25 Haziran 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Rifat OKYAY

Risâle-i Nur’u anlama yolunda...


A+ | A-

Nefsimizin sevmediği konu ve konular hakkında nefsin üzerine baskı kurmak… Bizi okuyarak anlamada yarı yolda bırakacak olan bu konuda, iman, Kur’ân hakikatlerini öğrenmek ve anlamak noktasında nefis ve şeytanın ortak ürünü umursamazlık, tembellik ve önem vermeme konularının üzerine ısrarla giderek, kendimizi değil, nefis ve şeytanı yarı yolda bırakmalıyız.

Alâka ve ilgi, her zaman kendimizin dışından birilerinden uyandırılmak, sevk ve idare edilmek noktalarından beklenmemeli... Risâle-i Nurlar eğer dikkatle ve sabırla okunursa, binler merakaver imanî ve kudsî mesele bizlerin alâka, ilgi ve dikkatini çekecektir.

Sevdiğimiz şeye yöneliriz… Gelin değer verdiğimiz Risâle-i Nurları okuyarak sevdiğimizi de gösterelim. Kim neyden, ne kadar şikâyetçi olursa olsun asla nefsinden onun zulüm ve tembelliklerinden şikâyetçi olmuyor. Gelin, bizi Kur’ân, iman ve itikad yolundan alıkoyan nefis ve şeytanımızdan şikâyetçi olalım Rabbimize… O’na samimî yüreklerle hulûs-u kalple teveccüh edip bizleri Nurları okumaktan alıkoydukları nefis ve şeytanımızı şikâyet edelim, yardım istiyelim. Tabiri caiz ise, nefis ve şeytanımızın dedikodusunu kendi kendimize yapıp, asıl olan ve önemli bir mesele olarak bizleri her türlü kudsî hizmetlerden alıkoyan okumama ve tembellik konusunu Rabbimize anlatalım ve muavenetini, rahmetini ve hıfzını dileyelim İnşaallah…

Ne olur yani nefsin elinden, şeytanın yönlendirmesinden bakış açımızı değiştirsek, kurtarsak ve iman, Kur’ân, İslâmiyet hakikatlerini öğrenmeye yönelik okuyarak, anlayarak meselelerimizi sahiplensek ve bu konuda gayret sarf etsek… Ne kaybederiz ki?

Kendimizi bir an için insanoğlu insanın yerine koysak ve her şeyi bilen bu insanın İslâmiyetini bilmediğini, iman ve Kur’ân hakikatlerinden bîhaber olduğunu düşünsek, acaba bize vazife olarak ne düşüyor bir bilsek… Bu bilmenin baş harfinde önce kendimizin bilgili olması gerektiğini anlasak… Bilgi, iman, Kur’ân, İslâmiyet bilgisini elde etmek için çalışmamanın, okumamanın mesuliyetini bir düşünsek, bir anlasak… İmanlı bir insanın sevinci, rahatı ancak imansız fertler kalmadığı zaman mümkün olabilir… Yani karşımızdakinin yerine kendimizi koyalım, bakalım bizlere ne gibi ve nasıl pencereler açılacak acaba?

Yalnızlık insan eliyle insana gelir. Kur’ânın ve imanın kâinatı kucaklayan muazzam ve muhteşem daireleri, halkaları içinde tıpkı namaz ibadetinde olduğu gibi, yalnız olmadığının şuurunda olmalıyız. Cemaat şeklinde hareket etmek, düşünmek ve okumakla elbette hem kendimizin yalnız olmadığını, hem de muazzam ve muhteşem kuvvetimizin olduğunu kendimize ispat etmeliyiz… Bunun yolu da okumaktan, anlayarak okumaktan geçer.

Elele, kafa kafaya vereceğimiz tek meselemiz budur ve bu olmalıdır. Kur’ân hakikatlerini, imanın muazzam meselelerini anlayarak okumak ve öğrenmektir.

Bu yolda Rabbimize yüzümüzü çevirmek, elimizi açmak ve anlayarak okumaya başlamak bizim birinci vazifemiz olmalı.

Allah yardımcımız olsun…

25.06.2010

E-Posta: [email protected]



Ali FERŞADOĞLU

İmtihanlardan imtihanlara koştururken…


A+ | A-

Dünya işleri, medyatik haberler, siyasî boğuşmaları takip ile adeta sersemleşiriz. Bunun yanında, ÖSS, KPS, LGS, LYS, HA-SS, HU-SS, BU-SS, ŞU-SS, O-SS diye imtihanlardan imtihanlara koşuşturup duruyoruz. Ne var ki, SHİ’yi (Sonsuz Hayat İmtihanı’nı) pek kale almayız!

Okula girmek için imtihan oluruz. Dersleri geçmek için imtihan oluruz. Memuriyet almak için imtihan oluruz. Herhangi bir işe girmek istediğimizde, şirket veya iş verenler bizi imtihan eder! İmtihanlardan imtihanlara koştururken, asıl ve en büyük imtihanı unutuyor muyuz?

Okumak, çalışmak veya evlilik yoluyla bazı Avrupa ülkelerine gitmek isteyenleri bile zorlu imtihanlardan geçiriyorlar!

Üniversite imtihanını kaybetmek, bize neye mâl olur? Üniversite bitirmemiş oluruz! Bu ve diğer dünyevî bütün imtihanları kaybetsek, takriben 50 yıllık hayatımızı etkiler...

Ama bütün bu imtihanlardan çok daha büyük ve önemli, başımıza öyle bir imtihan açılmış ki, ebedî bir hayatı kaybetmek veya kazanmak imtihanı bu. Şu dünyanın bağ, bahçe, saraylarından daha büyük değerleri kaybetmek veya kazanmak imtihanıyla karşı karşıya değil miyiz?

“Herkesin, iman mukabilinde, bu zemin yüzü kadar bağlar ve kasırlarla müzeyyen ve bâki ve daimî bir tarla ve mülkü kazanmak veya kaybetmek dâvâsı başına açılmış. Eğer iman vesikasını sağlam elde etmezse kaybedecek. Ve bu asırda, maddiyyunluk tâunuyla çoklar o dâvâsını kaybediyor. Hattâ bir ehl-i keşif ve tahkik, bir yerde kırk vefiyattan yalnız birkaç tanesi kazandığını sekeratta müşahede etmiş; ötekiler kaybetmişler. Acaba bu kaybettiği dâvânın yerini, bütün dünya saltanatı o adama verilse doldurabilir mi?”1

Dünyanın basit imtihanlarına hummalı bir şekilde, durmadan dinlenmeden çalışırken; kurslara, dershanelere, eğitim merkezlerine on binlerce lira masraf yaparken, acaba sonsuz hayat imtihanı için ne yapıyoruz?

“Cihan Harbi’nden daha büyük bir hadise ve bu zemin yüzündeki hâkimiyet-i âmme dâvâsından daha ehemmiyetli bir dâvâ, herkesin ve bilhassa Müslümanların başına öyle bir hadise ve öyle bir dâvâ açılmış ki, her adam, eğer Alman ve İngiliz kadar kuvveti ve serveti olsa ve aklı da varsa, o tek dâvâyı kazanmak için bilâtereddüt sarf edecek.”2

Kendinizi, âniden, yol, dil, iz bilmediğiniz yabancı bir ülke bulduğunuzu farz ediniz. İlk önce yapmanız gereken şey nedir? “Ben bu ülkeye niye geldim; beni buraya kim gönderdi?” sorularının cevabını bulmak değil midir? Bir rehber, harita veya bulunduğunuz şehrin krokisini bulmaya çalışmaz mısınız? Aksi halde, yani bir rehber bulamadığınızda, duyacağımız heyecan, korku, sıkıntı ve başınıza gelecek musîbet ve felâketleri, karşılaşacağınız tehlikeleri tahayyül edebilir misiniz?

ÖSS, KPS, LGS, LYS’ye hazırlanalım tabiî ki. Lâkin, SHİ’ye (Sonsuz Hayat İmtihanı’na) da gereği gibi hazırlanmalı değil miyiz?

Dipnotlar:

1- Bediüzzaman Said Nursî, Asay-ı Musa, YAN, s. 21. 2- Age, s. 20.

25.06.2010

E-Posta: [email protected] [email protected]



M. Latif SALİHOĞLU

Lider üzerinden kitlelerin kontrolü


A+ | A-

Dünyada kökü eskilere dayanan bir "derin strateji", Türkiye'de bilhassa 12 Eylül Darbesinden sonra tatbik sahasında konuldu.

Bu strateji, cemaatleri şöhretli şahıslara, kitleleri de putlaştırılmış liderlere bağlamak sûretiyle, etkin kontrolü sağlamamayı esas alıyor.

Yürütülen mantık şudur: Kitleler şahısların sevk ve idaresine bağlandı mı, potansiyel tehlikelerin kontrol altına alınması çok daha kolaylaşmış olur.

İşte, özellikle 12 Eylül sonrası ülkemizde uygulanan "kontrol strateji"nin dayandırıldığı mantık budur.

Kemalizmin kuşatması altında bulunan derin mahfillere göre, Türkiye'de iki büyük potansiyel tehlike var: İrtica ve bölücülük.

Türkiye'de irticanın hortlaması ve ülkenin bölünmesi ihtimali her ne kadar zayıf olsa da, söz konusu odakların işine gelen şey, yine de tehlike vehmidir.

Onlar, bu tehlike vehminin alabildiğine abartılmasından yanadırlar. Zira, yaklaşık yüz yıldır süre geldikleri "vesayet rejimi"ni ancak bu sûretle idame ettirebileceklerine inanırlar.

Dolayısıyla, onlar için "bölücülerin başı" ile "irticanın başı" konumundaki şahıslar, birer "velinimet" durumundadır.

Onlar, bu velinimetlerini koruyup kollamaktan geri durmazlar.

Fakat, bu görevlerini hiç çaktırmadan yapma becerisini gösterirler. Yanılgının en önemli sebebi budur.

Onlar, çok rahat bir şekilde irtica ve bölücü potansiyelini şahsında toplayan lider konumundaki kişilere şiddetle karşıymış gibi görünürler. Hamasetli konuşurlar, ahkâm üstüne ahkâm keserler.

Lâkin, meselenin iç yüzü, görüntüdeki rollerden ve profillerden çok farklıdır.

Bu roller, insanı hayrete düşürse de, asıl dehşet veren husus, maksada vasıl olmak için, herşeyin, özellikle mâsum canları yakmanın mübah görülmesidir.

Evet, stratejik hesapların insan kanı üzerinden yürütülmesi, affedilmesi mümkün olmayan çok vahşiyâne bir cinayettir.

Böylesi cinayetlerin, bırakın Türklükle, Kürtlükle, yahut Müslümanlıkla, acaba insanlıkla bir alâsı olabilir mi?

Şöhretli şahısları kullanmak, grup liderlerinden faydalanmak, şayet günahsız bir şekilde uygulanabilseydi... Liderleri yönlendirmek için, eğer mâsumların mal ve canlarının yakılması mübah sayılmasaydı... Keza, şahısları parlatmakla, şayet kudsî hakikatleri perdelemek cihetine gidilmeseydi...

Yürütülen derin politikalar, yine de bir derece mâzur görülebilirdi.

Fakat, maaselefe görülüyor ki, söz konusu derin strateji, helâl–haram bakılmaksızın, günah–sevap dinlemeksizin yütülüyor.

Şahıslar da, kiminin humkundan, kiminin havfından, kiminin şan–şöhret zaafından istifade sûretiyle, sergilenen vahteşe alet veya şerik ediliyor. (*)

Şöhretli şahısların, ayrıca ilâçla, siyanürle veya elekromanyetik müdahalelerle de kontrol altında tutulup yönlendirildiğini unutmamak lâzım.

Bu girdaptan tek çıkış yolu ise, şahıslara bağlanmamak, liderlerin sultası altına girmemek; aksine, ilkelere önem vermek, kalıcı ve uzun ömürlü prensipler manzumesine sıkı sıkıya bağlanmaktır.

.......................................

(*) Şimdi beşerde insan suretinde şeytanın vekili olan ruh–u gaddar... Kiminin hırs–ı intikamını, kiminin hırs–ı câhını, kiminin tamahını, kiminin humkunu, kiminin dinsizliğini, hattâ en garibi, kiminin de taassubunu işletip siyasetine vasıta ediyor. (Bediüzzaman, Hutuvat–ı Sitte, s. 98.)

Tarihin yorumu 25 Haziran 1950

Bitmek bilmeyen Kore Savaşı

Kuzey Kore birliklerinin Güney Kore'ye saldırması sebebiyle 1950 yılı ortalarında başlayan "Kore Harbi", her ne kadar 1953 senesinde sona erdiği kabul edilse de, farklı yönleriyle halen devam ediyor gibi örünüyor.

Silâhlı muharebe üç yıl sürdü. Savaş sonrasında, on yıl önceki bölünmüşlük yine de ortadan kaldırılamadı. Sağlanmış gibi görünen barış, kâğıt üzerinde kaldı. Hatta, iki taraf arasında 2007'de imzalanan barış antlaşmasına rağmen, aradaki güven henüz tesis edilebilmiş değil.

Bu özetin ardından, şimdi de detaylara geçelim...

* * *

Kore Savaşı, 25 Haziran 1950'de başladı. İkinci Dünya Savaşı sonrası ortadan ikiye bölünen Kore'nin kuzeyinde Rusya, güneyinde ise Amerika'nın hakimiyeti oluştu.

Kuzey Kore'de, hem Rusya, hem de Çin ile müttefik komünist bir yönetim kuruldu. 25 Haziran günü, aralarında sınır olarak kabul edilen 38. paraleli geçen komünist kuvvetler Güney Kore toprağını işgale başladı.

Bunun üzerine âcilen toplanan Birleşmiş Milletler Teşkilâtı, üye devletlerin iştiraki ile güçlü bir ordu teşkil edilerek Kore'ye gönderilmesini kararlaştırdı.

Amerika başta olmak üzere on beş ülke askerî kuvvet, beş ülke de para ve sağlık malzemesiyle yardımda bulundu.

Komünist istilâya karşı askerî kuvvet gönderen ülkeler şunlar: ABD, İngiltere, Türkiye, Y. Zelanda, Belçika, Filipinler, Kanada, Yunanistan, Lüksemburg, Habeşistan, Avustralya, Fransa, G. Afrika Birliği, Hollanda ve Kolombiya.

Türkiye, bu savaşa 17 Ekim 1950 tarihinde General Tahsin Yazıcı komutasında 5090 kişilik bir tugayla iştirak etti. Katıldığı çatışmalarda büyük başarılar elde eden Türk tugayı, dünyanın takdirini kazandı.

Yaklaşık üç yıl devam eden savaşta 900 askerimiz hayatını kaybederken, 2000 kadarı da yaralandı.

Üç yıl müddetle münavebeli şekilde Kore'ye gidip gelen askerimizin yekûnu takriben elli bin kişiyi buldu.

25.06.2010

E-Posta: [email protected]



Süleyman KÖSMENE

Fazilet, hüküm ve hikmetleriyle gusül - 1


A+ | A-

Coşkun Tekatalay: “1- Gusül abdesti hakkında bilgi verir misiniz? Nasıl ve ne zaman alınır? Gusletmek ne zaman farz, ne zaman sünnettir?”

Gusül, lûgatte, bir şeyi temiz ve temizleyici su ile yıkamak demektir. Dinî deyim olarak ise gusül, iğne ucu kadar kuru yer kalmaksızın bütün bedeni yıkamaktır. Yani boy abdesti almaktır. Abdeste küçük temizlik; abdest almayı gerektiren durumlara da küçük kirlilik dendiği gibi; gusle büyük temizlik, gusül yapmayı gerektiren hallere ise büyük kirlilik denmektedir.

Guslün farziyeti âyet ve hadisle sabittir. Cenâb-ı Hak, Kur’ân’da; “Eğer cünüpseniz guslederek temizlenin”1 buyurur.

Şu üç durumda gusletmek farzdır:

1- Cünüplük hâlinde.

İki durumda cünüp olunur:

a) Erkek ya da kadından ihtilam, oynaşma, bakma, düşünme veya her ne sebeple olursa olsun; şehvetle meni gelmesi durumunda.

Hazret-i Âişe’den (ra) rivayet edilir ki: Hazret-i Peygamber’e (asm) “İhtilâm olduğunu hatırlamadığı halde iç çamaşırında ıslaklık gören kimse cünüp sayılır mı?” diye soruldu. Resûl-i Ekrem Efendimiz (asm): “Evet, yıkanması gerekir” buyurdu. Yine Peygamber Efendimiz’e (asm) iç çamaşırında ıslaklık olmadığı halde rüyasında ihtilâm olduğunu gören kimsenin ne yapacağı soruldu. Resûl-i Kibriya Efendimiz (asm): “Onun yıkanması gerekmez” buyurdu. O esnada Ümmü Süleym, kadının da ıslaklık görmesi hâlinde yıkanıp yıkanmayacağını sordu. Resûl-i Ekrem Efendimiz (asm): “Evet gerekir. Çünkü kadınlar da erkekler gibidir” buyurdu.2

Anlaşılıyor ki, uykudan sonra iç çamaşırında meni ıslaklığı gören kimsenin gusletmesi farzdır. Çamaşırında ıslaklık görmeyenin, rüyasında ihtilam olduğunu görse dahi, gusletmesine gerek yoktur.

b) Erkek ve kadının, meni gelmese de cinsî birleşmeleri halinde.

2- Kadınların, hayız ve lohusa hallerinden temizlik sürecine geçtiklerinde yıkanmaları farzdır.

3- Müslüman’ın ölmesi halinde ona gusül abdesti (boy abdesti) aldırılması farzdır.

Şu altı durumda gusletmek sünnettir:

1- Cuma günü yıkanmak sünnettir. Ebû Hüreyre’den (ra) gelen bir rivayette Peygamber Efendimiz (asm): “Her yedi günde bir gün gusledip başını ve bütün vücudunu yıkamak, Cumaya giden her Müslüman’ın üzerinde Allah’ın bir hakkıdır” buyurmuştur.3

2- Bayramlarda yıkanmak sünnettir.

3- Hac ve umrede ihrama girerken yıkanmak sünnettir.

4- Arefe Günü vakfe yapmak için yıkanmak sünnettir.

5- Günahlardan tövbe etmek isteyen kimselerin gusletmesi sünnettir.

6- Cenaze yıkayan kimselerin gusletmesi sünnettir.

7- Berat ve Kadir Gecelerine kavuşmaktan dolayı gusletmek sünnettir.

Bu hallerin dışında ihtiyaç duyulan her zaman yıkanmak müstehaptır.

Guslün faziletine gelince... Ebû Hüreyre (ra) bildiriyor ki: “Allah Resûlü (asm) buyurdu ki: ‘Her kim, Cuma günü cünüplükten temizlenmiş gibi guslettikten sonra Cuma namazına giderse bir deve kurban etmiş gibi sevap kazanır.’” 4

Dipnotlar:

1- Mâide Sûresi, 5/6.

2- Ebû Dâvud, 236.

3- Müslim, Cum’a, 849.

4- Müslim, Cuma, 850.

25.06.2010

E-Posta: [email protected]



Halil USLU

Dalları bastı kiraz


A+ | A-

Mevsiminde yenilen meyve ve sebzelerin insan vücuduna ne kadar faydalı olduğu tartışılmaz bir hakikattir. Kâinatın Sahib-i Hakikisi, müessir-i hakikidir. Bu itibarla müthiş intizamın ve İlâhî dengenin tecellî ve tahakkuku gayet net ve açık görülmektedir. Biraz dikkat ve biraz da kendimizi okumak sırrınca, mevsimlik meyve ve sebzelere ne kadar muhtaç olduğumuz görülmektedir. Yaz bütün sıcaklığıyla Türkiye’mizi kucaklamışken, önümüze bir ikram-ı İlâhî kiraz çıkmaktadır. Dalları bastı kiraz vs. diyoruz. Gelin bu âmiyâne ifadenin özüne gidelim.

“Onlar dikensiz meyve ağaçları altındadır.”1 “Fakat onlar şükürden yüz çevirdiler. Biz de onların üzerlerine şiddetli bir sel gönderdik ve bahçelerini, içinde acı-dikenli çalı ve birkaç tane (yabani) kiraz (sedir) ağacından ibaret (virane) bir bahçeye çeviren bir sel gönderdik.”2 Sebe Sûresi’nde, felâketin geldiği ve manevî ikazın tecelli ettiği yer, Yemen diyarı. Oranın halkı, ilk önceleri Hz. Süleyman’a (as) iman etmişlerdi. Yer ve mekânları cennet misali yemyeşil ve her türlü meyveler vardı. Fakat âyette de ifade edildiği gibi şükürsüz hale geldiler ve Hz. Süleyman peygambere (as) isyan etmeye başlayınca, Cenâb-ı Allah tarafından gönderilen bir sel ile perişan oldular. Bu tarihî hadise, bizlere bir ders-i ibrettir. Hem nimetlerin ziyadeleşmesi, hem şifa bulmamız, hem de İlâhî âfetlerin gelmemesi için haddimizi, edep hududumuzu bilerek, görerek ve hamd ederek, başta kiraz olmak üzere bütün İlâhî ikramlardan istifade etmeliyiz.

Kiraz, vücudu zehirli maddelerden temizleyen bir meyvedir. Böbrekleri etkili bir biçimde çalıştırır, dolayısıyla vücutta biriken üre asidi ve tuzlarının dışarı atılmasını sağlar. Bu sayede romatizma, kireçlenme ve damar sertliği gibi hastalıklar da önlenmiş olur. Ayrıca kirazda bulunan kinik asit, böbreklerin kum ve taş yapmasını önler, eğer böyle bir şey varsa zamanla dökülmesini sağlar. Kirazın böbrek taşının yanında, safra taşını da düşürücü etkisi vardır. Bundan başka kandaki zararlı maddeleri dışarı atar.

Böbrek, safra kesesi, cilt ve kana sağladığı faydaların yanında kiraz karaciğer için de faydalıdır. Çeşitli hastalıklar sebebiyle ya da fazla ilâç alınmasından kaynaklanan zehirlenme sonucu şişen karaciğerin yükünü hafifletir ve iyileşmesine yardımcı olur. Kirazda bulunan şeker kana çok çabuk karışır. Bu da vücuda bol miktarda madensel tuzlar ve vitamin vererek, vücudun hastalıklara karşı dayanıklılığının artmasını sağlar. Kirazın içinde bol miktarda fosfor bulunması da, sinirleri kuvvetlendirir.

Kirazın en önemli özelliği, böbreklerde biriken zararlı maddelerin sür’atle dışarı atılmasını sağlamasıdır. Bu sebeple, kiraz mevsimi gelmeden kan aldırılması tavsiye edilir. Çünkü kiraz kanı sulandırır. Romatizmal hastalıkların, mafsal kireçlenmelerinin ve damar sertliklerinin tedavisinde de bol miktarda kiraz tüketilmeli. Şişmanların zayıflamasında yardımcıdır, hazmı kolaylaştırır. Vücudun direncini arttırır. Sinir sistemini kuvvetlendirir. Kiraz bol miktarda C vitamini ihtiva ettiğinden, sıcak dönemlerde harareti giderir. Vücutta bulunan kırışıklıkları önler, zinde kalmayı sağlar. Kabızlığı ve böbrek iltihaplanmasını giderir. Safra akışını normale döndürür. Sivilceleri önler, cildi güzelleştirir ve pembe bir görünüm kazandırır.

Kirazın meyveleri, meyve sapları, çiçekleri ve gövde kabuklarından faydalanılır. Meyveler gıda olarak tüketilmekte, diğer kısımlar ise kurutularak ilâç yapımına hazır hale getirilmektedir. Kiraz sapları atılmamalı, kurutulup saklanmalı. Bunlar çay gibi demlendirilip içildiğinde, idrar söktürür ve bedeni toksinlerden kurtarır. Kiraz aynı zamanda migren ağrılarını da azaltır. Kirazın 100 gramı 38 kalori ihtiva eder. Âfiyet ve şifa olsun İnşâallah..

Dipnotlar:

1- Vâkıa Sûresi / 28.

2- Sebe Sûresi 16.

25.06.2010

E-Posta: [email protected]



Nejat EREN

Tarafgirlik hastalığı ve hizmet ehline düşen görev


A+ | A-

Her şeyden önce inançlı bir insanın kâinatın yaratıcısına ve O’nun kâinata koyduğu nizam ve intizâma uyması ve “Hakka taraftar” olmasının kaçınılmaz bir gerçek olduğunun hakkını vermek gerekiyor. Zirâ, kâinattaki İlâhî düzen vazgeçilmez ve inkâr edilemez, olmazsa olmaz bir şarttır.

Bu yazımızda konu edeceğimiz hususlar ise, dünyada ve ülkemizde, özellikle de “içtimâî ve siyasî sahadaki” görüş, düşünce, savunma ve “taraftarlığa” kısa bir bakış olacaktır. Bu konuda sağlıklı düşünebilmek, istikametli, tutarlı, geçerli, doğru yorumlar getirebilmek için “tarafgirlikten” çok öte bir tavır ve duruş sergilemek icap ediyor. Olaya “hak ve adalet” açısından bakmak icap ediyor.

Son aylarda ve günlerde ülkemizi saran ve hepimizi derin üzüntülere gark eden terör belâsının “gizli eller” tarafından tekrar azgınlaştırılmasıyla her kesimden farklı değerlendirmeler yapılıyor.

Siyasî ve günlük hayatın akışı içerisinde bu da çok normal bir hâldir. Her konuda olduğu gibi; bu noktada asrın bu tür mânevî hastalıklarına yazılan reçeteleri elinde bulunduran “Nur Talebeleri” olarak, bu tür olaylara, başta kaderî nokta olmak üzere, “ilim, hukuk ve adalet” açısından bakıp değerlendirmek lâzım geldiğine inanıyorum.

İktidarıyla, muhalefetiyle bütün siyasîlerin, bu menhus konuda “tarafgir” davrandıkları da maalesef ayan beyan ortadadır. Birbirlerini “rantla!” suçlayan bu çevrelerin; aslında “birbirlerinden pek farkları!” da yoktur. Onlar “makam” ve menfaat derdindedirler. Çünkü mesleklerinin gereği odur. Üzülerek ve esefle bu acı tabloları seyrediyoruz. Asıl olan, bizim iç âlemimiz, yani kendi camiâmızın duruşu, her konuda olduğu gibi bu konuda da nasıl davranacağımız ve ne yapacağımızdır. Medyayı takip eden ve daha çok medyanın marifetiyle olaylara muttalî olan bizlerin ölçülü, dengeli, tutarlı, tarafsız ve hakperest olması lâzımdır. Bütün olaylarda olduğu gibi bu konuda da, olayın heyecanıyla değil, gerçekler ışığında akl-ı selim ve itina ile en başta “îmanî bakış açısında” odaklanmalıyız. Günlük hadiselerden çok fazla etkilenmemek ve savrulmamak için de; dünyanın gündemindeki, şaşmaz ölçü ve prensipleri ihtivâ eden, Kur’ân’ın manevî tefsiri Risâle-i Nur’ların ve onun mümtaz müellifinin gösterdiği açıdan olayları değerlendirmemiz şarttır!

Bütün kurumlarıyla ülkenin çözüm beklediği bu konuda eğer sesimizi yükseltmek gerekirse—ki, gerekiyor–-kırk yılı aşkın bir zaman diliminde bu konularda millete ve dünyaya ufuk açan ve tavizsiz bir şekilde buna devam eden Yeni Asya câmiasının meydana getirdiği “şahs-ı manevîyi” incitmeden, destek vererek, bütünleşerek yapmak gerekiyor.

Bu konuda örneğimiz ve iftihar kaynağımız olan Bediüzzaman Hazretleri, hayatının hiçbir devresinde–-hakkın dışında—“tarafgirâne” davranmamıştır. “İslâm kahramanı” ilân ettiği rahmetli Menderes’e ve partisine, yaptıkları vatanî ve medenî hizmetlerden dolayı “hak nâmına”, “vatan, millet ve Kur’ân menfaatine” destek ve kuvvet vermiştir. Dine zarar veren, memleketin iktisâdî, hukukî, askerî vb. bir çok alanında tahribât yapanlara karşı “ehvenüşşer” olarak “tercih” iradesini kullanmıştır. Yazdığı mektuplarla, onlara ilmî, insanî, vatanî, dinî ve hukukî açılardan rehberlik etmiş, tavsiyelerde bulunmuş ve müsbet hareketlerini takdir ederek manevî desteğini devam ettirmiştir.

Üstad’ın buradaki mânevî destek, tavsiye ve rehberliği asla “tarafgirlikle” alâkalı değildir. Hakperest ve müsbet bir tavır, meşrûiyete katkı ve yardımcı olmaktır. Misâl olarak da; Demokratları ve Menderes’i devamlı ikaz ettiğini, asayiş, adalet, hukuk, insan hakları gibi bir çok konuda Kur’ân’dan tavsiyelerde bulunduğunu gösterebiliriz. Meselâ, demokratlara, “Birisinin hatasıyla onun akrabaları (kardeşi, babası.. vb.) suçlanmaz” meâlindeki âyet-i kerimeyle, siyasî rakiplerine “taraftarlık” hastalığıyla davranmamaları gerektiğini tavsiye etmiştir. Aynı tavrı, o zamanın CHP genel sekreteri ve içişleri bakanı Hilmi Uran’a yazdığı mektuplarda da görmek mümkündür. Burada da “tarafgirlikten” çok uzak bir “hakperestlik” ve doğruyu tavsiye, meşrûiyete dâvet ve müsbette karar kılmak tavsiyeleri mevcuttur.

Bizlere düşen de, bu meyanda davranmaktır. İlmin izzetini muhafaza, dâvânın kudsiyetine ve hukukuna yardım, “şahs-ı manevî”nin sarsılmasına ve istikametin bozulmasına meydan vermemek için buna mecburuz.

Biz şimdiye kadar; birilerinin etkileyici nutuklarıyla rota değiştiren, belli bir grubun değirmenine su taşıyan, bazılarının açığını arayıp fırsat kollayan, bazılarına “diyet” borcu olan bir camiâ değiliz Elhamdülillâh! Tam aksine; kimden ve nereden gelirse gelsin, “doğruların, müsbetin, meşrûiyetin, demokrasinin, ahlâkî değerlerin, mânevîyâtın, tamir ve yapıcılığın, demokrasinin, insan haklarının, hukukun ve kanun üstünlüğü”nün yanında olduk. Bundan sonra da aynı şekilde olmaya devam edeceğiz İnşâallah.

Açılımın devam etmesi, demokrasinin kuvvetlenmesi, AB sürecinin kesintisiz ve istekli olarak sürdürülmesi, olağanüstü hâl yanlışına girilmemesi, acizlik ve ümitsizliğe düşülmemesi, milletin meşrû yönde şuurlanması en büyük temennimizdir.

Tahripten, iftiradan, haksız tarafgirlikten, gözyaşı ve kandan uzak bir hayat geçirmeyi bütün milletimiz, Müslümanlar ve insanlık için niyaz ediyorum.

NOT: Vatan için şehid düşen bütün evlâtlarımıza Allah’tan rahmet diliyorum. Kederli aileleri ve milletimize başsağlığı ve sabırlar temenni ediyorum. Ruhları şâd olsun. N.E.

25.06.2010

E-Posta: [email protected]



Şükrü BULUT

Tebliğde lisân-ı hal


A+ | A-

Zaman değiştikçe tebliğ metodları da değişiyor. Mu'cizevî inkişaflarla Mülk Sûresindeki meşhur mu'cizeyi; ulaşım, haberleşme ve görüntüleme ile bizzat yaşıyoruz. Globalleşmenin en üst sınırını Kur'ân-ı Kerim haber verdiği halde, maalesef “dinsiz cereyanların” teknolojiyi kısmen gasbetmeleri, Müslümanları şimdilik yine arkaya düşürttü.

Teknolojinin tebliğdeki kullanımına hiçbir Müslümanın karşı çıkmayacağına inanıyoruz. Yalnız, inkişaf eden âlet ve metodların insan fıtratını bozacak şekilde kullanılması üzerinde, bilhassa ilgililerin genişçe durmalarının hayatî olduğunu düşünüyoruz. Buradaki ilmî düzenlemelerin ve teknolojinin insan fıtratına entegresinin, bütün insanlık için fevkalâde önemli olduğu kanaatindeyiz.

Teknolojik gelişmeler, globalleşmenin ulaştığı zirveler ve mu'cizevî inkişaflar bir meselenin önemini değiştirmiyor: insan!

Herşeyin insan için olduğu, kâinatın insan etrafında gergeflendiği ve her çizginin bu merkezî noktadan geçtiği bir dünyada, insanın fıtratı keşfedilmeden insanlığın medenîleşmesi, mutluluğu, barışı, fazileti ve hakikî terakkîsi mümkün değildir. Amerika’nın yeniden keşfine lüzum olmadığı gibi insanın da yeni baştan tarifine ve mahiyetinin teşrihine gerek yoktur. Zira insanlığın başlangıç ve bitiş noktalarını elinde tutan Hz. Muhammed (a.s.m.); hayatı, Sünneti ve şeriatı ile insanlığın tüm boyutlarını ortaya koymuştur. Fakat buna karşı; dinsiz Batı felsefesi ile İslâm âlemindeki nifak cereyanları, Hz. Muhammed (a.s.m.)´ın getirdiği “muhteşem hayatı” insanlığın nazarından kaçırmaya çalışıyorlar ve kısmen de başarılı oluyorlar.

Kur'ân-ı Kerim insanlığı inançları yönünde üç kategoriye ayırıyor: mü'min, kâfir ve münafık. İnsanda görülen bütün davranış, hareket, yansıma, ifade ve inanışların bu üç kategoriden birisine ait olduğunu bilen Müslümanların; zamanın ve hadiselerin getirdiği kargaşa ile bazen kâfir veya münafığın elbisesini bilmeden giydiğini, davranış biçimine özendiğini ve hayatını taklit ettiğini üzülerek takip ediyoruz. Bu zihnî ve hissî kaosun iman, ilim ve hikmetle giderildiğini de etrafımızdaki örneklerden anlıyoruz.

Zihnî ve hissî müşevveşiyeti avam için “belva-yı umumî” kabilinden normal karşılayabilirsiniz. Gerçi bizim bu karmaşaya alışmamız ahiretteki neticeyi değiştirmeyecektir. Fakat avama örnek olma durumunda olan insanların, ders okuma, nasihat etme ve rehber olma konumuna yükselen veya yükseltilen şahsiyetlerin, Sünnet-i Seniye dışına çıkan tavırlarla halka görünmeleri asla normal karşılanamaz. Bu şahsiyetlerin; Sünnet-i Seniyyenin sınırlarında sebat ederek halkın içine çıkmaları elzemdir.

Meselâ samiyetsizlik, riyakârlık, gösteriş, tasannu, şevksizlik, korku, tembellik veya tenperverliği muhatabına hissettirecek davranış, giyim, ifade, mimik ve davranışlardan kaçınmayan insanların avamın önüne geçmesi, tebliğde dâvâya faydadan çok zarar getirecektir. Sünnete uymayan kılık ve davranışlarla cemaatin önüne çıkıp lâubali üslûpla konuşan bir imamın, sözkonusu topluma faydadan ziyade zarar getirdiğine yüzlerce örnek var. Aynı şekilde tesettürün takva sınırında kalamayıp fetva sınırına sıçramış, kadının toplumdaki fıtrî vazifelerini benimseyememiş, cemiyette mütemadiyen esen feminizm rüzgârından etkilenmiş bir hanımefendinin de Müslüman kadınlar toplumuna yarardan ziyade zarar getirdiği bir vakıadır.

Tebliğde sözün tesiri samimiyet ve ihlâsla mütenasiptir. Konuşanın, ifade ettiklerine samimiyetle bağlı olması cemaati harekete getirir. Felsefenin bir mahsulü olan “tiyatro bilgileri”nin tesiri kısmen olsa da, tesiri devamsızdır. Zamanla fıtrî olarak Kur'ân ve Sünnete bağlananlar, hatip veya hatibedeki tasannu ve tesir etme çabasının farkına varırlar ve vaizi kendi haline bırakıp terk ederler.

Gerçi Risâle-i Nur derslerinde vaiz ve vaizelik yok. Fakat bazen cemaatin önünde Risâle-i Nur okuyan kimsede güzel konuşma gayreti, lâfızperestlik, mâlûmatfuruşluk v.b. hastalıklar ortaya çıkabiliyor. Risâle-i Nur eserleri, okuyanların benlik ve enaniyetlerini şahs-ı manevî havuzunda erittiğinden, sessiz sedasız o Kur'ânî dersi dinleyen nuranî şahs-ı manevî, Nurlardan okuyan kardeşinde nükseden hastalıkları da tedavi ederek sair derslerden farkını kerametvari bir tarzda ortaya koyuyor.

Netice olarak diyebiliriz ki; fıtrat Peygamberinin tebliğdeki usûlünü “tecdid” ile yenileyen Bediüzzaman Hazretlerinin esas aldığı “lisan-ı hal”i satıraralarından bütün boyutlarıyla ortaya çıkardığımızda; en orijinal, tesirli, samimî ve güzel tebliğ metoduna ulaşmış olacağız İnşaallah.

25.06.2010

E-Posta: [email protected]



Faruk ÇAKIR

Düşünürsek çareyi buluruz


A+ | A-

Artan terör hadiselerine rağmen, ısrarla; hak, hukuk, adalet, demokrasi ve insan hakları gibi kavramlara vurgu yapmamız bazılarını memnun etmiyor. Onlara göre terörle başa çıkmanın tek bir yolu var: Güç kullanmak.

Hemen ifade edelim ki, ‘kâmil mânâda insan hakları olsun’ demek hiç bir sûrette ‘terör devam etsin’ olarak anlaşılamaz ve anlaşılmamalı. “Adalet mülkün temeli” olduğuna göre, hak, hukuk, adalet ve insan haklarının mükemmel olmasını arzu etmek, nasıl olur da “teröre destek” olarak anlaşılabilir?

Şunu kabul etmeliyiz ki, kan akıtan terör bir neticedir. Bataklığı kurutmadan, ‘sinek’leri imha etmeye çalışmak sonuç verir mi?

Maalesef, Türkiye’yi idare edenlerin yapmaya çalıştıkları şey; “bataklık” dururken “sinek”lerle mücade etmeye çalışmaktan farklı değil. “Bataklığı” kurutmak için de; cahillik, fakirlik ve ihtilâf sızıntılarını engellemek lâzım.

Terör örgütünün bu noktaya gelmesinde, adaletsizliğin de büyük payı olduğu hatırdan çıkarılmamalı. “Güçlü olan haklıdır” anlamına gelen insafsız düstur yerine, “Haklı olan güçlüdür” prensibi uygulanabilmiş olsa, işler bu derece içinden çıkılamaz hâle gelebilir miydi?

Terörün kök salmasında, yanlış uygulanan ekonomi politikalarının da payı vardır. Gelir dağılımındaki adaletsizlik bazı insanları bu yola sevk etmiştir. Elbette çarenin yanlış yollara sapmakta olmadığını göstermek lâzımdır. Ama bunu, insanı ‘insan’ yerine koymayan anlayışla yapmak mümkün mü? Sivil toplum kuruluşlarına da bu noktada büyük görevler düştüğünü kabul etmeliyiz. ‘Tatlı dil yılanı deliğinden çıkarı(yo)r’sa, terörü önleyemez mi? Türkiye’yi idare edenler, halk ile terör örgütünün ilişkisini kesmek için teröristlere şiddetle karşılık verirken; halka şefkatle yanaşmayı gerçekleştiremezler miydi? Yıllar önce bu konularda değerlendirme yapan ünlü siyasetçi Kinyas Kartal, idarecilere hitap ederek “(Oradaki) İnsanları sev, başları okşa” demişti. Bu ve benzer tavsiyeler yerine getirilebildi mi?

Fakirlik ve ihmâl sözkonusu edildiğinde bazı vatandaşlar da, “İyi de bizim bölgemiz, bizim köyümüz de fakir. Bizim yolumuz da, bizim suyumuz da yok. Ama bizde terör yok” diyorlar. Bir bakıma doğru, ama bir bakıma da yanlış bir kıyas. Elbette Türkiye’nin tek ihmal edilmiş fakir bölgesi, terörün kan akıttığı bölgeler değil. Ama orada bir ‘şeytan’ var ve insanları teröre teşvik ediyor. Şükür ki başka bölgelerimizde insanları teröre yönlendirebilecek ‘şeytan’lar yok. Bu bakımdan, “Bizde yok, onlarda var. O halde onların tamamı ‘suçlu’dur” anlayışı çok yanlış bir anlayıştır ve bu anlayışın yaygınlaşması terörün ekmeğine yağ sürmek anlamına gelir.

Aksi yöndeki propagandalara kulak vermeden; hak, hukuk, adalet ve insan hakları noktasında iyileşme yönündeki ısrar artarak devam etmeli.

Kan akıtan teröre karşı adım atılırken Avrupa Birliği yolundaki çalışmalar da ihmâl edilmemeli. Çünkü AB yolundaki ihmâlin faturasını hepimiz ödüyoruz. Hem siyasî hem de ekonomik olarak.

Türkiye’nin ‘ortak aklı’ kanlı terörü sona erdirecek çareleri bulabilir. İyi niyetle konuşarak, tartışarak ve araştırarak bunu yapabiliriz. İnşâallah bunu yapmakta daha fazla geç kalmayız...

25.06.2010

E-Posta: [email protected]



Mehmet KARA

Terör, OHAL, çözüm…


A+ | A-

Türkiye’nin gündemini ülkenin birçok yerinde cereyan eden terör eylemleri belirliyor. 20-21 yaşlarında şehit olan askerlerimiz için analar, babalar, eşler ağlıyor. Şemdinli’de, Diyarbakır’da, Elâzığ’da, İstanbul’da şehit olan askerlerimiz onbinlerin katıldığı törenlerle ebedî yolculuklarına uğurlanıyor. Son iki ayda şehit olanların sayısı 60’a yaklaştı.

Terör örgütünün ilk eylemini yaptığı 1984’ten bu yana 26 yılı aşkın bir süre geçti. Bu süre içinde 30 bin can gitti. Bu şehitler ülkenin bütün bölgelerinden oluyor. Bu yüzden bu terör sorunu Türkiye’nin sorunudur ve herkesi ilgilendirmektedir. Tam 26 senedir terör bir türlü durmadı, durdurulamadı. Azaldığı dönemler oldu, ama kökünün kazındığı hiçbir dönem olmadı.

Terör saldırılarının üzerinden siyasetçilerimiz yine bildik şekilde hareket ediyorlar. İktidar muhalefeti, muhalefet de iktidarı suçluyor. Salı günü Meclis’te partilerin grup toplantılarını izlerken buna şahit olduğumuzda “artık yeter, şu meselede bari polemik yapmayın” dedik içimizden. Çünkü, kürsüden birbirlerini suçlarken, senin döneminde şu kadar şehit verdik, bizim dönemimizde şehitler daha az oluyordu gibi sığ bir tartışma içindeydiler.

Oysa Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, bu konuda inisiyatifi almış, partilerin genel başkanları ile görüşmüş, onların fikirlerini almış, çözüm tekliflerini sormuştu. Ancak siyaset yine işin kavga ve polemik boyutunda. Hiç değilse böyle bir sorunda kavgayı bırakıp “terörü nasıl hallederiz” meselesini konuşamazlar mıydı? İcraattan sorumlu hükümet, muhalefet partisi liderleri ile görüşemez mi? Elbette görüşür, ama siyasetteki kutuplaşma buna mani oluyor. Kürsüden, gazete sütunlarından, televizyon ekranlarından birbirlerini suçluyorlar.

* * *

11 askerin şehit edildiği PKK’nın Şemdinli Gediktepe’ye saldırısından sonra MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, terörün çaresi olarak OHAL’in ilân edilmesini istedi. Hem de derhal… Bu talebini Gül ile görüşmesinden sonra da, partisinin grup toplantısında da tekrarladı. Genelkurmay Başkanı Org. Başbuğ, “Olağanüstü halin söz konusu olduğunu düşünmüyorum” diyerek görüşünü açıklarken. Erdoğan bu teklifi grup toplantısında cevaplandırırken, “Geç onları” demekle yetindi.

Bu talep, siyasette OHAL’i kim kaldırdı tartışmalarının da yaşanmasına sebep oldu. Erdoğan, “OHAL’i biz kaldırdık” derken, MHP Grup Başkanvekili Oktay Vural, “Hodri meydan. Başbakan OHAL’i kendilerinin kaldırdığı bir tane Bakanlar Kurulu kararı göstersin kendisinden özür dilemeye hazırım” dedi. Vural, 23 Ekim 1999’da Siirt, 28 Haziran 2000’de Van, 19 Haziran 2002’de Hakkâri ve Tunceli’den uygulamanın kaldırıldığını açıkladı. Vural, “OHAL’i biz kaldırdık. OHAL’siz ve terörün sıfırlandığı bir Türkiye bıraktık” diye ilâve etti.

Şimdi insanın aklına şu soru geliyor. Madem OHAL bir şekilde kaldırıldı, şimdi neden tekrar uygulansın isteniyor. Terör hiçbir zaman sıfırlanmamıştı, ama OHAL kaldırılmıştı. Demek ki bu uygulamanın yanlışları, mahsurları, sakıncaları vardı ki kaldırıldı. Şimdi bu ısrarın sebebi nedir?

Oysa, herkes kabul ediyor ki, OHAL’i istemek, demokrasiden geri adım demektir. Türkiye’nin demokrasiden geri adım atmadan, daha ileri demokrasiye geçmek için çaba göstermesi istenirken OHAL’in istenmesi geri adım atılmasına razı olmak demek değil mi?

OHAL adı üzerinde olağan olmayandır… OHAL istemek terör örgütünün ekmeğine yağ sürmek anlamına gelmez mi? Örgütün istediği de o değil mi? Bu nasıl görülemez?

* * *

Sonuç olarak şunları söyleyebiliriz

Terörün bilânçosunu açıklarken, “sizin döneminizde şu kadar şehit oldu bizim dönemimizde daha az şehit oldu” demek meselenin çözümüne katkı sağlamayacağı gibi kısır bir siyaset anlayışını gösterir.

Bunu söylemek ne kadar yanlışsa, OHAL’i istemek daha fazla bir yanlıştır. OHAL gibi özgürlükleri kısıtlayan uygulamaları tekrar gündeme getirmek demokrasi adına kaygı vericidir. Tam tersine daha fazla demokrasi, daha fazla özgürlük… Çünkü, demokratik olmayan bu yöntemlerden beslenenlerin ekmeğini kesmek ancak daha fazla özgürlükle olur.

Bu yüzden de çözüm isteniyorsa hiç kimse bu tip teklifleri aklının ucundan dahi geçirmemelidir. Meselenin çözümü demokrasinin bel kemiği olan Meclis’te aranmalı ve bulunmalıdır. Akan kan demokrasi içinde durdurulmalıdır. Terör konusu siyaset üstü değerlendirilmelidir. Polemiklerle “sen-ben” tartışması yapılarak bu konuda çözüm üretilemez. Artık bu yöntemlerin sonuç vermeyeceği yaşanan acı tecrübelerle ortaya çıktı. Baskıların çok daha tepki doğurduğu, terör örgütünün daha da büyüdüğü artık görülmeli.

Unutmamak gerekir ki, özgürlük güvenliğin alternatifi olamaz. Özgürlüklerden taviz verilmeden de güvenlik sağlanabilir.

25.06.2010

E-Posta: [email protected]



Cevher İLHAN

Çelişkilerle muallel…


A+ | A-

Ankara’daki Güvenlik Zirvesinin ardından İstanbul’da toplanan Millî Güvenlik Kurulu’nun ana gündemi de terör ve “terörle mücadelede yol haritası”nın belirlenmesi.

Son haftalarda ardarda gelen terör olaylarına karşı kısa ve orta vadedeki tedbirlerin gözden geçiren MGK, bölgede görev yapan personelin yapısının değiştirilmesi kapsamında bazı “ilâve tedbirler”i görüştü.

Terörle mücadelenin profesyonel birliklerce yapılması, bu amaçla komando tugaylarının kurulması, bölgedeki istihbarat çalışmalarının genişletilmesi, elemanlarının “terör” eğitiminden geçirilmesi bu kapsamda ele alındı.

Keza dışta alınacak tedbirlerin başında komşu ve ilgili ülkelerle ilişkiler ve terörle mücadele koordinasyonunun etkinleştirilmesi; bu meyanda ABD, Irak ve özellikle Kuzey Irak bölgesel yönetimi ile ilişkiler, ele alınan konulardan...

Bütün bunların yanısıra, “terörle mücadele başarı” nutuklarının atıldığı bir sırada, terörün vâhim bir biçimde ülkenin bütün bölgelerine sıçraması, “söylem”le “eylem”, “iddia” ile “vakıa” arasındaki tezadı su yüzüne çıkarıyor…

Ve Ankara’nın terörle mücadele politikasında yıllardır ne denli ciddî bir ihmal içinde olduğunu; “demokratik açılım” sürecinde hâlâ demokratikleşme ve özgürlüklerin geliştirilmesine paralel olarak tutarlı bir “terörle ortak mücadele plânı” geliştiremediğini ve “plâtformunu” oluşturamadığını gösteriyor…

“DIŞ GÜÇLER” TEZADI…

Gerçek şu ki Başbakan Erdoğan her ne kadar kabul etmezse de, Türkiye daha önce özel güvenlik güçleri, profesyonel askerî birlikler ve uzman polis timleriyle terörle etkili mücadelede bulunmuş ve 1990’ların sonunda terörün tasfiyesinde büyük bir mesâfe almıştı.

Özellikle terörist başı Öcalan’ın yakalanmasıyla dağılma sürecine giren terör örgütünün etkisi azalmış, içte ve dışta teröristlerin sayısı önemli ölçüde azalmış, terör olayları sıfıra yakın bitme noktasına gelmişti…

Ne var ki sözkonusu “terörle mücadele yöntemi” 28 Şubat postmodern darbe sürecinden sonra devam ettirilemedi. Terörle mücadele için oluşturulan ve terörü tasfiye eden özel timler ve uzman güvenlik güçleri peyderpey tasfiye edildi. Ve ne yazık ki son sekiz senede AKP siyasî iktidarı de bu tasfiyeyi sürdürdü ve tamamladı.

Öncelik elbette hiçbir zaman askerî önlemler değildir ve olmamalı. Yapılacak olan “demokratik açılım”ın içinin doldurulması. Lâkin gelinen noktada yeniden “profesyonel özel timler”e dönülmesi, ibret verici bir vaziyet olarak dikkat çekiyor…

Son süreçte Ankara’nın terörle mücadelede bir diğer temel yanılgısı, terörün uluslararası bağlantısındaki yanlış parametrelerdeki yaman çelişkiler…

Daha birkaç ay önce, AKP iktidarında PKK terör örgütünün uluslararası desteğinin ortadan kalktığını söyleyen Başbakan’ın, şimdi her fırsatta “terör örgütünün taşeronluğu”ndan yakınması, bu tenâkuzları ortaya koyuyor… Diğer yandan Erdoğan, hafta sonu G-20 zirvesi için gideceği Kanada’da Obama ile Türkiye’nin ABD ve Irak’la “üçlü mekânizma” çerçevesinde başta “anlık istihbarat paylaşımı”ndaki zâfiyet olmak üzere “terörle mücadelede işbirliği”ni görüşecek.

Şurası muhakkak ki, Erdoğan “terör örgütünü taşeron olarak kullanan dış güçler” dedikçe, ilk akla gelen çeyrek asrı aşkındır PKK’ya her türlü silâh, eğitim, sağlık, finansal ve lojistik desteği veren ABD ve İsrail geliyor…

“SÜMENALTI” TENÂKUZU…

Bu bakımdan medyayı ve muhalefeti “teröre destek vermek”le ve hatta “yandaşlık”la suçlayan Erdoğan’ın, “teşeron”u Türkiye aleyhinde istimal “dış güçler”i tek kelimeyle olsun açıklamaması, dikkat çekici bir açık çelişki.

Ve bu çelişkiden, terör örgütünü taşeron olarak Türkiye aleyhine tahrik edenlerin terörle mücadelede hangi samimî desteği verebileceği sorusu soruluyor…

Terörle mücadelede bir diğer çelişki, Başbakan’ın muhalefete, “Terörist başı Öcalan size altın tepsi üzerinde sunuldu. Uluslararası konjonktör en uygun dönemdeydi. O zaman idam vardı, niçin sümenaltı ettiniz?” tepkisinde tezâhür ediyor.

Oysa teröristbaşı Adalet Bakanlığı’na bağlı cezaevinde. Geçtiğimiz aylarda tartışma konusu olan çatışmalı eylemlerle fizikî durumu, odasının 17 santim daralması, havalandırma penceresinin yüksekliği eleştirilerine bizzat Adalet Bakanı cevap vermişti. Başbakan, “Öcalan yakalandığında neden idam etmediniz; çünkü birilerine imzalı söz verdiniz!” diye muhalefete yükleniyor; ancak Adalet Bakanlığı şikâyeti üzerine sağlık raporunu açıklıyor, hücresine sineklik taktırıyor!

AKP sözcüleri, Öcalan’ın hükûmete “yol haritası”nı yollayıp avukatları aracılığıyla hapishaneden terörü yönetmesinden; “terör artacak, isyanlar olacak, daha çok kan akacak” tehditlerinde bulunmasından şikâyet ediyorlar.

Buna mukabil Adalet Bakanlığı, kontrolündeki cezaevinde Öcalan’ın terörü yönetmesini, şantajlar savurmasını, önlemiyor, önleyemiyor…

Çelişkilerle muallel “terörle mücadele” olur mu?

25.06.2010

E-Posta: [email protected]



Umut YAVUZ

Ayıyla yatağa girilmez


A+ | A-

Terör tamamen psikolojik bir harekât biçimidir. Teröristin amacı, yaptığı terör faaliyeti ile kendisini hedefine ulaştıracak iklimi oluşturmak, diri tutmak ve psikolojik olarak hazır hale getirmektir. Yoksa teröristin amacı bu faaliyet ile karşı tarafın gücünü tümden yok etmek değildir. Zaten bu mümkün de değildir. Bu sebeple, terör faaliyetlerinde verilen kayıp sayısı, teröristin yahut terörle mücadelenin başarısının bir ölçüsü değildir, olamaz. Bu mânâda 1 ile 100 arasında bir fark yoktur. Bugün yapılan “şehit sayısı” polemikleri mevcut iktidarın ne kadar derinlikten yoksun ve terörle mücadelede ne kadar başarısız ve toy olduğunun bir göstergesidir.

Bunun yanı sıra, terörist faaliyetlerinin artmasının birçok sebebi olabilir. Ancak onlar için en mühim olanı, terörist faaliyet yapacak uygun bir iklim bulabilmektir. Terör psikolojik bir harekât biçimi olduğundan, toplumsal psikolojik ortam da bu faaliyetin gerçekleştirilmesi için önemli bir faktördür. Eğer siyasî ve sosyal olarak teröre uygun bir iklim yoksa, terörist faaliyetler yapılamaz, yapılmaya çalışılsa da netice alınamaz.

Türkiye’nin bugünkü sosyal, siyasal ve psikolojik iklimine baktığımız zaman, teröre uygun bir iklim oluşturulduğu görülecektir. Daha önce de belirttiğimiz gibi, “açılım” adı altında oluşturulan beklentiler, daha sonrasında bunun içinin doldurulamaması, süreci kontrol edecek gayret gösterilmemesi ve daha da vahimi bunu yapacak kapasitenin bulunmaması, teröre ve teröriste gün doğmasına yol açmıştır.

Demokratikleşme pek tabii ki terörle mücadelede önemli bir etkendir. Ancak siyasal ve askeri güç manasında psikolojik üstünlüğü elden bırakmamak şartıyla… Zira teröristler ve bunları besleyen odaklar, sizin sürdürmeye çalıştığınız demokratikleşme sürecini baltalamak için ellerinden geleni yapacaklardır. Bu sebeple teröriste ve onları besleyen odaklara güvenmek, ancak saflık veya basiretsizlikle açıklanabilir.

Bugün Türkiye’deki siyasal iktidar adeta teröriste güvenmiş ve onlara kucak açmış, daha da beteri arkasını dönmüştür… Halbuki bilinmesi gerekiyordu ki, ayıyla yatağa girilemez… Eğer siz inisiyatifi teröriste, teröristlerin bazı temsilcilerine, teröristlerin sözde liderine bırakacak olursanız, neticede içinden çıkamayacağınız bir kaosa kapı açmış olursunuz. Aynı teröristler sözde teslim olmak amacıyla sınırlarınızdan giriş yaparak, olayı gövde gösterisine çevirirler. Aynı teröristler, sözde elde ettikleri bazı reformlara rağmen bütün şiddetiyle eylemlerine devam ederler. Zira iklim, hiç olmadığı kadar teröre müsaittir…

Şimdi siyasal iktidar, terörün sorumluluğunu bazı uluslar arası güç odaklarına yıkmaya başladı. İyi de, bunu bilmeyen mi var? Başbakan kâh İsrail’in parmağından bahsediyor, kâh bazı Avrupa ülkelerinin finansal desteklerinden… Bu teröre karşı acizlik içinde olunduğunun en açık delilidir. Neredeyse, “PKK diye bir şey yok, hepsini bunlar yapıyor” denilecek. Böylece de işin içinden çıkılmaya çalışılacak gibi…

Terörü algılamada, teröristi tanımada bu kadar basitlik ve acizlik olabilir mi? Zaten cümle âlemin bildiği bazı gerçekleri kürsülerden söylemekle amaçlanan nedir? Sadece bu tür olayların oy kaybına yol açmamasını ve iç siyasette zafiyete sebep olmamasını garanti altına almak… Zaten siyasî iktidar, iç ve dış olmak üzere neredeyse bütün meselelere “oy kaybı veya kazancı” algısıyla bakmaya başlamıştır. İktidar bir nevi PR çalışmasına dönüşmüştür. Sorunlara gerçekçi analizler yapmak ve uygun çözümler geliştirmek yerine “laf yarıştırmak” ve “PR çalışmasına” dönüştürmek esas gaye haline gelmiştir.

İşte teröriste ve terör odaklarına güven veren ve uygun iklimi oluşturan tam da bu güven vermeyen, ikircikli ve çirkin siyaset anlayışıdır...

Evet, netice itibariyle terör faaliyetlerin artmasının temel sebeplerini birkaç madde ile sıralayacak olursak:

1- Açılım adı altında yapılmaya çalışılan demokratikleşme çalışmalarının başarısız olması.

2- Siyasal güç, ordu gücü ve psikolojik gücün kaybedilip, avantajın teröristlere kaptırılması.

3- İçeride ve dışarıda tabansız ve mesnetsiz siyasi eylem ve söylemlerde bulunulması.

4- Terörü ve teröristi doğru analiz edememe, teröriste güvenme ve terörle mücadelede zafiyet gösterilmesi.

Bu saatten sonra siyasal iktidarın oturup şehitlerin muhasebesini yapmaktan ziyade, daha ciddi bir şekilde dizginleri ve kontrolü eline alması gerekmektedir. Aksi halde derhal siyaset sahnesinden çekilmelidir.

25.06.2010

E-Posta: [email protected]



Kazım GÜLEÇYÜZ

Hangi açılım?


A+ | A-

Başbakan terördeki son tırmanış dalgasının sebebini “açılım” olarak gösterenlere sert çıkarken, “Açılımı engellemek ülkenin gençlerine ihanettir. Demokrasiden geri dönüş yok. Açılımı kapatırsak terör, savaş baronları ve gençlerin kanıyla beslenen vampirler kazanır” diyor. “Olağanüstü hal ilân edilsin” taleplerini de “Terörü OHAL derinleştirdi” diyerek reddediyor.

Erdoğan’ın birçok konuşması gibi bu sözler de söylem olarak doğru ve desteklenmesi gerekir.

Ancak fiiliyata ve uygulamaya baktığımız zaman burada da farklı bir tablo ile karşılaşıyoruz.

Meselâ açılımı kapatmama kararlılığından söz ediyor Başbakan. Ama hangi açılım? Ortada açılım diye birşey kaldı mı? Arada bir farklı kesimlerle yapılan ve daha ziyade Erdoğan’ın konuşup diğer katılımcıların dinlediği toplantılar haricinde, açılım hangi somut adımla gündeme geldi?

Bu alanda atılan yegâne adım, terörle mücadeleyi koordine etmek üzere ihdas edilen müsteşarlığın, başına yapılan atama ile hizmete girmesi.

Ama müsteşarlığın, kadro ve çalışma mekânı başta olmak üzere, yapılanmasını tamamlamak için gerekli ihtiyaçlarını tedarik noktasında sıkıntı ve zorluklar yaşadığına dair haberler geliyor.

Ayrıca bunlar karşılansa bile, eski anlayışın ve ona dayalı alışkanlıkların büyük ölçüde devam ettiği mevcut yapı içinde bu birimin sağlıklı ve başarılı bir çalışma yapıp yapamayacağı ve sonuç alıp alamayacağı konusunda ciddî istifhamlar var.

Onun dışında, hayli zamandır gündemde olan “taş atan çocuklar” sorunu, çözüm ertelenip geciktirildikçe büyüyen faturası ile devam ediyor.

Probleme çözüm getireceği iddiasıyla hazırlanan düzenleme ne zaman Meclis gündemine geldiyse, her defasında alt komisyona havale edilerek ötelendi. Ve her bir erteleme, hem mağduriyetlerin katlanarak devam etmesine, hem de ümit ve beklentileri hüsrana dönüştürerek tepki ve infial birikiminin daha da büyümesine sebebiyet verdi.

Temennî edelim ki, bütün bu ertelemelerden sonra nihayet Meclis Adalet Komisyonundan geçebilen tasarı, tatil öncesi Genel Kurulda da kabul edilerek yürürlüğe girsin ve sorun daha da kronik hale gelmeden artık çözüm yoluna sokulsun.

Gerçi bu kadar gecikmeyle ve bin bir güçlükle yapılan bu düzenlemenin çözüm için ne ölçüde yeterli olacağı da ayrı bir konu. Tasarının kanunlaşıp yürürlüğe girmesi halinde, muhtemelen içerideki çocuklar serbest kalabilir, ama ya sonrası?

Çocukları terör örgütüne destek eylemlerine yöneltip güvenlik güçleriyle karşı karşıya getiren iklim ve ortam ıslah edilmedikçe, bu tür düzenlemeler geçici ve palyatif çözümler olmaktan öteye gidemez. Ve çocuklar hapisten çıkar, dağa gider. Üstelik daha da kinlenmiş ve bilenmiş olarak.

Açılım sürecindeki en kritik ve dramatik kırılma noktalarından biri de Habur girişinde yaşandı.

Kandil dağından ve Mahmur kampından gelen ilk grup Habur’dan giriş yaptığında ve sonrasında yaşananlar, sorgulanıp bırakılan örgüt mensuplarının zafer işaretleri yaparak estirdikleri hava ve bunun tetiklediği karşı tepkiler, bunun üzerine dönüşlerin askıya alınıp durdurulması ve nihayet aylar sonra, o gruptakilerden 13’ü için tutuklama kararı verilmesi, açılımın iyice canına okudu.

Peşinden yoğunlaşan terör saldırıları ve ard arda verilen şehitler ise, ülkeyi neredeyse tamamen 90’lı yılların ilk yarısındaki ortama geri döndürdü. Üstelik daha tehlikeli tahrik ve provokasyonlarla.

Bu zehirli ortamı dağıtıp iklimi olumlu yönde değiştirebilmek çok daha zorlaştı. Bunun için, hem saldırılardaki istihbarat, güvenlik, tedbir, sevk-idare zaafiyeti iddialarının üzerine gidecek; hem de teröristleri kıpırdayamaz hale getirecek bir kararlılığı ortaya koyarken, diğer taraftan demokratikleşme adımlarını sağlam bir temelde hızla uygulamaya koyacak bir iradeye ihtiyaç var.

İcraatla desteklenmeyen hamasî söylemlerin inandırıcılığı zaten yoktu, hele şimdi hiç kalmadı.

“Açılım” demekle açılım olmuyor. İçini doldurup icraata dökeceksiniz ki, mesafe alınabilsin.

25.06.2010

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri




Son Dakika Haberleri

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Abdullah ŞAHİN

  Ahmet ARICAN

  Ahmet BATTAL

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Ali Rıza AYDIN

  Atike ÖZER

  Baki ÇİMİÇ

  Banu YAŞAR

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H.İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Hakan YILMAZ

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehmet YAŞAR

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Muzaffer KARAHİSAR

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Saliha FERŞADOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.