Baki ÇİMİÇ |
|
Nefs-i emmârenin mâhiyeti |
Allah-u Teâlâ, Kur’ân-ı Kerîm’de Hz. Yusuf’un (as) dilinden nefsin kötülükleri işlemeyi, hevâ ve hevesi doğrultusunda Allah’ın emirlerine muhâlefet etmeyi arzuladığını ve sahibini buna yönelmek için zorladığını bildirmektedir. Şöyle ki: ”(Yusuf:) ‘Nefsimi temize çıkaramam. Çünkü Rabbimin merhamet edip koruduğu hariç, nefis aşırı şekilde kötülüğü emredicidir.’”1 Nefis, mâhiyet bakımından maddî bedene muhâlif, ancak gül suyunun gülde, zeytinyağının zeytinde yayılması gibi bedene yayılan nûrânî, yüce, diri ve hareketli bir mahlûktur. Nefs-i insâniye kesif ve yoğun bir halde iken, pek çok mânâ ve şeyleri içine almadaki maksat sırrı itibâriyle, mânevî temizlenme ve ahlâken yükselme ile insanda bulunan bütün mânevî duyguların üzerine çıkabilmektedir. Toprak unsuru suya, havaya ve ziyâya nispeten dahâ yoğun, katı ve karanlıklıdır. Ancak bu yoğunluk ve kesâfet, İlâhî masnûâtın ve esmâ tecellilerinin bütün nev’lerine kaynak olarak Allah tarafından ittihâz edilmiştir. Böylece toprak bütün diğer unsurların üzerinde masnûât-ı İlâhiyeye medâr ve menşe olmak cihetinde Allah’ın tecelliyât-ı esmâsına menşeliği yönüyle en üst seviyededir. Madem toprak kesâfeti itibârı ile en câmi masnûât-ı İlâhiyeye menşe ve medâr ise, aynen öyle de “hem kesâfetli olan nefs-i insâniye; sırr-ı câmiiyet itibâriyle, tezekkî etmek şartıyla bütün letâif-i insâniyenin fevkıne çıktığı gibi...”2 izâhı da çok mânidardır. İnsan nefsi başlangıçta toprak misâli kesâfetli ve yoğundur. Nasıl ki toprak suya, havaya ve ziyâya nispeten masnûâta menşe olmuş ise nefs-i insâniye de bu kesâfeti ile çok sırları üzerinde toplama cihetiyle insanın diğer lâtifelerinin fevkine çıkabilmektedir. Burada bütün sır, kesâfetli olan nefs-i insâniyenin tezekkî etme (mânevî temizlenme) şartıdır. Bedîüzzamân Hazretleri “Madem nefsim emmâredir. Nefsini ıslâh etmeyen başkasını ıslâh edemez. Öyleyse nefsimden başlarım” diyerek nefsi için şöyle seslenir: ”Ey nefis! Cehl-i mürekkeb içinde, tembellik döşeğinde, gaflet uykusunda, söylediğin şu söze mukabil…” diyerek nefsin mâhiyeti ile ilgili önemli ipuçları vermektedir. Ayrıca, Yirmi Üçüncü Söz’deki îkazların başlarında ise “Ey bedbaht nefsim… Ey şikemperver nefsim… Ey sabırsız nefsim… Ey sersem nefsim… Ey dünyaperest nefsim…”3 nidâlarında bulunur. Evet, mâdem nefsimiz emmâredir ve devamlı kötülükleri ister. Cehl-i mürekkeb (kat kat cahillik) içinde, tembellik döşeğinde ve gaflet uykusundadır. Bedbaht, zavallı ve kötümserdir. Şikemperver, boğazına düşkün ve oburdur. Sabırsız, aceleci ve sersemdir. Dünyaperest ya’nî dünyaya taparcasına düşkündür. Öyleyse “Nefis, kendini hür ve serbest ister ve öyle telâkkî eder. Hattâ, mevhum bir rubûbiyet ve keyfemâyeşâ hareketi, fıtrî olarak arzu eder. Hadsiz nimetlerle terbiye olunduğunu düşünmek istemiyor. Husûsân, dünyada servet ve iktidârı da varsa, gaflet dahi yardım etmişse, bütün bütün gâsıbâne, hırsızcasına, nimet-i İlâhiyeyi hayvan gibi yutar.”4 İnsan nefsi Rabbini tanımak ve emir altına girmek istemiyor. Kendisinin hür ve serbest olduğunu telâkkî ediyor. Hatta kendine vehmî bir Rubûbiyet veriyor. Kendi keyfince, başıboş olmak istiyor. Mükâfatta en önde ve vazîfede en geride durmak istiyor. Hem nefis kendinin ne kadar çabuk zayıf ve sönmeye mâruz olduğunu ve çok çeşitli musîbetlere müptelâ olduğunu, çabuk dağılan ve bozulan et ve kemikten ibâret olduğunu da düşünmüyor. Böylece kendisini lâyemut görüyor. Bunun için de bütün lezzetlere saldırıyor ve sınır tanımak da istemiyor. Büyük bir hırs ve şiddet ile dünyaya atılıyor. Hubb-u dünyâ ile onu arzu ediyor. Ahireti de düşünmek istemiyor. Sadece dünyadaki fânî ve geçici hazır lezzetlere müptelâ oluyor. Zehirli bal hükmünde olan lezzetli ve kendisine menfaatli olan her şeye atılıyor. Nefis firavunâne kendisini yaratan ve besleyen Allah’ı unutuyor. Hayatının neticesini düşünmüyor. Kötü ahlâk içinde yuvarlanıp gidiyor. Nefis, insan sarayında şeytanın casus bir veziri gibi çalışıyor. En yakınımızda, bizimle berâber ve bizimle birlikte yaşıyor. Nakıs, çaresiz, cahil ve bir o kadar da süflî. Firavun meşreptir nefis. İnatçı ve bilgiçlik taslayan bir hali de vardır. Bedîüzzamân Hazretleri Yirmi Dördüncü Söz’de nefsin mâhiyeti ile ilgili şu tespitleri de yapmıştır: Nefis; fahre meftundur. Övünmeyi, böbürlenmeyi, büyüklenmeyi çok sever ve bunlara düşkündür. Şöhrete müptelâdır. Herkesçe bilinmeyi, tanınmayı, şan ve şeref sahibi olmayı da çok arzular. Methe düşkündür. Övülmeye, birinin iyi şeylerini söylemesine, senâ edilmesine ve sitâyişle kendisinden bahsedilmesine düşkündür. Hodbinlikte bîhemtâdır. Kendini düşünmekte, kendi menfaatini ön plana çıkarmakta ve bencillikte eşsiz ve benzersizdir. Nefis, devamlı kendini müdâfaa eder. Avukat gibi kendini savunur. Kusurunu görmek istemez. Kendine güvenir ve kendini beğenir. Kusurları kendine lâyık görmez, kendini şiddetle müdâfaa eder. Nefis, külfet ve hizmet makâmında kendini unutur. Ücret vaktinde ise öne çıkar. Mevti düşünse başkasına verir. İyiliği kendinden bilip fahr ve ucba girer. Kusurunu, acizliğini görmez. Kendisini serbest ve bizzat mevcut bilir. Üstad Bedîüzzamân Hazretleri Risâle-i Nûrların yüzlerce yerinde ise nefsine şöyle hitap eder: Ey methe düşkün, hodbînlikte bîhemtâ sersem nefsim! Ey bedbaht nefsim! Ve ey nefsimle beraber bu hikâyeyi dinleyen adam! Ey nâdan nefsim, bil ki! Ey bîçare nefsim! Ey şikemperver nefsim! Ey sabırsız nefsim! Ey dünyaperest nefsim! Ey nefisperest nefsim, ey dünyaperest arkadaşım! Sen, ey mağrur nefsim! Sen ey riyâkâr nefsim! Ve ey namazdan hoşlanmayan nefsim! Ey tenbel nefsim! Gençliğinde gülmüş, şimdi güldüğüne ağlayan nefsim! Ey kör nefsim! Ey ayıplı ve kusurlu nefsim! Ey sû-i vesveseden me’yus nefsim! Ey feryat eden nefsim! Ya Rab! Hâkimiyetinin ve rahmetinin hakkı için, nefsimi bana musahhar eyle!
Dipnotlar: 1- Yusuf Sûresi 12/53 2- Sözler,2004,s:459 3- Sözler,2004,s:424 4- Mektubat,2004,s:678 02.07.2010 E-Posta: [email protected] |
Halil USLU |
|
Sungur Ağabey ve hatıralar |
Nur-u Kur’ân dâvâsında sosyal hayata ve cemaatin seyl-i ruhânîsine gözlerimizi açtığımızda başımızda gördüğümüz ağabeylerimizden bir tanesi ve nur tanesi muhterem Mustafa Sungur ağabey idi. Sergüzeşt-i hayatımızın bir çok yerinde vardır. Onunla yaşadığımız unutulmayacak hatıralar ve dersler mevcuttur. Uzun zamandır çekmekte olduğu hastalığı beni de muzdarip etmektedir. Onunla ilgili basında çıkan çeşitli haberleri takip etmekteyim. Hazîne-i hafızadan çıkan kendisiyle ilgili birkaç hatırayla, ısrarla istediği duâya vesile olur ümidiyle, makalemi süslemek isterim. Bu ağabeyimiz ve bu nevî zatlar makaleye sığar mı? Yılların hizmet birikimi ile haykırarak söylüyorum: Teneffüs ve tefeyyüz kaynağı olan Risâle-i Nurların, âlem-i insâniyete ve bilhassa bu vatan ahalasinin her tabakasına intikali için bütün hayatını vakfeden bu aziz şahsiyetler, elbette makaleye sığmaz. Bugün çektiği zahirî hastalıklar, onun mânevî âleminde hasenatını çoğaltmakta ve makam-ı âlîsini yükseltmektedir. On binlerce kişi ile muhatap olmanın elbette acı ve tatlı hatıratı bilerek veya bilmeyerek olmuştur; bunların da kalplerden, gönüllerden izalesine vesiledir. Ayrıca, hasta hâlinde ve seksene baliğ yaşında bile hizmet etmesi, her yere ulaşması ise ayrı bir numune-i imtisal olmuştur. Muhterem Sungur Ağabey o kadar büyük ihlâsa sahip ki; ihlâsından bir çok dünya devletine nur-u Kur’ân için gitmeye medar ve mazhar olmuştur. Bu büyük hizmetin büyük payesidir. Nitekim kanaat-ı âcizânemce, çok mühim olan Rusya fütuhâtında içinde bulunmaları bunun en bariz misâlidir. Sahabeler, 14 asır önce Azerbaycan sırtlarına dayanmıştı. 2009 itibarıyla İslâmiyet’in Rusya’ya girişinin 1119’ncu sene-i devriyesi kutlandı. Câlib-i dikkattir; çağrılan 2.500 zevâtın içinde Hz. Bediüzzaman Said Nursî de var. Fakat çağrıldığı tarihten 49 yıl önce vefat ettiğinden, onun yerine muhterem ağabeyimiz Mustafa Sungur çağrılmış ve kendileri gitmişlerdir. Hiç unutmam, gençliğimizin baharında, müthiş bir kışın yaşandığı ve 50 santim karın hâkim olduğu bir günde Konya’da onu karşılamak görevi bizde idi. Bakkaldan yiyecek maddeleri aldıktan sonra dershanemize giderken, elindeki bütün eşyaları bana yükledi. Ben de “Allah Allah, neden acaba bunları bana yükledi? Kendilerinin elinde bir şey kalmadı vs.” diye içimden tenkit ediyordum. O önde, ben de arkada idim. Karda patika bir yol... Birden arkaya dönerek: “Kardaşım, hizmet edene hizmet etmek hizmettir.” O zaman “Eyvah!” dedim kendime, “Bu saff-ı evvel ağabeylerin yanında diline de, kalbine de sahip ol.” Şükür, bütün ömrüm böyle geçti, onların aleyhinde hiç konuşmadım ve konuşturamadılar. Müsbet hareketlerde daimî bir sevginin, saygının ve duânın içerisinde bulunmuşuzdur. Haddini aşmadan bu kervanda yürümek bahtiyarlıktır. Duâmız hep Muhterem Sungur ağabeyle. Aslında o bizlere hakkını helâl etsin ve duâ etsin, biz kimiz? Not: Nur’un ayrı bir kahramanı ve gönül ehli, eğitimci ve Kırıkkale eşrafından Ahmed Özkan kardeşim Hakk’a yürümüştür. Taziyetlerimi sunuyor, kalbime gömüyorum. 02.07.2010 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
Marifet, tersinden okumak mı? |
Medeniliğin, nezaketin, nezahetin, ilim, teknoloji ve kalkınmanın göstergelerinden birisi kitap ve kütüphanedir. Dolayısıyla okumaktır! Pek çok keşif ve buluş yapan insanların çocuklukları, kütüphanelerde ve kitaplar arasında geçti. Bunları bilmekle beraber, okumaya, kitaba ve kütüphaneye gerekli ilgiyi gösterdiğimiz söylenemez. Şu acı tablo bunun en çarpıcı örneğidir: Kültür Bakanlığı, ülkemizde 1500 civarında kütüphanenin bulunduğunu haber veriyor. 72 milyon insana, 1500 kütüphane... Ve 3500 küsûr personel. 200’ü aşkın ilçede ise kütüphane yok. Bunun sebebi ne? Bir kere, okulda okumak değil, adeta okumamak teşvik ediliyor. Gençlere, okuyan, araştıran, kitap kurdu, kütüphane bânisi tarihî şahsiyetler değil; alkolik, müsrif, diktatör, insanların ve özellikle dindarların canına okuyan şahıs ve avaneleri model gösteriliyor! Diğer bir sebebi, çocuğun anne babaların elinde kitap değil, televizyon kumandası, bilgisayar faresi veya sopa görüyor olmasıdır. Çocuk fotoğraf makinesi, kamera gibidir; ne görürse onu alır ve uygular! Bir de kütüphanelerimiz, karanlık, loş ve soğuk. Personelin çehresi, kütüphaneden soğuk olursa, insanlar oraya niçin ve nasıl gitsin? Bir öğrenci, “okul ödevi” için kitap istemişti. “Niçin kütüphaneye gitmiyorsun?” dedim. “Memureler çene çalıyor; kitap istediğimizde somurtuyor, biz almaya kalktığımızda ‘Karıştırmayın!’ diye azarlıyor” dedi. Bütününü tenzih ederiz, ama, okuma zevki olan, kütüphanecilikten anlayan, güler yüzlü, kültürlü elemanlara ihtiyaç olduğu açık. Kütüphanelere (2000 yılı rakamlara göre) bütçeden 13 trilyon lira ayrılmış. Bunun dokuz trilyon lirası personel giderlerine harcanıyor. Geri kalan 4 trilyon lira ile, kütüphanelerin fizikî yapıları mı düzenlenecek, bakımı mı yapılacak, gelişmeleri takip eden yeni kitaplar mı alınacak? İşin en tuhaf tarafı, okulların kütüphaneleri yok! Olanların ise, ya yeterli derecede kitapları veya personelleri yok. Çoğu kapalı zaten. Temel kitabının adı “Kur’ân” (Okunan) olan, evinde kitap bulunmayan, kitaba yatırım yapmayan, kıraathâneleri (okuma evleri) kumarhaneye çeviren ve âdeta “kitapsız” duruma düşen bir toplumun payidâr olması, ilerlemesi mümkün mü? Kaçımızın evinde kütüphane var? Evlerimizi her türlü konfor ve eşya ile süslerken, neden kütüphane ve kitap yok! Kızların çeyizlerine her türlü malzemeyi toplarız. Acaba kaçımız, kızının çeyizine kitap, Kur’ân’ın çağdaş bir tefsiri olan Risâle-i Nur koyuyor? Kitaplı bir milletiz, neden kitapsız kaldık!? Şu fıkradaki gibi, her şeyi tersinden mi okuyoruz: Bankta düzgün oturan adam; okuma yazması olmadığı halde; aksini ihsas etmek için bakışlarını gazetede gezdirir. Yanında oturan: “Gazeteyi ters tutuyorsun!” Hiç bozuntuya vermez: “Düz iken herkes okur, marifet ters okumak!” 02.07.2010 E-Posta: [email protected] [email protected] |
M. Latif SALİHOĞLU |
|
Övünülecek ne kaldı? |
Ey kibirden, gururdan, kasıntıdan bir türlü kurtulamayan devletlû ekâbirler! Ey yakınlarını kayırmaktan, tarafgirlerini kollamaktan, ihaleleri partidaşlarına peşkeş çekmekten geri durmayanlar! Siz, halkın nazarında neyinizle övünmektesiniz? Daha övünülecek neyiniz kaldı? Milleti oyalamaktan, halkı avutmaktan, sahiden gına gelmedi mi artık? Yıllar önce, birçok sahada vatandaşa kolaylık gelecek, rahatlık olacak, karmaşık işler yoluna girecek dediniz. Dediniz de ne oldu? Hangi yaptıklarınızla övünmektesiniz şimdi? * * * Eğitimde yaptığınız medd û cezirlerle yol açtığınız karmaşayla mı övünmektesiniz? SBS karabasanıyla, hem velileri, hem çocukları canından bezdirecek raddeye getirmekle iftihar edebilir misiniz? Yıllar önce söz verdiğiniz "eğitimde adâlet ve fırsat eşitliği"ni bir türlü sağlayamamakla övünebilir misiniz? * * * Sağlık alanında reform niteliğinde değişiklik yapacak, vatandaşa kolaylık getirecektiniz, değil mi? Hani nerede? Şimdi satmayı tasarladığınız hastahane koridorlarında ve hatta gece yarısı bile kapı önleri ana–baba gününe dönen âcil servislerde vatandaşın çektiği çileden haberiniz var mı? * * * Ya şu değişken ilâç listeleri, çaktırmadan kesilen muayene ücretleri ve perişan durumda bırakılan eczacıların durumuna ne demeli? Sade vatandaş olarak, cidden doktorlara, hastahanelere, eczahanelere gitmekten şiddetle çekinir bir hale geldik. Gittiğimiz takdirde, karşımıza ne çıkacağını bilememenin sıkıntısıyla, hastalığımıza razı olup, "Ölsek bile, bari yatağımızda ölelim" diyecek duruma geldik. Hastahanelerde yaşanan ve giderek artış gösteren maddî–mânevî sıkıntı ve stres, neredeyse ölümle eşdeğer bir hale geldi. Siz işi bu raddeye getirmekle nasıl övünebilirsiniz? * * * Terörle başa çıkamadınız. Akan kanı durduramadınız. Ortaya "Açılım" diye bir ucûbe attınız; onu da yüzünüze gözünüze bulaştırdınız. (Tıpkı, "üniversitelerde başörtüsü açılımı" gibi.) Vukufiyetsiz politikalarla, vatandaşı önce heyecana getirip ümitlendirdiniz; sonra da bu ümidi boşa çıkaracak virajlara daldınız. Hâlâ "Kardeşlik projesi" ile "Devlet projesi" arasında gidip gelmekte ve dahi bocalayıp durmaktasınız. Bu meyanda da iftihar edecek bir başarınız var mı? * * * İşsizliği azaltamadınız. İşsizler ordusuna yeni bölüklerin katılmasına sebebiyet verecek politikalar izlediniz. Bankalardaki mevduatın yüzde 50'si 35 bin kişiye, geri kalan yüzde 50'si ise 70 milyona ait. (200x35 bin) Acaba, bu dehşet uyandıran tabloda övünülecek bir nokta var mı? * * * İsrail'in zorbaca baskısı ve zalimane bir saldırıyla mâsumların kanını dökmesi karşısında ne yaptınız? Lâfla efelenmenin dışında, uygulamada övünülecek hangi adımı attınız? Diplomaside yaşanan bu acizlik ve eziklik hali yetmiyormuş gibi, ayrıca bir "gizli görüşme" skandalına imza attınız. Davos'tan geriye övünülecek ne kaldı şimdi?
Tarihin yorumu 2 Temmuz 1570
Osmanlı Donanması Limasol'da
Kıbrıs'ın tamamını fethetmek üzere harekete geçen Osmanlı Donanması, Limasol Koyuna asker çıkardı ve bir gün içinde buradaki Leftari Kalesini teslim aldı. (2 Temmuz 1570) Kıbrıs'ın fethine karar verilmesi, sıradan ve basit bir hadise değildi. O tarihlerde ortaya mücbir sebepler çıkmış ve adanın fethini zorunlu kılmıştı. * * * Bilhassa Yavuz Sultan Selim ve oğlu Kànunî zamanında Şark'ta ve Garp'ta büyük fetihler yapılmış olmasına rağmen, Osmanlı'nın hemen burnu dibindeki Kıbrıs ve çevresinde sıkıntı devam ediyordu. Adaya hükmeden Venedikli korsanlar, hem Osmanlı ticaret gemilerine sataşıp taciz ediyor, hem de hacı kafilelerini taşıyan yolcu gemilerinin önünü keserek haraç alıyorlardı. Özellikle 1569 yılı Haziranında Venedik korsanlarının Müslümanları esir alıp Kıbrıs'ta satmaya yeltenmesi, bardağı taşıran son damla oldu. Bu hadiseye ziyadesiyle hiddetlenen Sultan II. Selim, derhal harekete geçti. Venedik'e bir elçi gönderdi ve Kıbrıs'ın Osmanlı'ya terkini istedi. Talebin reddedilmesi üzerine, savaş meclisi toplandı ve Kıbrıs üzerine sefer hazırlıklarına başlandı. Aynı anda, Şeyhülislâm Ebusuud Efendiden de fetih için fetvâ istendi. Aksi halde, harekât meşrû sayılamazdı. Şeyhülislâm, şu fetvâyı verdi: 1) Bir belde ki, vaktiyle diyâr–ı İslâmdan olup, sonradan küffarın eline geçince, mescid ve medreseleri harap edildiyse veya aynı yerde ayin–i küfür yapıldıysa; 2) Din–i İslâma ihanet ediliyor etrâf–ı âleme zulüm ve haksızlık yapılıyorsa, oranın fethi için yapılacak sefer meşrûdur. Bu fetvâdan sonra, Kıbrıs'a gidecek Osmanlı Donanması hazırlandı. Kumandanlığa Lala Mustafa Paşa tayin edildi. Adayı fethe koyulan Osmanlı Donanmasının karşısında sadece Venedik Cumhuriyetinin değil, aynı zamanda birçok Avrupa devletinin donanması da vardı. Bir yılı aşan şiddetli mücadelenin ardından, Kıbrıs tamamıyla Osmanlı Devletinin hakimiyeti altına girdi. 02.07.2010 E-Posta: [email protected] |
Nejat EREN |
|
Eğitimin gerçekleri ve gençlerimiz |
Bir eğitimci olarak, ülkemizdeki eğitim öğretim durumunun maalesef pek parlak olmadığını söylemek ve itiraf etmek durumundayım. Millî Eğitim Bakanlığı’nın ilköğretim, ortaöğretim, üniversiteye giriş ve üniversite seviyesinde her yıl yapmakta olduğu, dünya çapında “meşhur!” olmuş imtihanların tam “günlere şenlik!” manzaralar arz ettiğini, bu ülkede bulunan büyük çoğunluk biliyor. Kaç bin öğrencinin puanlamada “sıfır!” çektiği gerçeği zaten birçoğumuzun malûmu. Bu manzarayı anlatan bazı aykırı örnekleri nazara vererek, biz de bir tatil muhabbeti yapalım. Esasında, Bolvadinli Hacı Necati Kolay Ağabeyin yıllar önce ilkokulu bitirme imtihanındaki bir soruya karşılık verdiği yazılı cevap başlı başına bir espri! Ama “mayınlı sahaya!” girdiği için onu burada anlatmayacağız. O zamanın okul idarecilerini de çok zor durumda bırakmış ve idareci marifetiyle durum düzeltilmiş! Yalnız, yolu Bolvadin’e düşenlerin; Hacı Necati Ağabeyin kendisinden mutlaka bu olayı dinlemelerini tavsiye ederiz. Şimdi biz gelelim “beylik soru ve cevaplara”. Hepinize iyi eğlenceler! Soru: Maki nedir? Cevap: Akdeniz’de yaşayan kısa boylu cüceler. Soru: Ahmet Haşim’in en ünlü eserlerinin toplandığı eserin adı nedir? Cevap: Best of Ahmet Haşim Soru: İsmet İnönü’nün Batı Cephesine bakışı nasıl idi? Açıklayınız. Cevap: 200 metreden dürbünle... Soru: Deprem sırasında ortaya çıkan enerjiye ne denir? Cevap: Helâl olsun. Soru: Yukarıdaki şiirin ölçüsü nedir? Cevap: Yaklaşık dokuz santimetredir. Soru: Demokrasilerde kuvvetler ayrılığı kaça ayrılır? Cevap: Üçe: Kara, deniz, hava kuvvetleri. Soru: İneğin midesi kaç bölümdür? Cevap: İki oda, bir salon, bir mutfak. Soru: Servet-i Fünun Edebiyatı hangi akımlardan etkilenmiştir? Cevap: Elektrik akımından. Soru: Türkiye’nin geçitlerini yazınız. Cevap: Altgeçit, üst geçit, yaya geçidi. Soru: Canlıların en küçüğüne ne ad verilir? Cevap: Bebek. Soru: Where are you from? Cevap: I am from İstanbulluyum Soru: Dört büyük kitabın adını yazınız. Cevap: 1- Ansiklopedi, 2- Sözlük, 3- Kolej Sınav Kitabı, 4- Kalın Roman Kitaplar Soru: İnsanları hayvanlardan ayıran temel özellikler nelerdir? Cevap: İnsanların hayvanlardan çok derdi olması. Soru: Asgarî ücret nedir? Cevap: Askerlik şubesinde verilen ücrettir. Soru: Devletin kuruluş amacı nedir? Cevap: Devlet bazı insanların hususî büyük işlerini yapmak için kurulmuştur. Soru: Canlıların ortak özellikleri nelerdir? Cevap: Yol, su, cami, mezarlık. Muhasebe imtihanında: Soru: Kasa sayımında 100 bin TL eksik çıkmıştır. Bunu büyük defterde muhasebeleştiriniz. Cevap: Tekrar sayın, eksik çıkmaması lâzım. Çılgın felsefe hocası 100 puanlık tek soruyu yanındaki sandalyeyi göstererek sorar: “Bana bu sandalyenin var olmadığını kanıtlayın!” 100 puan alan tek kişinin cevabı ise sadece şudur: “Hangi sandalye?” Soru: Ormanların faydalarını sayınız. Cevap: Ormanların faydaları saymakla bitmez. (Sonuç: Tam not) 02.07.2010 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Ölüm ve İlâhî adalet |
Remzi Bey: “Yarın mahşerde insan, ömrü uzun olanlarla kendini kıyaslayıp, ‘Birkaç sene daha ömrüm olsaydı belki imana gelecek, tövbe edecektim’ dese, İlâhî adalet ona nasıl mukabele eder?”
Bir kişiye gençlik verilmişse, hayat verilmişse, bu süre içinde akıl ve sağlıklı düşünme yeteneği verilmişse, kendisine tebliğ de yapılmışsa, yani bir peygamberin doğru haberi ulaşmışsa, artık bu kişiye sağlıklı düşünme yeteneği ile Allah’ın varlığını, birliğini ve büyüklüğünü kavraması ve iman etmesi için yeterli müddet ve zaman verilmiş demektir. Başkasının uzun yaşaması bu kişi için hiçbir değer ifade etmez. Bu kişi kendisine verilen ömürle, kendisine ihsan edilen akıl ve sağlıklı düşünceyle, kendisine ulaşan tebliğ ile, Allah’ı bilmek, bulmak ve Allah’a iman ve intisap etmekle yükümlüdür. Ömrünün kısalığı veya uzunluğu yükümlülüğünü etkilemez. Bilâkis, ömrünün uzunluğu aslında kendisi için daha çok risk taşır. Çünkü uzun ömrü boyunca imanını muhafaza etmek ve şeytana uymamak gibi bir zorluğu hep karşısında bulur. Şeytanı, imanını çalmak ve kendisini imansız kabre göndermek için hep pusuda bekler bulur. Her daim Allah’a sığınma ihtiyacı içinde yaşar. Bu ihtiyacını bir an göremeyip şeytanın telkiniyle ayağı kaysa, imansızlık uçurumuna yuvarlansa, bu kendisi için vahim olacaktır. O zaman ömrü uzun kişi de şunu diyemez mi: “Allah’ım! Bana uzun ömür verdin; imanımı koruyamadım. Keşke falanca genç gibi kısa bir ömür verseydin de, benim ruhumu imanım varken alsaydın. Oysa ben uzun ömürde daha çok günah işledim.” Demek, herkes, Allah’tan uzun veya kısa ayırt etmeden, hayırlı ve imanlı ömür istemek durumundadır. Her insanın, aklıyla ve sağlıklı düşüncesiyle iman edecek kadar, “bir anlık” hayatta kalması, sorgu suâl konusu olması açısından yeterli bir süredir. Artık ömrünün kısalığına veya uzunluğuna değil, imandaki ihlâsına, dürüstlüğüne, imanı ile ameli arasındaki bütünlüğe ve bu bütünlüğü sağlama çerçevesinde kalbinin niyetine bakılır. Makbule geçen ömrün uzunluğu veya kısalığı değil; kalbindeki iman değerleridir. Bunu elde etmek ve korumak için de uzun ömre ihtiyaç yoktur. Esasen iman etmek anlık bir meseledir. İman etmenin ömrün uzun olup olmamasıyla hiçbir ilgisi yoktur. Bir anlık iman etmek ve son nefesini bu iman üzere vermek Allah’ın rızasına ve cennete ulaşmaya kâfidir. Çünkü iman etmek bir intisaptır, bir bağlılıktır. Kişi Allah’a iman etmekle, kendi rızasıyla Allah’a kul olmuştur. Allah’a intisap etmiştir. Allah nezdinde ömrün uzun veya kısa olmasının önem açısından hiç farkı yoktur. Allah nezdinde kalbin imandaki ihlâsı ve samimiyeti önemlidir. Zamanın ise uzunu da, kısası da birdir. Çünkü zaman nehri zaten Allah’ın elindedir. Nitekim Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerine göre, Allah’a intisabını bilen her bir kul, bu intisap sırrıyla bütün varlıklarla kardeş olur, hadsiz bir varlık kazanır. Ayrılık ve ölüm onu asla hırpalamaz. Onun bu intisap içinde bir an yaşaması, hadsiz bir varlık kazanması için yeterlidir, sonsuz bir hayatı ve saadeti kazanması için kâfidir. Eğer bu iman ve intisap olmazsa, bütün ayrılıklar, ölümler, yokluklar ruhunu paramparça eder. İmansız ve intisapsız uzun yaşamasının hiçbir değeri yoktur. İmansız olarak bir milyon sene yaşamış olsa da, sonuçta fanidir, geçecektir, tükenecektir, değersizdir, ruhunu kanatacaktır. Fakat imanlı olarak bir an yaşaması, milyonlar sene imansız yaşamasına bedeldir. Bu, tükenmeyen bir nur, bitmeyen bir ebedî saadet kazanmasına yeter. Bu bakımdan bütün ehl-i hakikat şöyle demişlerdir: “Bir ancık imanla yaşamak, milyonlar sene imansız yaşamaktan üstündür, değerlidir, Allah katında makbule geçer.”1 Bunun için İlâhî adalete göre, “bir anlık” hayat iman etmeye kâfîdir. Bu “bir anlık” hayatta iman eden ve intisabını bilen, kurtulur ve cennete girer.
Dipnotlar: 1- Mektûbât, s. 280. 02.07.2010 E-Posta: [email protected] |
Vehbi HORASANLI |
|
Denizcilik ve Kabotaj Bayramı |
Her 1 Temmuz günü “Denizcilik ve Kabotaj Bayramı” olarak kutlanılır. Yeri gelmiş iken “Kabotaj nedir ve neden bayram olarak kutlanmaktadır?” sorularına cevap vermeye çalışayım. Kabotaj; Fransızca “Cabotage” kelimesinden gelir; yakın kıyılarda, özellikle de bir ülkenin kendi limanları arasında yapılan ticarî denizcilik anlamını taşımaktadır. 20 Nisan 1926 tarihinde kabul edilmiş olan 815 Sayılı kanun, yani Kabotaj Kanunu, 1 Temmuz 1926’da yürürlüğe girmiş ve bu kanun, “Türkiye Limanları ve sahilleri arasında yük ve yolcu taşınması ile kılavuzluk ve römorkaj hizmetleri, Türk Vatandaşları ve Türk Bayrağı taşıyan gemilerce yapılır” hükmünü getirerek daha önceden yabancılara açık olan bu faaliyetleri bundan böyle sadece Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının yapabileceği, kabul edilmiştir. Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinde Kabotaj hakkı, kapitülasyonlar sebebiyle ülkemizde ikamet eden yabancı ülkelere ait şirketlere ve yabancı uyruklulara da tanınmakta idi. Bu yetki ve ayrıcalık, Kabotaj Yasası ile sadece Türk vatandaşlarına ait duruma getirilmiştir. Kabotaj, T.C. vatandaşları için haktır. Amaç, Türk denizciliğinin gelişmesidir. Daha önceden kapitülasyonlarla yabancılara verilen haklar böylelikle denizde kendi vatandaşlarımız adına geri alınmaktadır. Ancak ne var ki, bugün Kabotaj Hakkını “Kurtuluş Savaşının denizlerdeki zaferi” olarak tanımlayanlar olduğu gibi, bu bayramı “Bayram değil, sabotaj” günü ilân edip 1 Temmuz tarihinde denize siyah çelenk bırakan vatandaşlarımız da bulunmaktadır. Benim düşünceme göre, egemenlik hakkının denizlerimizdeki göstergesi olarak bu hakkın Türk vatandaşlarına verilmesi gerçekten önemli bir kazanım olmuştur. Ancak, Kabotaj Kanunu ile elde ettiğimiz hakkı ve avantajı, denizcilik sektörümüzün her alanında lâyıkıyla kullandığımızı söylemek de ne yazık ki mümkün değildir. Gerek yük taşımacılığında, gerekse yolcu taşımacılığında hâlâ denizyollarını gerektiği gibi kullanamıyoruz. Kanunun çıkmasından sonra çok önemli gelişmeler olmasına rağmen geldiğimiz nokta pek de iç açıcı değildir. Ülkemiz, 8333 kilometrelik sahil şeridi, üç yanının denizlerle çevrili olması ve en ucuz, en çevre dostu taşımacılık türü olan deniz taşımacılığını geliştirmek için birçok avantaja sahiptir. Fakat gelişmelere baktığımız takdirde, giderek küçülen bir yolcu gemisi filosu göze çarpmaktadır. Hâlihazırda İstanbul-Trabzon ve İstanbul-İzmir arasındaki düzenli yolcu vapuru ve feribot seferleri iptal edilmiş durumdadır. Daha kötüsü, insanlarımıza bu alışkanlıklarını kaybettirmişiz, gerekli hızlı ve kaliteli vapurları devreye sokamadığımız için, kaliteli hizmeti sunamadığımız için, insanlarımızın ayağı denizden kesilmiştir. Yolcu taşımacılığı o kadar kötü bir duruma gelmiştir ki, yabancı yatırımcılar için de cazip olmaktan çıkmıştır. Devletin elindeki büyük yolcu gemileri, özelleştirme adı altında elden çıkarılmıştır. Bu gemiler tedarik edilirken kendi denizlerimize uygunluğu düşünülmemiş, bize gerekli olan yolcu gemisi ve feribot tipi doğru olarak seçilmemiştir. Öte taraftan, kabotaj haricinde ülkemizde ithalat-ihracat olmak üzere toplamı 130 milyon ton olan yükümüzün ancak % 25’i Türk Bayraklı gemiler ile taşınmaktadır. Bunun en önemli sebebi yanlış politikalar izlenmiş olmasından kaynaklanmaktadır. Denizcilik sektöründeki en önemli kurumlardan biri olan Denizcilik Bankası ve onun bünyesinde olan Denizcilik Bankası Deniz Nakliyatı Anonim Şirketi gibi şirketlerimiz yanlış politikalar sonucu iflâs etmiş, ettirilmiştir. Bütün bu olumsuz gelişmelere rağmen doğru denizcilik politikalarıyla kabotaj taşımacılığını canlandırmak zorunluluğu vardır. Devlete büyük görevler düşmektedir. Bu konuda devletin girişimleri faydalı olmakla birlikte yetersiz kalmıştır. Meselâ ÖTV’siz yakıt temini çok yararlı olmuştur. Son dönemde kabotaj hattındaki taşımacılığın güçlendirilmesi için vatandaşlarımıza ÖTV’siz yakıt adı altında yıllık yaklaşık 150 Milyon Dolarlık bir destek sağlanmıştır. Tabiî bu çalışmanın sonuçları kısa vadede tesbit edilemeyecektir. Uzun vadeli sonuçlara bakılması gereklidir. Rabbimden bütün denizci kardeşlerime rahmetini esirgememesini niyaz ediyorum. 02.07.2010 E-Posta: [email protected] |
Rifat OKYAY |
|
Haydi kolay gelsin! |
Şimdi gelin devlet olalım! En revaçta metaımız ve özentimiz spor. Bunu gelin ilmî, ahlâkî ve kurallı olarak yapalım. En gözden düşen askerlik ve askerlerimiz. Yeniden Peygamber ocağına dönelim ve Allah için yapalım. Milletin sırtından hemen inelim. Özellikle gençlerimiz, geleceğimiz olan çocuklarımıza kitap hediye edelim. Okuyarak her şeyimizi kurtaralım. Sağlığın, sıhhatin, rahatın ve huzurun çevre sağlığıyla olacağını bilerek, insanımıza çevre bilinci verelim. Yarış varsa akan sular duruyor. Duran suları yeni durduralım ve hayır olan, güzellikte, iyilikte yarışalım… Esnaf oldu olası hep ağlar… Gelin ağlatmayı besmele ve dua ile başlayan esnaflıkla keselim. Yani illa alayiş, nümayiş ve gösteriş mi olmalı? Kültür sohbetleri, faaliyetler elbetteki her türlü bilgi ve beceriyi bizlere sessizce kazandırabilir. Bunları canlandıralım. Evvel zamanlarda deliler musikî ile tedavi edilip iyileştiriliyormuş. Şimdi zangur zungur müzikle akıllılar delirtiliyor. Gelin sakin olalım, ruhumuza ve sırrımıza derinden derine hitap eden ve tesir gösteren müziğimizi, tecrübe etme adına da olsa bir dinleyelim. Ahiret-dünyaya yol... Şehir-başka şehre yol… Ev-işyerine yol… Okul-bilgili olmaya yol… Ve hayatta, hayatın içinde binlerce, milyonlarca yol… Ey insan! İnsan olma yolunda sen de bir gayrete gir ki, o da olsun bir yol! Deprem var; ahşap ev yap, demirden ev yap! Soğuk var; ısıtmalı ev yap, sobalı, kaloriferli ev yap!.. Şu dünyada; dünya dolusu ateş var, gel günahlardan berî ol, ateşe karşı kendine ahiret soğutmalı bir sığınak yap. Yolları temiz tut, hamamları açık tut, çeşmeleri akar tut, lâkin günah kirlerine karşıda iman İslâmiyet, Kur’ân havuzunu açık tutmayı unutma!.. Hırsızla, çalmayla, çırpmayla ticaretin sonu; hem dünya, hem ahiret cezası ve belâsı olurken… Kârlı bir ticaretin, ahiret ticaretiyle mümkün olduğu gerçeğini ve kazancın birden bine çıktığını aklından çıkarma!.. İmaretlerimiz vardı… Var var şimdi de var… Talebe yurtları, evleri… Kimsesizler, ihtiyarlar, fakirler yine var… Neden imaretlerin işlemlerini buralarda yapmayalım ki… Bin kişiyi doyurman şart değil ya… Bir kişiyi doyur… Aklına ve nefsine bir terbiye emri buyur! Öğretmenler yoktu muallimler vardı… Bildiklerini yaşayan ve öğretme gayreti içinde olan muallimler… Bilgi şimdi aya mı çıktı, gökyüzüne mi çekildi? Gelin sevgili hocalarım, ip atıp çekelim, belki bize de “âlim” derler… Ne dersiniz? Maneviyat, maddiyat… Sevgi ve nefret… Çok amaçlı bir Dünya ve harabe olmamış bir ahiret ancak dikkatle basarak, hazer ederek elde edilir veya geçilir. Haydi kolay gelsin… 02.07.2010 E-Posta: [email protected] |
Şükrü BULUT |
|
Merkelizmden modern komünizme |
Siz de biliyorsunuz ki Merkelizm diye birşey yoktur. Asıl olan ise, Merkel gibi hiçbir özelliği olmayan politikacıların arkasına gizlenmiş asıl aktörleri tesbit etmektir. Bunu yapabildiğimiz ölçüde dünyamız şeffaflığa kavuşacaktır. Almanya´daki “modern bolşevizm” çalışmalarının Merkel’le başladığını biz de iddia edemeyiz. Fakat bu gizli organizeli ekibin 11 Eylül'den sonra Avrupa'da daha yoğun, serbest ve başarılı çalıştığını da görmek zorundayız. Bir kadının tek başına Katolik kilisesine “posta” koyması normal karşılanamaz. Merkel'in XVI. Benedikt'e sataşmasından bir süre sonra agresif ateist dediğimiz ikinci Avrupalılar kiliseye karşı topluca hücuma geçtiler. Birçok kardinal veya ruhanî liderin gençlik dosyalarına kadar uzanarak, Türkiye Kemalistlerinin “irtica saldırılarına” benzer dosya savaşını başlattılar. Agresif ateistlerin Almanya Hıristiyanlarından tedirginliği, Türkiye Kemalistlerinin Müslümanlardan tedirginlikleriyle tam mânâsıyla örtüşüyor. Hatta saldırıda kullandıkları üslûp, metod, resim ve suçlama biçimlerine varıncaya kadar. Her yerde olduğu gibi Avrupa'da da sefih dinsizlerle insaniyetperver ve inananların mücâdelesi seccaldir. Yani med cezir gibi gidişli gelişlidir. Şu mevsimde sefih dinsizlerin karşı taarruzlarını kaydeden tarih dairevâri dönüşüyle benzer manzaraları farklı zaman dilimlerinde ibret alabilenlere arz ediyor. Dinsiz felsefenin Marx’la birlikte Avrupa'da şahs-ı manevî tarzındaki cemaatleşmesini dikkatle takip edenler, Marx’la beraber Darwin'in, Freud'un, Jung'un, Reich ve Adorno gibi feylesofların biyoloji, psikoloji, fizik, tıp, sosyoloji ve tarih gibi birçok sahada şuurlu bir şekilde ve organizeli bir metodla sahneye çıktığını göreceklerdir. Zaman zaman bahsinde bulunduğumuz Birinci ve İkinci Frankfurt mektepleri etrafında oluşan ideolojik gergefler, karmaşık görünen hadiseyi netçe ortaya koyuyor. 19. ve 20. yüzyıl materyalistlerinin dünyalarını “komünizm” süslüyordu. Marx’ın sosyolojik kategorisinin zirvesinde yer alan komünizmin bilhassa 20. yüzyıl başındaki tatbik tarzını etraflıca inceleyenler, Merkel ve ekibinin hürriyeti kullanarak “modern komünizmi” günümüz toplumundaki yaygınlaştırmaya çalıştığını hayretle göreceklerdir. Merkel'in başarısında ahlâksız dinsizlerin “temel insanî değerlere” karşı yürüttüğü devamlı saldırıların payı büyüktür. Başta kilise olmak üzere birçok insanî sivil toplum örgütü; eşcinsellik, kürtaj, nikâhsız birliktelikler ve uyuşturucu gibi Avrupa insanın mahiyetini bozan dehşetli sosyal hastalıklara karşı yeterlice seslerini yükseltip pozisyon belirleyemiyorlar. Ekonomik politikaların milleti sıknefes ettiği, çekirge sürülerinin dadandığı Alman millî servetinin erimesi ve AB'nin de saldırgan global fonların saldırısına uğramasıyla, cemiyetin çöküş ve çürümesi hız kazanıyor. Yine burada ilginç bir benzerliği sizlerle paylaşmak istiyoruz. Hıristiyan Demokratların temsilcisi olarak siyaset sahnesine çıkan Merkel'in “modern komünizme” hizmetleriyle, İslâm adına Türkiye´de siyaset yaparken “Hedefimiz ilke ve inkılâpları toplumun ortak paydası yapmaktır” diyen Erdoğan'ın Kemalizme sağladığı katkı arasındaki benzerlik fevkalâde şaşırtıcı değil mi? Söylem ve sloganlarına baksanız Merkel komünizme, Erdoğan da Kemalizme karşı olduklarını iddia edecektir. Fakat bu her iki “yeni muhafazakâr” da netice itibariyle, İnsanlık ve inanç karşıtı olan rejimlere bir şekilde destek veriyorlar. Evet doğrudur, zaman müstakim bir çizgi üzerinde, başlangıç ve sonu birbirinden uzaklaşan bir hat değilmiş. Mevsimlerin oluşmasını sağlayan dairevarî bir hareketi takip ediyormuş. İnşaallah hem Almanya ve hem de Türkiye, milletin can damarını emen düşmanlarına, komonizm ve Kemalizme hizmet eden bu iki siyasî güruhu yakalarından silkeleyip atacaklardır. Zamanı beklemek zorundayız… 02.07.2010 E-Posta: [email protected] |
Umut YAVUZ |
|
Kaçamak siyaset |
Hükümet neredeyse hiçbir konuda süreçleri kontrol edemez hale gelmiştir. İç ve dış politikada, ekonomide, reformlarda, terörle mücadelede ve daha birçok meselede ciddî sorunlar karşısında bocalamaya başlamıştır. Bocaladıkça da sürekli birilerini suçlayarak, hedef göstererek, ayrıştırarak ve komplo teorileri üreterek sorunlardan sıyrılmaya çalışmaktadır. En iddialı oldukları “İsrail’e diklenme politikasında” bile esasında ne kadar içten pazarlıklı olunduğu ortaya çıktı. Nasıl mı? Dün ajanslara düşen haberler bunu ayan beyan ortaya seriyor… Associated Press ajansı İsrail ve Türkiye’nin dışişleri yetkililerinin İsviçre’de gizlice bir araya gelerek ilişkilerin normalleşmesi için görüş alış-verişi yaptıklarını duyurdu… Haberin ayrıntıları ise şu şekildeydi: “Associated Press (AP)’nin haberine göre; Türk ve İsrailli yetkililer son dönemde gerilen iki ülke ilişkilerini düzeltmek için gizli bir toplantı yaptı. Öte yandan İsrail gazetesi Haaretz ise Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu ile İsrail Sanayi, Ticaret ve Çalışma Bakanı Binyamin Ben-Eliezer’in İsviçre’de buluştuğunu yazdı. Gelen bilgilere göre görüşme Brüksel’de Ahmet Davutoğlu’nun kaldığı Crown Plaza’da özel bir kişi adına kiralanan suit odada gerçekleşti. Yaklaşık 2.5 saat süren toplantıya Davutoğlu’nun yanı sıra Dışişleri Müsteşarı Feridun Sinirlioğlu da katıldı. Mavi Marmara olayı sonrası gerilen ikili ilişkilerin tekrar tesis edilmesinin ayrıntılarının konuşulduğu toplantının iki bakanın başbakanlarına konuyla ilgili bilgi verdikten sonra yeniden belirlenecek bir tarihte yinelenmesi kararlaştırıldı.” Şimdi kimileri kalkıp “Bunda ne var efendim, pek tabii ki görüşebilirler” diyebilir… Burada görüşmeleri bir nebze anlayışla karşılayabilirsiniz, ancak esas mühim olan bu görüşmenin gizli bir şekilde gerçekleştirilmesi… Gerçi günümüz iletişim imkânlarında bu tür şeyleri gizli tutmanız neredeyse imkânsız ama niyet ortadadır... Şunu açıkça söyleyelim… Biz diplomasiden vazgeçilmesinden hiçbir zaman yana olmadık. Ancak sormak gerekiyor, İsrailli yetkililerle neden gizli bir şekilde ve İsviçre’de görüşme gereği duyuldu? Orada neler konuşuldu? Neden bu konuda basına herhangi bir açıklama yapılmadı? Hatırlarsanız Davos çıkışı sonrasında bütün askerî tatbikatların iptal edileceği söylenmiş ancak daha sonra menfur gemi baskınının ardından 3 askeri tatbikat iptal edilince, kazın ayağının öyle olmadığı anlaşılmıştı. Zira aslında İsrail’le ilişkiler tıkırında gitmekteydi… Şimdi de anlaşılan benzer bir durum yaşanıyor. Burada kaderin bir cilvesinden de bahsetmek gerekiyor… Biliyorsunuz Davos İsviçre’de kayak merkezleriyle ünlü bir tatil yöresidir. Yani Erdoğan’ın “Ortadoğu kahramanı” olma macerası İsviçre’de, Davos’ta başlamıştı… Bizce bu gizli görüşmeyle birlikte, İsviçre’de başlayan bu gösteriş siyaseti yine İsviçre’de fiilen sona ermiştir… Öte yandan İsrail’le bu gizli görüşmenin hemen Erdoğan’ın Obama ziyaretinden sonrasına denk gelmesi de manidardır… Anlaşılan o ki, Obama Erdoğan’a bir balans ayarı yaptı ve İsrail ile normalleşme sürecinin düğmesine basmasını istedi. Bu görüşme de bu normalleşme sürecinin ilk adımı olabilir. Demek oluyor ki, kürsülerde yaygarayı koparan AKP hükümeti, perde arkasından yavaş yavaş İsrail ile güllük gülistanlık günlere dönmek niyetinde… Buna kaçamak siyaset denir… Ahlâkî olmadığı gibi, ilkeli de değildir. Sormak gerekiyor, AKP acaba Mavi Marmara’da şehit edilen insanlarımızın hakkını aramaktan vazgeçecek mi? Bu vak’ayı da sümen altı ederek, başarılamamış politikalar listesine mi kaydedecekler? Bu meselede hassasiyeti olan herkesin, yandaşlığı bir yana bırakıp bunun hesabını hükümet yetkililerinden sorması elzemdir! 02.07.2010 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
NATO’ya ihâlenin akıbeti |
Türkiye-ABD ilişkilerinde muhataralı başlıklardan biri de “terörle ortak mücadele”nin Afganistan ekseninde ele alınması… Erdoğan’ın Toronto’da Obama’yla görüşmesinde, PKK’yı “terör örgütü” ilân eden ABD’nin, Türkiye’nin başta Kandil olmak üzere sınırötesi operasyonlarına itirazını aşmak adına bu konuyu gündeme getirmesi, bir dizi istifhama sebebiyet veriyor. ABD’nin işgali altındaki Kuzey Irak’ta bir bölgeyi ele geçirip inhisarı altına alan terör örgütünün tasfiyesi ve terörist kamplarının dağıtılmasının önemini nazara veren Erdoğan’ın, bir NATO üyesi olarak Afganistan’da NATO çerçevesinde ABD’ye verdiği desteğe mukabil, sözkonusu bölgede NATO desteği talebi, çeşitli yorumlara yol açıyor. Dahası, Başbakan’ın “Üçlü mekânizma bütün bunlara dayalı olarak atılmış adımlardır. Bunun gereğini de arkadaşlarımız şu anda çalışıyor, yerine getireceğiz” demesi, Ankara’nın bu mevzudaki niyetini açığa çıkarıyor… Irak merkezî yönetimin ve bilhassa kuzeydeki yerel yönetimin terör örgütüyle mücadelede, en azından lojistik desteğini kesmede, malî, finansal kaynaklarını bloke etmede, silâh ve mühimmat edinmesini engellemede gevşek ve gönülsüz davrandıklarını ve üzerlerine düşeni yapamadıklarını söyleyen Erdoğan’ın, bu kapsamda söyledikleri, dikkat çekici. “Bizler de NATO ülkesi olarak aynı zamanda Afganistan’daki birlikteliğimiz neyse bu birlikteliklerimizi de farklı yerlerde de kararlılıkla sürdürmemiz lazım. Hele hele bu bölgede dayanışmamız çok daha farklı bir önem ifade ediyor” cümlesi, bu açıdan kayda değer… (İnternethaber, 29.6.2010)
IRAK VE AFGANİSTAN’DAN SONRA.. Erdoğan’ın NATO’ya “görevi”ni hatırlatması, meseleyi Türkiye’nin Afganistan’a Uluslararası Güvenlik Destek Gücü (ISAF) emrine asker göndermesiyle ilişkilendirmesi, ister istemez terörle mücadelenin NATO’ya ihâlesini mevzubahis ediyor. Bilindiği gibi daha ilk beşinci ayında 65 bin işgalci Amerikan askerinin Türkiye üzerinden Irak’a girmesine dair hazırladığı “tezkere”nin 1 Mart 2003’te Meclis’te reddedilmesinin ardından AKP hükûmeti, Meclis’i by pass ederek çıkardığı “genelge”yle ABD’nin bütün savaş araç ve gereçlerinin Türkiye üzerinden naklini sağladı. Bununla da yetinmedi; 1 Eylül 2004’te Resmi Gazete’de yayınladığı “ABD’ne Ait Destek Hamûlesinin İthal/İhraç ve Ülke İçi Nakil ve Tevziine Dair Tebliğ”le, yedi limanla altı havaalanını Amerikan askerlerine açıldı. Hafif ve ağır silâhlar, mühimmat, teçhizat, askerî bakım ikmal maddeleri taşınıyor. Türkiye kirli savaşın ortağı konumuna sokuldu. Millî Savunma Bakanı Gönül’ün ikrarıyla kısa zamanda, “tezkerenin açığı telâfî edildi.” Aralarında İncirlik’in de bulunduğu bu üsler, yedi yıldır Amerikan savaş gemileri ve savaş uçaklarınca kullanılıyor, Müslüman komşu Irak üzerine binlerce sorti yapıldı, yapılıyor. Yine bu süreçte Türkiye’nin egemenlik ve çıkarları, Orta Asya ve Hazar havzasındaki enerji rezervleri ve hatları hesâbına Afganistan’da da ABD’ye tam destek verdi, veriyor. Başta Fransa, Almanya ve Japonya gibi en yakın müttefiklerinin ayak sürümlerine karşı Türkiye takviye ek askerî birlikle Afganistan’daki asker sayısını iki katına çıkarmış. … Türkiye’nin Afganistan’a asker gönderme gerekçesi, NATO’nun 5. maddesi. Sovyetlerin dağılmasından sonra varlığı, amacı ve rolü tartışma konusu olan NATO’nun bu maddesine göre, “Kuzey Amerika’da veya Avrupa’da herhangi bir NATO üyesi ülkeye yöneltilecek silâhlı bir saldırı, hepsine yöneltilmiş kabul ediliyor.” Ve bu saldırıya karşı -BM Yasası’nın 51. Maddesinde tanınan bireysel ya da toplu öz savunma hakkıyla-, Kuzey Atlantik bölgesinde güvenliği sağlamak ve korumak için saldırıya uğrayan ülkeye diğer üye ülkelerin yardım edip birlikte silâhlı kuvvet kullanabileceğini öngörüyor.
“GÖREV HATIRLATMASI”NIN ANLAMI… ABD, bu maddeyi istismar ediyor. Bir NATO üyesi olarak işgale ve saldırıya uğraması bir yana, okyanuslar ötesinden gelerek tamamen NATO bölgesi dışındaki Irak’tan sonra Afganistan’a saldırıp işgal ediyor. Yer altı ve yerüstü kaynaklarını yağmalayıp işbirlikçilerle birlikte tâlân ettiği ve iki milyon insanı katletmekle içinde çıkılmaz hale getirdiği, iki milyon insanın öldürüldüğü, hergün yüzlerce sivilin katledildiği Irak’tan sözde “çekilme” sonrası, çıkarlarını koruma görevini Türkiye’ye devretmeye çalışıyor. Keza Afganistan’da çıkarları koruması projesiyle, “Taliban” bahanesiyle gönderilen 1800’e yakın askerle yetinmiyor, Türkiye’nin muharip asker göndermesinde ısrar ediyor. Görev tanımında “esneklik” perdesinde Mehmetçiğin “sıcak çatışma”yla cepheye sürülmesini dayatıyor. Kısacası, AKP iktidarında ABD ile tarihinin en derin ve yoğun işbirliğine giren Türkiye, Amerika’nın transatlantik egemenlik ve menfaatleri aracı haline getirilen NATO perdesinde dünyada “joker” gibi kullanılıyor… Peki, bütün bunların ortasında Başbakan Erdoğan’ın Kanada’da, Obama üzerinden NATO’ya çağrıda bulunarak “Müttefik Türkiye’ye ile PKK ile mücadele görevdir” ifâdesi, ne anlama geliyor? ABD, Kuzey Irak’ta çeyrek asrı aşkındır koruyup her türlü lojistik desteği verdiği PKK terör örgütünü NATO paravanında tasfiye edebilecek mi? Sonra bu “müdahâle”nin akıbeti ne olacak? 02.07.2010 E-Posta: [email protected] |
Mehmet KARA |
|
Hiç değilse böyle bir meselede uzlaşın |
Türkiye’nin gündemini terör olayları belirlemeye devam ediyor. Neredeyse her gün şehit haberleri geliyor. Millet artık terör olaylarının sona ermesi için birilerinin bir şey yapmasını bekliyor. Demokrasilerde bunu yapacak da iktidarıyla, muhalefetiyle siyaset kurumudur. Ama siyaset yine çözümün değil kutuplaşmanın peşinde. Salı günü Meclis’te grubu bulunan dört partinin de grup toplantısı vardı. Meclis’e giderken liderlerinin tümünün konuşmalarında bu konuya temas etmesini bekliyorduk. Meclis’in Çankaya kapısından girerken, Hatay’ın Hassa ilçesinde jandarmanın terörist sanarak öldürdüğü vatandaşların yakınları ile karşılaştık. Bu insanlar milletvekillerine durumu anlatmak ve sorumluların cezalandırılması için yardım istemeye gidiyorlardı. Ayak üstü sohbet ederken olayı kısaca anlattılar. Dört kişinin sabah namazını camide kıldıktan sonra hem spor yapmak, hem de kekik toplamak için yasak olmayan, piknik alanı olarak kullanılan tepelere gittiklerini, bunu da sık sık yaptıklarını söylediler. Yaralı olan yakınlarından edindikleri bilgilere göre, üzerlerine birden ateş edilmeye başlanmış. Neye uğradıklarını şaşırmışlar. Aslında dört kişilermiş. Birisi kaçıp kurtulmuş. Birisi yaralanmış, iki kişi de ölmüş. Meclis’te kimlerle görüştüler bilmiyorum, ama bu olayın örtbas edilmemesini istiyorlar. Sorumluların mutlaka hesap vermesini, “yanlışlıkla oldu” şeklinde kapatılıp geçilmemesini bekliyorlar. Bu isteklerine biz de iştirak ediyoruz.
* * *
Terör meselesini siyasetin çözmesi gerektiğini başta söylemiştik. Hassalılardan ayrıldıktan sonra terör konusunda genel başkanların ne söyleyeceğini merak ede ede, grup toplantılarının yapıldığı Meclis’in ana binasına gittik. Birkaç gün önce Meclis Başkanı Mehmet Ali Şahin terörle mücadelede kararlılık görüntüsünü pekiştirmek üzere siyasî parti genel başkanlarının bir araya gelmesi temennisinde bulunmuştu. Kemal Kılıçdaroğlu, Erdoğan’la bir araya gelebileceğini açıklamış, Erdoğan da buna olumlu yaklaşmıştı. Liderlerin terörün çözümü konusunda bir araya gelip gelemeyeceğini merak ederek, bir de bir gün öncesindeki görüşmelerden ümitlenerek konuşmaları dinlemeye başladık. Geçen haftaki bir yazımızda biz de meselenin çözümü için parti genel başkanlarının bir araya gelmesi gerektiğini yazmıştık. Önce Devlet Bahçeli’nin grubunu takip ettik. Bahçeli, konuşmasında hükümetin terörle mücadele yöntemlerini yerden yere vururken, sert eleştiriler yapmıştı. Konuşması biter bitmez, AKP’nin grubuna doğru hareket etmiştik. Erdoğan da gruptaki konuşmasında “Başbakan” olarak bütün parti genel başkanlarını davet edeceğini söylemişti. Bu konuşmadan sonra ümidimiz daha da arttı. Ancak biz Başbakan’ı dinlerken Bahçeli’nin çıkışta gazetecilere yaptığı açıklamada, Erdoğan’la görüşmeyeceğini söylediğini bilmiyorduk. Meğer Bahçeli “Başbakan Erdoğan’ın samimiyet ve güvenirlik katsayısının çok düştüğünü, kendileriyle yapılabilecek olan görüşmeler sonrasında nasıl bir yalan ve iftirayla karşı karşıya kalacaklarının belli olmadığı”nı ifade ederken, böyle bir görüşmeyi kabul etmeyi düşünmediğini söylemiş. Ve toplantının Cumhurbaşkanı’nın başkanlığında yapılmasını istemişti. Peşinden CHP Grubuna gittik. Orada da Kılıçdaroğlu, “Sayın Başbakan kendisini Cumhurbaşkanı koltuğunda mı sanıyor bilmiyorum, ama biz sayın Başbakan’ı ziyaret etmesi için bekleriz” diyerek kapısını bu görüşmeye kapattığını açıkladı. Erdoğan, Kılıçdaroğlu ile Bahçeli’nin, terörle mücadele konusunda görüşme yapılabileceğine ilişkin açıklamalarına verdikleri cevapları değerlendirirken, “Ben şu anda Cumhurbaşkanlığı makamında olduğumu söylemedim, ama ben Başbakanım ve şu anda yürütmenin başıyım. Yürütmenin başı olarak da şu anda bu konuda atılması gereken adımları atmak durumundayım” ifadelerini kullandı. Meclis’ten ayrılırken, taşıdığımız o umut da sönmüştü. Liderler yine birçok konuda olduğu gibi milletin sorunlarını değil, kendi parti çıkarlarını, parti menfaatlerini düşünerek terör konusunda ortak yapacakları toplantıya kapılarını kapatmışlardı. “Keşke sınır karakollarında çömelerek-çömelmeyerek görüntü vermek yerine liderler terörü çözme konusunda birlikte fotoğraf verebilselerdi” diye düşündüm. Siyasetteki kutuplaşma artık hat safhada… Türkiye’nin ortak bir meselesi olan terör konusunda bile bu kutuplaşmayı görüyoruz. Kürsülerden, medya üzerinden birbirlerine ağır eleştiriler yaparken bir araya gelip bu meseleyi konuşamıyorlar. Özetle diyeceğimiz, siyasetçilerin, ülkeyi yönetenlerin, Türkiye’nin en büyük meselelerinden birisi olan terörle mücadelede ortak bir dil geliştirmeleri gerekiyor. On yıllardır 30-35 bin kişinin öldüğü yetmedi mi? Hiç değilse bu konuda milletin kutuplaşmasına sebep olmayın. Milleti kasmayın, çözüm bulun… Demokrasilerde iktidar kadar muhalefet de önemlidir. Eğer ortak bir konuda partiler farklı da olsa görüşlerini, düşüncelerini ortak bir zeminde karşılıklı söyleyemiyorsa demokrasi adına kayıptır. 02.07.2010 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Ergenekon nereye? |
Belli bir zamana kadar peş peşe yapılan operasyonlarla canlı tutulmaya çalışılan, ama bir süredir rutinleşip durgunlaşan Ergenekon süreci, şimdi de final sinyalleri mi vermeye başladı? Son dönemdeki işaretler onu gösteriyor. Ergenekon dâvâlarına bakan İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesinde başkanla iki üye ve savcılar arasında beliren çatlak büyüyerek devam ediyor. Adalet Bakanlığının, Ergenekon savcıları içerisinde en fazla öne çıkan Zekeriya Öz hakkında soruşturma açılmasını reddeden kararı, Ankara 4. İdare Mahkemesi tarafından iptal edildi. Yargıtay 4. Hukuk Dairesi, Prof. Dr. Mehmet Haberal’ın tutuklanmasına, bu halinin devamına ve tahliyesinin reddine karar veren dokuz hakimi 1500’er lira tazminat ödemeye mahkûm etti. (Bu arada, Meclis Başkanı Şahin’den Devlet Bakanı Arınç’a birçok ismin, hakkında hüsn-ü şehadette bulunduğu Haberal’ın sağlık durumunu Cumhurbaşkanı Gül’ün de İÜ Rektörü kanalıyla düzenli olarak takip edip selâmlarını ilettiği haberinin tam da bugünlerde manşetten duyurulması rastgele bir gelişme olmasa gerek.) Yargıtay 11. Ceza Dairesi, Erzincan Başsavcısı İlhan Cihaner hakkında “Ergenekon terör örgütü üyeliği” iddiasıyla Erzurum 2. Ağır Ceza Mahkemesinde açılan dâvâyı, yine Cihaner’le ilgili olarak kendi önüne gelen diğer dâvâ ile birleştirdi ve Başsavcı ile diğer bazı sanıkları tahliye etti. Buna karşı da İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi, Cihaner’in Erzurum’da yargılandığı dâvânın dosyasını, Albay Çiçek’in dosyasıyla birleştirdi. Mahkeme başkanı bu karara da katılmadı. Sonuçta İstanbul mahkemesiyle Yargıtay dairesi arasında bir ihtilâf ve yetki çatışması ortaya çıktı. Kimilerine göre Yargıtay temyiz mercii olarak daha üst konumda, ama İstanbul bunu kabul etmiyor, “Bizimle Yargıtay arasında ast-üst ilişkisi olamaz” diyor ve yetki ihtilâfının Yargıtay Ceza Daireleri Genel Kurulu tarafından çözülmesi gerektiğini savunuyor. Tartışmanın nasıl bir sonuca bağlanacağını ise hep birlikte göreceğiz. Bu arada, Kafes, amirallere suikast, Poyrazköy dâvâlarına bakan İstanbul 12. Ağır Ceza Mahkemesinde de hayli dikkat çekici gelişmeler oluyor. Başkanı ile üç üyesi olan ve eksiği bulunmayan heyete, evvelce Şemdinli dâvâsını askerî yargıya havale etmiş olan mahkeme başkanının da üye olarak atanması ve ilâveten, heyete, Balyoz dâvâsındaki ilk tahliye kararlarını veren üyenin “geçici başkanlık” yapacak olması ilginç değil mi? Başkan değişiminin sebebi, Haberal’ı tahliye etmedikleri için tazminata mahkûm edilenler arasında yer alan aslî başkanın kalp krizi geçirdiği için bir süreliğine görev yapamayacak olması. Ve Balyoz’da, Çetin Doğan başta olmak üzere birçok sanık için verilen, ancak itiraz üzerine kaldırılan tahliye kararları, geçtiğimiz günlerde başka bir hakim tarafından yine tekrarlandı ve bu defa savcılar itiraz etmedikleri için tahliyeler kesinleşti. Yeni bilgi, belge ve bulgulara dayalı olarak yeniden tutuklama talebi olmazsa, Doğan ve diğer sanıklar artık tutuksuz yargılanacaklar. Bütün bunları üst üste koyduğumuz zaman ortaya çıkan tablo, yeterince fikir veriyor olmalı. Ergenekon mahkemesinin, diğer iki üyeden yolunu ayıran başkanı, Seyfi Oktay’ın aracılığı ile görüştüğü HSYK Başkanvekiline “Bu gidişle dâvâ otuz yılda bitmez” demişti. Dahası, bitmemesinin de ötesinde, “Yarın öbür gün eskaza hükümet değişirse, o zaman bunun hesabını başkaları sorar, daha kötü sorar” ifadesini kullanmıştı. Çetin Doğan da son tahliyesinin ardından, “Bu balyoz, onu çıkaranların tepesine inecek” tehdidinde bulunmuştu. Ki, benzer tehditlerin, dâvâ sürecinin ilk aşamalarından itibaren, farklı sanıklar tarafından da hakimlerin ve savcıların yüzüne karşı defaatle seslendirildiği bilinen bir gerçek. Süreçteki duraksama, hattâ çözülme işaretlerinin ardından, bu tehditlerde ifadesini bulan bir “ters dalga”nın da gelip gelmemesi, yargı sisteminin yeni sınav alanlarından birini oluşturabilir. 02.07.2010 E-Posta: [email protected] |