Nejat EREN |
|
Yaz rehavetine karşı kitaplarla buluşma |
Dünya gündemindeki Risâle-i Nur Külliyatı aslında bir hazine değerindedir. Bir “metodoloji ve prensipler ansiklopedisi” hükmünde mümtaz ve müstesna eserler mecmuasıdır. Risâle-i Nur Külliyatının satır aralarında insan ilk önce kendini bulur. Bu eserlerin rehberliğinde; hayatın gerekleri olan hakkı bulur, istikameti bulur, en doğru, en kısa, en kestirme, en isabetli yolu ve tarzı bulur. Çünkü Risâle-i Nurlar kâinatın kataloğu olan Kur’ân’dan ve onun tatbikatı olan Sünnet’ten ilham alarak telif edilmiş, insanlığa Cenâb-ı Hakk’ın bir ihsan-ı Îlâhisidir. İlkbahar aylarının ve günlerinin sonuna yaklaşmış bulunuyoruz. Artık uzun, sıcak “yaz ayları ve günleri” geliyor. Okudukları, yedikleri, gördükleri nasıl insanı etkiliyorsa; içinde bulunduğu coğrâfî şartlar ve iklimin de etkilediği ilmî bir gerçektir. İşte artık bu tür bir zaman ve mekân diliminin çekim sahasına giriyoruz. Bu ay ve günlerin; İslâmî hizmetler açısından bir “fütur” (gevşeme) ve serbestliği de beraberinde getirdiğini söyleyen ve talebelerini bu konuda ikaz eden Bediüzzaman’a kulak vererek İnşâallah bu olumsuzluğu düzeltebilir ve faydalı hale getirebiliriz. İnsanlığı zarara sokacak kötü niyet sahibi zihniyet tarafından yönlendirilen ve ortamın gün geçtikçe kötümser olmasını isteyen bu zihniyete karşı; meşrû zeminde tedbirimizi alıp istikametli hareket etmek zorundayız. Bunun için de: * “Hizmeti” düşünen herkesin en başta kendi şahsı adına her ânını plânlı, programlı hale getirmesi, belli bir sorumlulukla hareket etmesi gerekir. Bunun da en etkili çaresi “okumaktır.” * Okumayı sadece kendimizle sınırlı tutamayız. Aynı zamanda aile efradımız ve yakın çevremiz ile de bu anlayışı paylaşmamız hayatî önem arz eder. * Her an irtibatlı olduğumuz yakın çevre, dost ve ahbaplarla yapılabilecek “hizmet planını” paylaşacak bir çalışmayı icrâ etmenin yollarını düşünüp, plânlamak gerekir. * Çünkü “hizmet elemanı” prensiplere ve zamana dikkat eden ve onu en verimli ve semeredar kullanan kişidir esasında. Bu da ancak okumak ve okutmakla mümkün olur. * Sisteme tâbi olmayan, prensipleri göz ardı edenin yanlışları ve sıkıntıları da eksik olmaz. Bütün bu sistemi öğrenmenin tek yolu okumaktan geçer. * Çünkü “hizmet elemanının” bütün kuvveti, dayanağı, rahatı, huzuru, saadeti ve kazancı çok ciddî prensipler manzumesinin neticesi olan “ihlâsı” kazanmasına ve o istikamette devam etmesine bağlıdır. Okumadan nasıl “ihlâsı” kazanabiliriz ki? * Dünyevî alkışlar, bakışlar, çırpınışlar, yaşayışlar “ihlâs sırrını” yaşamaya zıttır ve sonu çoğu kez hasaret ve hüsrandır. * Çünkü ihlâs, Allah’la kul arasında bir “sır”dır. Bu sır anlaşılmadığı zaman; “Hak” yerine “halk” dinlenilmeye başlanır. O ise felâketin görünmez şeklidir. * Hayatın da, yaşamanın da, kuvvetin de gerçek anlamı aslında bu ihlâs sırrında gizlidir. * Risâle-i Nurlar kâinatla alâkadardır. Ehl-i iman için bir elmas kılıçtır. Bu elmas kılıç okunmalı, okutulmalı ve tatbiki konusunda da azamî gayret gösterilmelidir. * Risâle-i Nurların bire bir yaşanması, evlerin, kırların, iş yerlerinin ve bütün tabiatın maksatsız kullanılmaması için o muhteşem eserlerin yorumlarıyla süslenmesi gerekir. Bunun tatbiki için de bir irade ve gayret ortaya konulmalıdır. * Çünkü Risâle-i Nurlardaki anlayış; felsefeden çok farklı olarak İlâhîlik ve semâvîliği öne çıkarır, dünyevîlik ve arzîliği de öteler. Bu ise gerçek mânâda insanca ve hakça yaşama ve saadet kaynağıdır. * Risâle-i Nurların bir satırında bir sahife, bir sahifesinde bir kitap kadar kuvvet bulunması hâsiyeti ve özelliği onların gerçek hayata tatbikini, bire bir aktarılmasını gerektiriyor. Bu hakikatten uzak kalmak, büyük bir zarardır. Risâle-i Nurları ele alınca ruhlarda büyük bir inkişaf hissedebilmek, onlara sahip çıkıp takdir etmekle ancak mümkün olur. Bunun için de gelmekte olan zaman dilimi okuma ve tefekkür dünyamız için önemli bir fırsattır. İşte bütün bu söylenenleri ve daha bunun ötesinde bir çok hakikati anlamak, idrak etmek, kavramak, tatbik edip yaşayabilmek için önümüzde uzun bir yaz mevsimi var. En büyük sermaye olan sağlıklı bir ömür, tefekkür ufkumuzu açıp genişletecek, Esmâ-i Hüsna’nın tecelligâhı olarak harika bir şekilde yaratılmış tabiat, bunları gerçek mânâlarıyla okuyup tefsir edecek harika bir Kur’ân meyvesi olan Risâle-i Nur Külliyatı bizim elimizde var, Elhamdülillâh! Hizmet tarzını Kur’ân yoluyla gösteren şahane bir Üstad ve varlığıyla iftihar duyduğumuz harika bir “şahs-ı mânevî”ye de sahibiz çok şükür! Bütün bunlar, bir ‘pasta’ için lâzım olan un, yağ, yumurta, şekerden de öte İlâhî malzemeler. Hakîmâne irşad, isabetli hizmet için “Risâle-i Nur” okumalarını sadece gençlere bırakmak olmaz, olamaz! Hepimiz birlikte hareket etmeli ve Hak Rızasını kazanmaya gayret göstermeliyiz. Okumaları da “birlikte” yapmak gerekiyor. Gayretinizin devamlı, yaz mevsiminizin “Risâle Okumalı”, cemaatlerinizin bereketli ve mütesanid, semerelerinin tatlı olması dilek ve temennîsiyle... 28.05.2010 E-Posta: [email protected] |
Saliha FERŞADOĞLU |
|
Kitap kurdu |
En sevdiğimiz elma ağacının altına oturmuş sana bir mektup daha yazıyorum. Belki bana kızacaksın, ilk mektubuma cevap yazmana fırsat vermeden seni hatıraların top atışına tutuyorum; belki özlemler yollayacaksın, paylaştığımız aynı gökyüzüne bakıp her bir şahabın ardından dilek tutarken. Huyum kurusun! Yalnızlık böyle vuruyor insanın başına. Sen gittikten sonra Tuana, herkes ayrıldı bir bir buralardan. Kimi senin gibi üniversiteyi kazanıp, büyük şehirlerin çalkantılı, keşmekeş hayatında kaybolup yitti; kimi ruh eşini bulup bambaşka bir şehirde hayat kurdu; kimisi ebedî yolculuğu için toprağın altında beklemeyi tercih etti. Ben ise, buraların garip bekçisi, ruhumdan bağlanmış bir kementle bu sessiz sahil kasabasında denizden geçen gemilere bakarak günlerimi tüketiyorum. Bak, aklıma ne geldi! Küçükken dallarından sayısız meyveler kopardığımız elma ağaçlarının altında oyunlar oynarken, büyüyünce ne olacağımıza dair hararetli sohbetler yapardık. Ben kanatlarını sonsuzluğa açmış, hiç yorulmadan milyonlarca kez pike yapan bir kuş olmayı dilerken, sen bir kitap kurdu olmak istediğini söylemiştin. Hepimiz çok şaşırmıştık; hatta günlerce alay etmiştik seninle. Neredeyse varlığını bile fark edemediğimiz küçücük bir kurt olma isteğin pek bir tuhaf gelmişti bize. Ama onca alaya karşın sadece omuz silktin ve şairin dediğini kararlı bir ses tonuyla söyledin: Ben büyük şarkıları severim, büyük olsun! O günden bugüne ne çok şey değişti; ben kanatlarını kısmış bir kuş oldum, uçmayı öğrenemedim bile. Ya sen, o küçücük kurtçuk, devasa kütüphanelerin içinde ilim öğrenme yolunda azimle gece yarılarına kadar ders çalışırken, meleklerin kanatları altında inşirah buluyor, gölgeleniyordun. Tabi ki çalışmalarının semeresini ünlü bir akademisyen olarak aldın. Şimdi ülkeden ülkeye konferans ve seminerler vermek için gittiğini gazetelerden okuyor; başımı sallayıp gülümsüyorum. Nasıl bilebilirdim bu kadar ileri görüşlü olacağını? Sana payanda olacak pek çok şey vardı. Meselâ ders çalışmaya başlamadan önce Peygamberimizin (asm) şu duasını okurdun, biz de “âmin” diyerek eşlik ederdik: “Allah’ım ürpermeyen kalpten, kabul edilmeyen duadan, doymayan nefisten, fayda vermeyen ilimden sana sığınırım.” Bir de duvarlara yazıp astığın sözleri hatırlıyorum. Hele bir tanesini bugün dahi hiç unutamam; şu meşhur Hilton otellerinin sahibiyle yapılmış bir mülâkattan kesip yatak odandaki duvara asmıştın. Sonra defalarca yüksek sesle okuyup, zihnine kazımıştın: “Başarılı insanlar sürekli uğraş içindedirler; hata yaparlar, ama vazgeçmezler.” Sanırım kaçırdığımız en önemli nokta buydu. Bizler, yenilgilerimiz karşısında çabucak pes edip bir kenara çekiliyor, sonra da kaderimize lânetler yağdırıyorduk. Başarısız olduğumuz için kendimizi suçluyor, gizli benlik dâvâmızda nefsimizle yarışıyor; hâşâ Yaratıcıyı aradan çıkarıyorduk farkında olmadan. Azimle sebat etmek yerine, esrik bir rüzgâra kapılıp bütün ideallerimizden, hayallerimizden cayıyorduk. Tozpembeden nefti bir lekeye dönen düşlerimize baygın gözlerle el sallarken zamanla paslanıyordu beynimiz, fikirlerimiz, bedenimiz. Kaybetmenin acısıyla fenalaşıp, besbeter bir insan haline dönüyorduk. Tevekkülün sırrını unutunca, her şeyimizi menfur addediyorduk. Kendimi mi anlatıyorum sana? İtiraflarla dolu beher satırları okurken sıkılmış olmalısın. Bu mektubu gönderip göndermeme konusunda tereddüt ediyorum şu anda. Bir nebze cesaret bulabilirsem, gönderirim. Şimdilik hoşça bak zatına… 28.05.2010 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Ayaklarımız yere bassın! |
Malezya’nın Ana Muhalefet Lideri ve eski Başbakanlardan Enver İbrahim, ülkesinde çok tartışılan siyasetçilerden biri. ‘En başarılı’ olduğu yıllarda hakkında dile getirilen iddialar sebebiyle bir ara hapse de giren Enver İbrahim, hapisten çıktıktan sonra yeniden siyaset sahnesindeki yerini almış. Zaman zaman Türkiye’ye de gelen ve dikkat çekici eleştiri ve tesbitlerde bulunan ünlü siyasetçi Enver İbrahim, verdiği bir röportajda yine ‘ayakları yere basan’ görüşler dile getirmiş. “Kalbe değil, ele bakarız” kaidesince, Enver İbrahim’in doğru ve haklı tesbitler dile getirdiğini söyleyebiliriz. Türkiye ile alâkalı olumlu fikirlerinden dolayı ülkesinde “Sen Türkiye’nin elçisi misin?” diye eleştirilere maruz kaldığını anlatan Malezyalı siyasetçi kitabın orta yerinden konuşmuş: “Yanlışa yanlış, doğruya doğru demek gerektiğini düşünüyorum.” Dünya siyasetine yön veren tartışmalı bazı isimlerle ilişki kurmasını eleştirenlere de şöyle cevap vermiş: “Burada (Malezya) beni nelerle itham etmediler ki. Beni CIA ajanlığı ile de itham ediyorlar. Yahudi olmakla da. Al Gore ile dosluğumuzu konuşuyorlar. (...) Richard Holbrooke ile görüşüyoruz ve bunu sorun ediyorlar. O benim dostumdur. (...) ‘Bosna’da doğru yaptınız, ama Irak’ta çok yanlış yaptınız’ diyorum. ‘Afganistan konusunda da yanlış yaptınız’ dedim. Yanlışa yanlış, doğruya doğru demek gerektiğni düşünüyorum. Ama bunların neo-con oldukların biz de biliyoruz. Elbette dostluk başka, bu işler başka. Doğruyu söylemek gerekir. Ben Irak’tan ABD’nin çekilmesi gerektiğini her fırsatta belirtiyorum. Bunun için görüşmem şart.” (Mustafa Uzun’un röportajı, Vakit, 26 Mayıs 2010) “İslâm ümmetinin birliği gibi düşünceler hakikaten güzel düşüneler, fikirler ve atılımlardır. Ancak pratikte sorunlar yaşanmaktadır” diyen Enver İbrahim, “D-8 projesi”yle ilgili olarak da şöyle demiş: “D-8 projesini çok yakından takip ediyorum. En başında beri bu olayı biliyorum. Sayın Erbakan ile çok görüştük. Buraya da geldi. Ev sahipliği yaptık. Fikir çok büyük. Müthiş bir ideal. Ancak ayakları daha fazla yere basan düşünceler geliştirmemiz gerekiyor. Realist olmalıyız. Realitesi başka, teorisi başka bu işlerin. (...) Çok aşırı radikal olmamak gerekiyor. Vasatı yakalamalıyız. Lokal haret etmeliyiz. Burada da akidenin önemli olduğunu düşünüyorum. Yerel meselerle meşgul olmalıyız. Ama elbette Ebu Gureyb’de yapılanları ve benzerlerini de görmemezlikten gelmek bizim Allah’a karşı olan sorumluğumuzdur. Yanlışı, haksızlığı dile getirmek hepimizin görevidir.” (Agg.) Enver İbrahim’in seslendirdiği iki nokta özellikle dikkat çekici: Birincisi, ‘ayakları daha fazla yere basan düşünceler geliştirmemiz gerektiği’ ve ikincisi de ‘yerel meselelerle meşgul olmak’ gerektiği... Hayalî hedefler peşinde koşmak, insanın kendisine yapabileceği en büyük kötülüktür. Yani, “Muhali (mümkün olmayanı) talep etmek kendine fenalıktır.” O halde hiç kimse ve hiçbirimiz ‘suları tersine akıtmak için’ boşuna gayret sarf etmemeli. Hikmet dairesinde hareket etmek en güzeli. Bu tesbitleri hiç kimse ‘ümitsizliğe dâvet’ olarak anlamamalı. Ayaklarımız yere sağlam bassın ki, ulaşmak istediğimiz hedefe ulaşabilelim. 28.05.2010 E-Posta: [email protected] |
Mehmet KARA |
|
50 yıl sonra “kara” tarih |
Dün demokrasiye indirilen en büyük darbenin, demokrasi için kara günlerin başlangıcı olan 27 Mayıs ihtilâlinin yıldönümüydü. 20 sene boyunca bayram olarak kutlayanların yıllar sonra utançlarından yüzlerinin kızardığı günlere gelindi. “Başbakanı ve iki bakanı idam ettiler. Birçok CHP’li, benim gibi bu idamları az buldu. 50 yıl geçtikten sonra bunun acısını ve utancını yaşıyorum.” (Oral Çalışlar, Radikal, 22.5.2010) sözleri de bunlardan birisi. 27 Mayıs ihtilâli askerî darbeleri başlatan kanlı bir ihtilâldir. Bu ülke başbakanını ve iki bakanını asarak demokrasi tarihine kara bir leke bırakmış, demokrat dünyaya Türkiye’yi rezil etmiştir. Onları asanların şimdi esamesi okunmazken ve hayırla yad edilmezken, 50 yıl sonra o dönemde yargılananlar, hapis cezası alanlar, zulüm görenler, idam edilenler hayırla yad ediliyor, rahmetle hatırlanıyorlar. Ancak şurası muhakkak ki, 50 yıl sonra bile bundan ders çıkarılmadığı gözleniyor. Son birkaç yıldır ortaya çıkan gelişmelere göre hâlâ iktidara karşı darbe planları yapılması da “darbeci, ihtilalci kafaların” varlığını gösteriyor. Genç nesillere bu dönemi hatırlatmakta fayda var. Yeni neslin demokrasi için ödenen bedelleri, yapılan mücadeleleri unutmaması ve tarihten ders çıkarması için bunların yazılması gerekiyor. Genç nesil demokrasi bayramını da demokrasi tarihimizdeki kara lekeyi de iyi bilmelidir. 50 yıl önce Adnan Menderes, Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan, Türk demokrasi tarihi için utanç verici bir kararla idam edilmişti. 27 Mayıs 1960 sabahı devrilen DP iktidarının yöneticileri, Millî Birlik Komitesi (MBK) tarafından Yassıada’da kurulmuş olağanüstü bir mahkeme olan Yüksek Adalet Divanına çıkarılmıştı. Mahkeme, “anayasayı ihlâl” ile suçladığı DP yöneticilerinden 15’ine idam, diğerlerine de ağır hapis cezaları verdi. İdam cezalarından 12’si MBK tarafından müebbet hapse çevrildi. DP iktidarının Başbakanı ve Demokrat Parti Genel Başkanı Adnan Menderes, Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ve Maliye Bakanı Hasan Polatkan ise idam edildi. Menderes, ‘son arzusu’ sorulduğunda, “Vatanı ve milleti Allah refah içinde bıraksın” demişti. Yassıada Mahkemeleri tam bir hukuk faciasıdır, hukuk katledilmiştir. Türkiye dünyada itibar kaybetmiştir. 27 Mayıs Türkiye’de demokrasinin, demokratikleşmenin önünü tıkamıştır. Hem 27 Mayıs’ta hem de daha sonra, “Türk ordusu bir kere daha tarihî bir vazife karşısında bulunuyor. Bu vazife; dahilde memleketi buhran ve felâkete sürüklemek isteyen hırslı politikacıların elinden kurtarmaktır” türü birbirine benzer ifadelerle gerekçeler üretmişlerdir. Bu darbe, daha sonra 1971 muhtırasını, 1980 ihtilâlini, 28 Şubat sürecini getirmiştir. Burada gerçek olan şu ki, bu ihtilâl ve muhtıralar hep demokrat misyona yapılmıştır. Peki ne yapmıştır Demokrat Parti? Millete millet olduğunu hatırlatmış. Ulus’a giremeyen çarıklı köylüler özgürce girebilmiştir. Ülke için yaptığı maddî hizmetlerinin yanında manevî hizmetlere önem vermesi misyonun olmazsa olmazı olmuştur. DP’nin ilk icraatı ezân-ı Muhammediyeyi (asm) aslına çevirmek olmuş, iktidara gelmesinin üzerinden 1 yıl geçtikten sonra imam hatipleri, 7 yıl sonrada Yüksek İslâm Enstitülerini açarak milletin manevîyatı alanında büyük hizmetler yapmıştır. Radyoda dinî program yapılması yasağı kaldırılmış, okullara din dersi konulmuştur… * * * İbret-i âlem için o günlerde çıkan gazete başlıklarını taramak suretiyle bu konuda bir araştırma yapıp, doktora tezi olarak yayınlayan İrfan Neziroğlu’nın notlarından aktaralım: “Bayram sevinci: İstanbul bayraklarla donandı.” (Hürriyet, 27 Mayıs 1960) “Hürriyet hareketi”, “Millî İnkılâp” (Hürriyet, 29-30 Mayıs 1960) “Türkün vakarına yakışan bir ihtilâl” (Cumhuriyet, 28 Mayıs 1960) “Mustafa Kemal ihtilâlinin devamı” (Cumhuriyet, 5 Haziran 1960) Sonrasında da ihtilâli haklı çıkarmak için olmadık yalanlara başvurup halkı kandırmaya yeltenmişlerdi. “Şehit cesetleri kıyılıp hayvan yemi mi yapıldı?” (Cumhuriyet, 4 Haziran 1960) “Buzhanelerden toplu olarak cesetler çıktı…” (Milliyet, 2 Haziran 1960.) Bu ve benzer iftiralar atmaktan da geri durmamışlar. Çamur at izi kalsın mantığı tâ o zamandan bu yana devam etmiştir. Teknoloji bu kadar ilerlemediği, özel televizyonlar, gazeteler, internet yaygınlaşmadığı için de milletin tek haber kaynağı olarak bunlar vardı. Böyle yalan dolanlarla milleti aldatmaya çalışmışlar. Ama milletin sağduyusu her zamanki gibi galip gelmiş. İhtilâlden sonra yine DP’nin devamı olan parti iktidara gelerek bu oyunları boşa çıkarmıştır. Geldiğimiz safhada şunları söyleyebiliriz. Darbelerin iyisi-kötüsü, haklısı-haksızı olmaz. Demokrat düşünenler için darbeleri tasvip etmek mümkün değildir. Başarılı olmuş, başarısız olmuş, teşebbüs aşamasında olsun bunların hepsine karşı olmak herkesin görevidir. Demokrasiye, millî egemenliğe, milletin irâdesine inanılıyorsa darbelere karşı olmak de gerekir. 50 yıl sonra hâlâ darbeleri, muhtıraları, ara dönemleri konuşuyor olmamız demokrasimiz açısından üzüntü vericidir. Bu da demokrasi için daha epey yol almamız gerektiğini ortaya koyuyor. 28.05.2010 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
27 Mayıs ve Demokratlık mânâsı… (1) |
Cumhuriyet dönemi demokrasi kıtalleri itiyadını başlatan “darbelerin anası” 27 Mayıs kanlı ihtilâlinin 50. yıldönümünde, Türkiye hâlâ gerçek bir demokrasi arayışında. Hâlâ “darbe anayasası” ile yönetiliyor… Bu süreçte “demokrat misyon”un “demokrasinin Kerbelâsı” uyduruk mahkeme Yassıada’daki asil, tâvizsiz ve cesur duruşuyla, peşinden darbelere ve darbecilere karşı verdiği demokratik mücadelesi çok tartışıldı. Bunun en başta gelenlerden biri de 27 Mayıs öncesinde Bediüzzaman Said Nursî’nin başta Başvekil Adnan Menderes olmak üzere Demokratlara ve topyekûn siyasete yaptığı ikazlardır… Gerçek şu ki Menderes ve Demokrat Parti’nin çeyrek asırlık tek parti diktasının ardından fevkalâde zor şartlara rağmen “vatan, millet ve İslâmiyet hesâbına” çok muazzam ve muvaffakiyetli hizmetler yapmaları, Demokratların ihlâs ve samimiyetlerinin açık bir tescilidir. Bu sırdandır ki sırf dine ve mânevî değerlere hizmetlerinden dolayı mâruz kaldıkları zulümler ve işkencelerle dolu akıbet, imtihan dünyasında kaderin bir cilvesi olarak Demokratların fedakârâne maddî ve mânevî hizmetlerinin makbuliyetinin alâmeti olur; değerli kılar ve ebedileştirir… Hayatlarını demokrasiye, ülkenin maddî ve mânevî kalkınmasına, milletin mânevî değerlerinin pâyidar olmasına adayan merhum Menderes ve arkadaşlarına Bediüzzaman’ın açık desteğinin ve duasının anlamı budur…
“DEMOKRATLIK; HÜRRİYET-İ VİCDAN VE MİLLETE HİZMETKÂRLIK” Bediüzzaman, Peygamberimizin “Kavmin reisi, onun hizmetkârıdır; memuriyet, emirlik ise, reislik değil, millete hizmetkârlıktır” meâlindeki hadis-i şerifiyle, “İslâmiyetin bu kanun-u esâsisine (temel yasasına)” istinaden, istibdat ve mutlak keyfiliğe karşı kuvvetin kanunda olmasıyla izâh ettiği “hürriyet-i vicdan” temel düsturu ekseninde demokratlığın anlamını beyân eder. (Emirdağ Lâhikası, 386) “Sayın Adnan Menderes!” hitabıyla başlayan “Demokrat Nur Talebeleri” imzalı lâhika mektubu, demokratlığın târifi ve Demokratlara “beraat” belgesi olur. Öncelikle şunun tasrih edilmesi gerekir ki, “Kalbe ihtar edilen içtimâî hayatımıza ait bir hakikat” başlıklı mektupta, “bu vatandaki dört parti”nin mâhiyetini izâh eden Bediüzzaman, Demokrat Parti’nin misyonunun sâdece Halk Partisi’ne değil, Millet Partisi’ne karşı olduğunun ifâdesi, önemli bir ölçüdür. Âdeta “bir nemrutçuluk” verdiği bürokratik sivil diktatörlüğü şımartan, “İttihatçıların bozuk ve mason kısmının cinâyetlerini ve seyyiatlarını (kötülüklerini)” devam ettiren Halk Partisi’nin yanı sıra, “muhalif ve muârız olmayarak iktidara gelmesine çalışmaz” dediği ve “Demokratın mânâsındadır, dindar Demokratlara iltihak etmeye mecbur olur” diye vasıflandırdığı “Millet Partisi” tarifi, dikkate değer. Bunun içindir ki “Bu iki partinin gâyet kuvvetli ve zevkli ve câzibedâr dayanak noktaları”na mukabil”, Demokratların, “daha ziyâde maddî ve mânevî câzibedâr nokta-i istinad olan İslâm hakikatleri”ne dayanmaları mecburiyetinde olduklarını belirtir. Devamında da, “Yoksa sizin yapmadığınız, eskiden beri cinâyetleri nasıl eski partiye yüklüyorlarsa, size de yükleyip, Halkçılar ırkçılığı elde edip, tam sizi mağlûp etmeye bir ihtimal-i kavî (kuvvetli bir ihtimal) ile hissettim ve İslâmiyet nâmına telâş ediyorum” diye uyarır. 27 Mayıs’ı, isnad edilen uydurmaları ve iftiraları haber verir…
DEMOKRATLIĞIN KRİTERİ, HİZMETLER… Aslında Bediüzzaman’ın ve Nur Talebelerinin Menderes ve Demokratlarla mânevî irtibat hattındaki hâdiseler, günümüzde çokça tartışılan “demokratlığın” kriterini ortaya koyar. “Demokratlar”la, her devirde “Demokratlık” iddiasıyla ortaya çıkan nevzuhurlar arasındaki farkı ortaya koyar; hangi zihniyetin gerçek demokrat, hangisinin demokratlığa heveslerle, slogan ve afişlerle yeltendiğini belirler. Doğrusu “demokratlık mânâsı”nı, Ezân-ı Muhammedînin aslına çevrilmesiyle başlayan, hak ve hürriyetlerin teminiyle devam eden yakın tarihin demokrasi mücadelesinde görüyoruz. Türkiye’nin maddî ve mânevî kalkınmasının önünü kesen 27 Mayıs ihtilâlinin, 12 Mart muhtırasının, 12 Eylül darbesinin ve 28 Şubat “postmodern darbesi”nin, demokrasiyi inkıtaa uğratan muhtıraların, darbe teşebbüslerinin, dayatmaların hedefine bakıldığında, bu mânâ daha bâriz bir biçimde anlaşılır… Bundandır ki Bediüzzaman, “eskilerin” dediği Halkçıların “lüzûmsuz keyfî kanunları ve sû-i istimalleri neticesinde tahrikleriyle zuhur eden Ticanî meselesinin dindar Demokratlara yüklenilmesi”ni nazara verir. “Demokratlık mânâsı” için Demokratlara bazı tavsiyelerde bulunur. (a.g.e, 396) Demokratları, ezân-ı Muhammedînin aslıyla okunması gibi on-yirmi derece kuvvet buldukları icraatının yanı sıra, Ayasofya’nın beşyüz sene devam eden kudsî vaziyetine çevrilmesi ve İslâm âleminin teveccüh ve takdirini kazanan Kur’ân tefsiri Risâle-i Nur’un resmen serbestiyetinin ilânı olarak sıraladığı hizmetlere çağırır. Geçmişten günümüze, “demokrat misyonu” sürdüren Demokrat Parti ve devamı partilerin “dindar ve dine hürmetkâr Demokratlar” mânâsı, öncelikle inanç ve ibadet özgürlüğü ile din eğitimi ve öğretimine dair bu mânevî hak ve hürriyetlere dair hizmetlerle tezâhür eder… 28.05.2010 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
“Yeni” CHP ve din |
Kemal Kılıçdaroğlu inançlara saygıdan bahsetti, ama Parti Meclisini oluştururken, bu inançları alay konusu yapmakta herhangi bir beis görmediğini, hacca gitmek isteyen bir CHP’li ile diyalogunda gözler önüne seren Önder Sav’ın hazırladığı listeyi esas aldı. Yine Kılıçdaroğlu laiklikten bahsetmediği kurultay konuşmasında cemaat ve tarikatlara da yüklenmedi, ama hemen her yazısında dindarlara iftira edip çamur atmayı alışkanlık haline getirmiş bir Cumhuriyet yazarını PM üyesi yaptı. Görev yaptığı dönemlerde cemaatlerle olumlu diyaloglar kuran ve Saylan’ın cenaze namazını kıldırdığı için haksız eleştirilere uğrayan eski Beyoğlu Müftüsünün listedeki varlığı bir denge getirebilir mi? Bizce zor gibi, ama göreceğiz. Eski Müftünün, PM’ye seçildikten sonra basına söyledikleri de pek tasvip edilir cinsten değil. “CHP’nin ülkeyi yönettiği ve devrimleri gerçekleştirdiği 27 yıllık süreçte hacısı da, hocası da, müftüsü de CHP’liydi. Bütün dindarlar CHP’liydi. Daha sonra gelen siyasetçiler dini siyasallaştırdı” sözlerinin iler tutar tarafı var mı? İhsan Özkes, en katı CHP’lilerin dahi savunmakta zorlandıkları mâlûm dönemi, hem de din gibi en hassas bir noktadan yola çıkarak parlatmaya çalışan bu beyanlarıyla neyi hedefliyor? CHP’nin elindeki devlet gücünü ve imkânlarını kullanarak ezip tasfiye etmeye çalıştığı dindarlarla en kavgalı olduğu bir dönemden söz ederken, “Bütün dindarlar CHP’liydi” gibi uçuk bir iddiayla ortaya çıkmak, sahibini hem tarih, hem de toplum önünde zor duruma düşürür. Eğer bunu söylerken, Bardakoğlu’nun da örnek ve referans gösterdiği ilk Diyanet İşleri Başkanı Rıfat Börekçi gibi isimleri kast ediyorsa, bu zatın, şapka inkılâbı başta olmak üzere devrimlere ilk uyum sağlayan ve aynı zamanda CHP’nin Ankara il başkanlığına getirilmiş kişi olarak, o devrin amansız bir baskı altındaki dindarlarından çok farklı bir dünyada yaşadığı unutulmasın. Din adına sergilenen taassup anlayışının dışlayıp soğuttuğu çevrelerle olumlu diyaloglarını takdirle karşıladığımız ve Kılıçdaroğlu ile birlikte gittiği Zonguldak gezisinde de pozitif görüntüler veren Özkes, haklı olarak eleştirdiği yanlışları CHP adına yapma durumuna düşmemeli. O artık CHP çatısı altında, hem de partinin en üst yönetim organına seçilmiş olarak siyaset yapan bir kişi. Dinle ve dindarlarla ilgili yorumlarında çok daha dikkatli olmak durumunda. Aksi halde, CHP dışındaki partilere yönelttiği “dini siyasallaştırma ve din istismarı” suçlaması kendisine döner; CHP adına dini istismarla itham edilir. Ve vitrindeki işi bittikten sonra bir çırpıda Yaşar Nuri’nin durumuna düşürülüverir. Yaşar Nuri Öztürk de “sosyete şeyhülislâmı” olarak nam yaptığı günlerde CHP’den âlâyı vâlâ ile aday gösterilip, miting meydanlarında genel başkanla birlikte kürsüde arz-ı endam ettikten ve milletvekili seçildikten sonra harcanmamış ve “Beni aldattılar” diye feryat etmemiş miydi? Gerçi şahsına özel “ego”sunun, onu hiçbir partinin taşıyamayacağı bir ağırlık haline getirme gibi bir özelliği de var. Ama netice itibarıyla kısa süren CHP macerasından Özkes’in de ders çıkarması, tavsiyeye değer bir husus olsa gerek. Son kongrede PM’ye giren isimlerden Yalova Millletvekili Muharrem İnce için de kısa bir not: CHP’nin, oylarını arttırmak için dinle barışması gerektiğini vurgulayan ve “Hâlâ insanlar ezanın Türkçeleştirilmesini bize karşı propaganda malzemesi yapabiliyorsa, biraz kendimizi de sorgulamalıyız. ‘Türkiye laiktir, laik kalacak’ demekle olmuyor” diyen (Aslı Aydıntaşbaş, Milliyet, 22.2.10) İnce’nin, kurultayda yolunu ayırdığı Baykal’ın son dönemde verdiği işaretlerle de örtüşen bu isabetli tavrı, Kılıçdaroğlu yönetiminin politikalarında ne ölçüde etkili olabilir? Aynı İnce’nin seçmeli Arapça dersine verdiği tepkinin bu tavırla çelişmesi de ayrı bir mesele. Siz ne dersiniz, CHP dinle barışabilir mi? 28.05.2010 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
Sadakat ve sebatın kazandırdığı altın hazinesi! |
Kur’ân’ı anlamanın, İslâmı yaşamanın birinci şartı, okumaktır. İkincisi, okuduklarını özümsemek, benimsemek ve yaşamaktır. Üçüncüsü sadakat, samimiyet ve sebatla devam etmektir. Sadakat, gönlü açmaktır. Yemek yiyebilmemiz için ağzımızı açmalıyız! Hakikatlerden beslenebilmemiz ve hazmedebilmemiz için de gönlümüzün ağzını açmalı. İşte o da samimiyet ve sadakattir. Dâvâya sadakat, huzur ve mutluluk kaynağıdır. Zira, sadakat, ikilemi, çelişkiyi ortadan kaldırır. Sadakattan gelen sıkıntı, ikilemden gelen menfaatten binlerce kat daha huzur vericidir. Peygamberine sadakat gösteren ümmet, şeyhine sadakat gösteren mürid, üstadına sadakat gösteren talebe dünyada da kazanır. İşte tarihin derinliklerinden gelen bir sadakat dersi ve kazandırdıkları: Zülkarneyn (as) ordusuyla gece yolda giderken ordusuna: “Ayağınıza takılan şeyleri toplayın” diye emir verir. Ordu bu emri duyunca; içlerinden bir grup: “Çok yürüdük, çok yorgunuz. Gece vakti bir de ayağımızı takılan şeyleri toplayarak boşuna ağırlık mı yapacağız? Hiçbir şey toplamayalım” diyerek hiçbir şey toplamazlar. İkinci grup ise; “Madem komutanımız emretti, birazcık toplayalım, emre muhalefet etmeyelim. Zira ordunun komutanına itaat etmek gerekir” diyerek az bir şey toplarlar. Üçüncü grup ise; “Komutanımız bir şeyi boşuna emretmez. Muhakkak bildiği bir şey vardır. Bir hikmeti vardır” diyerek bütün abalarını ağzına kadar doldururlar. Sabah olduğunda bir de bakarlar ki, meğer bir altın madeninden geçmişler de, ayaklarına değen şeylerin altın olduğunun farkına varamamışlar. Bunu anlayınca, hiç almayan birinci grup; “Ah niçin almadık! Nasıl dinlemedik komutanımızın sözünü. Keşke alsaydık! Keşke bir tane alsaydık!” diyerek pişman olurlar. Az alan ikinci grup ise; “Ah ne olaydı da biraz daha fazla alsaydık. Ceplerimizi, abalarımızı hınca hınç doldursaydık” diye sitem ederler kendilerine. Çok alan üçüncü grup ise: “Keşke gereksiz, lüzumu olmayan eşyalarımı atsaydım, daha çok toplasaydım. Her şeyimizi doldursaydık, daha fazla alsaydık” diyerek, fazla almalarına rağmen üzülürler. İşte bu misalde olduğu gibi, dostlar, kardeşler, talebeler, “Keşke keşke Risâle-i Nur’a daha fazla sarılsaydım, Üstadımı dinleseydim, ona sadakatla bağlansaydım ve sebat etseydim!” diye hayıflanmadan önce sadakatle bağlanmalıdırlar. Bediüzzaman “Risâle-i Nur, kendi sadık ve sebatkâr şakirtlerine kazandırdığı çok büyük kâr ve kazanç ve pek çok kıymettar neticeye mukabil fiyat olarak, o şakirtlerden tam ve halis bir sadakat ve daimî ve sarsılmaz bir sebat ister”1 der. Risâle-i Nur’un kazandırdıklarını şöyle özetleyebiliriz: İman esaslarını, İslâm şartlarını ispat ve izah ederek imanla kabre girmeyi taahhüt ediyor; ibadetleri ifa ettiriyor. Şüphe ve vesveselerimizi tedavi ediyor. Duygularımızı terbiye ediyor; olumluları yüceltiyor, olumsuzları mecralarına yönlendiriyor. Kur’ân ve Sünnet’in bu zamandaki içtimaî ve siyasî ölçülerini vererek fikrî istikameti sağlıyor. Deccalizmi ve deccalleri teşhis ederek onların yanında yer almamızı önlüyor.
Dipnot: 1- Bediüzzaman Said Nursî, Kastamonu Lâhikası, YAN, s. 163. 28.05.2010 E-Posta: [email protected] [email protected] |
Vehbi HORASANLI |
|
Gökyüzünün havaî fişekleri |
Son zamanlarda Hint Okyanusu ile Körfez arasında dolaşıp duruyoruz. Bu bölgede gitmediğimiz liman neredeyse kalmadı. Suudi Arabistan, Irak, İran, Birleşik Arap Emirlikleri, Pakistan ve Hindistan limanlarına bazen Karachi’de olduğu gibi beş defa giderek sıvı yük taşıyorum. Bölgede yaşayan insanlar ile ilgili gözlem ve hatıralarımı bir başka yazıya bırakarak Körfez’de yaşadığım ilginç bir olayı anlatmak istiyorum. 24 Nisan gecesi Köprüüstünde vardiya tutarken namazımı kılmış, huzur içinde Amme Sûresini okuyordum. Birden gemimizin pruvasına doğru yani baş tarafına doğru bir ışık hızla yaklaşmaya başladı. İlk önce Muavenet gemimize Amerikalıların attığı gibi bir roket atıldı zannettim. Fakat ışık demeti su seviyesine yakın bir noktaya gelince patladı ve küçük parçalar halinde denize düşmeye başladı. Ve kısa bir zaman sonra kayboldular. Bunun bir “yıldız kayması” olduğunu bir anlık şaşkınlıktan sonra anlayabildim. İster istemez bir parça ürpermiştim. Çünkü ışık direkt üstüme doğru geliyordu ve gemimde 5 bin ton tehlikeli yük bulunuyordu. Beş dakika içinde iki yıldız kayması daha oldu. Bu olaya astronomi ile uğraşanlar “göktaşı yağmuru” adını ermişler. 22 Nisan’dan itibaren bir ay boyunca gökyüzünde kayan yıldızların yağmur gibi yağacağını söylüyorlardı. Gerçekten de Nisan ayının sonundan Mayıs ayının başına kadar her gece bu yıldızlar bir bir kaymaya başladı. Benim gibi gemi emniyeti için gözcülük yapanlarla birlikte tefekkür için gökyüzüne bakanlar bunların bir kısmını görmüştür. Gündüz vakti güneş ışığının parlaklığı dolayısıyla göremediğimiz yüzlerce göktaşı dünyamıza düşüyor. Peki, hiç düşündünüz mü? Bu kadar göktaşı dünyaya düştüğü halde hiçbir insanın kafasına çarpan veya evinin damını yarıp zarar veren bir tane oldu mu? Veya özellikle belirli aylarda daha sık görülen yıldız kaymaları neden olur? Önce ikinci sorudan başlayalım. Astronomlara göre göktaşı yağmurlarının sebebi dünyamızın yörüngesinin kuyruklu yıldızların bulunduğu noktalardan geçtiği zamanlarda olurmuş. Kuyruklu yıldızlar gezegenlerden farklı olarak ayrı bir yörüngede hareket edip güneş sisteminin dışına çıkabilen büyük göktaşlarıdır. Bunların bir kısmı güneşe yaklaştıkları sırada güneşin aksi istikametinde gaz ve toz bulutları çıkararak bizim kuyruklu yıldız adını verdiğimiz bir şekilde görünürler. Dünyamızı her 75 yılda bir ziyaret eden Halley kuyruklu yıldızı da böylesine bir yıldızdır. Bundan yaklaşık yüz yıl önce bu yıldız dünyamıza çarpacak diye gece evini terk edenler, panik içinde kaçışanlar olmuş. 75 yıl sonraki ziyaretinde ise dünyaya yakın geçeceği ve çarpmayacağı söylenince bu sefer insanlar panik yapmadılar ve gözlem araçları ile bu yıldızı izlemeye başladılar. Çok net fotoğrafları çekildi hatta Amerikalılar Halley’e bir uzay aracı göndererek kuyruğunun yapısını incelemeye çalıştı. Astronomiye meraklı olanlar bu konuda daha fazla malûmata sahiptirler, fakat burada asıl dikkat edilmesi gereken husus gözden kaçmaktadır. O husus da şudur. Dünyamız muazzam bir uzay denizinde saniyede yaklaşık 30 km hızla güneş etrafında dönmekte, saniye dahi şaşmadan diğer kardeşleri olan gezegenlerle birlikte mükemmel bir şekilde hareket etmektedir. Bütün bu hareketlerin şüphesiz çok hikmetleri vardır. Mevsimlerin meydana gelmesinden tutun da gece gündüzün deveranına kadar yeryüzünün halifesi olarak yaratılan insanlara hizmet etmektedir. Dünyamızın içinde yer aldığı diğer gezegenler, göktaşları ve kuyruklu yıldızlar da muntazam bir şekilde hareket etmektedirler. Her birisi kendilerine mahsus nice gayelerle hareket etmektedirler. Bütün bunlar her şeyin dizgini elinde olan Allah’ın varlığına işaret etmektedir. Bazen, demin anlattığım gibi beni ürperten kuyruklu yıldızlar da, kâinatta her şeyin mükemmel bir şekilde hareket ettiğini herkese anlatan gökyüzünün ibretli birer havai fişekleridir. Bediüzzaman’ın dediği gibi “Semavatın fezasında tahribe ve mevte mazhar olan kürelerin ve peyklerin, belki yıldızların enkazları, başımızı ve diğer hayvanatın başlarını, belki Küre-i Arz’ın başını, belki dünyamızın başını kıracaklardı. Dağlar büyüklüğündeki taşları başımıza yağdıracaklardı. Ve bizi vatan-ı dünyeviyemizden kaçıracaklardı. Halbuki, eskiden beri o yukarı âlemlerdeki tahrip ve tamirden, medar-ı ibret olarak, yalnız birkaç semavi taşlar düşmüşse de hiç kimsenin başını kırmamış”. Eğer tesadüf ve kendi kendine olmuş olsa ve muntazam olan mihverinden yani yörüngesinden çıkmış olsaydı gökyüzü harabeye döner, müthiş çarpışmalara ve felâketlere sebep olurdu. Dünyamızı atmosfer denilen tabaka ile kaplayarak gök cisimlerinin bizlere zarar vermesini önleyen Rabbimiz, atomlardan yıldızlara kadar her varlığa gücü yeter ve bir an bile hiçbir şey onun dizgininden çıkamaz. Demek ki kâinattaki her cisim kontrol altındadır ve Allah’ın izni olmadan saniye dahi şaşmaz. Gecelerimizi her gün bir başka haliyle süsleyen Ay, bunu ispat etmiyor mu? Eğer bir saniye kendi ekseninde yavaş hareket etse veya dünyanın etrafını dolaşırken bir saniye hızlansa, Ay’ın arka tarafını görme imkânına sahip olurduk. Fakat Dünyanın uydusu olan Ay, almış olduğu emirle öylesine düzenli hareket eder ki bir saniye bile şaşmaz. Bize hep aynı tarafını gösterir. Ay’ın arka tarafını ancak ona gönderilen uzay araçları ile görme imkânına sahibiz. Başka türlü görme imkânımız yoktur. Evet, gökyüzünün de insanların bazı özel günlerde fırlattığı gibi havaî fişekleri vardır. Fakat onlar insanı ibret almaya ve kâinatı sevk ve idare eden Rabbimizi tanımamıza yarayan gök cisimleridir. Bize kâinatta tesadüfe tesadüf edilmediğinin en güzel delillerinden bir tanesini sunarlar. Bu konuyu daha iyi anlamak için 15. Söz’e ve 28. Lem’a’nın 28. Nüktesi’ne bakabilirsiniz. Rabbimden bütün okuyucularımı gökyüzüne bakıp ibret alan kullarından eylemesini niyaz ediyorum… 28.05.2010 E-Posta: [email protected] |
Halil USLU |
|
Hollanda semaları |
Avrupa basını, medyası ve münevver şahsiyetleri İslâmiyet’i gündemde tutmakta ve tahrifâta uğrayan Hıristiyanlığa karşı alternatif olarak görmektedirler. Geçmiş tarihlerde ve halen Müslüman irşad ekipleri ve Hıristiyan din görevlileri “Ulusal Tanışma Günü” veya “diyaloglar” adı altında bir araya gelip, bütün insanlığın kurtuluş ve barışı için çalışmaktadırlar. Bu hâl Hollanda’da da uzun yıllardan beri devam etmektedir. Avrupa’da ve dünyada böyle bir atmosferin oluşturulmasına doğru gidilmektedir. Çekirdeklerin muhteşem ağaçlara dönüşmesi ve o merâtipleri kat etmesi, nasıl bir hakikat ise; Hollanda’da böyle çekirdek olarak başlayıp ağaç haline gelen ve hatta meyve veren görkemli ‘mânevî ağaçlar’ vardır. İşte bunlardan bir tanesi ve en muhteşemi, şimdiki hâliyle Hollanda’nın manevî kalbi mesabesinde olan ve çok gayyur ve fedakâr Prof. Dr. Ahmed Akgündüz’ün rektörlüğünü deruhte ettiği Rotterdam İslâm Üniversitesi’dir. İslâmî, imanî ve nurânî faaliyetlerin yapıldığı bu aziz mekân bir anlamda da Hz. Bediüzzaman’ın büyük sevdası olan “Medresetüzzehra”nın Avrupa çekirdeğidir. Hollanda, krallıktır. Yüzölçümü: 41.526 km² Başşehri: Amsterdam. Dili: Flemenkçe ve Almanca. Nüfusu: 16 milyon. Hollanda’da 900.000’in üzerinde Müslüman yaşamaktadır. Elimizdeki bilgilere göre 4.500 kilise ve 450 civarında minareli ve minaresiz cami bulunmaktadır. Her türlü İslâmî faaliyet meşrû zeminlerde yapılmaktadır. Çok kiliseler Müslüman idarecilere verilerek cami hâline dönüşmüştür. Fatih camileri böyledir, Selimiye camileri böyledir, Ayasofya camileri de böyledir. Cami ile kalınmıyor, her bir cami bir külliye hâline getirilmekte ve cemaatler bazında fevkalâde icraatlar yapılmaktadır. Buraları bu müjdeli temâşâ içinde gördükten, mülâki olduktan ve ruhumun derinliklerinde hissettikten sonra, Efendimizin (asm) “Ümmetimden bir taife kıyamete kadar galibâne hakkı dâvâ edecektir” hadis-i şerifiyle daha da perçinlenmiştir.1 Bu hadis-i şerifin bir çok mânâsını ve bir çok cihetle o diyarlarda ve merkezlerde tecellî ettiğini gördüm ve görmekteyim. Bu hadis-i şerifi berrak olarak hissedenler ve görenler vardır, etmeyenler de bulunmaktadır. Hissedemeyenlere şair diyor ki: “Ol mahiler ki derya içredir derya bilmezler”... Hz. Bediüzzaman “..Hâlihazır Hıristiyanlık dini o hakikate karşı tasaffî edecek, hurafattan ve tahrifattan sıyrılacak, hakaik-i İslâmiye ile birleşecek, mânen Hıristiyanlık bir nev’î İslâmiyete inkılâp edecektir. Ve Kur’ân’a iktida ederek, o İsevîlik şahs-ı mânevîsi tâbi ve İslâmiyet metbû makamında kalacak, din-i hak bu iltihak neticesinde azîm bir kuvvet bulacaktır” demiştir. Geçtiğimiz yıl, şahsî kanaatimce yılın en büyük belgesi, yine bahsi geçen ve büyük hizmetleri deruhte eden Rotterdam İslâm Üniversitesi’nin yayını olan “İUR” bülteninin 2009 Nisan sayısında yer alan, Avrupa Kiliseler Birliği’nin neşrettiği “Laik Avrupa’da Allah’a şahadet” kitabının 3. maddesinde geçen “Hz. Muhammed Allah’ın Resûlü’dür (asm). Kur’ân da Allah’ın kelâmıdır” ifadeleridir. Bu, muazzaman bir gelişmedir. Hz. Üstad’ın bir asır önceki tesbitini ve 14 asır önce, Efendimiz Hz. Muhammed’in (asm) müjdesini teyid ve tasdik etmektedir. “Hollanda semalarında ne gördün veya nereye gittin?” diyenlere bunları takdim etmekteyim. 16 milyonluk bu harika ülkede, maddî sahada ve teknoloji dalında, şehircilik intizamında, trafik akışında, yer altı ve yer üstü ulaşımında kitaplar sadedinde çok nakledilecek hadisat ve ışıklar vardır. Fakat yukarıda zikrettiğim manevî temaşa bütün anlatacaklarımın en güzelidir. Hollanda semasında bunları gördüm, gözlerim sevinç gözyaşları ile doldu. Buralara gelmemize, konferanslar vermemize, gönül tellerine “müjdelerle” vurmamıza vesile olan ve emeği geçen can dostlarıma binler teşekkür ve binler tebrikler...
Dipnot: 1- Buhârî: 9. Hadis-i şerif. 28.05.2010 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Doğruluk ve namaz |
Bayram Bey: “İşârâtü’l-İcaz’da 87 ve 93. sayfalarda geçen yalan ve sıdk ne demektir?”
Kur’ân yalan söylemeyi haram kılmıştır. Sıdk, yani doğruluk ise Kur’ân’ın, Allah’a imandan sonra birinci derecede emri olan bir davranıştır. Yalan söylemek büyük günah olduğu gibi, bilhassa dîn hususunda yalan söylemek, inanmadığı halde inandığını söylemek günahı katmerleştirir. Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: “Allah’ı ve mü’minleri güya aldatmaktadırlar. Hâlbuki onlar yalnız kendilerini aldatırlar da farkında bile olmazlar. Onların kalplerinde nifak hastalığı vardır. Âyetler peş peşe inip İslâm inkişaf ettiği halde inanmadıklarından, Allah da onların hastalıklarını arttırmıştır. Âyetlerimizi yalanlayıp durmaları yüzünden onlara pek acı bir azap vardır.”1 Bu âyetlerin tefsirinde Üstad Hazretleri Kur’ân’ın yedi derecede yalan söylemeyi ve nifakı gayet çirkin gösterdiğini kaydeder. Bu dereceler şunlardır: 1- Allah’ı kandırmak gibi imkânsız bir şey yapmak istediklerinden dinde yalan söylemeleri ahmaklıktır. 2- Yalanda menfaatleri bulunduğunu zannettikleri için sefihtirler, akılsızdırlar. 3- Yararı zarardan ayırt edemedikleri için cahildirler. 4- Tıynetleri pis, sıhhatlerinin madeni hasta, hayat kaynakları ölmüş olduğundan rezildirler. 5- Şifâ talep ettikleri halde hastalıklarını arttırdıkları için zillet içindedirler. 6- Elemden ve acıdan başka bir şey vermeyen acıklı bir azaba müstehaktırlar. 7- İnsanlarca alâmetlerin en çirkini olan yalancıdırlar.2 Yalan söylemek hangi hâl ve şart olursa olsun caiz değildir. Şeriatın izin verdiği kısım, “kinaye” sûretiyle kapalı ve yoruma açık konuşmaktan ibarettir. Öyleyse yol ikidir: Ya susmaktır, ya da doğruluktur. Yalan söylemek İslâmiyet’in tercihi değildir. İslâmiyet’in esası doğruluktur. İmanın en özel niteliği doğruluktur. Bütün kemâlât kapılarını açacak olan da doğruluktur.3 Allah doğruların yardımcısıdır. *** İbrahim Bey: “Sabah namazında uyanmak ve namazı zamanında kılmak için ne yapmalıyım?”
Sabah namazı süre itibariyle en az, şekil ve uygulama bakımından en kolay ve en rahat olan, aslında eğer mesele yalnız, bizi kötülüklere sürüklemesine rağmen nefsimizde bitse yine de hiçbir problem yaşanmaması gereken bir sabah ibadetidir. Bir abdest ve dört rek’âtlik bir namaz. Burada nefsimize sormak gerekiyor: Allah aşkına nazlanmaya değer mi? Zorlanmaya, darlanmaya, rehavete, tembelliğe değer mi? Hepsi, hepsi beş dakikalık bir ibadet! Yazık sana ey nefsim! Haşir uyanışına benzer her sabah uyanışında beş dakikalık bir ibadetle Rabbine dönmek sana neden zor geliyor? Neden tembelleşiyorsun? Neden rehavet basıyor? Kılmamakla ve rehavetle ne kazanıyorsun? Ama yok; iş nefsimizde bitmiyor. Bu konuda nefsimiz de kukla; birisinden emir alıyor! Şeytanından... Yoksa sabahın o günahlardan uzak vaktinde, o temiz ve Allah’a yakın saatlerinde, o uyanış ve diriliş zamanında, kolayca da kılınabilecek bir uyanış ve diriliş namazı olan sabah namazı, her ne kadar kötülükleri emredici de olsa, nefse neden zor gelsin? Allah’ın kulu olduğunu idrak eden nefisler için bunun problem olmaktan çıkması lâzım! Ama demek bu iş, şeytanın ağzına bakan nefse zor geliyor. Çünkü bu beş dakikalık ibadette Allah’ın öylesine rızası ve hoşnutluğu gizli ki, Allah’ın öylesine rahmeti ve mükâfatları gizli ki, şeytan bunu hissettikçe çıldırıyor, çıldırıyor, çıldırıyor! Nefsimizi de aldatıyor ve baştan çıkarıyor. Nefis zaten his ve duygularıyla birlikte öyle yarını göremiyor, öyle geleceğe akıl erdiremiyor, öyle uzakları düşünemiyor; günübirlik yaşıyor… Günübirlik yaşadığı için de, şeytanın verdiği küçük bir rehavet, nefsin hakkından geliyor. Oysa bu küçük rehaveti yeniversek, alarm çaldığında fırlayıp kalkıversek ve Allah’ın huzurunda el pençe divan dursak, o sabah namazının az olan şekilleri, kolay olan hareketleri ve rahatça yapılabilen rükünleri içinde öyle bir rızaya, öyle bir hoşnutluğa, öyle bir mağfirete, öyle bir merhamete ereceğiz ki, derecesini, mertebesini, makamını, ne göz görmüş, ne kulak işitmiş, ne hayal yetişmiş! İşte bu şeytanı baştan çıkartıyor, şeytanı çıldırtıyor, şeytanı kudurtuyor! Az bir ibadete, sonsuz bir sevap ve feyiz, şeytanın aklını başından alıyor. Onun için nefsimize rehavet veriyor, yatağı daha sıcak, uykuyu daha cazip göstermeye ve bizi namazdan alıkoymaya çalışıyor. Biz akl-ı selimle düşünerek, sabır ve sebatla hareket ederek bu rehavetin üstesinden gelebiliriz. Hiç ümitsiz olmayalım. Kendimizden emin olalım. Nefsin hiçbir tembelliğine kulak asmayarak ve haklılık da vermeyerek alarm çaldığında yorganı tepelim. Kalkalım ve Allah emrini yerine getirelim. Nefsin hiçbir bahanesini dinlemeyelim. Şüphesiz, erken yatma tedbirini de ihmal etmeyelim.
Dipnotlar:
1- Bakara Sûresi, 2/9, 10. 2- İşârâtü’l-İ’câz, s. 87. 3- İşârâtü’l-İ’câz, s. 93. 28.05.2010 E-Posta: [email protected] |