve işaret ile bizim insaf, merhamet, şefkat ve sevgimiz buluşacaktı. Bir şekilde o, elini bizim irademiz ve merhametimizi celp edecek şekilde uzatması gerekiyordu. Gereken oldu, onu içine düştüğü zor durumdan ve beton yığınının içersinden çıkarıp aldık. Yıkadık ve ait olduğu yeşilliklerin içerisine sağlam, temiz, eski hareketli ve zinde haliyle bıraktık. Önce biraz durdu. Küçük ve parlak gözleriyle etrafına bakındı. Vücudunu, ayaklarını ve antenlerini oynattı ve sonra olanca hızıyla gözden kayboluncaya kadar koşarak gitti. Yeryüzünde binlerce canlıdan birisi ve en mükemmeli olan insanoğlunun da başına çeşitli, maddi ve manevi kasırgalar, depremler, zelzeleler ve felaketler gelebilir. Bizler güç yetiremediğimiz olaylar karşısında acizliğimizi, fakirliliğimizi, kudretimizin hiç hükmünde olduğunu anlayarak; kudreti, rahmeti, şefkati ve merhameti bol olan Cenab-ı Hakk’a yönelerek; O’na el açarak, O’na sığınarak, O’na dayanarak, O’na en içten ve samimi olarak yalvarmamız gerekiyor. Niyazla, dua ile içinde bulunduğumuz maddi ve manevi hastalıklardan, felaketlerden, bataklıklardan ve kirlerden kurtulmamız için pişmanlık gözyaşlarımızla Allah’ın Rahmet kapısına dayanarak elimizi, dilimizi, gözümüzü, gönlümüzü kıpırdatmalıyız. Küçük Benekli Böceğin beton içindeyken ayaklarını bir nebze kıpırdattığı, gibi… 31.08.2010 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
Şimdi zekâtla ekonomik kalkınma zamanı |
Eskiden, aydınlatma kandillerden sağlanırmış. Kandile zeytinyağı konur; fitil de yanardı. Camilerde aynı uygulama vardı. Adamın birisi fenâ halde acıkmış. Ekmeği kandil yağına banıp banıp yiyormuş. Müezzin mi, imam mı, cemaatten birisi mi, onu görmüş: “Vay, ne yapıyorsun; niçin kandilin yağızını yiyorsun!” Şu cevabı vermiş: “Beyt (ev), beytullah, zeyt (yağ) zeytullah, ene fakirullah, sana ne?” ««« Zekât, emeğin korunması, dolayısıyla fakirin korunmasıdır. Herşey bir şey üretir. İnsan da bu dünyaya bir değer üretmek için gelmiştir. Ve insanın en kıymetli ürünü; kendi eliyle kazandığıdır, üretimidir. ««« Şimdi zekât zamanı, fakirleri sevindirme, aynı zamanda da ekonomik açıdan zekâtla kalkınma zamanı. Bu ne demektir? Zekât, bir yönüyle sosyal hayatta dayanışmayı sağlarken, öbür cephesiyle kalkınmayı getiriyor. Bir taraftan ihtiyaçlar, bir yandan zekât; (ne kadar çok olursa olsun) “duran, hantal” parayı yer bitirir. Tükenmemesi için piyasaya sürülmesi, arttırılması ve “üretim”e kaydırılması gerekir. Zekât, parayı piyasaya yöneltir! Böylece o para, yatarıma, üretime ve dolayısıyla ekonomiye kazandırılıyor. O takdirde de iş sahası açılıyor, üretim artıyor; kalkınma ve refah sağlanıyor; fakir ve işsizlere de iş sahası açılmış oluyor. Onlar da alınlarının akıyla çalışıyor, el emeğiyle kazanıyor, zekâta muhtaç olmaktan kurtuluyor ve hatta zekât verir hâle geliyor. Zekâtın bir diğer önemli özelliği, mal bağımlılığını yok etmesidir. Yani, nefs-i emmâre, emeğini, parasını asla başkasına vermek istemez. Bu, yemek, alkol ve uyuşturucu bağımlılığı gibi bir şeydir. Zekât vererek, bu bağımlılığı öldürüyorsunuz. O zaman, sadaka, karz-ı hasen, yardım, mâlî destek ve sair yardımlara da yönlendirir insanı. Zekât verebilmek için de kuvvetli bir imana sahip olmak gerekir. Bir âyette; “Müminler ki, eğer kendilerine yeryüzünde iktidar verirsek namazı kılar, zekâtı verirler, iyiliği emreder ve kötülükten nehyederler. İşlerin sonu Allah’a varır” denir. Zekât, toplumsal hayatın devamını sağlayan, aradaki gelir uçurumu farkını kaldıran; alt grupların kin ve nefretlerini törpüleyen bir köprüdür. “Heyet-i içtimaiyenin hayatını koruyan intizamın en büyük şartı, insanların tabakaları arasında boşluk kalmamasıdır. Havas kısmı avâmdan, zengin kısmı fukaradan hatt-ı muvasalayı kesecek derecede uzaklaşmamaları lâzımdır. Bu tabakalar arasında muvasalayı temin eden zekât ve muavenettir. Halbuki vücub-u zekât ile hurmet-i ribaya (faizin haram kılınmasına) müraat etmediklerinden, tabakalar arası gittikçe gerginleşir, hatt-ı muvasala kesilir, sıla-i rahim kalmaz. Bu yüzdendir ki, aşağı tabakadan yukarı tabakaya ihtiram, itaat, muhabbet yerine ihtilâl sadaları, haset bağırtıları, kin ve nefret vaveylaları yükselir.” (Bediüzzaman, İşârâtü’l-İ’câz, s. 49) Zekât müessesesinin bir inceliği daha vardır: Zekâtı verenler asla minnet edemez. Çünkü, kulu yaratan Allah, o kula malı veren Allah, kullarına verilmesini emreden Allah! 31.08.2010 E-Posta: [email protected] [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Fıtır sadakası üzerine |
Abdurrahman Bey: “Fıtır sadakası ne demektir? Hükmü nedir? Ne zaman verilir? Ne kadar verilir? Ramazan ayında fıtır sadakası vermenin hikmeti nedir?”
Ramazan ayında Cenâb-ı Hakk’ın maddî-manevî rahmeti ve bereketi yağmur gibi üstümüzde. Beklediğimiz berekete denk, bizim de gönlümüz cömert olmalı. Elimiz hayra açık olmalı. İmam-ı Azam’ın, “Hayırda israf olmaz; israfta da hayır olmaz” sözünü en fazla yaşayacağımız ve idrak edeceğimiz bir ayın içerisindeyiz. Resûlullah Efendimiz (asm) insanların en cömerti idi. Ramazan ayında Cebrail (as) ile karşılaştıkları zamanlarda ise, cömertlikte bir derya kesilirdi. Öyle ki, Cebrail (as) her akşam gelirdi ve Resul-i Ekrem (asm) ile karşılıklı Kur’ân okurlardı. Böyle zamanlarda Allah Resulü (asm), rahmet yüklü bulutlardan daha cömert olurdu. Resûlullah (asm) buyurur ki: “Sadaka malı noksanlaştırmaz. Allah, bir kulunun afta hissesini ziyade kılarsa, onun izzetini de artırır. Allah için tevazu gösteren bir ferdi, Aziz ve Celil olan Allah muhakkak yükseltir.” Vermekle kaybetmeyiz. Bize veren Rabb’imizin rızasını tahsil etmek vermemize bağlı olduğu gibi, âhiretteki servetimiz ve zenginliğimiz de vermemize bağlı. Hatta vermekle düpedüz, âhiretteki kendimizi gözetmiş oluyoruz. Gücümüzü aşan bir şey veremeyiz hiç şüphesiz. Ancak kendi çapımızda kucak açabileceğimiz, elinden tutabileceğimiz, gönlünü alabileceğimiz, sevindirebileceğimiz Allah kulu muhakkak düşer payımıza. Payımıza düşeni baş tâcı yapabilirsek, Allah’ın taksim ve takdirine rızâ gösterebilirsek, Cenâb-ı Feyyâz-ı Mutlak’ın bizimle fakrımıza göre değil, Kendi Gınâsına göre muâmele yapmasına istihkak kazanmış olmaz mıyız? Cömertlikten bahsedilir de, şu hadîs hatırlanmaz mı? Peygamber Efendimiz (asm) buyurdu ki: “Kim bir oruçluya iftar ettirirse, kendisine oruçlunun sevabının bir misli vardır. Bununla beraber oruçlunun sevabından bir şey eksilmez.” Fıtır veya fıtra, “yaratılış” demektir. Fıtır Sadakası ise, Ramazan Bayramına kavuşan ve aslî ihtiyaçları dışında belli bir miktar mala sahip olan Müslümanların kendileri ve velâyetleri altında bulunan kimseler için yerine getirmekle yükümlü oldukları mâlî bir ibâdettir, bir yaratılış sadakasıdır. Vaciptir. Kişi başına konmuş bir malî ibadet olması cihetiyle baş-göz ve beden zekâtı da denmektedir. Fıtır Sadakası orucun kabulüne ve kabir azabından kurtulmaya vesiledir. Ayrıca Ramazan ayı içerisinde yapılan hata ve kusurlara da bir kefarettir. Resûlullah Efendimiz’in (asm) oruçlunun boş, çirkin ve kötü sözlerinin günahından arınması ve fakirlere bir azık olması için fıtır sadakasını emrettiğini İbn-i Abbas (ra) rivayet eder. Fıtır Sadakasını, aslî ihtiyaçları dışında nisap miktarı mala sahip olan herkes vermekle mükelleftir. Bu malın üzerinden zekâtta olduğu gibi bir yıl geçmesi şart değildir. Bayram namazından hemen önce nisap miktarı mala kavuşan bir kimse Fıtır Sadakasını vermekle mükellef olur. Nisap ölçülerine sahip olmayan fakir Müslümanlar da Fıtır Sadakasını verebilirler. Peygamber Efendimiz (asm) şöyle buyurmuştur: “Allah zenginlerin malını fıtır sadakasıyla temizler. Fakirler ise verdikleri zaman Allah fazlasıyla yerini doldurur.” Özürleri olsun olmasın, oruç tutmayan kimseler de fıtır sadakası vermekle mükelleftirler. Fıtır sadakası kendilerine zekât verilebilecek kimselere verilir. Bir fitre ancak bir kimseye verilir. Fakire fitre verirken, bunun fitre olduğu söylenmese de olur. İçinden fitre niyetiyle vermesi kâfidir. Fıtır sadakasının verilme zamanı, dört mezhebin umumî ve ortak görüşüne göre, Ramazan Bayramının bir veya iki gün öncesi ile Ramazan Bayram Namazı arasıdır. Hanefîler ve Şafiîlerce yaygın görüşe göre ise, fıtır sadakası Ramazan ayı içerisinde de verilebilir. Yoksulların ihtiyaçlarını bir an önce giderebilmeleri için uygun zaman dilimi ve uygun ortam bulunduktan sonra hemen vermek en tavsiye edilen şeklidir. Fıtır Sadakası bayramdan sonraya kadar verilmemiş ise, zimmetten düşmez; zimmeti devam eder ve ilk fırsatta kazâen verilmesi gerekir. Ancak fitreyi bayramdan sonraya bırakmak günahtır. Fıtır sadakasını herkes bizzat kendisi verebileceği gibi, aile fertleri namına aile reisi de verebilir. Bayram gecesi doğan çocuğun fitresini de, aile reisi vermelidir. Fitrede esas olan, bir fakirin bir günlük yiyeceğini temin etmektir. Fitre miktarı kişi başına buğdaydan takriben bir buçuk kilogram; arpa, kuru üzüm ve hurmadan üç kilogram üzerinden hesap edilir. Günümüzde ekonomik değerlerin çok değişmesi nedeniyle, eğer bu miktarlar veya bunların parasal karşılıkları bir fakiri bir günlük doyurmaya kâfi değilse takviye yapılmalı ve artırılmalıdır. Fıtır sadakası için Diyanetin belirlediği rakam günümüz itibariyle bir kişi için asgarî yaklaşık yedi liradır. İmkânı yerinde olanlar bu rakamın üzerine çıkabilirlerse, daha faziletli ve daha makbul olacağı şüphe götürmez. Böyle sevinç ve rahmet günlerinde fakirleri ve ihtiyaç sahiplerini el avuç açmaktan kurtarmak, onların günlük yiyeceklerini, verilecek fitrelerle kâmilen temin etmek hiç şüphesiz büyük bir himmet ve gayrettir. 31.08.2010 E-Posta: [email protected] |
Vehbi HORASANLI |
|
Hong Kong’ta bir Cuma namazı |
Yurdumuza avdet ederken yolumuz Hong Kong’a düştü. Kaptan devir teslimini yaptıktan sonra gemimiz seferini yapmak için yoluna devam ederken ben de Türkiye’ye dönecek uçağı beklemek üzere çoğunlukla denizcilere tahsis edilen bir otele yerleştim. Hong Kong, bir İngiliz sömürgesi iken yönetimi birkaç yıl önce Çin’e verilmiş bir yer. Bazı hukuki düzenlemeler hatta parası dahi Çin’den farklı. Yollar İngiliz düzeninde olduğu gibi soldan ve otomobillerde direksiyon sağ tarafta. Kısaca söylemek gerekirse Çin’in bir parçası olmasına rağmen Çin’den farklı bir yer Hong Kong. Pakistanlı bir kişiden nüfusunun 6 milyon olduğunu ve 200 bin Müslüman’ın yaşadığını öğrenmiştim. Bu sebeble gemiden ayrıldığım Cuma günü vakit de müsait olduğundan “Cuma namazı kılabilir miyim?” diye araştırma yapmaya başladım. Mariners Clup adı verilen otelimizde kilise vardı. Birinci katı bu kiliseye tahsis etmişlerdi. Kilise görevlisi bir hanıma buralarda bir cami olup olmadığını sordum. Bana hemen yakınımızda bir cami olduğunu ve yürüyerek 5 dakikada camiye varabileceğimi söyledi. Gerçekten de birkaç dakika içinde “Kowloon Mescidi” adı verilen camiye ittim. Namaz vaktini sordum. Daha bir saat vakit vardı. Bu nedenle hem etrafı görmek, hem de buradaki Müslümanları tanımak için abdest almak için caminin şadırvanına gitmeye karar verdim. Burası eski bir İngiliz sömürgesi olduğundan her yerde İngilizce tabelalar vardı. Ayrıca yanlarına Çince işaretler konulmuştu. Kiminle konuşsan İngilizce anlaşabiliyorsun. Hâlbuki Çin’de en önemli sorunlardan bir tanesi lisan konusudur. En basit kelimeleri bile anlamazlar. İllâki yabancı bir dil bilen Çinli bulmak gereklidir. Burada öyle bir sorun yok, herkes iyi kötü İngilizce konuşabiliyor. Şadırvan denilen yer, ilginç bir yer. İlk defa böylesine rastlamıştım. Abdest almak için camlar ile bölünmüş yerler var. Ayakkabıları dışarıda bırakıp aynı camiye girer gibi girip öyle abdest alıyorsun. Oradan camiye giriş koridoru açmışlar yeniden dışarıya çıkmaya gerek yok. Cami, geniş bir parkın kenarında Hong Kong’un en işlek caddelerinden birinin üzerinde yapılmış. Üç katı var. Birinci kat konferans salonu şeklinde ve geldiğimizde Ramazan olduğu için bir kısmı iftar ve yemek salonu şeklinde tanzim edilmiş. İkinci katı medrese. Erkek öğrenciler sol tarafta, kız öğrenciler sağ tarafta ders alıyorlar. Üçüncü kat ise caminin namaz kılınan yeri. Burası da iki katlı. Fakat cami ile ortasından birleştirmişler. Üçüncü kattan cami kubbesini görmek mümkün. Caminin ayrıca küçük de olsa bir minaresi var. Namaza gelen Müslümanların büyük çoğunluğu Pakistanlı. Hintli ve Bangladeşli Müslümanlar sayıca ikinci ve üçüncü sıradalar. Daha sonra Endonezyalı Müslümanlar geliyor. Çinli neredeyse yok denecek kadar az. Burada Türklerin de olduğunu söylediler, özellikle Türk lokantaları meşhur imiş. Fakat ben Türk varsa da göremedim. Zaten Cuma günü namaz dolayısı ile cami çok kalabalıktı. Bir saat önce gelmeme rağmen birçok kişi camide yerini almış, genellikle Kur’ân okuyorlardı. Bu arada mikrofondan Kur’ân sesi duyuldu. Küçücük bir çocuk çok güzel bir şekilde Kur’ân okuyordu. Kısa bir sûre okuduktan sonra üzerinde Arap kıyafeti ve başlığı olan bir kişi Kur’ân okumaya başladı. Er-Rahman sûresini okudu. Belki de böyle bir ortamda uzun bir müddetten beri bulunmadığım için olsa gerek okunan Kur’ân’dan çok lezzet aldım. Huşû ile dinleme keyfini yaşadım. Kur’ân ziyafetinden sonra Pakistanlı olduğu anlaşılan bir hatip vaaz vermeye başladı. Konuşması Urduca, yani Pakistan lisanıydı. Hazreti Ali’den bahsediyordu ve sık sık hadis-i şeriflere vurgu yapıyordu. Urduca bilmememe rağmen ehl-i sünnet cemaatinin doğruluğunu anlattığını anlayabiliyordum. Zira sık sık Risâle-i Nurlarda geçen Hazreti Ali ile ilgili hadislerden bahsediyordu. Daha sonra kısa olarak İngilizce vaaz vermeye başladı. Cuma saati girince de vaazına son verdi ve müezzin Caminin içinde ezan okumaya başladı. Ezan sesi dışarıdan duyuluyor muydu bilemiyorum fakat duyulmadığını, sadece içerideki mikrofonlardan 50-60 metre uzağa kadar işitildiğini zannediyorum. Ezandan sonra Cuma sünneti kılındı ve imam efendi hutbe okumaya başladı. Hutbe okunan yer genellikle Hindistanlı Müslümanların tarzında yani minber şeklinde değil de bir çeşit büyükçe koltuk şeklindeydi. Hatip elinde asasıyla duâ ettikten sonra oturduğu yerden kalkarak hutbeyi okumaya başladı. Ramazan ve yine vaazdaki konuları bu sefer Arapça okudu. Daha sonra kamet getirilerek Cuma namazı kılındı. Hindistanlı Müslümanlar genellikle Hanefi mezhebinden olduğu için namaz aynı ülkemizde olduğu gibi kılınıyor. Çok büyük çoğunluk ellerini bağlayarak namazını kılıyor. Belki de tek fark Fatiha sonunda okunan “âmin” duâsının yüksek sesle yapılması diyebilirim. Fakat müezzin namazdan sonra “Allahümme entesselâmü vemin kesselâmü tebarekte ya zel Celâli vel ikram” duâsını okumuyor. Bunu cemaat kendisi yapıyor. Ayrıca tesbihat da yapılmıyor. Sünnet namazlar kılındıktan sonra cemaat kısa bir duâ edip camiden ayrılıyor. İşte böyle bir Cuma namazını kıldıktan sonra bu çok güzel tefriş edilmiş camiden ayrıldım. Cenâb-ı Allah, böyle camilerin sayısını arttırsın ve bütün Müslümanların yapmış olduğu ibadetleri kabul etsin, âmin. 31.08.2010 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
Terör şantajıyla “özerk Kürdistan” şartı… |
Başbakan Erdoğan’ın “Hükûmet İmralı ile görüşmez, bu şerefsizliktir, devlet görüşür” garip açıklamasıyla, en iddialı olduğu konuyu “devlet kurumları”nın üzerine atması, terörle mücadelede “yetki ve yöntemi” gündeme getiriyor. Ve Öcalan’la “kim, neyi görüştü?” istifhamları ortasında, “devlet ya da hükûmet teröristbaşı ile görüştü de ne oldu?” sorusunu sorduruyor. Gerçek şu ki, Öcalan’ın yakalanmasından bu yana, özellikle son sekiz yılda sıfır devralınan terör daha da tırmandı. Saldırılar ve baskınlar, karakollardan askerî birliklere ve üslere vardırıldı. Şehidlerin sayısı arttı. Anaların gözyaşları dinmedi. Daha da vâhimi, etnik tefrikaya dayalı kamplaşma ve kutuplaşma derinleşti. Gelinen vetirede, içteki ve dıştaki terörist unsurları “tehdit” ve “şantaj” maksadıyla “siyasallaşma” maskesiyle bir koz olarak elinde tutup kullanmakta… Öcalan referandum öncesi 1 Haziran’daki “terör şantajı”na benzer yine tehditler savuruyor. “Eylemsizlik” sürecinin bitmesiyle yeni bir çatışma döneminin başlayabileceği, hatta orta-yoğunluklu bir savaş gündeme gelebileceği, terörün sadece kırsalda değil, şehir merkezlerine de sıçrayacağını söylüyor. Açık açık “İki halk karşı karşıya gelir, orta-yoğunluklu bir savaş gündeme gelir, yüzlerce kişinin ölümüne yol açar; tehlike büyüktür, herkesin dikkatini çekiyorum” diye cezâevinden uyarıyor! “Devlet ile görüştüğünü” ifşa edip, “görüşmelerin tarihsel arka plânı olduğunu” anlatıyor. Özetle “demokratik ve kültürel haklar” paravanında milletin ve vatanın bölünmesine varan “özerklik” taleplerini fütursuzca sıralıyor…
“TEFRİKA PLÂNI” DEVREDE Diğer yandan PKK’nın beş haftalık “geçici eylemsizlik kararı”nın akabinde, Demokratik Toplum Kongresi (DTK) “sonuç bildirgesi”nde, “ateşkes”in sürekli olabilmesi için koşulan “beş şart”ta Öcalan’ın “yol haritası” yineleniyor. Ayrı bayrak, ayrı meclis, ayrı hükûmet; mâliyeden sağlığa, spordan, eğitimden, din işlerine dek ayrılık önergesi kopyalanıyor. Hatta “öz savunma” tâbiriyle Öcalan’ın “Kürtlerin örgütlenip kendi kendini savunması” diye, dağdan inen teröristlerin görev aldığı “özel güvenlik gücü”nün kurulması teklif ediliyor. Keza aynen terörist başının ağzıyla “terör kartı” kullanılıyor. 13 Eylül’e kadar süre verilen “süreli eylemsizlik”, örtülü bir biçimde “kanın yeniden akması” şantajıyla dayatılıyor. Her ne kadar “yüzde 10 barajının kaldırılması”, “terörle mücadele yasasının değiştirilmesi” gibi bazı “demokratik talepler”le kamufle edilse de, “Öcalan’ın başmüzâkereci olarak rol oynaması”, müzâkere şartlarının başında ileri sürülüyor. PKK’nın sivil kanadı KCK operasyonlarında tutuklanan yargı önündeki zanlıların kayıtsız-şartsız serbest bırakılması”, “etnik kimliklere vurgu yapılan “yeni anayasa” ve diğer “şartlar”, “demokratik Türkiye” söylemiyle “özerk Kürdistan” projesinin önü açılıyor. Aslında “bildirge”de, “DTK, devlet, hükûmet, Öcalan ve PKK başta olmak üzere çözüme katkı sunabilecek herkesle diyalog ve müzâkerede bulunmayı amaçlayan politikalar” olarak nitelenen “Kürt Ulusal Konferansı”nın “çalışmalarına” atıfta bulunularak “tüm Kürtleri inanç, mezhep ve sınıf farkı gözetmeksizin bir araya getirme”den bahsedilmesi, sözü edilen “özerkliğin” ipucunu veriyor… DTP-BDP ve DTK sözcülerinin, referandum bahanesiyle ortaya attıkları “talepleri”nde “ayrılık emeli” olmadığı belirtilse de, sonuçta milleti ve vatanı ırkî ve bölgesel farklılıklar üzerinden ayrıştıran, tefrikayı körükleyen “plân”ın adım adım devreye sokulduğu görülüyor.
“KAVMİYETÇİLİK” FRENK İLLETİ Kısacası, topyekûn vatan sathında bütün vatandaşlar için demokratik hak ve hürriyetlerin gelişmesi yerine, “özerklik” maskesinde “yerel yönetimlerin güçlendirilmesi ve demokrasinin yerelleştirilmesi” maskesinde önce millet, sonra ülke dilimlenmek isteniyor. “Kürt kimliğinin tanınması” perdesinde “Atatürkçülüğün Kürtçesi” olarak “ulus devlet modeli”nin yeni bir versiyonuyla etnik tahrikle “yeni bir ulus” inşasıyla “Kürd ulus devleti”nin temrinleri yapılıyor. DTP eşbaşkanlarınca “idârî taksim” diye, üç-dört ilin bir araya getirilerek Türkiye’nin 23 veya 26 bölgeye taksimiyle “federatif sistem” teklif ediliyor; eyâletlere ayrıştırılıyor. Tıpkı bir asır öncesinde olduğu gibi “Kürt sorunu”, demokratik hak ve hürriyetleri, kültürel hakları aşan, “Kürt kimliğinin anayasaya girmesi”yle tanımlanıyor. Irkî tefrika üzerinden ecnebilerin parmak karıştırmalarına zemin hazırlanıyor. İfsad şebekelerinin oyununa geliniyor. Bediüzzaman’ın geçen asrın başında çözümü “adem-i merkeziyet”te gören Prens Sabahaddin’e verdiği cevapta ifâdesini bulan, Avrupa kâfir zâlimlerinin zulümleriyle, Kur’ân’ın aleyhine, İslâm âlemine ve hilâfet merkezi Osmanlı’ya ihânetleriyle su-i kast plânları yeniden devreye sokuluyor. Dünün “tavâif-i mülûk”e varan “muhtariyeti”, bugünün “özerklik” kılıfıyla ülkenin devletçiklere parçalanması vartasına düşülüyor. “İftirak projesi” fitne ateşine odun atılıyor. (Eski Said Dönemi Eserleri, 108-109; Kastamonu Lâhikası, 17; Şuâlar, 619) Oysa Osmanlıyı dağıtan ütopik “kavmiyetçilik” üzerine kurulu Frenk illeti, barış ve huzur getirmez. Dahası demokratikleşmeyi sabote eder; kimseye faydası olmaz, en başta Kürtlere… Peki, bunu bile bile PKK-BDP ve DTK, neden “özerkliği” şartlarının başına koyuyor? 31.08.2010 E-Posta: [email protected] |