Basından Seçmeler |
27 Mayıs darbesi: Elli yıl oldu, niye hâlâ lânetleniyor?
Bugün 27 Mayıs... 1960’ta yapılan askeri darbenin 50’nci yılı... Darbeciler; Başbakan Adnan Menderes, Maliye Bakanı Hasan Polatkan’ı ve Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu’yu idam etmişler ve birçok siyasetçinin ölmesine (intihar, kalp krizi) sebep olmuşlardı. 1960 darbesi, Türkiye’nin birçok yerinde çeşitli etkinliklerle lanetleniyor. Niye? 50 yıl önceki bir olayı hâlâ sıcak tutan nedir? Bunun iki boyutu var: Birincisi elbette idamlarla ilgili... Sadece yaşayanların değil, o dönemi dinleyerek, okuyarak öğrenenlerin de vicdanı hâlâ sızlıyor. İkincisi ... Eğer şimdilerde askeriye eksenli bir bürokratik vesayet rejiminden söz ediyorsak, bunun geçmişi 1960 darbesine uzanır. Bu rejimin görünürdeki işleyişi, cuntanın hazırlattığı 1961 Anayasası ile oluşturulan Milli Güvenlik Kurulu ve yüksek yargı organlarıyla sağlanır. Rejim 1982 Anayasası ile tahkim edilmiştir. ««« Yukarıda “görünürdeki işleyiş” dedim. Çünkü vesayet rejiminin başka boyutları da var: 1) Operasyon Boyutu: Bürokrasi siyaseti kendi çıkarları yönünde düzenlemek için malum eylem planlarından yapar ve uygular. 2) Sınıf Boyutu: Her rejim gibi vesayet rejimi de bazı sınıflara dayanır. 20’nci yüzyılın başında şekillenen, Cumhuriyet döneminde gücü artan bir kentli-okumuş sınıflar kütlesi, askeriyenin müttefiki olmuştur. Bu sınıflar askeriyeyi müdahaleye davet etmiş, darbe yapıldıktan sonra da bir siyasi aktör olarak kalmasını istemiştir. Ordunun hukuk ve demokrasi dışı eylemlerini, yerli ve yabancı topluluklarda meşrulaştırmak için çabalamışlardır. ««« Bütün bunlar 50 yıl önce olup bitmiş olaylar değil. Vesayet rejimi sürerken sosyal yapı da kendini tekrar ediyor. İşte iki fotoğraf: Birincisi 3 Haziran 1960’ta çekilmiş. Yer: İstanbul Üniversitesi’nin bulunduğu Beyazıt olsa gerek. Elbise ve gözlükleri birbirinin kopyası kızlar, göğüslerine astıkları bayraklarla, erkeklerin taşıdığı, “Orduya Şükran” pankartı altında yürümekte. Bugün darbe olsa, çoğunun çocukları ya da torunları aynı pankart altında yürür mü, yürümez mi? (Buna askerci orta sınıflardan sosyal demokrasi çıkarmaya uğraşan CHP Parti Meclisi üyesi, sosyolog Sencer Ayata cevap versin.) İkinci fotoğraf Hayat dergisinden (1960/23) Yer: New York’taki Birleşmiş Milletler binasının önü. Orada okuyan “öğrenciler”... Darbeyi dünya kamuoyu gözünde meşrulaştırmak için... Pankartlara, “Hükümet düzinelerce insanı öldürdü... 40 kişi kayıp... 3 bin öğrenci toplama kampında” diye yazmış. Tamamı yalan! Hepsi uydurma! Ve bunları yapan da, Sencer Ayata’nın sevecen bir üslupla “yeni orta sınıf” dediği insanlar. Bugün benzerleri aynı şeyi yapıyor. ABD yönetiminin aklını çelmek için “İslamcı Hükümetin şeriat özleminden” söz ediyor. Bu yalanları niye söylediklerini de Sencer Ayata anlatsın. Onları çok iyi tanıyor ya...
Emre Aköz, Sabah, 27.5.2010 |
28.05.2010 |
27 Mayıs’ın hesabı
Bugün, 27 Mayıs’ın 50. yılını idrak etmiyoruz; tam yarım asrın hesabını görüyoruz. Türkiye 50 yıl önce bugün bir gasp olayına sahne oldu. 38 subay bir çete kurup önce bize ait olan devlet iktidarını, sonra onurumuzu ve hukuk içinde yaşama güvencemizi gasp ettiler. Bizi, silahla tanzim edilen bir eşkıya düzeninin içinde yaşamaya mahkûm ettiler. Bugün bu 50 yıllık düzenin tasfiyesi ile uğraşıyoruz. Bu yüzden bir yıldönümü idrak etmenin ötesinde bir hesaplaşmayı bitiriyoruz. 12 Eylül darbesi olduğunda, olan biteni idrak edecek olanlar bugün asgari 45 yaşındalar. 27 Mayıs darbesi için bu yaşı 20 yıl daha ileri almak lâzım. Uğradığımız kazaları, başımıza gelen belaları yeni nesle anlatmak gerekiyor. Bu hesaplaşmayı gelecek nesiller adına yapmak zorundayız. 27 Mayıs sabahı, 38 düşük rütbeli subay, kendi aralarında planladıkları darbeyi icra ettiler. Kritik mevzileri ellerindeki asker ve silahlarla ele geçirdiler. Önce orduyu ele geçirmek için komuta kademesini etkisiz hale getirdiler. Sonra tek tek cumhurbaşkanını ve hükümet üyelerini tutukladılar. 235 generali ve 3000 civarında subayı emekliye sevk ederek, orduyu kontrol altına aldılar. Çevrelerinde devlet kurumlarının ve özel sektörün içinden bir çıkar şebekesi oluşturdular. Yüksek yargıyı elden geçirip hukuka bağlı bütün yüksek yargıçların görevlerine son verdiler. Kendilerine dalkavukluk eden profesör takımına üniversiteyi teslim edip, bilim onuruna sahip olanları üniversitelerden uzaklaştırdılar. Sermaye sınıfı içinde müttefikler buldular. Medyayı kendilerine payanda yaptılar. CHP’ye siyasî uzantıları olarak baktılar. Sonra ele geçirdikleri iktidarı hem kendileri hem de yandaşları için kalıcı hale getirecek bir düzen tesis ettiler. “II. Cumhuriyet” adıyla yeni bir cumhuriyet kurduklarını ilan ettiler. Halkın seçtiği iktidarları etkisiz ve mecalsiz bırakacak bir anayasa ve yargı düzeni oluşturdular. Bunun için hukuku tepetaklak hale getirdiler. Demokrasiyi delik deşik ederek, halkın tercihlerini peşinen itibarsızlaştırdılar. Bu kadar akıl ve mantık dışı, insan onuruna, halkın irfanına bu kadar aykırı bir düzeni kalıcı kılmak için aka kara dediler, bir toplumu bir arada barış içinde yaşatan her değeri ayaklar altına alıp çiğnediler. Halka küfrettiler, inançlarını aşağıladılar. Aşına, işine göz koydular. İçine girip saklandıkları her kuytu köşeyi dokunulmaz kıldılar. Bu milletin asaletini, sabrını ve tahammülünü sonuna kadar zorladılar. Yüzlerce yıllık devlet terbiyesine sahip bir halkı, ilkel bir kabile devletinin keyfiliğine ve zorbalığına mahkûm ettiler. Zor sınavlardan alnının akı ile çıkmış bu aziz milleti kültürsüzlüğe, ilkelliğe mecbur kıldılar. Bütün toplumsal dengeleri altüst ettiler. Sonrasında Türkiye’yi bu zorba düzeni devam ettirebilmek için bir kardeş kavgasının içine sürüklediler. Bu muamelelerin hiçbirini hak etmedik. Bu kadar ilkelliğe ve zorbalığa layık değildik. Ama oldu. Bir kazaya kurban gittik. Türkiye’nin 50 yıl boyunca yanlış giden her şeyi, tökezlemeleri ve kaybettikleri 27 Mayıs darbesinin eseridir. Bu 50 yılı değerlendirirken, darbe düzeninin bütün olumsuzluklarına ve engellemelerine rağmen halkın başardıklarına saygı ve hayranlıkla bakmak gerekir. 27 Mayıs’ın üzerinden tam 50 yıl geçti. Ve biz bugün hâlâ 27 Mayıs darbesini yapanların tepetaklak ettiği her şeyi yerli yerine yerleştirmekle uğraşıyoruz. Devlete olan güveni yeniden tesis etmek, hukuku tesis etmek ve 72 milyonun eşit ve onurlu vatandaşlar olarak yaşamasını temin etmek, bu düzenin bütün bakiyelerinden kurtulmakla mümkün. Türkiye 50 yıl önce bir kazaya uğradı. Bir felakete tanık oldu. Bu 50 yıl zor geçti. Sırf bu darbecilerin düzenini sürdürebilmek için çok acıya, çok cefaya tanık oldu. Tecrübe bir milletlin hayatında en değerli şey. Bugün başına çorap örenlerinden hakkından gelecek gücümüz var. 50 yılın sonunda, geriye dönüp bakıp söyleyeceğimiz şu: Biz bu hesabı gördük. 27 Mayıs darbesini yapanlar tarih huzurunda mahkûm edildiler.
Mümtaz’er Türköne, Zaman, 27.5.2010 |
28.05.2010 |
Darbenin yarım yüzyılı
Bugün 27 Mayıs darbesinin 50’nci yıl dönümü. Zaman ne kadar çabuk geçiyor! O günleri iyi hatırlıyorum. Galatasaray Lisesi 10’uncu sınıf öğrencisi idim. Darbe öncesinin öğrenci yürüyüşlerine ben de katılmıştım. “Olur mu böyle olur mu, kardeş kardeşi vurur mu, kahrolası diktatörler, bu dünya size kalır mı?” Radyoevi’nin önünde böyle bağırıyorduk. Polisle çatışma çıktı. Sokak kavgalarında deneyimsizdik. Kaçıştık. Ama darbe oldu. Darbeden kısa süre sonra AFS bursu ile Amerika’ya gittim. Maalesef Yassıada duruşmalarını radyodan canlı dinleyemedim. O zaman internet yok, haberleşme olanakları çok kısıtlı. Babamın posta ile yolladığı gazeteler Kaliforniya’ya ancak bir ayda ulaşırdı. Dolayısı ile “kuyruk” edebiyatına yabancı kaldım. Menderes ve Bayar’ın savunmalarını, Başol’un aşağılayıcı üslubunu duymadım. Darbeyi destekleyen gazetelerin anlattıkları kadarını öğrendim. Ama Menderes, Zorlu ve Polatkan idam edildiğinde Türkiye’ye geri dönmüştüm. Bizim ev Halk Partisi’ne daha yakındı. Ona rağmen idamların babamın canını sıktığını biliyorum. Uzun süre “Kötü oldu, yanlış oldu bu iş” diye söylendi.
BİLÂNÇONUN AKTİFİ BOŞTUR Normal koşullarda yarım yüzyıl sağlıklı bir değerlendirme yapmak için yeterli zamandır. Olayın aktörleri sahneyi terk eder. Yarar ve hasarının nesnel bir analizine olanak oluşur. Bir bilanço çıkarmak mümkün olur. Türkiye oraya geldi mi? Maalesef evet diyemiyorum. Çünkü askeri darbe yandaşı zihniyetler ve toplum kesitleri bugün de küçümsenmeyecek etkinliğe sahipler. Dolayısı ile 27 Mayıs’ın analizi bugünün siyasetine dönüşüyor. Kutuplaşmanın bir unsuru oluyor. Kendi tavrımı açıklamak istiyorum. Amacım kimseyi etkilemek değil; zaten mümkün olmadığını biliyorum. Sadece tarihe kayıt düşüyorum. Kısa ve öz tutuyorum. 27 Mayıs, Cumhuriyet tarihinin kırılma noktasıdır. 1960’a kadar siyasi meşruiyetin kaynağı meclisti. Darbe ile çıplak silahlı güce devredildi. Tetiklediği diğer darbeler ve miras bıraktığı vesayet zihniyeti Türkiye’nin gelişmesini engelledi. Lehine bir tek argüman bile bulmak mümkün değildir. Bilançonun aktifi boştur. Nokta.
Asaf Savaş Akat, Vatan, 27.5.2010 |
28.05.2010 |
27 Mayıs’ın açtığı yol
Türkİye’dekİ ‘kökü’ içerde sanılan büyük siyasal çalkantıları yeryüzü konjonktürüne bakmadan anlamak mümkün değil... Tabii dış konjonktürün yeşil ışığını gören darbecilerin, bunun gereğini Başbakan asarak ifa etmeleri yerel anti-demokratik kültürün de vahşi ve kanlı bir türevi... Hâlbuki... “Siyaseten yanlış yapan siyaseten fatura öder” anlayışı demokrasinin özüdür. Suç işleyen de hukuken cezalandırılır. 27 Mayıs’la birlikte ikisi birbirine karıştı. 27 Mayıs, halk iradesiyle gelenin yeniden halk iradesiyle gitmesinin esas prensip olduğu, Türkiye için çok taze bir fidan olan demokratik kültürün büyük bir baltayla yok edilmesiydi. Daha vahimi... 27 Mayıs’la halk iradesinin darbelerle yolunun kesilmesi ve bunun bir gelenek olmasının yolu açıldı, bir vesayet rejiminin var olduğu tescil edildi. 1960 Anayasası bir darbe anayasası olduğu için halk iradesine ipotek koyan tüm kurumların doğduğu bir anayasa olarak var oldu. 27 Mayıs’ın 50. yılı ama maalesef 27 Nisan e-muhtırası da sanki geçmişten hiçbir ders alınmamışçasına çok taze... Balyoz, Kafes ve diğerlerini ise pas geçiyorum... ««« Dilerim 50. yılında 27 Mayıs’ı tüm yönleriyle anımsamak ve tahlil etmek, ileriye yönelik darbecilik ve vahşet anlayışından da topluca arınmamıza olanak sağlar...
Mehmet Altan Star, 27.5.2010 |
28.05.2010 |
Genelkurmay Başkanı nasıl yaka paça derdest edildi?
27 MayIs 1960’ı sabah saat 04:30- 05:00 arasında, 16 yaşında Ankara Atatürk Lisesi’nin Lise 1 talebesi olarak, devlet memurlarının oturduğu, eski adı ile Saraçoğlu Mahallesi, yeni adı ile Namık Kemal Mahallesi, 3. Cadde, 5 No.lu apartmanın 4 numaralı dairesinde ablamla paylaştığımız yatak odasında yakından gelen silah sesleri ile karşıladım. Babam, rahmetli Kıdemli Kurmay Albay Hayri İlkorur, Jandarma Genel Komutanlığı Harekât Daire Başkanı. Dört dairelik apartmanımızda bizden başka iki jandarma subayı ve aileleri var. 1 numaralı daire’de ise devrin Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın Başyaveri, şimdi adını hatırlayamadığım fevkalade saygın bir Deniz Kurmay Albay ile aynı saygınlıkta annesi oturuyor. Ablam ile telaşla kalkıyoruz ve daha ayaklarımıza terliklerimizi giyerken neler olduğunu tahmin ediyoruz. Zira, Kızılay’ın bir köşesinde yaşadığımız için Türkiye’yi 27 Mayıs 1960’a götüren o günleri ve olayları, 555K’sına kadar izlemişiz. Devlet memurlarının, daha doğrusu tüm Bakanlıklardan çeşitli mevkideki sivil ve askeri bürokratların yaşadığı bir yerde oturduğumuz için, daha çocuk sayılsak da, onların evlatları bizler mevcut siyasi durum konusunda bir fikre sahibiz. Daha da önemlisi, olası değişikliklerin babalarımızı ve nihayette ailelerimizi nasıl etkileyeceği konusunda da tahminlerimiz ve, açıkçası aşağıdaki anıların saldığı türden, korkularımız var. Silah sesleri, yaklaşık 18 apartmanın karşılıklı dizelendiği sokağımızın ucundan itibaren başlayan Kara Kuvvetleri ve Genel Kurmay Başkanlığı tarafından geliyor ve bir askeri harekatın başladığına işaret ediyordu. O sabaha ait, kendimizi pencerelere attığımızdan itibaren kafama sinema şeritlerinin görüntüleri gibi işlenmiş bir çok anım vardır. İlk görüntüler, mahallemizin Harp Okulu talebeleri tarafından kuşatılmasına ilişkindir. Ama, bir ihtilalin acımasızlığını ve çelişkilerini beynime şoklayan anım o devrin Genel Kurmay Başkanı Orgenaral Rüştü Erdelhun’un evinden alınıp götürülmesidir. Rahmetli Orgeneral Erdelhun, TC devletinin bu kadar savurgan olmadığı o zamanlarda bizim karşımızda, zemin katında tüm mahallenin bakkal ve dükkânlarının olduğu apartmanın birinci katında bizimkinden daha büyük ama hala mutevazi bir dairede oturuyordu. Sokaklar henüz tenha iken bir askeri jeep, şimdi tam olarak hatırlayamıyorum, bir teğmen veya bir üsteğmen komutasında birkaç Harp Okulu talebesi devrin Genel Kurmay Başkanı’nı almaya geldi. Yukarı çıktılar. Erdelhun Paşa ve ailesi kapıyı açmadı. Gelen ekip aşağı indi. Büyük bir kütük getirildi. Bizans’ın kapıları yıkılırcasına kütükle kapının devrilme seslerini duyduk. Biraz sonra, koskoca Orgenaral Erdelhun iki kolunda biri subay iki genç asker, şapkasız, yazlık resmi elbisesinin yakası bir tarafa kaykılmış bir şekilde sürüklenerek jeep’e bindirildi. Ama, o on saniyelik görüntüde 16 yaşında çocuk aklıyla ve büyük bir üzüntü ile aklıma kazınmış olan, o ihtilal havasına kendini kaptırmış olan genç subayın haykırarak sarfettiği şu laftır: “ Yürü ulan e...k, sen bu orduyu sattın !” 27 Mayıs 1960’ı takip eden günlerde birçok arkadaşımın babası gece yapılan baskınlarla alınıp götürüldü. O zamanlar daha yüksek sivil bürokrasinin oturduğu 4. Cadde yol yapımı nedeni ile kapalı olduğundan o caddeye giriş bizim apartmanımızın karşındaki merdivenli yoldan sağlanıyordu. Çok geceler, ben ve ailem, o merdivenlerin önünde duran askeri vasıtalardan inen silahlı askeri güçlerin koşar adımlarla ev basmaya gittiklerini izlemenin sıkıntısını çektik: Acaba, adı, sırf görevi icabı orada olmak zorunda olduğundan, rahmetli İnönü’nün kafasına taş atıldığı meşhur Uşak olayları nedeni ile babamı ne zaman götürmeye geleceklerdi? Babamı hiçbir zaman alıp götürmediler. Ama, 43 yaşında emekli edip, yaşananların üzüntüsü ile hastalanmaya ve 53 yaşında ölmeye mahkum kıldılar. Kimileri 27 Mayıs 1960’ı devrim olarak nitelendirir. Ama, o bir devrim değil, çok basit bir neden ile, ihtilaldir. Zira, onu takip eden askeri müdahaleler gibi bir emir-komuta zinciri içinde yapılmamıştır. Tamamı ile bir baş kaldırıdır. Onu haklı kılacak bir gerekçe kesinlikle yoktur.
Korkmaz İlkorur, Radikal, 27.5.2010 |
28.05.2010 |