Ali FERŞADOĞLU |
|
Doğruluk, yalan söylememek |
Dünyaya gönderilişimizin sebebi; "Elest bezminde”; “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” sorusuna; “Evet, Rabbimizsin!” şeklindeki cevabımızı doğrulamamız içindir. İmân, doğruluk olduğundandır ki, fıtratımız, vicdânımız daima doğruyu arar. Doğruluk, oluşturduğu sağlam kişilik ve karakterle başkalarının empatisini, olumlu duygularını çeker. Doğru, dosdoğru davranan güç ve enerji elde eder, (velev ki maddî zararı olsun) sonunda kazanır. Doğruluğun İlâhî merhamet, şefkat ve yardımı da cezbettiğini Kur’ân-ı Hakîm şu hâdiseyle te’yid eder: Ka’b bin Malik, Akabe Biatı’na iştirak eden samimî bir Müslümandı. Tebük seferine ise mazeretsiz katılmayan üç kişiden birisiydi. Sefer dönüşü, hiçbir mazeretinin olmadığını açık yüreklilikle Peygamber Efendimize (asm) anlattı. Peygamber Efendimiz (asm) de ona, “Doğru söyledin, şimdi git, Allah senin hakkında hakemlik edecektir” buyurdu. O dakikadan sonra, Müslümanlar, her türlü ambargoyu uyguladı. Dünya ona dar geldiği iki ayın sonunda, tevbelerinin kabul edildiği1 müjdesi geldi. Buna karşın, Resûlullah’a (asm) “Allah, doğru söylediğim için beni kurtardı. Tevbem, hayatımın sonuna dek doğrudan başka bir şey söylememem olacak”2 dedi. Demek, ulvî seciyeleri birbirine bağlayan doğruluk; kendimizin ve insanlığın ilerlemesi ve terakkîsini netice verir. Dinimizde hassasiyetle üzerinde durulan hususlardan biridir doğru söylemek. Peygamber Efendimiz (asm) bir hadis-i şeriflerinde “Her türlü gerçek dışı sözü söylemekten sizi nehyediyorum” (C. Sağîr, No: 1495) buyurarak, ümmetini yalan sözden nehyetmiştir. Unutmamak gerekir ki, yalan söylemek münafıkların sıfatıdır. Peygamber Efendimiz (asm) bir başka hadislerinde, konuştuğunda yalan söyleyen kimsenin münafık sıfatı taşıdığını bildirmiştir. (Müslim, İmân: 106.) Bir başka hadislerinde ise “Sana inanan bir kardeşine yalan söylemenden dahi büyük bir hıyanet yoktur.” (Ebû Davud, Edeb: 71.) buyurarak meselenin ehemmiyetine dikkat çekmiştir. Bediüzzaman Hazretleri, doğrulukla ilgili olarak İşaratü’l-İ’câz’da şunları kaydeder: “Yol ikidir: Ya sükut etmektir; çünkü söylenilen her sözün doğru olması lâzımdır. Veya sıdktır (doğruluktur); çünkü İslâmiyetin esası, sıdktır. İmanın hassası, sıdktır. Bütün kemâlâta isâl edici (ulaştırıcı), sıdktır. Ahlâk-ı aliyenin (yüksek ahlâkın) hayatı, sıdktır. Terakkiyâtın mihveri sıdktır. Âlem-i İslamın nizamı, sıdktır. Nev-î beşeri kâbe-i kemalata isal eden sıdktır. Ashab-ı Kirâmı bütün insanlara tefevvuk ettiren, sıdktır. Muhammed-i Haşimi Aleyhissalatü Vesselamı meratib-i beşeriyenin en yükseğine çıkaran, sıdktır.” (s. 93)
Dipnotlar: 1- Kur’ân, Tevbe, 117-118. 2- Sîre, 4: 180, Müsned, 3: 459. 31.05.2010 E-Posta: [email protected] [email protected] |
Nimetullah AKAY |
|
Dikkat “tesettür” zedelenmesin |
Dünyada var olan her şey sür’atle zevale doğru gitmektedir. Biz insanlar bunu hayatımızda hissediyor ve her geçen gün biraz daha ölüme yaklaştığımızı görebiliyoruz. Şüphesiz dünya da insan gibi bir gün ölecektir. Ortaya çıkan işaretler ve ilmin de ortaya koymuş olduğu bilgiler dünyanın da son demlerini yaşadığını göstermektedir. Dinimizin lisanında dünyanın sona yaklaştığı bu zamana “Âhirzaman” demekteyiz. Gönüllerin sultan Nebiyy-i Zîşan (asm) birçok hadislerinde ahirzaman fitnesine dikkat çekmiş ve Sahabisine bu zamanın şiddeti konusunda bize fikir verecek şu ifadeleri buyurmuştur: “Sizler öyle bir zamanda yaşıyorsunuz ki, içinizden biri kendisine emredilenin onda birini terk etse helâk olur. Fakat sonra öyle bir zaman gelecektir ki, Müslümanlardan, kendisine emredilen şeylerin onda birini yapan kimse kurtulmuş olacaktır.” Bu hadis meâli ahirzaman Müslümanları olarak bize bir ümit veriyorsa da, aynı zamanda zamanımız fitnesinin tehlikesinin derecesini bize ifade etmektedir. Şüphesiz nefis ve şeytanların toplumda oldukça etkili olduğu bir zamanda yaşıyoruz. Bu sebeple bize emredilenlerin yüzde onunu bile yaptığımızı söylememiz zor görünmektedir. Hâsılı zor bir dönemde yaşıyoruz. Çetin imtihanlarda başarılı olmak durumundayız. Sayılamayacak kadar çok imtihanlarımız vardır. Her zaman Allah için yaptıklarımızı az görmeli ve bu uğurda nefis ve şeytanları etkisiz hale getirmenin yollarını aramalıyız. Bugün dikkat çekmek istediğim imtihan, hanımların, bilhassa da ehl-i iman hanımlarının giyimle olan imtihanıdır. İman yokluğundan veya zaafından dolayı peşinen imtihanı kaybetmiş gibi görünen hanımlara diyecek bir lâfımız yoktur. Biz ancak onların ıslâh olmalarını ve hidayete ermelerini ister, elimizden gelirse yardımcı oluruz. Sözümüz öncelikle iman ve İslâm aydınlığıyla yaşamak isteyen hanım kardeşlerimizedir. Bilindiği gibi fitne komiteleri, bugün kadınları ne yazık ki birer metâ şeklinde görmekte ve onları kendi nefislerinin arzularını tatminde kullanmaya çalışmaktadırlar. Bu sebeple müstehcenlik alabildiğince ilerletilmeye çalışılmaktadır. Ve ne yazık ki, bu aşağılayıcı duruma isyan etmeleri gereken kadınların büyük bir kesimi müstehcenliği bir kadın hakkı olarak kabul etmektedirler. Bu duruma göre kadınların itibarını koruyacak olanlar, müstehcenliğe prim vermeyen ehl-i iman kadınları olmalıdır. Onlar ne pahasına olursa olsun Kur’ân’ın tesettür emrinden taviz vermemeli, böyle şerefli bir görevi yapmayı nasip ettiği için de her zaman Allah’a şükretmelidirler. Ancak bu durumda bile hanım kardeşlerimizin rahat bırakılmayacaklarını bilmeli ve tesettürlerini sulandırmak için fitne odaklarının ellerinden geleni yapacaklarını unutmamalıdırlar. Tesettür modası diye ortaya atılan ve aslında tesettür olmayan modellerin Müslüman hanımlarına kabul ettirilmeye çalışıldığını ve bir nebze de olsa başarılı olduklarını üzülerek ifade edebiliriz. Sadece başın örtülmesiyle tesettürün sağlanmayacağını, giyilen elbiselerin beden hatlarını belli etmemesi ve gösterişli olmaması gerektiğini hiçbir zaman unutmamak gerektir. Yine unutmayalım ki, Rabbimiz bizi görüyor ve giydiklerimizle gerçek tesettüre girip girmediğimize O karar verecektir. Son zamanlarda başı örtülü olduğu halde, vücut hatlarını belli eden pardesüler ve dar elbiseler giyen hanımlara oldukça fazla rastlamaktayız. Bu durum, tam bir tesettür görmek isteyen ehl-i imanı rahatsız etmekte, bir nebze de olsa tesettürde bir gedik açan zındıka komitesi mensuplarını da şüphesiz memnun etmektedir. İmanlı genç hanım kardeşlerimiz mutlaka rıza-i İlâhiye uygun bir tesettüre bürünmeli ve Allah düşmanlarının sevinçlerini kursaklarında bırakmalıdırlar... Bu duruma mutlaka bir an önce el atılması lâzım. Gerçekten Allah’ın rızasına uygun olacak, hem örten, hem de vücut hatlarını belli etmeyen ve erkeklerin dikkatini çekmeyecek elbiselere dönüşü gerçekleştirmek zarûret haline gelmiştir. Bunun için rıza-i İlâhiye nail olmak isteyen bacılarımızın yapacakları çok şey vardır aslında. Meselâ bu konuda büyük tahşidatlarda bulunmak için özellikle “Abla” konumundakilerin örnek giyimler sergilemesi ve büyük çalışmalara girişmesi gerekmektedir. Gençler çevrenin etkisinde kalabilir. Ama yaşı biraz geçmiş, evlenip ev bark sahibi olan hanımefendilerin bu konuda örnek olması lâzım. Elbette baskıyla değil, örnek giyinerek ve dinimizin bu konudaki hassasiyeti uygun bir şekilde anlatılarak bu meselede mesafe alınabilir. Muhtereme ablaların bu durumu tez elde gündemlerine alması dilek ve temennisiyle... 31.05.2010 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
İman, fısk ve inkâr (1) |
Cabir Bey: “Fâsık kime denir? Namazı keyfî olarak terk edene fâsık denir mi? Büyük günahlardan birini işleyen fâsık mıdır? İnanıp amel etmeyen kimselerin durumu nedir? Dinî vecibelerini yerine getirmeyen kimselere îmânsız denir mi? Yoksa böyle kimseler münafık mıdırlar? Müslüman ve dinî vecibelerini yerine getiren anne babanın iman ettiği halde amelsiz çocuklarını hangi kategoriye alacağız? Böyle kimselerin imansız oldukları tartışılabilir mi?”
Kur’ân’da birçok âyette îmândan hemen sonra “amel-i sâlih” kavramının zikredilmesi, inancımızı yaşamamız gereğinin üzerimizde önemli bir insanlık ve kulluk görevi olarak bulunduğunu gösterir. “Asra yemin ederim ki, insan gerçekten ziyan içindedir. Bundan ancak iman edip iyi amel işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve sabrı tavsiye edenler müstesnadır” 1 âyetlerinde îmân ile salih amelin sabır isteyen birer hak ve gerçek olduğunu vurgulayan Kur’ân-ı Kerîm, “Îmân edip Salih amel işleyenlere gelince, onlar Cennet ashabıdırlar. Onlar orada devamlı kalıcıdırlar” 2 âyetinde de îmân ile Salih amel sahiplerinin ebedî Cennet ile mükâfâtlandırılacaklarını bildirir. Üstad Bedîüzzaman Hazretleri, îmânı, ‘insanı Yaratıcısına bağlayan bir bağ’ olarak tanımlar. Küfür de, o bağın koparılıp atılmasıdır. İnsan, îmân ile kendisinde tezâhür eden İlâhî san'atları ve Allah’ın isimlerinin nakışlarını görmesi, okuması ve anlaması itibariyle Cenâb-ı Hak katında yükselir. Aksi takdirde insanın kıymeti hem yok olucu, hem geçici bir hayat içinde hiçe iner gider.3 Münafığın tanımı hakkında Kur’ân’da şu açıklamaları buluruz: “İnsanlardan bazıları da vardır ki, inanmadıkları halde ‘Allah’a ve ahiret gününe inandık’ derler. Onlar (kendi akıllarınca) güya Allah’ı ve mü’minleri aldatırlar. Halbuki onlar ancak kendilerini aldatırlar ve bunun farkında değillerdir. Onların kalplerinde bir hastalık vardır. Allah da onların hastalığını çoğaltmıştır. Söylemekte oldukları yalanlar sebebiyle de onlar için elîm bir azap vardır. Onlara: Yeryüzünde fesat çıkarmayın, denildiği zaman, ‘Biz ancak ıslâh edicileriz’ derler. Şunu bilin ki, onlar bozguncuların tâ kendileridirler; lâkin anlamazlar. Onlara: İnsanların iman ettiği gibi siz de iman edin, denildiği vakit ‘Biz hiç, sefihlerin (akılsız ve ahmak kişilerin) iman ettikleri gibi iman eder miyiz?’ derler. Biliniz ki, sefihler ancak kendileridir, fakat bunu bilmezler. (Bu münafıklar) mü’minlerle karşılaştıkları vakit ‘(Biz de) iman ettik’ derler. (Kendilerini saptıran) şeytanları ile baş başa kaldıklarında ise: Biz sizinle beraberiz, biz onlarla (mü’minlerle) sadece alay ediyoruz, derler. Gerçekte, Allah onlarla istihza (alay) eder de azgınlıklarında onlara fırsat verir, bu yüzden onlar bir müddet başıboş dolaşırlar. İste onlar, hidayete karşılık dalâleti satın alanlardır. Ancak onların bu ticareti kazançlı olmamış ve kendileri de doğru yola girememişlerdir. Onların (münafıkların) durumu, (karanlık gecede) bir ateş yakan kimse misâlidir. O ateş yanıp da etrafını aydınlattığı anda Allah, hemen onların aydınlığını giderir ve onları karanlıklar içinde bırakır; (artık hiçbir şeyi) görmezler. Onlar sağırlar, dilsizler ve körlerdir. Bu sebeple onlar geri dönemezler. Yahut (onların durumu), gökten sağanak halinde boşanan, içinde yoğun karanlıklar, gürültü ve yıldırımlar bulunan yağmura tutulmuş kimselerin durumu gibidir. O münafıklar yıldırımlardan gelecek ölüm korkusuyla parmaklarını kulaklarına tıkarlar. Halbuki Allah, kâfirleri çepeçevre kuşatmıştır. (O esnada) şimşek sanki gözlerini çıkaracakmış gibi çakar, onlar için etrafı aydınlatınca orada birazcık yürürler, karanlık üzerlerine çökünce de oldukları yerde kalırlar. Allah dileseydi elbette onların kulaklarını sağır, gözlerini kör ederdi. Allah şüphesiz her şeye kadirdir.” 4 Yarın bu âyetler üzerine Bediüzzaman’ın tefsiri ile İnşâallah devam edelim.
Dipnotlar: 1- Asr Sûresi: 1-3. 2- Bakara Sûresi: 82. 3- Sözler, s. 281. 4- Bakara Sûresi: 8-20. 31.05.2010 E-Posta: [email protected] |
Baki ÇİMİÇ |
|
Bâtınî bir hasse: Kuvve-i hayâliye |
Kuvve-i hayâliye, mâhiyet-i insâniyenin bir hizmetkârıdır. Bâtınî bir hasse, hattâ insaniyetin bir kuvâsı ve hâdimidir. Ancak bu hizmetkârı dünya lezzetleri tatmin etmemektedir. Mâhiyet-i insâniye, ebediyetle fıtraten alâkadardır. Bu alâkadarlık cihetiyle de özellikle kuvve-i hayâliye dünyaya sığmamaktadır. Ancak insanın kuvve-i hayâliyesi îmânın meyvelerinin lezzetiyle mesrur olabilir. İnsanın, emelleri, arzuları ve elemleri ve belâları dairesi, gözü, hayâli nereye yetişirse ve gidinceye kadar geniştir. Bu cihetle de onun duygularını ve hayâllerini ibâdet, tevekkül, tevhid, teslim tatmin edebilir. Öncelikle hayâlin mânevî bir vücuda sahip olduğunu söyleyebiliriz. Hayâl hakîkat ötesi bir algılama biçimidir. İnsanın daire-i ihtiyâcından mânevî âlemlerde bulunanlara sûretler giydirmektir. Hayâlî hakîkatler hayâl âleminde sûretler giyerler ve böylece görünür hâle gelirler. Bu sûretler sadece görünürler, müşahhas olarak elle tutulamazlar. Hayâlin elinde icâd kabiliyeti yoktur. Ancak elinde bulunan irtisâm malzemelerini kullanarak güzel tahayyüller yapar. Bir şeyi gördükten sonra veya görmeden önce zihinde şekillendirme ve hâfızanın yardımıyla bir şeyler canlandırmadır. Hayâl, rûhun mukayyed sınırları aşarak çok ilerilere hamletme hâlidir. Böylece insanın sınırsız duygularının mukaddimesi noktasında önemli bir işleve sahiptir. İnsan aklının ve mantığının algılama sınırlarını zorlayan ve kayıt altına alınamayan ve tutulamayan bir konumdadır. Hayâlde zaman kavramı ortadan kalkar ve insanın en hızlı ve en geniş duygusudur. Böylece zaman ve yer kaydına takılmadan hareket edebilir. Hakîkati tam bilinmeyen ve zihinde tasarlanan dimağın tahayyül mertebesinde mâkes bulan hâldir. Esâsında hayâl insanın ihtiyaç dairesinde tayerân eder. Hayâl nereye giderse insanın oraya münâsib ihtiyaçları vardır ki, yüce Rabbimiz o ihtiyaçlara hayâl cenâhı ile karşılık vermektedir. Hayâl, aklî şeylerden dahâ ziyâde temsillerle hayâlî şeyleri kabule dahâ yakındır. Bu sebeple de akla muhâlif olan şeyleri ve alışılmamış olanları hayâl gayet basit bir şekilde kabul eder ve kendine dost olarak görür. Böylece gizli ve görünmeyen şeyleri hazır olarak kabul eder ve hisse de kabul ettirir. İnsanın “havâssının en genişi hayâl olduğu halde, o hayâl akıl ve aklın semerelerini ihata edemez. 1” Çünkü akıl hayâlî şeyleri tartmakta zorlanır. Hayâl, kayıt altına girmediği için ilgi alanı çok geniştir. Muhâkeme yerine hayâlî temsillerle uğraşır. Herkesin kalb, rûh, hayâl cihetiyle bir anda pek çok yerlerle temas edip alâkadarâne bulunması bu duygularının sınır altına alınamamasından kaynaklanıyor olmasıdır. Hayâl bir binit gibi üzerine binilerek âlemleri tayerân eden bir hâvastır. Çünkü insan kâinatın küçük bir numûnesi ve çekirdeği hükmündedir. Bu cihetle de kâinatı kuşatan havass ona dercedilmiştir. Böylece kâinatı merak ediyor ve o merak duygusu hayâl ile gideriliyor olmalıdır. Hayâl bir nev’î eşyayı tay edip âlem-i şehâdetten sıyrılma hâli gibi bir durumdur. Risâle-i Nûr eserlerininde Üstad Bedîüzzamân Hazretleri hayâl ile ilgili çok teferruâtlı îzâhlar yapmıştır. Hayâlin mâhiyetine, müsbet ve menfî cihetlerine açıklık getirmiştir. Bâ’zen muhataplara “Gel! Bu zamandan tecerrüd edip, fikren Asr-ı Saadet’e ve hayâlen Ceziret-ül Arab’a gidiyoruz”2 derken; bâ’zen de “Hayâlî sinema perdeleri dahi, bunun kadar muntazam olamaz”3 demiştir. Risâle-i Nûrlardaki temsilî hikâyecikler için de “hayâlî hikâyeler değil, doğru hakîkatlerdir” 4 şeklinde hikâyelerin mâhiyetini açıklamıştır. Bedîüzzamân Hazretleri Kur’ân âyetlerinin “hayâle nûranî büyük bir ağacın vücudunu tahayyül ettireceğini ve hayâle telkin ettiğini”5 beyan eder. Yine “İnsanlarla sohbet arzu ettiğim vakit, hayâlen sizleri yanımda bulur, bir hasbihâl ederim, sizinle müteselli olurum”6 demektedir. Ayrıca kuvve-i hayâliye için “aklın bir hizmetkârı ve tasvircisi”7 tesbitini de yapmıştır. Bir başka eserinde de “Hem Levh-i Mahfuz’un, hem âlem-i misalin iki hücceti ve iki küçük nümunesi ve iki noktası, insanın başında olan kuvve-i hâfıza ve kuvve-i hayâliye mercimek küçüklüğünde iken, hiç karıştırmayarak kemal-i intizam ile, içlerinde bir büyük kütübhane kadar malûmatın yazılması kat’î isbat eder ki; o iki kuvvenin nümune-i ekber ve a’zamları, âlem-i misal ile Levh-i Mahfuz’dur”8 tesbitleri ile de kuvve-i hâfıza ve kuvve-i hayaliyenin nümune-i ekber ve a’zamlarının, âlem-i misâl ile Levh-i Mahfuz olduğu açıklamıştır. Üstad Hazretleri “herkesin akıl ve hayâl ve nazarı her vakit semâya gider”9 diyerek akıl ve hayâlin sınırlarının çok muhît olduğuna da işaret etmiştir. On Yedinci Söz’de ise “Hattâ hayâl nereye gitse, ihtiyaç dairesi dahi oraya gider. Orada da hâcet vardır. Belki her ne ki elde yok, ihtiyaçta vardır. Elde olmayan, ihtiyaçta vardır. Elde bulunmayan ise hadsizdir”10 îzâhlarıyla hayâlin gittiği yere kadar insanın emellerinin ve ihtiyaçlarının uzandığına işaret edilmiştir. İnsanın elinde olmayanların ihtiyaç dairesinde olduğunu ve böylece o ihtiyaç dairesine kuvve-i hayâlîye ile tayerân ettirildiğini anlamış oluyoruz. Kuvve-i hayâliyenin mâhiyetini ve insana derc edilmesinin bir sırrını daha aralıyoruz. İnsan ise bu sonsuz ihtiyaçlarına belki hayâlen ulaşabiliyor ancak “Hâlbuki daire-i iktidâr, kısa elimin dairesi kadar kısa ve dardır”11 sırrıyla bu dünyada sınırsız emellerine ulaşamadığını görüyoruz. Çünkü ihtiyaç dairesi nihayetsiz olduğu halde iktidâr dairesi çok dar ve kısadır. Esasında gelen şu cümle de bir sırrı keşfetmektedir: ”Herbir hayâlde bu çiznök (küçük nohut tanesi) gibi bir dâne-i hakîkat bulunmak şarttır.” 12 Evet, insanın her bir hayâlinde çok küçük de olsa bir hakîkat dânesinin bulunması ne kadar mânidardır. O hakîkat danesi bir nüve ve çekirdek misillü neşvünemâ bulmalıdır. Demek insan, kâinata serpiştirilmiş hakîkat danelerine hayâl ile tayerân ederek o hakîkatlere uruc ettiriliyor. Bedîüzzamân Hazretleri tedâ’î-i hayâlât (hayallerin çağrışımı) için çok mühim îzâhlar yapmıştır. Şöyle ki: “Tedâ’î-i hayâlât, tahattur-u faraziyat, bir nevî irtisam-ı gayr-ı ihtiyarîdir” diyerek istenmeyerek hayâle gelen düşüncelerin hayırdan ve nûraniyetten olsa hakîkatin hükmünün bir derece suretine ve misâline geçeceğini söyler. Eğer hayâle gelen irtisam-ı gayr-ı ihtiyarî düşüncelerin “şerden ve kesiften olsa, aslın hükmü ve hassası, sûretine geçmez ve timsaline sirayet etmez”13 tesbitlerinde bulunur. Böylece tedâ’î-i hayâlât “Madem ki ihtiyarsız ve rızâsız bir tahattur-u farazîdir, bir tedâ’î-i hayâlîdir; nehiy ona taalluk etmez. O dahi ne kadar çirkin ve pis bir şey’in sureti dahi olsa, çirkin ve pis olmaz”14 tesbitleri ile de insanın çok önemli bir probleminin tedâvi reçetesi yazılmış oluyor. Hem “Mânâlar kalbden çıktıkları vakit, sûretlerden çıplak olarak hayâle girerler, oradan suretleri giyerler. Hayâl ise, her vakit bir sebep tahtında bir nev’î suretleri nesceder. Ehemmiyet verdiği şeyin sûretlerini yol üstünde bırakır. Hangi mânâ geçse, ya ona giydirir, ya takar, ya bulaştırır, ya perde eder.”15 Bir fiillin bidâyetinde müyûlat-ı kalbîye ve tesirât-ı hâriciye vardır. Mânâlar kalbden çıplak olarak dimağın birinci mertebesi olan tahayyüle girer ve hazinetü’l-hayâlde suretler giymeye başlar. Hazinetü’l-hayâl çok çeşitli suretlerin mahzeni hükmündedir. Temsiller o hazinenin en çok istimâl ettiği malzemelerdir. Bu sebeple de hayâl her vakit bir sebep tahtında devamlı değişik sûretler dokur. Bu gezinti ve dokumalarda önemli olan o hayâl hazinesinde bulunan dâne-i hakîkati bulabilmek ve ona ehemmiyet vermektir. Hayâl bu hazine denizinde çok hızlı olarak sûretlerden sûretlere ve temsillerden temsillere gider gelir ve bulduğu her sûreti kalbden gelen mânâlara giydirmeye çalışır. Ancak önemli olan nokta hayâl hazinesinde bulunan dâne-i hakîkate temiz sûretleri giydirmek ve o hakîkate ehemmiyet verip dimağın ikinci mertebesi olan tasavvur mertebesine taşıyabilmektir. Bu aşamadan sonra o dâne-i hakîkat dimağda taakkul, tasdîk, iltizâm, iz’ân ve i’tikâd noktalarına taşınmasıdır. İşte o dâne-i hakîkatin hazinetü’l-hayâlde bulunan ve ehemmiyet verilerek dimağda mertebelerden geçmesine mukaddime olan ilk aşama tahayyül mertebesidir. Bedîüzzamân “Evet, hakikî terakkî ise; insana verilen kalb, sır, ruh, akıl hattâ hayâl ve sair kuvvelerin hayat-ı ebediyeye yüzlerini çevirerek, herbiri kendine lâyık hususî bir vazîfe-i ubûdiyet ile meşgul olmaktadır”16 demektedir.
Dipnotlar: 1- Mesnevî-i Nûriye, 2006, s: 105. 2- Sözler, 2004, s: 119. 3- Sözler, 2004, s: 94. 4- Sözler, 2004, s: 82. 5- Mektubat, 2005, s :32. 6- Mektubat, 2005, s :36. 7- Sözler, 2004, s: 149. 8- Emirdağ Lâhikası, 2006. s: 439. 9- Sözler, 2004, s: 289. 10- Sözler, 2004, s: 340. 11- Sözler, 2004, s: 340. 12- Muhâkemât, 2006, s: 125. 13- Mektubat, 2005, s: 65. 14- Mektubat, 2005, s: 66. 15- Sözler, 2004, s: 434. 16- Sözler, 2005, s: 514. 31.05.2010 E-Posta: [email protected] |
Mehmet YAŞAR |
|
Bizim Radyo’da Er Meydanı ve Pozitif Pencere |
Her daim yenilenen kâinatla birlikte Bizim Radyo da yenilenmeye devam ediyor. Özel dönemlere has hazırladığımız yayınlarımızdan Bediüzzaman Said Nursî’nin vefatının 50. yılı münasebetiyle gerçekleştirdiğimiz programlarımızın bir çoğunu nihayete erdirdik. Bazı programlarımız ise konusu gereği devam ediyor. Bunların dışında dinleyicilerimizden bazı programlar için gelen talepler oldu. Özellikle “Zamanın Sesi” arkası yarınını ilk defa Bediüzzaman Beşlemesinin 2. kitabıyla takip eden dinleyenlerimiz için beşlemenin ilk kitabının radyo uyarlamasını hafta içi 07:30 da yeniden yayınlayacağız. Bunların dışında yaz yayın dönemi için hazırlıklarımızın yanında Haziran ortasında başlayacak olan üç aylara yönelik özel yayınlar için de çalışmalarımız devam ediyor. Göreve geldiğimizden beri müessesenin yazılı neşriyatlarını radyo dinleyicisiyle buluşturacak çalışmalar yaptığımızı Bizim Radyo’yu yakından takip eden dostlarımız bileceklerdir. Şimdi onlara bir yenisini daha ekliyoruz. 1970'li yıllarda Yeni Asya Gazetesi’nde yayınlanmış olan ve yaptığımız incelemelerde okuyucuların büyük beğenisini kazandığını öğrendiğimiz pehlivan tefrikaları yazı dizisini radyo tiyatrosuna uyarladık. Amacımız yıllarca Yeni Asya Gazetesi’nde okucusundan büyük bir beğeni görmüş olan bu tefrikaları radyo dinleyicilerinin de istifadesine sunmak. Hazırlanan radyo tiyatrosunun arşiv çalışmalarında bu tefrikalara ulaşmamız konusunda bizlere yardımcı olan Selahaddin Vatansever’e de teşekkürlerimizi bir borç biliyoruz. Titiz ve ciddî bir çalışma neticesinde son aşamasına gelinen bu çalışmayı yakında sizlerle paylaşacağız. Şu an radyomuzda yayınlanmakta olan “Er Meydanı” programının devamı olan bu radyo tiyatrosunun da dinleyicilerimiz tarafında beğenileceğini ümit ediyoruz. Bu arada Nevşehir toplantısında sevgili Sebahattin Yaşar ile yaptığımız bir görüşme çok ‘Pozitif’ oldu. Kendisinden yapmış olduğu güzel ve istifadeli çalışmalara Bizim Radyo’yu da eklemesini rica ettik ve Sebahattin Yaşar’dan radyomuz için de bir ‘Pozitif Pencere’ açma sözü aldık. İnşallah gerekli planlamayı yaptıktan sonra dinleyicilerimiz Sebahattin Yaşar’ı Bizim Radyo’dan da takip etme imkânı bulmuş olacaklar. Radyomuzdaki yenilikler sadece bunlarla sınırlı değil elbette. İstanbul dışından bizleri internet üzerinden takip eden dinleyicilerimiz için internet sitemiz üzerinde bir güncelleme çalışmasını bilgi işlem merkezimizle birlikte yürütüyoruz. Daha kullanışlı ve program arşivlerine de ulaşabilme imkânlarının olacağı bir radyo sitemiz için çalışmalar başlatılmış bulunuyor. İnşallah en kısa sürede güzel sonuçlar almayı ümit ediyoruz. Radyomuzla ilgili olarak her türlü soru, görüş ve önerilerinizi [email protected] elektronik posta adresine ulaştırabilirsiniz. Sizleri ‘Hayat Frekansı’nı yakalamak için Bizim Radyo’ya bekliyoruz... 31.05.2010 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Siz(ler)e darbeyi savunmak yakışır! |
Aradan yıllar geçip de yanlış olduğu daha da iyi anlaşılan 27 Mayıs 1960 darbesini savunanların hâlâ var olduğunu görmek gerçekten tam ibretlik. Darbeyi yapanlar bile yaptıklarından dolayı ‘pişman olduklarını’ söyledikleri günümüzde, ‘kraldan daha fazla kralcı’ bir anlayışla demokrasinin katledildiği, cinayetlerin işlendiği darbeyi ve darbeleri savunanlar çıkıyor. Gerçi insanoğlu ‘çiğ süt içtiği ve hayvan eti yediği’ için böyle yanlışlar yapabilir. Fakat aradan yıllar geçtikten sonra bile aynı yanlışta inad ve ısrar etmeyi anlamak mümkün değil. Darbenin yapıldığı ilk yıllarda darbeye taraftar olmayı —yapılan propaganda ve salınan korsu sebebiyle— izah etmek belki mümkün olabilir, ama bugünden geriye bakarak 50 yıl önceki zulümleri, işkence ve hakaretleri savunmak nasıl izah edilebilir ki? Darbeciler sevinebilir; çünkü kendileri yaptıkları darbeyi savunamasa da ‘gönüllü darbe savunucuları’ hâlâ var. Gönüllü darbe savunucularının medyada olması da ayrı bir çelişki... Bir misal verelim: ‘Büyük gazete’nin başyazarı güya 27 Mayıs 1960 öncesinde yaşanan ‘kötü’lükleri sayarak 27 Mayıs’a yeniden ‘fetva’ vermiş. Bunu yaparken de sözümona kendi tesbitlerini değil, bir ‘uzman’ın makalesinden aktarmış. Başyazar, yazısını şöyle sonlandırmış: “Tüm yollar tıkanınca 27 Mayıs oldu ve bir tek insan bile karşı çıkmadı. ‘Çıktı’ diyen konuşsun da boyunu hep birlikte görelim.” (Oktay Ekşi, Hürriyet, 30 Mayıs 2010) Öncelikle şunu ifade edelim ki her ‘insan’ gibi DP yöneticilerinin de hataları olabilir ve olmuştur. Ama bu onları darbe ile devirmeyi ve sonunda keyfî mahkemelerde yargılayıp haksız yere idam etmeyi haklı gösteremez. Demokrasiden bahsediliyorsa, halkın reyleri ile gelenlerin yine halkın reyleriyle gitmesine razı olunacak. Milletin tercihlerini dikkate almayan, onların ‘rey’lerini ‘sıfır’ ile çarpan anlayışla bir yere varmak mümkün değil. Başyazar Ekşi, “27 Mayıs darbesine tek bir kişinin bile karşı çıkmadığını” iddia ediyor ki, bu iddiaya itiraz etmesi gerekenler öncelikle o günleri yaşayan demokratlardır. Ama bildiğimiz bir şey var: Millete sorulduğunda millet bu darbeyi daha ilk günden reddettiğini ortaya koymuş ve darbecilerin yerine yine Demokratların devamı olanları iktidara taşımış. Bundan daha büyük ‘darbe reddi’ olabilir mi? Ekşi, ‘darbeye bir kişi bile karşı çıkmadı’ derken doğru söylüyor aslında. Çünkü ‘bir’ kişi değil, ‘milyonlarca kişi’ karşı çıktı! Şunu da görüyoruz ki Ekşi gibi düşünenler de yalnız değil. Hâlâ çeşitli bahaneler üretip gerek 27 Mayıs 1960’daki darbeye ve gerekse devamındaki ‘yavru darbe’lere sahip çıkan yazarlar, gazeteciler ve ‘aydın’lar var. Bütün darbeseverlere ilân ediyoruz ki; bu millet darbecileri ve darbe sevenleri de hayırla yad etmedi ve bundan sonra da etmeyecek. Milletin tercihlerinin nazarınızda bir kıymeti varsa siz de bu yanlıştan vazgeçin. Kendinizi milletten üstün görmeyin ve onlara tepeden bakmayın. Unutulmasın ki hayat sadece dünyadan ibaret değil. Önümüzde hepimizin hesap vereceği bir ‘büyük mahkeme’ var. Burada savunduklarımızı oradaki ‘büyük mahkeme’de de savunabilecek miyiz? Darbeleri savunmak, hele hele 2010 yılında hiç kimseye yakışmıyor. 31.05.2010 E-Posta: [email protected] |
Recep TAŞCI |
|
Nerde bu milyonlar? |
Ülkenin en ciddî sorunu işsizliktir. Bunda herkes hemfikir. Üç ayda bir işsizlik rakamları hem sayı hem oran olarak açıklanır, bununla ilgili yorumlar gündemin baş köşesine oturur. Oturur oturmasına da işsiz sayısı ve oranın nasıl hesaplandığı hususunda yeterli izahata pek rastlanmaz. Bugün bunu biraz açalım. Bir işi olanlarla işsizler toplamına işgücü denir. İşsiz nüfusun işgücü nüfusuna oranı işsizlik oranını veriyor. 2010 Şubat ayı itibariyle işgücü nüfusu 24 milyon 831 bin olarak hesaplanmıştır. İstihdam edilenlerin sayısı ise 21 milyon 267 bin. Aradaki fark işsiz sayısıdır. 3 milyon 564 bin. Bu sayıyı 24 milyon 831 bine bölünce de işsizlik oranı bulunuyor. Yüzde 14,4. Şimdi sorgulanması gerekenler şunlar: 15 yaş ve üstü çalışabilir nüfus 52 milyon 223 bin. İşgücü nüfusu 24 milyon 831 bin olduğuna göre… 27 milyon 392 bin kişi işgücü piyasasında görülmüyor. İşin püf noktası bu. Nerde bu milyonlar? Hadi bir kısmı öğrenci, emekli, hasta, ev hanımı diyelim… Gerisi… Yan gelip yatıyor, iş aramıyor diyemeyiz. Hesapta bir yanlışlık var. İşgücü sayısı noksan gösteriliyor. İşgücüne katılımın düşük belirlenmesi işsiz sayısını ve oranını aşağıya çekiyor. Eğer işgücü nüfusu 24 milyon değil de 30 milyon olarak tesbit edilse idi işsiz sayısı 9 milyon, oranda yüzde 30’lara tırmanacaktı. Belki de gerçek tabloyu yansıtacaktı. O zaman durumun daha da vahim olduğu gözler önüne serilecekti. Bir diğer husus da şu: 15 yıldır çalışanların sayısı yerinde sayıyor. 21 milyon civarında seyrediyor. Buna karşılık nüfusumuz artıyor. Fakirliğin temelinde bu dengesizlik yatıyor. Çalışanların sayısını arttırmadan, bir ekonominin sağlıklı büyümesi düşünülemez. Hükümet sık sık kendi dönemindeki ekonomik göstergeleri geçmişle mukayese ederek övünmekte. Enflasyon… Faiz… Borsa… Büyüme… Rakamlarında olduğu gibi… Kısmen haklılar da. Ne var ki işsizlikte tartışmasız sınıfta kalmıştır. Büyümeye rağmen çalışan sayısında geriye gidilmiştir. İktidara geldikleri 2002 yılında çalışan sayısı 21 milyon 354 bin iken 2010 yılında 87 bin azalarak 21 milyon 267 bine inmiş. Tabiî bu arada nüfusumuz da artmış. Sonuç: Ekonomi büyüyor ama istihdam sağlamıyor. Çözüm: Yatırımcıya ayak bağı olan bürokratik engeller kaldırılmalı, istihdam dostu sektörler teşvik edilmeli, ileri teknoloji kullanan girişimciler desteklenmeli, enerji üzerindeki yüksek vergiler azaltılmalı, faizler makul seviyeye çekilmeli… Doğu ve Güneydoğuya ise yatırımlar kamu eliyle gerçekleştirilmelidir. Özel sektörün bunca teşvike rağmen çeşitli sebeplerle bu bölgelere gitmeyeceği anlaşılmıştır. Önerileri uzatabiliriz. Ama önce zihniyetler değişmeli. Ekonominin en önemli aktörlerinin girişimciler olduğunu bilerek her türlü kolaylığı göstermeliyiz. 31.05.2010 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
27 Mayıs ve Demokratlık mânâsı (4) |
Demokratlık mânâsı, Bediüzzaman’ın Demokratlara ve topyekûn siyasete yaptığı tavsiyelerde düğümlenmekte. Bunların başında, “ezân-ı Muhammediyenin neşri”nin yanısıra, fethin sembolü Ayasofya’nın “beş yüz sene devam eden vaziyet-i kudsiyesine çevrilmesi”, Kur’ân tefsiri Risale-i Nur’un “resmen serbestiyetinin ilânı” ile mekteplerde din ve Kur’ân derslerinin konulması, din eğitimi ve öğretimi gelmekte. (Emirdağ Lâhikası, 387) Vicdan hürriyetinin esas umdelerinden ve Demokratlığın temel kriterlerinden olan bu tavsiyelerin büyük bir bölümünü el-hak Demokratlar yerine getirdiler… Evvela hiçbir kargaşaya sebebiyet verdirmeden, hatta bazı Halk Partililerin de desteği sağlanarak, tek parti despotizminden kalma “Türkçe ezân” dayatmasına son verilmiş, iktidara gelir gelmez ilk icraat olarak ezân-ı Muhammedî aslına çevrilir. Yine Risale-i Nur’un resmen neşri için erhum Menderes, Risale-i Nur’un devlet eliyle tab’ı için kağıdını temin etmiş ve gerekli tâlimatları verir. Evvela bu süreçte (23 Mayıs 1956’da) bütün Risaleleri tek tek inceleyen Diyanet İşleri Müşavere Kurulu, bu eserlerin imanî ve İslâmî eserler olduğunu, kanunî mevzuata muhalif siyasî ve idarî hiçbir mahzur görülmediğini belirten bir rapor tanzim eder. Nihayet Afyon Ağır Ceza Mahkemesinin neticelenmesi ve temyizin beraat kararını tasdiki (11 Eylül 1956) üzerine, Bediüzzaman’ın Demokrat Parti Isparta milletvekili Tahsin Tola’yı Menderes’e gönderir; selâmlarıyla birlikte Risâle-i Nur’un yeni yazıyla neşrini talebini iletir…
RİSALELERİN NEŞRİ VE AYASOFYA’NIN AÇILMASI Hemen Ankara’ya gelen Tola, “Isparta milletvekili olan İrfan Aksu ile birlikte rahmetli Başvekil Adnan Menderes’e gidip Üstad’ın selâmını tebliğ ederler. Tola, görüşmeyi şöyle özetler: “Adnan Bey Üstad’ın selâmını hürmetle aldı. Daha sonra Risale-i Nur’un neşir meselesini söyledim. Nurların neşredilmesi, hâriçte İslâm âleminin bu vatan ahalisine kardeşlik ve alâkasını celbedecek, dahilde ise umumî bir hoşnutluk meydana getirecek. Menderes’e bunları söyleyince, hiç itiraz etmedi. ‘Tamam’ dedi. Ardından da, ‘Pekâlâ, bu iş için sizi vazifelendiriyorum, hemen faaliyete geçin. Diyanet İşleri’ne gidin; Eyüp Sabri Efendi (Hayırlıoğlu) ile görüşün, derhal Risâle-i Nurları neşretsin’ tâlimatını verdi.” (Son Şâhitler, Necmeddin Şahiner, 157-158) Ardından görüştüğü Diyanet Reisi, “Tahsin Bey! Ben size itimad ediyorum. Fakat Adnan Bey’le bir de ben görüşeyim” der. Lâkin Menderes’le görüşemez, daha sonra Yassıada’da Menderes’in aleyhinde “şâhitlik” yapan mason müsteşar A. Salih Korur’la görüşür; “Ne yapıyorsunuz Hocam!” diye engellenir. Menderes’in tâlimatı yerine getirilemez. Buna rağmen kağıt sıkıntısının çekildiği bir zamanda, Demokrat hükûmetinin gösterdiği kolaylıkla temin edildiğini anlatan Tola, Üstad’ın isteğiyle Ankara’da Nur talebelerinin Risaleleri ta’bettiklerini bildirir. (Bilinmeyen Taraflarıyla Bediüzzaman Said Nursî, Necmeddin Şahiner, 414) Fethin sembolü Ayasofya’nın Fatih’in vasiyetnânesine uygun olarak açılması da –kısmen de olsa- Demokrat Parti’nin devamı Adalet Partisi iktidarına nasip olur. Menderes’in başlattığı Hırka-i Saadet Dairesinde 40 hâfızın gece gündüz Kur’ân tilâveti, yine Demirel’in başında bulunduğu AP iktidarınca devam ettirilir.
MEKTEPLERDE DİN DERSLERİ VE DİN EĞİTİMİ Keza din eğitimi ve öğretimine önem verilir. Menderes’in Konya Nutku’nda, “Mekteplerde din dersi olmayınca, evlâdına kendi dinini telkin etmek ve öğretmek isteyen vatandaşlar bu imkânlardan mahrum edilmiş olurlar. Müslüman çocuğu, dinini öğrenmek gibi pek tabiî bir haktan mahrum edilmemek icâbeder. Müslümanlığı ve onun esaslarını, fârizalarını ve kaidelerini kifâyetle telkin edip öğretecek öğretmenlerimizin yetiştirilmesine ayrıca gayret sarf edilecektir” açıklaması ve Demokrat Parti Maarif Vekili merhum Tevfik İleri’nin “Bizim için yol, köprü, baraj yapmak ne ise imam hatip okulu açmak da odur” mefkûresiyle DP ve devamı AP ve DYP hükûmetleri döneminde 571 imam hatip okulu, onlarca yüksek İslâm enstitüleri açılır. Diyanet’e 70 bin kadro temin edilir. Üçbinden fazla Kur’ân kursunda Kur’ân dersi verilir. Böylece çeyrek asrı aşkın devam eden tek partinin dikta ve zulmüne karşı Bediüzzaman’ın, “İnşaallah bir sebep çıkar o istibdâdı kıracak” niyâzıyla “Demokrat çıktı, bir derece kırdı” hâşiyesinin mânâsı tezâhür eder. Bunun içindir ki dinden tecrid öğretimle gençliğin Kur’ân-ı ortadan kaldıracak ve bu sûretle milletin İslâmiyetle olan alâkasını kesilmesi dehşetengiz plânına ve müthiş fitnesine karşı, “Maarif Vekilinin din derslerini cebî (zorunlu) mekteplere koymasını” tebrik eder. (Emirdağ Lâhikası, 310) Ve bunun içindir ki “Türk milleti Müslümandır ve Müslüman kalacaktır; evvela kendine ve gelecek nesillere dinini telkin etmesi, onun esâsını ve kâidelerini öğretmesi ebediyen Müslüman kalmanın münâkaşa götürmez bir şartıdır” cümlesiyle başlayan “Menderes’in Konya Nutku”nu, “umum Nur Talebeleri ve mektepli mâsum çocuklar mâmına bir tebrik ve Anadolu’daki Müslümanları ve Nurun bütün talebelerini ona bir nevi mânevî kuvvet ve duacı yapmak” niyetiyle lâhikaya alır. (a.g.e, 318-319) Mânevî hizmetler adesesinden Demokratlık mânâsını okutur… 31.05.2010 E-Posta: [email protected] |
Şükrü BULUT |
|
AB vizesi ve AKP |
Avrupa’ya gidişlerde yaşanan vize sıkıntısının geldiği nokta, hükümetin, AB politikasının mahiyetini de gözler önüne serdi. Dünyanın en saygın ve önemli ülkeleri arasına girdiğimizi olur-olmaz yerde söyleyen Başbakanımıza bu vesileyle birileri belki birşeyler söyler. Sınırları kevgire dönmüş, gireni çıkanı belli olmayan Türkiye, Schengen vizesinden ne kadar şikâyet edebilir ki... Yüzünü neocon ve neoliberallerin gösterdiği istikametlere çevirmiş Türkiye’nin şu palyatif dış politikalarını, dünya dengelerini bilemedikleri için bir başarı telâkkî edenlere, Avrupa konsoloslukları kapısındaki hal-i perişanımız elbette birşeyler söyleyecektir. AKP hükümetinin, en az Sarkozy ve Merkel hükümetleri kadar “AB sürecimizi” engellediğini söyleyenleri, gelişmeler tasdik ediyor. Türkiye’nin Amerikalı ve İngiliz “yeni muhafazakârların" tezleriyle büyük ülke olamayacağını, ekonomik darboğazlardan kurtulamayacağını ve refaha kavuşamayacağını ifade edegeliyoruz. AB’nin dünya barışının teminine aday olduğu bir zamanda, dünyanın diğer coğrafyalarına nisbeten adalet ve medeniyete taraf olduğu bir dönemde ve modern komünistlerin düzen ve şeffaflığa sebep oluyor diye “euro”ya hücum ettikleri şu günlerde, AKP hükümetinin kolayı tercih cihetiyle AB’ye müstağnî tavrını sürdürmesi, hem dünya barışına ve hem de millet olarak izzetimize büyük zararlar veriyor. AB içinde de iki Avrupa’nın var olduğunu, bunlardan birinin Türkiye’yi desteklediğini, diğer sefih ve dinsiz olanın desteklemediğini artık AKP hükümeti de prensip olarak kabul etmelidir. Neocon veya neoliberal kanada mensup Sarkozy, Merkel ve Berlusconi gibi siyasetçilerin, ideolojileri gereği hem AB’ye ve hem de Türkiye’ye karşı olduklarını kabul etmeyenler, vize duvarının sebebini anlayamazlar. Diğer taraftan AB ile ilgili hazırlıkları yapmayan ve reformlarda ayak sürüyen AKP hükümetinin de bir başka usulle bizi AB yolundan alıkoyduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Efkâr-ı ammeyi ürkütmemek için yürütülen ince ve hassas AB karşıtı siyasetin de, AB uzmanlarınca deşifre edileceğinden kuşkunuz olmasın. Asya’nın ve bilhassa Ortadoğu’nun efendisi olmaya teşvik edilen, satır aralarında “Yeni Osmanlı” diye sırtı sıvazlanan ve hakikatte 11 Eylülcüler ve Kemalistlerle müttefik bir hükümetin, AB vizesi diye bir derdi olamaz. Başörtüsünden dolayı dışlanan kızlarımızın ve kadınlarımızın, mecburî sekiz senelik temel öğretimden dolayı dinini ve Kur’ân’ını öğrenmekten mahrum bırakılmış yavrularımızın, dinozorların talan ettiği bu ülkede sefalete mahkûm insanımızın ve sefih Avrupa’nın tuzağına düşmüş gençliğimizin dertleri bu hükümeti alâkadar etmediği gibi, güya ekonomik olarak kurtarmaya çalıştığı bir küçük Avrupa ülkesinin konsolosluğunda zillete düşmüş vize bekleyen vatandaşının da derdi AKP hükümetini hiç, ama hiç ilgilendirmiyor olmalı ki, hükümet mensupları AB reformlarını bir türlü buzdolabından indirmiyorlar. AB’nin hakikî sahipleri ve temsilcileriyle bir olup, insanlığın barışını kurtaracak projeye çalışmıyorlar. Bu tavır fark edilmeli ve hesabı sorulmalı ki, çıkış yolu aralansın. 31.05.2010 E-Posta: [email protected] |
Yeni Asyadan Size |
|
Toplantının ardından |
Geçtiğimiz hafta sonu, gazetemizin İstanbul-Güneşli’deki merkez tesislerinde gerçekleştirilen ilkbahar dönemi Umumî Temsilciler Toplantısında, bir önceki dönemin faaliyet ve denetim raporları okunarak, önümüzdeki döneme ait proje ve hedefler üzerinde duruldu. Katılımın yüksek olduğu, sıcak ve samimî diyalogların yaşandığı, oldukça verimli görüşme ve müzakerelere sahne olan toplantıda, gazete başta olmak üzere neşriyat ve diğer hizmet birimlerinin çalışmaları değerlendirildi. Toplantının açış konuşmasını Yeni Asya A.Ş. Yönetim Kurulu Başkanı ve gazetemiz imtiyaz sahibi Mehmet Kutlular yaptı. Kutlular konuşmasında, Risale-i Nur’un bakışını gündemde tutmanın asıl gayemiz olduğunun altını çizdi. “Bütün faaliyetlerimizin tek bir maksadı vardır: Risale-i Nur’a hizmet etmek” diyen Kutlular, temsilcilerimizden de aynı gaye ve şuur içinde faaliyetlerini sürdürmelerini istedi. İhsan-ı İlâhî ile istihdam olunduğumuz Risale-i Nur hizmetinin, bu dairede yer alan herkesi şereflendirdiğini anlatan Kutlular, yayın faaliyetlerinin başarısının da kalplerin ittihad etmesine bağlı bulunduğunu belirtti. Yeni Asya Medya Grup Faaliyet Raporu, Genel Müdür Recep Taşcı tarafından okundu. 2009 yılı güz toplantısından bu yana geçen dönemin yayın faaliyetlerini, satış ve pazarlama çalışmalarını, grubun gelir-gider durumunu birim bazında ve müessese genelinde rakamlar vererek özetlediği konuşmasında Taşcı, yeni proje ve hedefler için temsilcilerimizden destek ve dua istedi. Taşcı’nın konuşmasının sonunda gündeme getirdiği, il il gezerek gazetemiz ve neşriyat hizmetlerimizin tanıtım ve reklamını yapacak TIR projesi büyük ilgi ve heyecan uyandırdı. Yakın bir zamanda belirlenen illeri dolaşması öngörülen bu proje için, pek çok il talepte bulundu. Denetim raporlarının okunması ve yönetim kurulunun ibrasının ardından, raporlar üzerinde geniş müzakerelerde bulunuldu. Gazetemiz başta olmak üzere diğer neşriyat hizmetlerimizin takdir edildiği konuşmalarda, bir kısım eksikliklerin telâfisi için de temennî ve tavsiyeler dile getirildi. İhlâs, uhuvvet, tesanüd, birlik, kardeşlik vurgularının yapıldığı konuşmalarda, temsilcilerimiz bölgelerinin taleplerini de ilettiler. Toplantının öğleden sonraki bölümünde ise yönetim kurulu üyeliği seçimleri gerçekleştirildi. Yapılan seçimler sonunda; Mehmet Kutlular, Hamza Kara, Şükrü Bulut, Nejat Eren, Ali Vapurlu, Bekir İbiş, Hasan Şen, Said Çamkerten, Ali Kanıbir, Sami Cebeci ve Ali Yılmazcan yönetim kurulu üyeliklerine getirildi. Son bölümde siyasî duruş, eğilim ve kanaatimiz üzerinde duruldu. Konuşmalarda çizgimizde hiçbir kırıklık olmadığı belirtilerek, Risale-i Nur ölçülerinin bizim için bu konuda da tek yol gösterici olduğu belirtildi. Şahısların hatalarının demokrat misyonu bağlamayacağını ifade eden konuşmacılar, neşriyatımızda bu misyona ışık tutan ölçü ve değerlerin daha kuvvetli vurgularla nazara verilmesi gereğine işaret ettiler. Toplantı, dilek ve temennîlerin dile getirilmesi ile sona erdi.
*** Daha önce Yönetim Kurulu üyelerimize çıkarılan vize engelinin, son olarak, Köln’deki Üstadı anma toplantısına davet edilen zevat için de sürdürülmesi ve bu meyanda gazetemiz Genel Yayın Müdürü Kâzım Güleçyüz’ün de, Konsolosluk tarafından pasaportu gönderilmediği için—ki pasaport hâlâ orada bekliyor—toplantıya katılamaması üzerine harekete geçen Almanya’daki okuyucularımız, ülkelerindeki ilgili mercîlere müracaat ederek bu yanlışın düzeltilmesi talebinde bulunmaya başladılar. Bu bağlamda, Kuzey Ren Vestfalya ve Federal Almanya İçişleri Bakanlıkları ile Alman Dışişleri Bakanlıklarına yazılar yazılarak olay hakkında bilgi veriliyor, uygulama protesto ediliyor ve düzeltilmesi isteniyor. Bu çabaların olumlu sonuç vermesini diliyoruz. 31.05.2010 E-Posta: [email protected] |