Ahmet BATTAL |
|
Bankalar ve güven |
Geçen hafta Yeni Asya’da yayınlanan bir haber vardı, “Bankalara ve finans kuruluşlarına güven azaldı” başlıklı. Anadolu Ajansının haberine göre, araştırma şirketi Synovate, 13 ülkede, krizin etkileri hakkında bir alan araştırması yapmış ve para ve piyasa kavramları ile az-çok ilgili herkesin, üzerinde bir parça da olsa düşünmesi gereken türden ilginç bazı sonuçlara ulaşmış. Bendeniz de şunları düşündüm. Bilmem sizler ne dersiniz? Araştırmada ulaşılan birinci sonuç şu: Kriz sonrası genel olarak bankalara ve banka ve benzeri finans kuruluşlarına güven azalmış. Bankaya duyduğu güvenin krizden sonra azaldığını bildirenlerin oranı Türkiye’de % 56. Güvenin azalmasının sebebi ise açık, bankaların krizin sebebi olarak görülmesi. Nitekim birinci sonuca bağlı sayılabilecek ikinci sonuç şöyle: Türkiye’de her üç bireysel bankacılık müşterisinden ikisi, finansal krizin sebebi olarak şu etkenleri önde görüyormuş: Batılı bankaların ve banka benzeri finansal kurumların hırsı, hukukî düzenlemelerdeki eksiklikler ve kamusal denetimin yetersizliği. Batılı bankaların ve banka benzeri finansal kurumların hırsı aslında bilinmeyen bir şey değil, yeni de değil. Aksine zaten, bir kurum ve kavram olarak “banka”nın kendisi, icadından beri, yani bankacılık tarihinin başından bu yana, hırsın bir mücessem timsali hükmünde. Kovboy filmlerindeki banker de, altına hücum da, bankerin kâğıdının/üçkâğıdının “para” diye bilinmesi ve kullanılması da bankacılık sektöründeki bu hırsın tirajikomik ve sembolik göstergeleri. Ancak Türkiye’de bankacılık iki türlü: Geleneksel bankacılık kurumları denen faizli bankalar, aslında geleneğin değil, Batılı ekonomi tarzının mabed-kurumları. Alternatif bankalar denilebilecek olan özel finans kurumları ya da on yıllık yeni adıyla katılım bankaları ise İslâmla bütünleşmiş olan gelenekten güç alan ve geleneği temsil eden kurumlar. Peki, bu kurumlar piyasadaki mes’ut geleceği de temsil ediyor mu? Kanaatimce evet; ediyor ve etmeli, bu konudaki iddiasını sürdürmeli. Zira Synovate’in araştırma sonuçlarına da yansımış olan piyasa güvensizliği, aslında, “Ben tok olayım, başkası açlıktan ölse bana ne” anlayışından beslenen hırsın bir neticesi. Şöyle; Kredi müşterisinin iyi gününde, onun ziyaretine, eline aldığı hediye ve promosyon gibi yemlerle giden banka pazarlamacıları, müşterinin zor gününde tavır değiştiriyor: “Önce bankamı, yani patronumu ve kendimi düşünmek zorundayım, senden almayı umduğum faizi, gerekirse bire üç katarak ve dahi kanırtarak ‘tam’ almalıyım ki mevduat müşterime vaad ettiğim faizi verebileyim, senin zor durumuna üzüldüm, ama elimden birşey gelmez” diyor. Bu üzüntü de aslında çoğu zaman, timsahın avını parçalarken döktüğü gözyaşlarını hatırlatıyor. Oysa faizsiz bankalar, bilhassa bu mazerete sığınmanın haksızlığı ve adaletsizliği sebebiyle sabit faizle mevduat toplamıyor ve nakdî krediyi sabit faizle vermiyor. Müşterisine sabit faiz vaad etmediği için de “gelecek baskısı” ile hareket etmiyor, yanlış hırsın zararını ve doğru tevekkülün faydasını biliyor, kâr kadar zararı da paylaşmayı ve krizi bütün müşterileriyle birlikte aşmayı hedef ediniyor. Kriz fırtınasında “gemisini kurtarmaya çalışan ve bu uğurda bütün diğer gemileri feda eden kaptan” değil, “fırtınayı dindirmek için fiilî duasını hem de cemaat halinde yapan kaptan” gibi yaşıyor. O halde, ülkemizdeki ve dünyadaki faizsiz bankacılık kurumlarının hem baharda, hem krizde gerçekten güvenilen kurumlar olmaları ve öyle kalmaları için, müşterilerine de çok iş düşüyor: Gerçek zararın gerçek sebebinin hırs olduğunu akıldan çıkarmamak ve müşterisi oldukları faizsiz bankaların yöneticilerini de “beklenti baskısı” altına sokmamak. Kısaca çözüm; uyanık olmak, her ne demekse “cemaat gazetelerinde” her nasılsa yer alan “banka ve faiz” reklâmlarına aldanmamak. Faizli bankaların, ulemâ-üs su’ cinsinden “resmî âlim” satın alabileceğini ve ondan fetva bulabileceğini unutmamak. Bir de, geçen Ramazan’da gördüğüm ve tüylerimi ürperten türden pazarlama hilelerine kanmamak lâzım. Olay şuydu: Bir faizli bankanın, her ne demekse “muhafazakâr” bir ilçedeki şubesinin müdürü, muhtemelen genel müdürlüğünün de iznini alarak, banka reklâmı içeren Ramazan imsakiyesi bastırıp dağıtmıştı. Ben itiraz ettiğimde de “Ne yani, ne var bunda, meyhaneler de Ramazan’da kapılarını kapatıyorlar, kötü mü oluyor” deyip sapla samanı göz göre göre karıştırmaya kalkmıştı. Uyan ey ebna-yı vatan, düşünebiliyor musun “gövdenin içindeki kurt”ların yapabileceği tahribatı. 29.07.2010 E-Posta: [email protected] |
Suna DURMAZ |
|
Annemin doğurmadığı kardeşlerim |
Cenâb-ı Hak İbrahim Sûresi 34. âyette “Allah’ın nimetlerini saymaya kalkarsanız sayamazsınız” diye buyuruyor. Gerçekten de, iman dürbününü elimize alıp şöyle kendimize, ailemize ve etrafımıza baktığımız zaman, kaynağı sema olan bir ikram denizinde yüzdüğümüzü görürüz. Biliyorsunuz, insan ancak elindeki güzellikleri yitirdiği veya geçici bir süreliğine o nimetlerden yoksun kaldığı zaman nimetlerin farkına varabiliyor. Türkiye’de geçirdiğim birbuçuk aylık yaz tatilimde birçok şey öğrendim. Ve neticede bana ikram edilmiş olan sayılamaz nimeti fark ettim. Meselâ, yazıdan ayrı kalınca, yazmanın benim için çok büyük bir nimet olduğunu keşfettim. Sözlü olarak dile getiremediğim fikirlerimi ve duygularımı yazı vasıtasıyla dışarı vurmak meğer ne kadar da tatlı imiş! İşte bu büyük nimetin farkına vardım. Keşfettiğim ikinci büyük nimet ise uhuvvetti. Evet geniş dairede iman kardeşliğinin, daha has dairede ise Risâle-i Nur kardeşliğinin tadına vardım. Bunun için ne kadar şükretsem azdır. Arapça’da “Rubba ahin leke lem telidhu ummüke,” yani “Annenin doğurmadığı nice kardeşler vardır” diye bir deyim var. Bu deyimin ne mânâya geldiğini bizzat yaşadım. İstanbul’da, Bursa’da, Düzce’de ve Ankara’da annemin doğurmadığı kardeşlerimin olduğunu öğrendim. Ve bu yüzden, izin dönüşü yazdığım ilk yazının bu can dostlarıma ve kardeşlerime yönelik bir teşekkür yazısı mahiyetinde olmasını istedim. Evet, evinin üst katını birkaç günlüğüne bize tahsis eden 25 yıllık kadim dostum Dr. Yıldız Tanrısever’e; her izine geldiğimizde bize yedirdiği o güzel Antep yemeklerinden dolayı kardeşim Hatice Nohut’a ve İstanbul’daki diğer can kardeşlerime, Yemyeşil ormanlarla kaplı olan Uludağ’da; içinden meşhur “Erikli Suyu” akan bahçesinde envâi çeşit meyve ağacı bulunan ve şırıl şırıl akan şelâlelere 2 dakika uzaklığındaki yazlığında bizleri ağırlayan ve böylece İşaratü’l İ’caz’da, “İnsanın ihtiyacat-ı zaruriyesi içinde en evvel lâzım olan, mekân ve meskendir. Mekânın en güzeli, nebatat ve eşcara müştemil olan yerlerdir; ve en lâtifi, nebatatları arasında suların mecrası olan bahçelerdir; ve en kâmil kısmı, ağaçlarının arasından akan nehirlerinin çoklukla bulunmasıdır. Kur’ân-ı Kerim bu kısma ‘Onlar için altından nehirler akan Cennetler vardır’ cümlesiyle işaret etmiştir” cümleriyle tasvir edilen Cennet evlerinin dünyadaki misâlini bize gösteren Yeni Asya yazarı Rıfat Okyay Bey ve muhterem eşine, ayrıca Bursa’da bizi evinde ağırlayan Yeni Asya yazarı hoş sohbet Osman Zengin Bey ve muhterem eşine teşekkür ediyorum. Düzce’de ise Nur kardeşliğinin bize verdiği haz doruğa erişti. Düzce’de o kadar güzel bir duygu yaşadım ki, nimete şükür olur diye yaşadıklarımı size de aktarmayı istedim. Dost Tv’de bir programa katılmak üzere Ankara’ya gitmemiz gerekiyordu. Eşimle beraber istişâre yaparak “İstanbul’dan Ankara’ya bineceğimize, yolu kısaltalım ve İzmit’te bulunan annemi ziyaret edelim; oradan da Ankara üzeri giden herhangi bir otobüse bineriz” dedik. Tabiî bu kararı aldığımızda, yaz mevsiminde olduğumuzu unutmuş ve dolayısıyla da bilet ayırtmayı düşünememiştik. Planımızı uygulamaya koyarak annemi ziyaret ettikten sonra akşam üstü İzmit Otogara geldik. Bir de ne görelim! Ankara otobüslerinin tamamı dolu olmasın mı... “Ankara’ya ancak gece yarısından sonra boş yer bulabilirsiniz” diyen seyahat şirketlerine, “Yarın sabah 10.30 da mutlaka Ankara’da olmamız lâzım” dedikse de fayda vermedi. Bütün çabalara rağmen boş yer bulunamadı. Biz de “Belki Düzce’de bulabiliriz” dedik ve Düzce otobüsüne bindik. 8.30 civarında Düzce’ye vardık. Düzce’de de aynı şey olmaz mı! “Gece 02.30’a kadar otobüs seferi yok” dediklerinde ne yapacağımızı şaşırdık... İçimden “Elbet bunda da bir hayır vardır” dedim. Eşim “Dur bakalım. Akşam namazını kılıp sonra da yemek yiyelim. Elbet bu hale bir çare bulunur” dedi. Namazdan sonra, Düzce’nin güzel yemeklerinden yerken, eşime “Gazetede okuduğum hizmet faaliyetlerinden Düzce cemaatinin oldukça faal olduğunu hissetmiştim. Şimdi burada cemaatten birini tanısaydık ne iyi olurdu. Onlarla tanışır sohbet ederdik. Kısa zamanı hayırlı bir şekilde değerlendirirdik. Yatsı namazını kılasıya saat 11.00 olacak. Otobüs saati için geriye bir kaç saat kalıyor. Otele gitsek bir mânâsı yok” dedim. Bu sözleri duyan eşimin aklına İstanbul Süleymaniye’deki “Yeni Asya Vakfı” geldi. Hemen onlara telefon açtı. Nur cemaatinin “Telefon Santralı” gibi çalışan Yeni Asya Vakfının değerli elemanları bir kaç dakika içinde Düzce’den Necdet Pehlivan’ın telefon numarasını verdiler. Verilen numaraya “Şu an Düzce’deyiz. Sizlerle tanışmak istiyoruz” diye mesaj çektik. Yarım saat geçmedi, Necdet Pehlivan, İsmail Özdemir ve Ömer Bey bulunduğumuz lokantaya geldiler. Kendi kendime “İşte hakikî kardeşlik budur!. Sağolasın Yeni Asya” dedim. Kısa bir tanışma faslından sonra, mimarisi çok güzel olan “Cedidiye Camii"nde yatsı namazını kıldık. Sonra da İsmail Bey’in evine misafir olduk. O “Üff! Bilmediğimiz bir yerde, hem de gece vakti 5 saat boyunca ne yapacağız?” duygusu, yerini “Saatler uzasa da biraz daha sohbet edebilsek” duygusuna terk etmişti. Bu arada çok güzel bir tevâfuk olmuş, Mehmet Kutlular Ağabey’in NTV’de konuk olduğu “İç Tehdit Değişiyor mu?” programını da izleme fırsatını yakalamıştık. Evet, kardeşleri uğruna uykusuz kalmaya razı olup, gece 02.30’da hareket eden Ankara otobüsüne bininceye kadar bizi yanlız bırakmayan Düzceli Cankardeşlere bu satırlar aracılığıyla şükranlarımı sunuyorum. Son olarak Ankara’da da bizi en samimî duygularla ağırlayan bütün dost, kardeş ve arkadaşlara Durmaz ailesi olarak teşekkürlerimizi sunuyoruz. 29.07.2010 E-Posta: [email protected]@hotmail.com |
Süleyman KÖSMENE |
|
Reenkarnasyon batıl inançtır |
Ercan Alçınar: “Reenkarnasyon düşüncesine güç veren âyet var mıdır? Kimileri ikinci defa dünyaya gelmekten bahsediyorlar ve bu düşünceyi destekleyen âyet olduğunu iddia ediyorlar. Bu düşüncenin gerçeklik payı var mıdır?”
Reenkarnasyon denilen, ruhun dünyaya başka bir vücutta yeniden dönmesi gibi bir inancı besleyen hiçbir âyet ve hadis mevcut değildir. Reenkarnasyonu destekler mahiyette olduğunu iddiâ ettikleri âyetlerin tamamı ölüm ve ölüm ötesi hayatı ve âhireti konu alır. Meselâ bu âyetlerden birisi Bakara Sûresi’nin 28. âyeti olan, “Siz cansız iken size can veren Allah’ı nasıl inkâr edersiniz? Sonra sizi öldürecek, tekrar sizi diriltecek ve sonunda O’na döndürüleceksiniz”1 âyetidir. Burada geçen “sizi öldürecek, tekrar sizi diriltecek” cümlesindeki “tekrar diriltme” meselesi reenkarnasyoncuların zannettiği gibi dünyada değil; öldükten sonra kıyamette ahiret hayatının başlangıcında gerçekleşecektir. Dünyadan ötesini görmeyenler, yeniden dirilişin dünyada olacağını zannediyor olabilir şüphesiz. Ama Kur’ân için dünya hayatı geçici bir misafirlik; gerçek hayat ahiret hayatıdır. Bütün peygamberler öldükten sonra hayatın devam ettiği, ruhların ölmediği, kıyametten sonra yeniden dirilişin vâki olacağı ve âhirette hayatın ebedî olduğu haberini insanlığın dimağına sürekli perçinleyerek işlemişlerdir. Bu hak haber en son ahir zaman Peygamberi Hazret-i Muhammed’e (asm) gelen âyetlerde ifadesini bulmuş ve çok net biçimde insanlığı ebedî hayata çağırmıştır. Fakat hep kısır döngüsünün kurbanı olan insanoğlu, öldükten sonra hayatın devam etmesini çok içten temenni etmekle beraber, kimi zaman bu temenniyi bâtıl bir çerçeveye oturtmuştur. İnsanoğlu, “Öldükten sonra hayat olsun; ama benim kafamda şekillendiği şekilde olsun!” deme hakkına sahip olabilir mi? Öldükten sonra hayat elbette var; ama Yüce Yaratıcı’nın dilediği, haber verdiği ve vaad ettiği şekilde var. Yüce Yaratıcı bunu Kur’ân’ında haber vermiştir. Kur’ân’da reenkarnasyon yok, fakat öldükten sonra diriliş vardır; ruh göçü yok, fakat ruhların hayatlarının devamlılığı vardır; insanın başka bir bedende tekrar dünyaya dönmesi söz konusu değil, fakat lâtîf ruhların dünyada olsun, sair gezegenlerde olsun, dilediği ulvî mekânlarda olsun gezmeleri söz konusudur. Reenkarnasyon, ölen kimsenin rûhunun, dünyada bir başka insanın veya hayvanın bedenine geçtiği şeklindeki bâtıl inanıştır. Ruh göçü veya tenasuh inancı da denmektedir. Eski Hind geleneğinde, Firavun dönemi inançlarında, putperest inanışlarda, Budizm’de ve sâir ilkel inançların hemen hepsinde görülen bu batıl inanış, gelenekten geleneğe değişiklikler de göstermiştir. Kimi inançlarda ruhun insandan insana, kimisinde insandan hayvana, bazısında hayvandan insana geçişi tarzında telâkkîler geliştirilmiştir. Ki, hiçbirisi hak ve hakîkat değildir. Zaman zaman bir takım kimselerin ortaya çıkıp, kendilerinin ikinci hayatı yaşadıklarını, önceki hayatlarının başka bir ülkede, başka bir cinsiyet veya meslek içinde geçtiğini iddiâ ettikleri, hattâ o ülke, o zaman veya o meslekle ilgili bir takım doğru bilgileri de delil olarak sıraladıkları görülmektedir. Oysa böyle iddiâlara, ya hâricî plânda cinler sebep olmakta, ya da dâhilî çerçevede ruhsal hastalıklar, sinirsel ve şizofrenik bozukluklar kapı açmaktadır. İnsanın bazen cinlerle her- hangi bir biçimde farkında olmadan kurduğu bir temas sinirlerini bozmakta, his, duygu, düşünce ve muhakeme dünyasını alt üst etmektedir. Böyle kişiler ortaya çıkıp kendilerini ya başka bir insan bedeninde olduğunu, ya geçmişte de yaşadığını, ya da kendisini bir hayvan karakterinde hissettiğini söyleyebilmektedirler. Tedâvî olmaları gerekirken, yön değiştirip, reenkarnasyon meraklılarına malzeme olmaktadırlar. Medya da bunu kullanmaktadır. Unutulmamalıdır ki, çürük ve batıl inançların tek çâresi sağlam inançlardır. İslâmiyet’in ter ü tâze âhirete îmân akîdesi bütün batıl inançları ve bütün reenkarnasyon telâkkilerini kökünden yıkacak mahiyettedir. Nitekim Kur’ân, “Biz ölüleri diriltiyoruz”2 diye haber vermektedir. Bu diriliş rûhun kendi kişiliğinde ve müstakil hüviyetiyle dirilişinden başka bir şey değildir. Ne Kur’ân’da, ne hadislerde, ne de Risâle-i Nûr’da reenkarnasyona haklılık verecek tek bir işâret yoktur. Evet, öldükten sonra hayat vardır; fakat ilkel iddiâcıların dediği gibi “başka bedenlere göçüş” şeklinde değil; Kur’ân’ın ilân ettiği gibi “müstakil diriliş” biçimindedir. Dipnotlar: 1- Bakara Sûresi: 28 2- Yâsîn Sûresi, 36/12 29.07.2010 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
Deccalizmle mücadele |
Dünkü yazımızda deccalizm cereyanının mahiyeti üzerinde durmuştuk. Bugün de onunla mücadele hususuna değinelim. Ahirzamanda zuhur eden ‘deccalizm’e karşı muhakkak bir strateji geliştirmek gerekiyordu. Onun da, siyaset ve maddî güç olmayacağı şüphesizdir. Siyaset ve madde ile bu akımlara karşı cevap verilemez, mukabele edilemez. Çünkü, hücumlar, “ilim, akıl ve fen”den gelmekte; münâfıkane bir siyaset, dessasâne idârî mekanizmalara ve teknolojik güce dayanmaktadır. O halde, siyasetin hangi prensibi, hangi düsturu, hangi malzemesi, hangi esasları ile bu zihniyetlerin hücumları durdurulabilir? Üstelik siyaset değişkendir, hem de her siyasî akım, herkesi bağlamaz. Ancak Kur’ân nurları ve imân hakikatleri ile cevap verilebilir. Çünkü, cihanşumûldürler. Takip edelim: “Bediüzzaman, rivayetlerde gelen eşhas-ı ahirzamana ait haberlerin mühim bir kısmını ve hürriyetten evvel İstanbul’da tevilini söylediği hadîslerin ihbar ettiği âhirzamanın dehşetli şahıslarının alem-i İslâm ve insaniyette zuhur ettiğini görür. Ve yine, gelen rivayetlerden, onlara karşı çıkacak ve mukabele edecek olan hizbü’l-Kur’ân hakkında, ‘O zamana yetiştiğiniz zaman, siyaset canibiyle onlara galebe edilmez; ancak mânevî kılınç hükmünde i’caz-ı Kur’ân’ın nurlarıyla mukabele edilebilir’ tavsiyesine müracaatla, Ankara’da teşrik-i mesai edemeyeceği için, kendisine tevdî edilmek istenen mebusluk, Darü’l-Hikmeti’l-İslamiye gibi Diyanetteki azalığı, hem Vilâyat-ı Şarkıye umûmî vaizliği tekliflerini kabul etmez. Kendisini fikrinden vazgeçirmek için çalışan ve Ankara’dan ayrılmamasını rica için istasyona kadar gelen bir kısım mebusların da arzularına uyamayacağını bildirerek, Ankara’dan ayrılır, Van’a gider. Ve orada hayat-ı içtimaiyeden uzaklaşarak Erek Dağı eteğinde, Zernebad Suyu başında bir mağaracıkta idame-i hayat etmeye başlar.” 1 Şu halde, İslâma hizmetle tutuşan gönüller, birinci plâna imân esaslarını almak mecburiyetindedirler. Evvelâ fikrî ve itikâdî yapı, kültürel altyapı sağlamlaştırılmalıdır. Bediüzzaman, siyaseti geri plâna atmasının sebebini şöyle açıklar: “Şeriat ve hayat-ı içtimâîye ve siyasiye dâireleri ona (iman hakikatlerine) nisbeten ikinci, üçüncü, dördüncü derecede kalıyor. Rivâyet-i hadîsiyede tecdid-i din hakkında ziyâde ehemmiyet ise, imânî hakaikteki tecdid itibariyledir. Fakat efkâr-ı ammede, hayatperest insanların nazarında zahiren geniş ve hakimiyet noktasında cazibedar olan hayat-ı içtimâiye-i İslâmiye ve siyaset-i diniye, cihetleriyle daha ziyade, ehemmiyetli göründüğü için, o adese ile, o nokta-i nazardan bakıyorlar, mânâ veriyorlar.”
Dipnotlar: 1- Tarihçe-i Hayat, Yeni Asya Neşriyat, s. 131-132.; 2- Kastamonu Lâhikası, Yeni Asya Neşriyat, s. 145. 29.07.2010 E-Posta: [email protected] [email protected] |
Ali Rıza AYDIN |
|
Kitaro’nun ruh hâli! |
Âlemdeki seslere kulak veren insanlar dağın taşın, kurdun kuşun lisanını duyarlar. Eğer duymak isterse kalbi, ona, “ses” yaratmış Rab’bi! Yeter ki, kulak olsun duyacak! Sineğin vızırtısı, çekirge cızırtısı; ağustos böceğinin kanadını “yay” edip “keman”ına sürmesi tempo tutar takıma. Kuş sesini gündüzden alıp geceye ekleyince; ıssız gecelerdeki sesleri dinleyince ortaya çıkan tablo: Âhenkli bir melodi, kâinat orkestrası. Yani: “Mûsika-i İlâhî.” Kitaro bunları duymuş, ruhunun bir yerine koymuş; başlamış, seslendirmeye… Sıra dışı bir müziğe ulaşmış. Asıl adı Masanori Takahashi olan Japon müzisyen Kitaro: “Bir ressam tabiata bakar, fırçasını renklere batırarak tablosunu yapar. Ben de tabiata bakıyor, fırçamı seslere batırıyor ve melodilerle bir kâinat tablosu yapmaya çalışıyorum. Tabiat benim en büyük ilham kaynağım. Güneşin doğuşu, batışı… Bazen bir kuş sesi ilham veriyor bana. Yaprakların hışırtısı bir beste oluveriyor. Gece, gökyüzü ve yıldızlar…” diyerek ruhunu dillendiriyor. Kuş, böcek, rüzgâr, dalga efektleri, hatta bebek ağlaması… Tabiî ve mistik, yani esrarengiz olan her şeyi eserlerinde bulmak mümkün Kitaro’nun. Fakat, eksik olan bir şey var; o da, bunların ruhu! Hâlık’ına dayanmayan değerler, halk yanında kıymet bulsa ne yazar. Çünkü, “..Her şey Cenâb-ı Hakk’ın namına hareket eder.” Ve, yaratılmış “Hiçbir şey yoktur ki, O’nu övüp, tesbih etmesin.” İlham, nefes gibi, ömür gibi, rızık gibi Allah’ın bir ihsânı. O’nun mülkünde, O’nun izniyle, O'nun ilhamıyla, O'nun ihsânıyla kurdu kuşu hissedip de hakikatı fark etmemek, insanın bir eksiği. Bediüzzaman: “…Kâinatı nağamatıyla raksa getiren ve hakâikın esrarını ihtizaza veren mûsika-i İlâhiye hiç durmuyor, mütemadiyen güm güm eder” diyor ve güzel seslerin, kalbin kulağı ile işitilmesi ve dinlenmesi gerektiğine işaret ediyor. Çünkü bunlar, bu şekilde Hâlık’ına götürür, asıl yüzü görülür. Cenâb-ı Hak, midenin ihtiyacı olan rızkı, gözün gıdası olan güzellikleri yarattığı gibi; kulağın işiteceği ve ruhun hissedeceği güzel sesleri, nağmeleri de halk etmiş. Kulak duymalı, kalp doymalı tesbîh-feşân seslerle. “Hayat felsefem tabiî ve sade olmak” diyor Kitaro. “Günümüz insanının sahte idealler peşinde koşarak tabiî benliğinden ve gerçek huzurdan uzaklaşmasını kabul edemiyorum. İnsanlar ne kadar ilgisiz bu yüksek değerlere! İçi boş ve geçici mutluluklarla kendilerini aldatıyorlar.” Kitaro’nun hidayetine ramak kalmış doğrusu. Biraz talep, biraz gayret Mevlâ’sına iletir. Yeter ki, yaratılanı Yaratan hesabına okusun… 29.07.2010 E-Posta: [email protected] |
Mehtap YILDIRIM |
|
Kaybolan hitaplar |
Dinimiz; edep, hayâ, incelik, zerafet, nezaket gibi güzelliklerle doludur. Geçmişe baktığımızda atalarımızın konuşmalarında ve yazışmalarında dinimizin bu özellik ve güzelliklerini mükemmel şekilde yaşadıklarını görüyoruz. Avrupaî hayatın saygıdan sevgiden uzak her türlü fiil ve davranışları içimize girmeye başladıktan sonra, bizim birçok değerimiz de yavaş yavaş ortadan kaybolmaya başladı. Sokak ve dükkân isimleri bir bir yabancı isimlerle değiştirildi. Çocuklara İslâmiyet’te yeri olmayan mânâsız isimler konmaya başlandı. Kullandığımız kelimeler bizim; inanç, medeniyet, hayat tarzı, kültür, gelenek ve ahlâkî yapımızla doğrudan bağlantılıdır. Günümüzde gençlerin ve hatta çocukların bile birbirlerine “hacım, adamım, baba, kanki” gibi hitaplarda bulunması yozlaşan hayat tarzımızın bir yansımasıdır. Bunun yanında annelerin çocuklarına kullandıkları hitap şekillerinde “aşkım, sevgilim” gibi bir değişim olması nazarımızdan kaçmıyor. Çocuklarla bu şekilde konuşmak bizim kültürümüze göre uygun değildir. Eskiden “oğulcuğum, bey oğlum, şehzadem” diye hitaplarda bulunurlarken, bir başkasının kızı ve oğlunun hatırını soran büyükler “Mahdumunuz falanca bey ve kerimeniz falanca hanım âfiyetteler mi?” diye sorarlardı. “Hanım”, “Bey” ifadeleri bugün daha çok iş yerlerinde kullanılırken, eşlerin birbirine sadece ismiyle hitap etmesi abes bir durum değil mi? Sıradan insanlara bile “Bey”, “Hanım” derken; insanın hayatında en değer verdiği insana, ebedî arkadaşına yalnızca ismiyle seslenmesi inanç ve kültürümüze uymadığı gibi, kulağa da hoş gelmiyor. Ecdadımız eşlerine üçüncü kişilerin yanında “Hanımefendi”, “Beyefendi”, “Hanım sultan” gibi hitaplarda bulunurken, kendi aralarındaysa muhabbetlerini ifade ettikleri sayısız hitaplar kullanırlarmış. Kanunî Sultan Süleyman’ın, eşi Hürrem Sultana yazdığı mektupta şu hitaplara rastlıyoruz: “Benim birlikte olduğum, sevgilim, parıldayan ay’ım, can dostum, en yakınım, güzellerin şahı sultanım. Baharım, sevincim, gönlüme nakşolmuş resim gibi sevgilim, benim gülen gülüm. Sevinç kaynağım, eğlenceli meclisim, nurlu parlak ışığım, meşalem. Turuncum, narım, narencim, hayatımın aydınlığı. Gönlümdeki Mısır’ın sultanı, İstanbul’um, Karaman’ım, Bütün Anadolu ve Rum ülkesindeki diyara bedel sevdiğim.” İbrahim Hakkı Hazretleri’nin, eşine yazdığı mektuptan şefkat, sevgi ve aşk dolu şu ifadelere rastlıyoruz: “İzzetli, hürmetli, hakikatli, şefkatli, hatırlı, gönüllü, asilli, usullu, akıllı, iz’anlı, hünerli, marifetli, üslûplu, yakışıklı, güzel huylu, tatlı dilli, ayıpsız hatunum, helâlim Firdevs Hatun huzuruna, derun-i dilden ve can u gönülden selâmlar ve dualar edip ol mübarek nazik hatırın suâl ederiz, Huda’nın birliğine emanet veririz. Benim nazlı yar-ı gamgusârım. Benim şenliğim, şöhretim, benim sevdiğim, keyfim, benim canım Firdevsim! Neylersin ne işlersin, ne keyiftesin, ne fikirdesin, ne haldesin, ne demdesin? Benim güzelim, garip gönlünü ne ile eğlersin? Benim güzel keyfim, senden ayrılmak ne çetin ahvâl imiş bilmezdim.” Osmanlı hanımları, eşlerine ismiyle hitap ederlerse cennetten bir ağaç kuruduğunu düşünürlermiş. Dinen böyle bir kaide yok elbette ama; onlar saygıyı, muhabbeti ve edebi kaybetmemek, dillerini saygılı sevgili ifadeler alıştırabilmek için bunu kendilerine düstur edinmişler. Hitabın ne kadar önemli olduğu Risâle-i Nur’da da karşımıza çıkmaktadır. Bediüzzaman Hazretleri: “Aziz, sıddık, mübarek, metin, sarsılmaz, vefadar, şefkatli, medar-ı tesellilerim!” gibi birbirinden değerli ve mânidar hitaplar kullanmakla talebelerine, iman kardeşlerine ne kadar değer verdiğini, onları ne kadar önemsendiğini gösteriyor. Aynı zamanda “bu tavrı sürdürmeye devam edin, istikametten ayrılmayın, size böyle olmak yakışır” gibi bir mânâlar da taşımaktadır. İnanç, kültür ve bize has değerlerimizi tekrar gözden geçirerek, ifade ve hitaplarımızı ona göre şekillendirmeliyiz. Toplumu bir anda değiştiremeyiz, ama toplumun en esaslı zembereği ve cemiyetin merkezi olan ailelerimizde bu hassasiyete özen gösterebiliriz. 29.07.2010 E-Posta: [email protected] |
Raşit YÜCEL |
|
Aynaların anlattığı... |
Kendimizi onda buluruz. Yalanı olmayan bir eşyadır ayna. “Ayna ve terazi yalan söyler mi?” der Mevlânâ. Bâkî ise; “Bakalım âyine-i devran ne gösterir” demişti. Kendimizi aynaya bakarak düzeltiriz. İnsanlara bakarak hâl ve hareketlerimize çeki-düzen veririz. Onların yaptıkları kötülüklerden uzak kalırız. Yaptıkları iyilik ve güzelliklerden de hisse alırız. Ve Mevlânâ; “Güzel yüz aynaya aşıktır” der. Aynalar bir çok şeye temsil olarak verilir. Şiirler, aynalardan bahseder. Çirkinliklerin ayna ile ne ilgisi var? Bizde ne var ise ayna onu gösterir. Çirkin ve içinin kasveti dışarıya yansıyan insan, aynaya bakmak istemez. Ona düşman olur. Vurur, kırar, parçalar... Ama, kendi kötülüğünü ve çirkinliğini yok edemez. Bediüzzaman ise; “Kur’ân ayna ister, vekil istemez” der. Kur’ân kendi kendini anlatır. Bizim vazifemiz, ona ayna olabilmektir. İşte size ayna. Nasıl bakarsanız bakın. 29.07.2010 E-Posta: [email protected] |
Ali OKTAY |
|
Dâhi bestekâr Tanburi Cemil Bey |
Dün, Tanburi Cemil Bey’in vefat yıldönümüydü. Vefatının üzerinden geçen 94 yıla rağmen bu büyük müzik adamının besteleri, eserleri, ney ve tanbur sazında ki üstadlığı ile adını altın harflerle yazdırdığı müzik tarihindeki yeri apayrıdır. Bu vesileyle tanbur ve kemençe sazının ve tabi ki müziğimizin bu büyük üstadını kelimelerin elverdiğince biraz olsun anlatmaya çalışacağım. 1873 yılında İstanbul’da doğan Cemil Bey, henüz 3 yaşında iken babasını kaybedince annesinin himayesinde, sıkıntılı bir çocukluk dönemi geçirir. Çocukluk yaşlarından itibaren müzik adamlarının dikkatini çeker. Tanbura öylesine düşkündür ki pek çok zaman tanburunu koynuna alır, yatar. Henüz 13-14 yaşlarında iken devrinin usta tanburisi Bestekâr Ali Efendi’ye yaptığı taksimden sonra ‘’Evlâdım bunca yıldır bu sazı çaldım, eh biraz da yendiğimi de sanırdım; şimdi seni dinledikten sonra ben artık elime tanbur filan alamam’’ dedirtecek kadar müthiş bir yetenek. Batı Müziğini tanımak için İtalyan san'atkârların Beyoğlu’nda oynadığı oyunları izler, Sulukule’ye gider, Trakyalı zurnacıların zurnasını dinler, Bahariye ve Yenikapı Mevlevihane’lerinde ayinlerde bulunur, musikînin her türünden ilham almaya çalışır. Ramazan günleri yine camilere gider, mevlid ve Hafız Sami Efendiden Kur’ân dinlerdi. Sık uğradığı bir kahvede Karadenizli bir kemençeciyi dakikalarca dinlemiş para vererek tekrar çaldırmış, çevresindekiler ‘’Üstad siz bunun en âlâsını yapıyorsunuz. Bu sazı nasıl dakikalarca dinleyebiliyorsunuz?‘’ deyince, Cemil Bey ’’Çok güzel nağmeler yapıyor. Ben bunları kullanmak istiyorum’’ karşılığını vermişti. Cemil Bey sağduyulu, geniş kültürlü bir insandır. Terbiyeli çekingen özel hayatında şakacı bir yaratılışı vardı. Konuşup çevirecek kadar Fransızca bilirdi. Kalabalığı sevmez, müzikten anlamayanlardan hele anlar gibi görünenlerden pek hazzetmezdi. 1914 yılında yapılan bir muayenede akciğer veremi olduğu anlaşılmıştı. Bir sanatoryuma yatırılması veya İsviçre’ye gönderilmesi tekliflerini reddetti. Hastalık kısa sürede bütün ciğerlere yayılmıştı. 1916 yılının 28 Temmuz gece yarısı eşini uyandırır. "Vakit geldi! 25 sene rindane yaşadım. Öldüğüme teessüf etmiyorum, lâkin sizin için bâdi-i ızdırap oldum. Affediniz. Kendinize ve oğlum Mes’ud a iyi bakınız’’ diyerek hayata gözlerini yumar. Pek az kimsenin katıldığı cenaze namazının ardından Merkezefendi Mezarlığında toprağa verilir. Tanburi Cemil Bey için ne dediler: “CEMİL Bey sade dahi bir sazende büyük bir üstad-ı musıkî değil güzide bir san'atkârdı. Bazı peşrevleri beste ve güftesi kendi zade-i hassasiyeti bir çok şarkıları yüksek bir bestekâr olduğuna aşikâr bürhanlardır.’’ (Tasviri Efkâr Gazetesinin 30 Temmuz 1916 tarihli nüshası) ‘’BİÇARE Cemil’in kadru kıymeti musalla taşında da lâyık olduğu derecede bilinememiş olmasına bir kere daha yüreğim sızladı. Cemil Bey hayatında gösterişten hoşlanmayan alçak gönüllülüğü kendisine ilke edinmiş cenazesi de aynı surette gösterişsiz fakat gayet samimî bir sadelik içinde kaldırılmıştır.’’ Rauf Yekta Bey “CEMİL’İN san'at dehasını anlamak anlatmak istemek musikîmizin yüzyıllardır uzayıp giden yolu üzerindeki şahikalarından en yükseğinin en büyüğünün irfanına tırmanmak demek olacaktır.’’ Ruşen Ferit Kam Geçmiş Zaman Olur ki… ATIF Esenbel, Cemil Bey’den tanbur ve kemençe dersleri almaktadır. Bir akşam uğradıkları Cemil Beye ‘’Üstadım! Şed-i araban saz semaisine çalışıyorum, dördüncü haneyi kemençe ile çalamadım; lütfedip gösterebilir misiniz?‘’ demiş. Cemil Bey duvarda asılı kemençeyi almış, kısa bir taksim yaparak saz semaisine girmiş. Dördüncü haneye gelince tanburla yaptığı gibi yapamamış, düz notalarla bitirerek ‘’böyle olması gerekir’’ gibi bir şeyler söylemiş. Gece yarısı eve dönerken aynı sokaktan geçen Atıf Bey, Cemil Beyin odasının ışığının yandığını hâlâ şed-i araban saz semaisinin dördüncü hanesine çalıştığını açık pencereden gelen kemençe sesinden anlamış. "Cemil Bey gibi bir dahi bile çıktığı zirveye böyle tırmanmıştır’’ diye kendi kendine mırıldanır. Bir Şiir - Bir Beste Tanburi Cemil’in Ruhuna Gazel Şiir: Yahya Kemal Beyatlı Beste: Cinuçen Tanrıkorur Bezm-i Cemşid’de devran ki kadehlerle döner Şevk şeb-ta-be seher raks-ı mükerrerle döner. Tutuşur meş’ale–i dille merayayı huzuz Hüsn-ü Aşk ortada bin mah, bin ahterle döner. Cümle ervah-ı makamat açılır arşa kadar Rast mahur ile uşşak muhayyerle döner. Kurtulur pay-i tarab yerden o dem ki melekut Yere gökten süzülür halka-i şehperle döner. Her gelen rind kanar zevka bu mecliste Kemal Canib-i rahmete son çektiği sagarle döner. 29.07.2010 E-Posta: alioktay@alioktay. net |
Ahmet DURSUN |
|
ÖSYM ya da Öyle Salaklıklar Yaptım ki Merkezi |
Aşağıdakilerden hangisi ÖSYM’nin kırmızı kart gerektiren kasıtlı hareketlerinden biri değildir? sorusunun cevabı henüz bulunabilmiş değildir. Eğer ÖSYM, önümüzdeki yıllarda bir cesaret örneği sergiler de; sırf, sistemin bir neslin canına nasıl okuduğuna, koca bir gençliği nasıl bunalıma sürüklediğine dair bir imtihan yapabilirse bu tür soruların cevabını öğrenmiş oluruz. Fredy’nin Kâbusu’na dönen üniversiteye giriş sınavlarının ortaya çıkardığı korku ve pesimistlik hali muhterem zevatımızı pek memnun etmemiş olacak ki, bu korku ve tedirginliği verem ve kansere dönüştürebilecek bir kılavuz hatası yapıldı. “Üç yanlış bir doğruyu götürür ha!” diyerek gençlere aba altından sopayı gösterenler öyle hatalar yaptılar ki, ortada yanlışı götürecek bir doğru da kalmadı. Kendi kültür ve medeniyetini tarumar ederek gençliğini karanlığa mahkum eden bir zihniyetin yanlışları bu yazıya sığmayacak kadar derin ve geniştir. Ülkemizde gençler üzerinde yapılan araştırmalar, “Türkiye’deki en önemli sınav nedir? sorusuna verilen cevapların çoğunlukla ÖSS ya da şimdiki haliyle LYS olduğunu gösteriyor. Her yıl yaklaşık iki milyon gencin bu imtihanlara girdiği düşünülünce nasıl bir keşmekeşin içinde olduğumuz ortaya çıkıyor. Yıllarca ailece verilen emeklerin, büyük çabaların neticesi çoğunlukla bir hayal kırıklığı olabiliyor. Zira Türkiye’deki üniversite profili, ülkenin gençlerine maddî ve manevî donanımı sağlayacak niteliklerden oldukça uzaktır. Üniversitelerle ilgili şu anki izlenim, onların birer yüksek lise olduğu şeklindedir. Üniversiteyi kazanmak ve buradan mezun olmak hayallerin gerçekleşmesi için çoğunlukla yeterli olmayabiliyor. Bin bir güçlükle bir üniversiteye yerleşen gencimiz, bir de yeteneklerine uygun bir bölüme giremediyse, üniversite sonrası yeni bir mücadelenin içinde kendini buluveriyor. Hayat, yaptığı gerçek imtihanla, gencimize daha önceki girdiği sınavlardan daha acımasız davranabiliyor. Bu yüzden, üniversite tercihleri, hazırlık dönemi kadar önem kazanıyor. Tartışmalı kılavuz günlerinden sonra üniversiteye giriş tercihleri devam ediyor. Bu tercihler geleceğin anahtarı konumunda olacaktır. Yanlış tercihler ömür boyu sürecek pişmanlıkların başlangıcı olabilir. Tercihlerle ilgili mutlaka profesyonel rehberlik hizmetlerinden yararlanılmalıdır. Benim dikkat çekmediğim husus ise bir imtihan dünyasında yaptığımız genel tercihlerle ilgilidir. İlkokuldan beri imtihan kazanmayı tek gaye olarak aşılayan ve bu kazanmayı da şahsi menfaate ve maddiyata göre dizayn eden anlayış; bir ÖSYM kılavuzunu hazırlayamayacak kadar küçülmüş ve iflas etmiş durumdadır. “Menfaati şahsiyesine himmeti hasretmek” hastalığını körükleyen bu anlayış, yalnız kendisi için yaşayan, kendisi için sınav kazanan, kendisi için üniversiteyi bitiren bir gençlik tipini doğurmuştur. ‘İnsan’ olmanın on üniversite bitirmekten daha değerli olduğunu, ‘adamlığın’ ne işe yaradığını anlatamayan, doğruluğun ve başkalarına faydalı olmanın hazzını tattıramayan, sevgi dolu kalplerin nelere kadir olduğunu gösteremeyen, şanlı tarihinin izlerini hatırlatamayan bir anlayışın mahkumu olmak ‘hiç’ olmakla eşdeğerdir. Bugünlerde tercihlerini yapan gençlerimize yalnızca şunu hatırlatıyorum: Nereyi kazanırsanız kazanın, ne olursanız olun… Bundan onon beş yıl sonra nerede olursak olalım. Dürüst, insanlara ve kendine faydalı, elifin manasını hayat pratikleri haline getirebilmiş, çocuklarına sevgiyle gülümseyebilen iyi bir annebaba, hayallerini ve ideallerini yitirmemiş bir fert olabiliyor muyuz? Adam olabiliyor muyuz? İşte bütün mesele… 29.07.2010 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Yine tahrik ve galeyan |
Önce İnegöl’de, ardından Dörtyol’da yaşanan olaylardan hareketle yine genelleyici sonuçlar çıkarıp, “Bakın, biz demiştik, Türkiye etnik çatışmaya gidiyor” diyenler var. Evvelce de başka yerlerde, Bozüyük’te, Bayramiç’te, İzmir’de, Muğla’da benzer olaylar olmuştu. Şimdi bunlara İnegöl ve Dörtyol eklendi. Ancak her birindeki olayların niteliği, cereyan ediş tarzı, şartları değişik. Bu farkları yok sayarak, söz konusu hadiseleri birbiriyle irtibatlandırıp “etnik çatışma” iddiasını teyid eden gelişmeler gibi göstermek, arkaplanında başka bir niyet ve hesap yoksa, sathî ve hissî bir değerlendirme olur. Öte yandan, son olaylarda şimdiden belirlenen provokatör izleri, ayrıca dikkat çeken bir nokta. Nitekim İnegöl’deki gerginlikte ön planda gözüken kişilerin, ilçede daha önce hiç görülmemiş ve kimsenin tanımadığı şahıslar olduğuna dair haberler çok enteresan. Sivas, Kahramanmaraş, Çorum... olaylarında da, işi provoke ederek sonra sırra kadem basan böyle X şahıslar yok muydu? Bu tür olaylarla ilgili olarak bizim öteden beri şöyle bir kanaatimiz var: Türkiye’de önce bu çeşit gerginlikleri kaşıyarak işi tırmandıran provokasyon ve tahrik çeteleri sahneye çıkıyor; ardından galeyan çeteleri onların başlattığı işi tamamlıyor. Tamamen bir danışıklı dövüş ve planlı bir rol dağılımı söz konusu. Önce tahrik, sonra galeyan. Bu tezgâhın içinde halk yok. Çünkü bizim insanımız, nerede olursa olsun, her zaman olgun, sakin ve sağduyulu bir karaktere sahiptir. Ne tahrikçilere prim verir ve provokasyonlara gelir, ne de galeyana kapılıp ortalığı yangın yerine çevirir. Milletimizin şahsiyetine sağlam ve köklü bir karakter özelliği olarak yerleşmiş olan bu olgunluğun altındaki en önemli dinamiklerden biri, Bediüzzaman’ın ortaya koyduğu ve talebelerinin sadakatle uyguladığı “müsbet hareket” prensibinin kitlelere çok büyük ölçüde mal olmuş olmasıdır. Bu sayededir ki, haddizatında toplumsal yapımızın “fay hatları” olarak nitelenen son derece duyarlı ve riskli alanlara yönelik çok tehlikeli provokasyonlar dahi boşa çıkarıldı ve ucuz atlatıldı. Türk-Kürt, Alevî-Sünnî, laik-antilaik, dinci-dinsiz... gibi sun’î ayrımlar üzerinden yürütülen söz konusu tahrikler, toplumdaki birlikte yaşama iradesini ve müsbet hareket şuurunu aşamadı. Tarihe trajik hadiseler olarak geçen münferit örneklerin açtığı yaraların tedavisi de bu irade ve şuurla olacak. Ve Türkiye bu yolda ilerlemekte. Dörtyol’da yaşanan gerginliğe de bakarsak: Dört polisin şehit edilmesi üzerine patlak verdiği söylenen olaylarda, bir kesimin işi polisle de karşı karşıya gelip çatışma ve hızını alamayıp BDP bürosunu ateşe verme noktasına taşıması hiç de normal görünmüyor. “Polisler şehit edildi” diye başlatılan bir eylemin polisle çatışmaya dönüştürülmesinin mantıklı bir izahı yapılabilir mi? Eğer bu işi yapanlar “ülkücü” diye isimlendirilen kişilerse, o zaman MHP liderinin yıllardır ülkücü ve milliyetçi tabana yönelik olarak yayınladığı “Asla sokağa dökülmeyeceksiniz, güvenlik güçleriyle karşı karşıya gelmeyeceksiniz” talimatlarına uyulmuyor demektir. Eğer öyle ise, MHP yönetiminin daha etkili çareler bulması icab eder. BDP’lilerin ortamı sakinleştirme babında “Hükümet yapamıyorsa biz yaparız” lâfına gelince: Sakın öyle birşeye tevessül etmesinler. Mevcut gerilimlere yenilerini eklemekten başka bir marifetlerine şahit olmadığımız bu siyasetçiler bu meseleye de karışıp işi daha da alevlendirmesinler. Ve oturup, kendilerine “Bütün bu olup bitenlerde bizim sorumluluk payımız nedir? Duruş ve tavrımızla, ilgili olduğumuz sorunların çözümüne katkı mı sağlıyoruz, yoksa onların daha da katmerli hale gelmesine mi sebep oluyoruz?” diye sorsunlar, sıkı ve samimî bir özeleştiri yapsınlar. Gelelim hükümetin tavrına: Görünüyor ki, zaten başından beri sıkı tutamadığı inisiyatifi iyice elden kaçırıyor gibi. Ve bu gidiş, özellikle demokrasi açısından hiç de hayra alâmet gözükmüyor. Referandum böyle bir ortamda mı yapılacak? 29.07.2010 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
“Kemalizmle İslâmı barıştırma!” (2) |
Doğrusu, Foreign Affairs dergisinin AKP için “sivil Kemalistler” nitelemesini kullanıp “Kemalizmin Batıya bakan yüzünü yaşatan Ak Parti, sivil Kemalizmin savunucusu haline gelerek Kemalizmin gereklerini yerine getiriyor” yorumu, gerçeği bütün açıklığıyla ortaya koyuyor. Dünyaya bakan yüzüyle “siyasal İslâm”ın “evrilmesi”nden türeyen AKP’nin “Kemalizm’in Batı’ya bakan yüzünü yaşattığı”na dikkat çekilen yazıda, “Batılı değerler” denilen seküler kültürün Müslüman karakterli Türkiye’de askerî Kemalizm vesâyetini “sivillik” ve hatta “dindarlık” perdesinde devam ettirildiği vurgulanıyor. (http://www.zaman.com.tr 24.4.2010) Devamında M. Kemal’in devrin “elitleri”ne verdiği “dinden tecrid modernleşme” görevinin bu maskeyle daha rahat yerine getirildiği ve topluma “mal edilmeye çalışıldığı” belirtiliyor. Dergideki, “Türkiye’de öldü-ölecek durumundaki Kemalizm, iktidardaki AKP tarafından yaşatılmaya ve ömrü uzatılmaya çalışılıyor” cümlesinin anlamı bu… Aslında, Foreign Affairs dergisindeki yorumdan çok önce bu garâbeti İsrail Dışişleri eski Müsteşarı Alon Liel ifâde etmişti. İsrailli akademisyenin daha AKP iktidarının ilk yıllarında, “Demo İslâm: İslâmın Yeni Yüzü” adlı kitabında, “Erdoğanizmi Kemalizmin güncelleşmiş bir versiyonu” olarak târif etmiş; ve övgüler yağdırdığı Erdoğan’ın partisinin “ucûbe sentez”le “Kemalizmi İslâmla barıştıracağı” öngöründe bulunmuştu. En tuhafı Erdoğan’ın buna itiraz etmeyip “olumlaması”, bugün iyice su yüzüne çıkan “vaziyet”in ilk işâret fişeği olmuştu…
“PROTESTAN İSLÂM” TESBİTİ… En bâriz belirtileriyle partiye “laikliğe aykırı” gerekçesiyle başörtülü milletvekili adayı alınmamasıyla başlayan, iktidar partisine mensup belediye başkanlarının başörtülü belediye meclisi üyelerini “yasal değil” diye toplantılara almamasıyla süren süreçte, her defasında “mayınlı tarla”dan uzak durma hesâbına “ilke ve inkılâplar”a sığınılması, bunun en baş göstergeleri. Tıpkı AKP hükûmetinin AİHM’e bildirdiği savunmada, yasadışı yasağın “yasallığını” savunması; dinî bir vecîbe olan başörtüsünü aynen tepeden inmeci jakoben yasakçılar gibi “laikliğe aykırı, siyasî simge ve gerginlik sebebi” sayması gibi. Ya da yüzlerce Kur’ân âyetinin tefsiri ve Peygamberimizin hadislerinin mânâsıyla deprem gibi umumî bir musîbetin inananlar için bir ders, ikaz ve ibret olduğunu, depremin mânevî boyutunu anlatan ve yazan başta Yeni Asya gazetesi imtiyaz sahibi Mehmet Kutlular olmak üzere Yeni Asya yazarlarının “İlâhî ikaz” davalarında yargılanmalarını ve ceza almalarını, yine Strasbourg’a gönderdiği “hükûmet savunması”nda resmen onaylaması gibi… Keza bu hususta, geçtiğimiz süreçte çokça tartışılan “mahalle baskısı” teriminin Türkiye’deki mûcidi Prof. Şerif Mardin’in “AKP iktidarı Kemalizmin başarısıdır” değerlendirmesi de aynı tezi te’yid ediyor. Ve en son Profesör Dr. Hakan Yavuz’un, AKP iktidarında Türkiye’nin geçirdiği dönüşümü “Türkiye’de İslamî kesim Protestanlaşıyor ve İslâmsız bir İslâm oluşuyor” değerlendirmesi de aynı kapıya çıkıyor. (Röportaj: Şenay Yıldız, Akşam, 25.7. 2010) ABD’deki Utah Üniversitesi Siyaset Bilimi Bölümü’nde dersler veren Yavuz, Türkiye’nin son dönemine ilişkin sosyolojik ve siyasal analizinde, “Eskiden, ‘Modernite İslâmsız olmalı’ diyenler hakimdi. Şimdi ise, ‘Modernite İslâmla beraber gitmeli’ diyenler. Hatta modernitenin ihtiyaçlarına göre ‘İslâm yeniden yorumlanmalı’ diyenler de var. Yani, bugün Türkiye’de bir Protestan İslâmı oluşuyor” tesbiti bu anlama geliyor. “PROJE”NİN AKIBETİ… “Tamamıyla şekle dayalı ve tüketim araçları haline dönüşen, ahlâk, etik, hak-hukuk değerlerinden soyutlanmış bir İslâm”ın oluştuğunu belirten Prof.Dr. Yavuz, sözünü ettiği “protestenlaşma”yı, “Bugün Türkiye’de İslâmî semboller alınıp, satılır hale gelmiş, yer edinmek için kullanılır vaziyete dönüşmüş” cümlesiyle tanımlıyor… Hakan Yavuz’un, “Modern süreçleri ele geçirdikleri” iddiasıyla medya, finans, eğitim sektöründe güçlenen ve iktidar nimetine dadanan ve dünyevileşen haliyle “modernitenin içine girdikçe, modernite de bunların içine giriyor. Modernite, dini yeniden şekillendiriyor. Burada, kazanan kapitalizmin mantığı; Türkiye leblebileşiyor” tâbiri, bir nevi vaziyetin özeti. 12 Eylül darbesi ve Özal’la başlayan “neo-liberal” politikalarla “kimlikler üzerinde siyaset yapma ve kimliksizleşme”nin Türkiye’yi dağıttığı, çimentosunun dağıldığı, kamplaştırıp kutuplaştırdığı tahlili, bu gerçeğin bir başka yönünü ortaya koyuyor. Nihâyetide, “Necip Fazıl’larla, Sezai Karakoç’larla beslenen Millî Görüş, Büyük Doğu Hareketi”nden oluştuğunu söylediği “AKP’nin ruhu”nun dejeneresini, “AKP iktidara geldikten sonra, şimdi artık onlar da lüks yaşamak ve Batı’lı olmak istiyor. Mücahitler artık müteahhit oldu” açıklamasıyla, “bedenle ruh arasında ciddî bir çatışma”yla izâh ediyor.“Kemalizmi İslâm’la barıştırma projesi”nin akıbeti bu… 29.07.2010 E-Posta: [email protected] |