30 Nisan 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR Mobil İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Ali FERŞADOĞLU

Toptancı değil; ölçülü, dengeli bir bakış


A+ | A-

İslâm âleminde, genel olarak Batıya iki olumsuz, yanıltıcı, toptancı bakış var:

* Bir kesimi, “Avrupa kötüdür!” deyip ilme, gelişmeye, medeniyete, teknolojiye dahi kapılarını kapatmış.

* Diğer kesim de, “Avrupa her şeyiyle iyidir, kurtarıcıdır!” deyip bütün olumsuzluklarına dahi kucak açmış!

Bediüzzaman ise, toptancı değil, ölçülü, dengeli bir bakış açısı getirir. “Birinci ve ikinci Avrupa” diye onu ikiye ayırarak tahlil eder.

* Birincisi: İsevî dini (ki, aslı İslâmiyettir) ile İslâm’ın getirdiği esas, prensip, ahlâk, düşünce ufku ve ilimden feyz alıp, istifade ederek, bugünkü medenî seviyeye ulaşan, hürriyetçi, insan haklarına saygılı, adâleti tesis etmeye çalışan Avrupa...

* İkincisi: Aslı tahrif edilmiş, değişmiş Hıristiyanlığın ve her şeyi karanlık gösteren ve sadece akıl feneri ile her şeyi halledeceğini sanan, eski materyalist Yunan felsefesinin tâlimiyle, beşerî akıl ve düşünce ile yola çıkan; sefahet ve rezâlete yol veren; insanın süflî duygularını, hevâ ve hevesini besleyen ve dünyayı fesada verip kirleten felsefeden beslenen Avrupa...

“Ey sefahet ve dalâlette bozulmuş ve İsevî dininden uzaklaşmış Avrupa! Deccâl gibi bir tek gözü taşıyan kör dehan ile ruh-u beşere cehennemî bir hâleti hediye ettin! Sonra anladın ki, bu öyle ilâçsız bir ilettir ki, insanı âlây-ı illiyyînden [en yüksek mertebeden] esfel-i sâfilîne [aşağıların aşağısına] atar; hayvanatın en bedbaht derekesine indirir. Bu illete karşı bulduğun ilâç, muvakkaten ibtal-i his [duyguları iptal] hizmeti gören cazibedar oyuncakların ve uyuşturucu hevesat ve fantaziyelerindir. Senin bu ilâcın senin başını yesin ve yiyecek!”1

“Bil, ey ikinci Avrupa! Sen sağ elinle sakîm ve dalâletli bir felsefeyi, sol elinle sefih ve muzır bir medeniyeti tutup dâvâ edersin ki, ‘Beşerin saadeti bu ikisiyledir.’ Senin bu iki elin kırılsın ve şu iki pis hediyen senin başını yesin ve yiyecek!” 2

Bediüzzaman’ın, bu paragraflarda geçen “Avrupa” tâbiri, daha genel anlamda “Batı Medeniyeti” olarak da düşünülebilir.

Başka yazılarımızda da işlediğimiz gibi, Batıda fert alkol, uyuşturucu ve çeşitli hastalıkların pençesinde mutsuz bir hayat sürüyor. Aile huzursuz, hatta târümâr olmuş, dağılmış durumda. İntihar, müstehcenlik, alkolizm, fuhuş gibi kötü haller ve alışkanlıklar, “İkinci Avrupa”nın, yani Batı’nın “sefih kısmı”nın marifetidir ve gerçekten de Avrupa’nın başını yemiştir, yemeye de devam ediyor.

Dipnotlar:

1- Lem’alar, 90-107.

2- Lem’alar, s. 119.

30.04.2010

E-Posta: [email protected] [email protected]



Nejat EREN

Günlük hayatta gerekli bazı sağlıklı iletişim prensipleri


A+ | A-

İnsan hayatı için vazgeçilmez esaslardan birisi de muhakkak ki “iletişimdir.” Sağlıklı bir iletişim; saadete giden yolun yanı sıra sıkıntılara çözüm üretmenin de önemli bir aracıdır. Günlük hayatın çok karışık ve hızlı akışı içerisinde “sağlıklı iletişim” ne kadar önemliyse; “iletişim kazaları” da bir o kadar zararlıdır. Birçok alanda olduğu gibi bu alanda yapılan yanlışlıklar çoğu zaman telâfisi imkânsız durumlar ortaya çıkarabilmektedir.

İletişim merkezinin ağırlık noktası “aile içi iletişimdir.” Toplumun çekirdeği mesabesindeki aile bağlarındaki sağlam ve sağlıklı yapı, netice olarak dalga dalga bütün cemiyeti müsbet veya menfî mânâda derinden etkileyecektir. Doğru iletişimin önemi kadar yol ve metotları da bir o kadar önemlidir. Mesajları muhataba iletmede sağlıklı tarzlar bilinirse, bu tür kazaları asgariye indirmek ve en azından azaltmak mümkün hâle gelecektir.

Her konuda olduğu gibi bu konunun da en güzel örneklerinin İslâm’da olduğunu ve tatbikatının en mükemmelinin Hz. Muhammed’de (asm) bulunduğunu asla unutmayalım.

Bununla beraber şu anda günlük hayata ait tecrübelerden çıkan, ilgili sahanın uzman kişilerince tesbit edilen; araştırma, yorum, rehberlik ve tavsiyeleri de bu meyanda kabul edip bazı ipuçları bulmaya çalışalım:

İLETİŞİM KAZALARININ

BAŞLICA SEBEPLERİ

- Aşırı derecede iddia ve inatlaşmak.

- Sabırsızlık gösterip muhatabın sözünü kesmek. (İletişimin temelindeki vazgeçilmez en önemli şartın; muhatabı “dinlemek” olduğunu asla unutmamalıdır.)

- Muhatap konuşurken başka şeyle meşgul olmak.

- Hemen ve acilen sonuca gitmeye çalışmak.

- Karşıdakinin duygularına değer vermemek. Bulunduğu noktada sabit kalıp kendi doğrultusunda davranmak.

ETKİLİ BİR DİNLEME İÇİN...

- Tarafsız olarak dinlemeyi başarabilmek.

- Konuya ve olaya odaklanıp yoğunlaşmak.

- Dinlerken soru sormak, fakat “sorgulamamak” ve yargılamamak.

- Mümkünse söylenenleri “not almak.”

- Vücut dilini de dikkate alarak dinlemek ve konuşmak.

- Fizikî olarak rahat bir konumda konuşup dinlemeyi sağlamak.

- Konuşmayı ve sohbeti bir “savunma” aracına çevirmeden akıl ve muhakemeyi kullanmak.

İLETİŞİMDE HAYATÎ NOKTA VE ALANLAR

Bir gün içerisinde—konumumuza ve sosyal aktivitemize göre—onlarca, bazan da yüzlerce kişiyle görüşüyor, ilişki kuruyor, bir problemi halletmek durumunda kalıyor ya da konuşup, dertleşip, fikir alış verişinde bulunuyoruz. Sonuçta konuşuyor veya yazışıyoruz. Bu gibi iletişimlerimizde başarı sağlamada eğitimin katkısı büyük olmasına rağmen; kişinin kendi kabiliyet ve kişilik özellikleri de ön plandadır. Yazılı iletişimde ise, “âdâb-ı muâşeret” olarak adlandırabileceğimiz görgü kuralları “olmazsa olmaz” gerekliliklerdendir. Bu tarz münasebetlerde öne çıkan en belirgin ve etkileyici ifadeler “selâmlar” ile başlayıp “saygılarımla” bitirmektir. Bu ifadeler samimiyet ve yakınlık çizgisinin tezahürleridir.

Bu alanda da en güzel örnekleri, bu toprak ve kültüre has olan en güzel ifadeleri, Bediüzzaman ve onun mümtaz talebeleri arasındaki o samimî ve içten “lâhika mektupları”nda görebiliriz: “Aziz, sıddık, fedakâr, cefakâr, mübarek, kahraman, sadakatli, kıymetli, kıymettar, üstad-ı muhterem, muhterem, eyyühe’l-Üstad, kardeşlerim, ders arkadaşlarım, faziletmeâb üstadım, gayyur kardeşim, müdakkik âhiret kardeşim, hizmet-i Kur’âniyede arkadaşım, müştak kardeşim” vb... Ruhları okşayan, ulvî duyguları harekete getiren orijinal ve cihan değer ifadelerin bir kısmıdır işte bunlar.

ANLAMAK MI, DİNLEMEK Mİ?

Bir insanla en iyi ve bire bir iletişim kurmanın yolu, elbette ki “konuşmak, anlatmak, söylemek, beden dilini kullanarak yüz yüze ve fiziksel temas ve duygu değişimi” ile olur. Ancak bu şekilde istediklerimizi ifade edebiliriz. Çünkü asıl iletişim, karşılıklı olarak bir mesaj aktarımıdır. İletişimde en büyük hata karşımızdakini dinlememektir...İletişimin ögelerini incelerken, alıcıdan sonraki gelişmeyi de göz ardı etmemeliyiz. Bu “geri bildirim”dir. Her mesaj alış verişinde kaynak, mesajı ilettikten sonra geri bildirimi takip etmek durumundadır. Aksi takdirde mesajın yerine ulaşıp ulaşmadığını bilemez. Özellikle iş hayatında bu durum büyük bir problemdir. Ve büyük bir “hatadır.”

İLETİŞİMİ OLUŞTURAN VAZGEÇİLMEZLER

(1) İletilmek istenen bilgi, söz, (2) mesajı olan kişi veya kişiler; (3) mesajın çıktığı yer, kaynak. Kaynaktan çıkan bir bilgi, mutlaka alıcının anlayacağı bir araçla iletilmek zorundadır. Yazılı, sözlü veya beden dili kullanılarak yapılabilir. Beş duyu organımız diyebiliriz. Bir arkadaşa not iletirken olayı net, kısa ve en etkili şekilde ve karşılıklı “teyitleşme” (doğrulama) ile neticelendirmek gerekir.

DİNLEYENİN RUH HÂLİNİ

GÖZ ARDI ETMEYELİM…

Her şeyden önce mesajı verirken alıcının bulunduğu ortamı, hatta ruh hâlini düşünmemiz gerekli. Yani en uygun zamanda mesaj iletilmeli; muhatabımız aynı anda birden fazla iş yapıyor konumundaysa; böyle bir durumda, isteğimiz başka bir kanalla yani başka bir yolla o bilgi aktarılmalıdır. Ya o kişinin başının rahatlayacağı dakika beklenip anlatılmalı ya da sonradan okuyacağı bir not—görebileceği bir yere—bırakılmalıdır.

İLETİŞİMDE ETKİNLİĞİ

ENGELLEYEN HATALAR

Evde, işyerinde zihnimizi meşgul eden şartlardan, günlük hayatımızdaki alışkanlıklarımıza kadar çeşitli sebepler, etkin bir iletişim kullanmamızı engelleyebilir. Bu konuda zorluk yaşamamak için, kendimizi iletişime hazır olma konusunda eğitmenin yanı sıra karşımızdaki kişinin anlatmak istediğini açıkça ortaya koymasını sağlayacak bazı yöntemleri geliştirmemiz gerekir.

DİNLİYOR GÖRÜNMEYELİM, DİNLEYELİM!

Muhatabını dinler görünüp, dinlememek en kolay düşülen tuzaklardan biridir. “Geçiştirme” alışkanlığının bizi etkisi altına almasına izin vermemek için kendimizi eğitmeliyiz. Daima dinlemeye hazır olmalı ve zihnimizi buna uygun tutmalıyız. Bir görüşmeye gergin ve saldırgan duygularla başlamanın, konsantrasyonumuzu bozacağını unutmayalım. Birisini dinlerken zihnimiz berrak olmalı.

MUTLAKA ANLAYALIM!

Karşımızdakini dinlesek bile söylediklerini anlamayabiliriz. Anlamadığımızda, ‘anlıyor gibi’ yapmayalım. Anlamadığımız bir ayrıntı varsa, görüşmeyi kesip derhal açıklama istemeliyiz. Bunu yapmadığımızda, karşı taraf anladığımızı düşünerek devam edecektir.

ÖNEMSEYELİM!

Konuşulan şey bizim için önemsiz olabilir, ancak karşımızdaki için belki de hayatî bir önemi vardır. Karşımızdaki kişiye zaman ayırıyoruz, söylediklerini anlamak için de çaba harcamalıyız.

UNUTMAMAYI SAĞLAYIN!

Unutkanlık ayıp değildir. Yorgun olmamız bile unutkanlığa yol açabilir. Ancak bu konuda tedbir almalıdır. Böyle durumlarda hafızamıza güvenmeyip mutlaka not almak gerek!

MESAJI ZAMANINDA İLETELİM

Hız ve bilginin zamanında iletilmesinin taşıdığı önem giderek artıyor. Bizim de bu duruma uymamız gerekiyor. Zamanında iletilmeyen bilginin, sonradan değerinin kalmayabileceğini aklımızdan çıkarmayalım.Sağlıklı ve doğru iletişim kanallarında buluşup devam etmek dilek ve temennisiyle...

30.04.2010

E-Posta: [email protected]



Osman ZENGİN

Topuz ve Tamer’in babası da veda etti


A+ | A-

Yeni Asya çıkmadan önce İttihad’a ara sıra bakıyorduk. Orada görüyorduk o değişik çizgiyi. Sonra 1970’de Yeni Asya neşir hayatına başlayıp, biz de aynı yıl içerisinde Nurlarla müşerref olunca, artık Yeni Asya, bizim devamlı okuduğumuz gazetemiz olmuştu. Elhamdülillâh 40 yılı aşkın süredir okuduğumuz gazetemizi Cenâb-ı Hak, fitne ve fesada duçar etmez de, son nefesimize kadar da okumak nasib olur İnşâallah!

İlk olarak İttihad’da tanıdığımız çizgiyi, Yeni Asya’da görmeye başlamıştık. Vehip Sinan’dan, onun çizgilerinden, karikatürlerinden bahsettiğimizi anlamışsınızdır. Rahmet-i Rahman’a kavuşunca bunları yeniden hatırladık, hatıralar dile geldi. O yıllarda gençliğimizin baharını, ilk zamanlarını yaşıyorduk. Çocuk değildik, ama bir çocuk çizgi romanı olan “Topuz’un maceralarını” okumadan da yapamıyorduk. Çünkü, eskiden beri, çocukluk dönemlerimizde bir alışkanlık vardı çizgi romanlara karşı. Özellikle de, bu aziz milleti dininden ve değerlerinden uzaklaştırmak isteyen, süfyanî hâinlerin, Avrupa ve Amerika menşeli şeylere yönlendirmesi neticesi okuduğumuz Teksas, Tommikslerin de tesiri vardı bunda. Ama, Topuz, çocuklarımıza müsbet şeyler veriyordu. O zamanlar iki cilt hâlinde kitaplaşan Topuz serisinin hep devamını sormuşlardı bana çocuklarım. “Baba üçüncü Topuz ne zaman çıkacak?” diye. Çocukları çok sevdiğinden olacak ki, onlara yönelik çok şeyler çizmiş, Can Kardeş dergimizin ilk okunan ve arananı olmuştu. Evlenmemiş olmasına rağmen, bu derece çocuk sevgisi olan bir zâttı.

Vehip Sinan’la bizzat tanışmamıştık, nasip olmamıştı. Gazetemize yaptığımız ziyaretlerde de denk gelmemişti. Tabiî, Yeni Asya’nın diğer yazar ve müntesibleriyle görüştüğümüz sohbet zeminlerinde de karşılaşmadığımızdan oldu biraz da. Ama o, Yeni Asya’nın, Yeni Asya camiasının samimî bir dostuydu. Üstelik de, iyi bir demokrattı. Halkçılara karşı Demokratlara dost, dini siyasete âlet ederek ortaya çıkanlara da mesafeliydi. Çizdiği karikatürlerde bunu görmek mümkündü. Kıvrak bir zekâ ve iyi bir çizgi kabiliyetine sahipti. Topuz çizgi romanının dışında “Bay İlerici” tiplemesiyle de, o cenahtakileri iyi hicvederdi. Yeni Asya ile iyi özdeşleşmişti. Aslında bizim cenahta değil de, diğer cenahta olsaydı, onu çoktan göklere çıkarmışlardı. Ama onlar için bir şahsın harika olması değil, kendilerinden olması mühimdi. Öyle olduğundan da, fazla ma’kes bulmamıştı onların yanında.

Son İstanbul seyahatimizde karikatüristimiz İbrahim Özdabak’la onu konuşmuştuk. İbrahim Bey, gerçekten de beyefendi bir kardeşimiz. Ustaya saygı gösterenlerdendi. Ama cenazesinde, o ustaya gereken alâka ve saygıyı, başta devlet erkânı olmak üzere, bazıları istenen düzeyde göstermemişlerdi.

Allah rahmet eylesin. Hasenâtı çok olanlardan olsun İnşâallah.

30.04.2010

E-Posta: [email protected]



Halil USLU

Balıkesir’de müjdeler


A+ | A-

İstanbul’da Halid bin Zeyd Eyyub el Ensari Hazretlerinin (ra) kabrini, İstanbul Eyüp Belediye Başkan ve yardımcılarını ziyaret ettikten sonra; müjde konferansı için dâvet aldığımız Balıkesir’e ulaşmak üzere, yıllar önce İstanbul-Bandırma arasını 5 saatte aldığımız araba vapuruna bedel şimdi İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne bağlı deniz otobüsüyle iki saatte Bandırma’ya geldik. Aynı gece Dr. Osman Beyle Erdek beldesine gittik. Tamamen denize nâzır olan bu güzel mekânda yeni bir dershane açılışında bulunduk. Bu dershanenin dış dünyaya dönük geniş hizmetler îfâ edeceğini ruhumda hissettim. Elbette sebat, istikrar lâzım. Atila, Süleyman ve diğer zevâtın müdavimliğiyle olacaktır İnşâallah.

Bandırma’nın “Bester” isminde hem gazetesi, hem de radyosu var. Dr. Osman Ataç Beyin himmetiyle kendimizi burada bulduk. Radyo yetkili sahibi hanımefendinin ve bayan program yapımcılarının hazırladıkları “Kutlu Doğum ve Türkiye’nin son ahvâli” konuları üzerine bazı sorulara bir saat yirmi dakika muhatap olduk. Akşamında Yeni Asya Vakfı’ndaki seminerimiz ve kitaplarımızı imzalamamızdan sonra bizde oluşan kanaat; istikbalde burada da, mezkûr radyo ile müşterek bir anma programının deruhte edileceğidir.

Gecenin karanlığında, muhterem Ali Fuad, Dr. Ahmet Yakut ve M. Ali Beylerle ve verilen ibadet molalarıyla kendimizi Balıkesir’de bulduk. Yeni Asya Vakıf binasında başta Osman Bey kardeşimizi ve sâir zevâtı ayakta görmek bizlere ayrı bir ümit vermiştir. Sabahında ise; Balıkesir Risale-i Nur Enstitüsü ve Yeni Asya Temsilciliği’nin müşterek tertipledikleri “Vefatının 50. Yılında Bediüzzaman” programında “Bediüzzaman’ın dilinden Müjde Peygamberi“ başlıklı konferansımızı, başta Bursa olmak üzere çevre il ve ilçelerden gelen can dostlarımıza, bir saatlik zaman diliminde vermeye çalıştık.

Salih Tozan Kültür Merkezi’ndeki programda, Ege Üniversitesi Öğretim üyesi Prof. Mehmed İnce kardeşimizin takdim ve bir çok kitabın yazarı hatip kardeşim Hülya Yakut Hanımefendinin kısa, öz ve akıcı açış konuşması, bizim “Müjde Peygamberi“ konferansımıza kapı ve pencere açmıştır. Bu hususta sayısız konferanslar verdik ve kitap yazdık. Bir saate ne sığarsa onu sığdırmaya çalıştık. Salonu dolduran yüzlerce bay ve bayanla diyaloglar ve yep yeni dokümanlarla, hem orada bulunan zevâtın duâsını almak, hem de onları hoşnut etmek ve dünyayı birlikte müjdelerle gezmeye çalıştık.

Kur’ân-ı Hakim’deki müjde âyetlerini yıllardır vird-i zebân ettik. Bu hususta her zeminde müjde âyet ve hadislerinden vazgeçmedik. Çünkü 21. yüzyıl insanlığı bugün daha çok muhtaç. Yerli yabancı tıp dünyası “kanserin ilâcı müjde ve ümit”dir diyor. Onlar da Kur’ân ve hadislerdeki müjdeleri tasdik ediyorlar. İlimler müjdeyi istiyor, insanlık müjdeye hasret... Peygamberimiz (asm), Kur’ân’dan önceki semâvî kitaplarda da müjdeci olarak geçmektedir. O zât-ı nurânînin (asm) müjdeleri ile beşeriyet huzur bulmuş ve bulmaktadır.

“...İncil-i Yuhanna, On Altıncı Bab ve yedinci âyet: ‘Amma ben size hakkı söylüyorum. Benim gittiğim, size faydalıdır. Zira ben gitmeyince tesellici size gelmez.’”1 Batı dünyası bu ve emsâli âyetlerin; ABD, İngiltere ve İsrail’deki gerçek İncil’in peşine düşmüşler. Gelişmeler gösteriyor ki, dünyanın şekl-i hâzırı bambaşka bir renge dönecektir İnşaallah. İşaretler ve tebşirâtlar bu yönde. 7 milyarlık büyük dünya ailesinin münevver ve mütefekkir kesimi bu yönde ilerlemektedir. Camiler artıyor, kiliseler azalıyor. Camiler tıklım tıklım, kiliseler bomboş. Bunlar müjdelerin şerhleri ve tecellileridir.

Yine yol güzergâmızdaki İzmirli Pınarbaşı okuyucularına, Çivici İbrahim Erol Beylere, Abdülbasir kardeşlerime ve bütün hizmet mahallerinde emeği geçen fedakârlara binler teşekkür ve binler alkış…

“Ruhum sana âşık, sana kurbandır Efendim,

Bir ben değil âlem sana hayrandır Efendim.” 2

Dipnotlar:

1- Mektubat, 19. Mektub, 16. İşaret, B. S. Nursî.

2- Ali Ulvi Kurucu.

30.04.2010

E-Posta: [email protected]



Rifat OKYAY

Belâlı asrın dağları...


A+ | A-

Hayatı, hep hayatın dışında olmamış, olacak, yaşanmamış şekil ve tarzlarıyla düşünüp ondan daima bir beklentinin içine girersek bizi daima büyük bir atalet ve ümitsizlik saracaktır. Bulunduğumuz zaman itibariyle kendi kabiliyetimiz, güç ve kuvvetimiz kadar, zaman ve mekânımız nisbetinde yapabileceklerimizi planlayıp bunları gerçekleştirmeye çalışmak her halde akla en uygun bir faaliyet olacaktır.

Özentinin ötesinde bir hedefin ve ulaşılacak bir gayenin arkasına düşmek için insanın o hedeflere ve gayelere yakın hallere ve mertebelere sahip olabilecek, kazanabilecek çalışma ve gayret sergilemesi, göstermesi gerekir... Yoksa kuru lâfların ne kimseye faydası olur, ne de bir netice elde edilebilir.

Bizleri ayakta tutan imanımızın gücünü ve marifetlerini Rabbimizin izni ile hayatın içinde, yine O’nun emir ve rıza dairesinde, O’nun istediği tarz ve şekillerde, istediği yerlerde sergileyebilmeliyiz, gösterebilmeliyiz.

Başkalarından beklemek bize yakışmaz. Kendimizin yapabileceklerini yapıp başkalarının yaptıklarının yanına koymak ve dağ gibi büyüyerek, ovalar gibi genişleyen bu birlikteliğin ve vahdetin neler yapabileceğini önce kendimize, daha sonra başkalarına göstermemiz lâzım...

Beş on sene değil, seksen doksan senelik ömürlerini İslâm dâvâsının sebat ve azmi, muvaffakiyet ve galip gelmesi için harcayanlar elbette ki başında bu mücadelelerinin bu kadar uzun sürebileceğini bilmiyorlardı, ama çalışmalarını hiç aksatmadan gerçekleştirdiler ve Allah’ın izniyle de muvaffak oldular.

Evvela iman, İslâmiyet ve Kur’ân sonra çalışma ve muvaffakiyet... Bunun bir kısmı dünyevî olur, büyük bir kısmı ahirete bakar.. Veya nefis adına hiç fayda ve lezzeti, faidesi olmaz... Bizim vazifemiz işimiz doğru olan İslâmiyeti doğru olarak yaşayıp göstermektir, gerisinin ne takdiri ne de takdimi bize ait değil.. Yeter ki O’nun rızası ve istekleri doğrultusunda azimle, canla başla çalışalım...

Zamanın gereği cemaat şeklinde bir afat ve belâ olarak gelen küfrün hücumlarına karşı, başka ellerle birlikte olmak ve birlikte bir bütün olarak bu hücum ve küfür hallerine dayanmak ve bertaraf etmeye çalışmak en akılcı bir yol olacaktır. Yoksa benlik ve enaniyet duvarları, ben bilirim taşlarıyla kendiliğinden üzerimize yıkılıverecek ve bizi mağlûp edecektir.

Nimetlerin içinde, nimetlerin bolluğunda nimeti kaçırmamak adına onların şükrü ve hamdi eda edilebilmelidir... Müslümanlar elbette şimdilerde büyük müjdelerle kendilerinin gark olduğu nimetleri 20-30, 40-50 seneler öncesine göre görebiliyorlar... Bunların hamdi, şükrü ise daha çok çalışmak, daha çok İslâm ve iman dâvâsında gayret ve ümidin içinde olmakla olur...

Tembellik döşeğine düşmeden, büyük bir aşkla, şevkle, ümid ve çalışmayla şu içinde bulunduğumuz belâlı asrın dağlarını aşarak iman ve İslâm dâvâsında selâmete ermeyi Cenâb-ı Hak hepimize nasip eylesin İnşaallah...

30.04.2010

E-Posta: [email protected]



Mehtap YILDIRIM

‘Tüket ve çöpe at!’


A+ | A-

Tüketim arttıkça çöp yığınlarının da artmakta olduğunu görüyoruz. Hatta park bahçe gibi yerlerde bile meşrubat kutuları, yiyecek ambalajları, kâh çimlerin arasında, ağaç kenarlarında, kâh bankların üzerinde duruyor. Temizlik görevlileri vazifelerini çok güzel bir şekilde yerine getirerek bize Cenâb-ı Allah’ın “Kuddüs” ismini hatırlatsalar da, tüketilen ve atılan malzemeler karşısında hepsine yetişememekteler. Çöp kutularının ve çöp konteynırlarının da dolup taştığını görmekteyiz.

Ne kadar iktisatlı yaşamaya gayret etsek de, evimizin çöp kutusunun da her gün bir sürü ambalaj, sebze meyve kabukları, çay posalar vs. ile dolduğunu görürüz. Gardolabımıza baktığımızda artık giymediğimiz ve bir fazlalık gibi gözümüze batan kıyafetler olduğunu görürüz.

Ayakkabılığa bir baksak, yine giymediğimiz en az bir çift ayakkabı vardır. Belki ufak bir tamirat ve boyasının yenilenmesiyle hâlâ giyilebilecektir, ama artık yenisini almayı kafanıza koyduysanız eski ayakkabıları çoktan gözden çıkarmışsınızdır.

Yine evimizin her köşesine, dolap ve çekmece içlerine dikkatle bir baksak, fazlalık gibi duran ve çöpe gitmesi gereken mutlaka bir şeyler vardır. Eğer evinizde gözünüze batan atılması gereken şeyler olduğunu düşünüyorsanız, buna yine siz sebep olmuşsunuzdur. Atmayı düşündüğünüz o eşyanın oraya nasıl geldiğini bir düşünün. Ya işe yarar düşüncesiyle, ya da indirimde diye hiç ihtiyacınız olmadığı halde aldığınız eşyalardan biri olmasın?

İktisadî hayat prensiplerini bize eserlerinde olduğu gibi hayatı ile de anlatan Bediüzzaman Hazretlerinin bir sepete sığacak kadar eşyası vardı. Hepsi de ihtiyaç duyduğu ve kullandığı eşyalar olduğu için bir eşyasını çöpe attığı düşünülemez. Zaten yumurta kabuklarını atmadığı, yumurtaya açtığı ufak bir delikle yumurtanın içini çıkarıp kabuğunu ise tefekkür için sakladığı, anlatılan hatıralarla kayıtlıdır. Yine bozulan ampulleri kırdırmadan ve çöpe attırmadan ortadan kaldırttığını duyduğumda şaşırmıştım ve sebebini merak etmiştim. Bunun “tahribatı ve şiddeti öğrenmesinler” diye olduğunu duyduğumda çok etkilenmiştim. Şimdi bakıyoruz, sokakta çocuklar gördükleri bir boş meyve suyu kutusuna hınçla basarak çıkardığı patlama sesinden adeta zevk alarak kendilerince eğleniyorlar. Ya da yoldaki boş teneke kutuya tekme ata ata yürümekten haz alıyorlar.

Bediüzzaman Hazretlerinin eşyalarını çöpe attırmamasının bir başka sebebi de “eşyaya vefa”dır. Hepimizin hatırlayacağı bir vakıadır ki, bir gün Üstadın çay kaşığı kırılmıştır. Tamir ettirmesi için talebesi Zübeyir Ağabeye verir. Çay kaşığını bir kaynak ustasına götüren Zübeyir Ağabey, alüminyum olan kaşığın kaynak tutmasının biraz zor olduğunu öğrenince, gider yeni bir kaşık alır. “Daha sağlam, daha güzel, Üstadımıza en iyisi yakışır” diye iyi niyetle almıştır. Bediüzzaman Hazretleri kaşığın eski kaşığı olmadığını fark edince “Kardeşim, sen bilmiyor musun, o benim kırk yıllık arkadaşımdı? Benim kaşığımı tamir et, getir” der. Zübeyir Ağabey kaşığı çöpten geri alır ve tekrar kaynak ustasına götürür. Kaşığı tamir ettirir ve Üstad’a götürür. Bir dostuna kavuşmuş gibi sevinen Bediüzzaman Hazretleri tamir ücreti olarak 25 kuruş verir.

Başka bir gün benzer bir vakıa bu defa tahtadan bir yemek kaşığının başına gelir. Ağaçtan yapılmış olan bu kaşığın sapı kırılmış, ince bir çivi ile perçin yapılmıştır.

Yeni hizmetine giren bir talebesi bu kaşığın Bediüzzaman Hazretleri’nin yanındaki değerini bilmediğinden, eski ve kırık kaşığı çöpe atar. Çarşıdan yenisini alır.

Bediüzzaman Hazretleri, akşam yemeği getirildiğinde ağaç kaşığını arar. Bulamayınca kaşığının nerede olduğunu sorar.

Talebesi, “Efendim, eskimiş ve kırılmıştı, onu çöpe attım, yenisini aldım” der.

Bediüzzaman Hazretleri, “Bunu nasıl yaptın?” diye kızar.

“O benim otuz senelik arkadaşımdı. Onun kıymetine paha biçilir mi? Derhal bul ve getir” der.

Talebesi heyecanla çöp sepetine koşar. Kaşığı çıkarır. Yıkar ve suda iyice kaynattıktan sonra Üstad’a getirir, Üstad yemeğini onunla yer.

İktisadî hayat ölçülerine göre çöpe atmak yerine tamir etmek, değerlendirmek veya başka bir işe yarar şekilde kullanıma hazır hâle getirmek anlayışı vardır. Bu günkü medeniyette ise “Tüket ve çöpe at!” anlayışı empoze ediliyor. “Tüketim çılgını” adı verilen insan yığınları tükettikçe medenî olduklarını zannediyorlar, ama ne yazık ki tükettikçe insanî duygularının da tükendiğinin farkına varamıyorlar. “Tüket ve çöpe at!” anlayışı insanlara; hiçbir şeye değer vermeme, acımasız olma, şiddet ve tahribat yanlısı olmak gibi olumsuz özellikler edindiriyor.

İnsanî duyguları tükenen insanlar, alış veriş merkezlerinde sınırlı sayıda olan bir ürünü diğerlerinden önce alabilmek için birbirlerini itip kakıp eziyorlar. “Büyük balık küçük balığı yutar” gibi acımasız bir anlayış ile zayıf olanı ezmeye, “Ben güçlüyüm, onu ortadan kaldırır, onun haklarına da ben sahip olabilirim” düşüncesiyle hareket etmeye başlıyorlar. Maddî çıkarların ön planda olduğu birçok şirkette iş ilişkileri de bu mantığa dayalıdır.

Tüketimin ve çöpe atmanın verdiği tahribâtların sadece kendimizi ilgilendiren bir eylem olmadığının, geniş dairede çok zararlar verdiğinin şuuru içinde olmalıyız.

Kısa ve hayatın içinden bir örnek:

Belki aklınıza “Çöpe bir şey atmadan yaşayan insan var mıdır şu zamanda?” diye bir soru gelecektir. Doğrusu ben de böyle düşünüyordum yakın bir zamana kadar. Bir süre önce bir arkadaşım vasıtası ile bir hanımla tanıştım. Bizim çöpe attığımız sıradan şeyleri o asla çöpe atmıyor ve bunlardan çeşitli eşyalar üretiyor. Evine konuk olduğumuzda evinin her köşesinde kendi ürettiği eşyalardan görmek mümkün. İlk önce anlayamıyorsunuz o san'atlı eşyaların bizim çöpe attığımız malzemelerden yapıldığını. O kadar estetik ve orijinal eşyalar ki… Ziyaretimiz boyunca hem sohbet edip, hem de hangi eşyayı hangi malzemelerle yaptığını bize tek tek anlattı. Genel olarak bu malzemeler; çöpe attığımız naylon poşetler, açma halkaları, plâstik kapaklar, deri ve kumaş parçaları, elektrik kabloları, mısır püskülü, cam veya plâstik şişeler… Kısacası atmayı düşündüğünüz her şey bu marifetli hanım için malzeme olabiliyor. Atık diyebileceğimiz malzemelerden nasıl ve neler yapıldığını merak etmiş olabileceğinizi düşünerek, ailenizin dergisi Bizim Aile’nin gelecek sayılarında İnşâallah bu çalışmaların ayrıntılarını vereceğimizi müjdeleyerek kısa kesiyorum. İktisat, kanaat ve bereketle kalın…

30.04.2010

E-Posta: [email protected]



Şükrü BULUT

Küller altındaki şehir: Londra...


A+ | A-

Önceleri “sisler altındaki şehir” diye anılırdı. Yanardağının kükremeleriyle bu meşhur tabir değişeceğe benziyor. İzlanda’daki volkandan etkilenen “Kuzey Avrupa hattı” içinde en çok etkilenen şehir Londra olmuştu...

Londra’nın hali, dünya halklarının şefkatini celb etmemiş. İngiltere’nin sebep olduğu tarihî vak’alarla bugünkü İngiliz dış politikası zihinlere şefkatten önce başka mânâlar tedai ettirmiş. Avrupa’nın tarihinde oynadığı şeametli rolünden, İslâm coğrafyasını sömürmesinden ve üçüncü ülkelerin arasına ilka ettiği fitnelerden dolayı Londra’yı “cezalandırılmış şehir” olarak telâkkî edenler epeyce var. Osmanlıca lûgatlerindeki “dessas” kelimesine verilen örneklerin bu ada devletçikten olması, birçok Asyalı ve Avrupalı halklar arasındaki “İngiliz oyunu” darb-ı meseli, dünya kamuoyunda bu meşhur şehrin sicilini menfi gösteriyor.

Birinci Dünya Savaşından sonraki İngiliz dış siyasetinin sebep olduğu maddî-manevî felâketler ve İkinci Dünya Savaşından sonra meseleyi açık müdahaleden gizli operasyonlar boyutuna taşıması Londra’yı mazlûm milletlerin nazarında günahkâr hale getirdi. Londra’nın herkesçe bilinmeyen yüzlerini sıralamanın şu çerçevede mümkün olmadığını siz de biliyorsunuz; ama halklarının hışmından kaçan politikacıların sığınmasıyla meşhur olduğu kadar sosyal meselelerde insanlığın zıddına veya zararına çığır açmaya çalışanların da iltica ettikleri bir mekândır bu şehir.

Kolonial dönemden sonra kukla politikacılarla eski alışkanlığını devam ettirmeye çalışan İngiltere’nin dünya barışını torpilleyenlerin kavşak noktası olduğunu yazanlara hak vermek gerekiyor. Hind Yarımadasının anarşist yazarı Salman Ruşdi ve ona özenen Teslime Nesrin’in Londra’ya sığınmaları kadar yüzlerce aykırı ve karıştırıcı teorisyenin burada barınmaları elbette nazardan kaçmıyor. Almanya’nın Trier’inde doğan Karl Marks’ın, Viyana’da ahlâksızlık ve ihtilâlciliğin ders verirken savaş arefesinde kaçan Freud’un, Soros’un üstadı Karl Popper’in ve materyalizmi biyolojide bayraklaştıran Darwin’in netice itibariyle son nefeslerini orada vermeleri yukarıdaki iddiamıza kuvvet verecek yüzlerce örnekten birkaç tanesidir.

Günümüzün modern komünistlerinin üstad kabul ettikleri ihtilâlcilerin sığınağı ve insaniyeti bozan fikirlerinin neşir mekânı Londra’nın bugünü dünü kadar karanlık ve karmaşalarla doludur. Karanlık olması güneşi fazla görmemesinden değil elbette. Üzerinde güneşin batmadığı cihan imparatorluğunun başşehri olarak da karanlık işlerin ilk konuşulduğu ve planlandığı yer olarak gelmesi anlaşılmalı burada.

Hâlâ şeffaflıktan uzak yaşayan İngiltere’nin AB’nin düzen ve aydınlanmasına ayak direttiğini biliyorsunuz. Neoliberallerin bu şehri bir nevî manevî payitaht edinerek Açık Toplum Enstitüleri, liberal düşünceler ve ‘turuncu devrim’lerle dünyayı şeffaflaştırmaya çalıştığını da bilvesileyle sevgili okuyucularımıza hatırlatmış olalım.

Sisler veya küller altında yaşamak Londra’nın değişmez alın yazısı olmasa gerek. Belki de güneşe hasret kalma hususunda kadere fetva verdirdiği günahları vardır. AB’nin imkânlarından keyfince yararlandığı halde sorumluluklarını yerine getirmeyen İngiltere’nin günahlarının cezasını çekiyor Londra. Tek vize ile AB’yi dolaşan yabancılar yeşil pasaportla bile buraya giremiyorlar. Euro’ya sırtını çevirmiş ülkenin çekirge sürüleri ve köpek balıklarınca üs edinildiğini de hesaba katarak bu musîbet şehri düşünenler manzarayı daha iyi seçerler. Dünyanın bu kapital cennetinin esrarını dikkatle bakmayan göremez.

Bu ada coğrafyasının Vikingler sayesinde Avrupa medeniyetine pişdarlık ettiği, tarihî bir gerçek. Skolastik düşünceyi kovarak Magna Karta’yı buradakilerin oluşturdukları da. Fakat küresel cinayetler, Kolonial dönemler, soygunlar, 300 sene İslâmı bogan istibdatlar ve hâlâ devam eden kitlesel katliâmlar, bunlara sebep olan bazı İngilizleri mesul ettiği gibi Londra’nın da yüzünü karartıyor.

Bu yazının maksadı tövbe kapısının Londra için de hâlâ açık olduğunu hatırlatmaktır. Birçok büyük devlet dedelerinin cinayetlerinden dolayı mazlûm ve mağdur milletlerden özür diliyor. İngiltere de bu yola girmeli. Fransızların Cezayirlilerden, İtalyanların Libyalılardan, Rusların komünizmin mağdur ettiği bütün halklardan ve Amerikalıların Japonlardan özür dilediği gibi, Londra da dessaslık ve entrikacılığı terk ederek pis menfaati için dünyada dinsizlik ve ahlâksızlığın yaygınlaşmasına taraf olmaktan artık vazgeçmeli. Dünya ateistler konresine ev sahipliği yapmamalı. Dinsizlerin panolara ve otobüslere hâşâ Allah’ın olmadığını ifade eden reklâmlarına müsaade etmemeli. Eşcinsel nikâhların bazı dinsiz papazlarca kıyılmasına göz yummamalı.

Şu son Irak ve Afganistan savaşları gösterdi ki, bu yolun götürüsü getirisinden daha fazla. Öyleyse pisi pisine günaha girmeye ne hacet... Kıyametin alâmetleri her taraftan başını kaldırmışken İngiltere Eyjafallajokudan volkanının sesine kulak vermeli ve tövbe etmeli. Toprak hava, su ve ateşin, İngilizlerin de sebep ve ortak olduğu zulümlerden kızgın olduğunu bilmeli.

30.04.2010

E-Posta: [email protected]



Cevher İLHAN

Terör hortlatılıyor…


A+ | A-

“Açılım”ın askıya alındığı süreçte, terör saldırılarının yoğunlaşması, mayın patlatma ve terör örgütüyle çatışmalarda şehidlerin verilmesi, terörün yeniden tırmanışa geçmesi, düşündürücü…

Samsun’daki “yumruklu saldırı”nın ardından iki polisin çapraz ateşle katlinin terör örgütüne yakın ajansça bizzat PKK’nın silâhlı kanadı HPG’nin Karadeniz güçlerine bağlı bir birimleri tarafından yapıldığını resmen bildirmesiyle terörün Karadeniz bölgesine sıçraması, bir başka vahâmeti ortaya çıkarıyor.

Belli ki Türkiye’yi karıştırmayı, demokratikleşmeyi baltalamayı da amaçlayan kanlı eylemlerle, hassas bölgede Kürt-Türk çatışmasını tahrik etmeye kalkışılıyor.

Bir yandan çeyrek asrı aşkındır kırk bin insanın katlinden sorumlu örgütün “tükenmediği” ve hâlâ “emre âmâde olduğu” mesajı verilirken, diğer yandan Türkiye’yi terörle kavga ve kargaşa ortamına sürükleyip zaafa düşürmek ve ecnebî projelerine teşne hale getirmek stratejisine zemin hazırlanıyor.

Keza terör örgütünden gelen “Asker bitti, sıra polislerde” açıklamasının ardından atılan bir “yumruğun” akabinde iki polisin şehit edilmesiyle başlayan taktikle, askerin yanı sıra polislerin hedef edilmesi, bir başka fitneyi açığa çıkarıyor…

Fitne, Türkiye’yi topyekûn bir etnik ayrışma ve kavmiyetçi kavganın içine sürüklemek.

BDP’liler terör örgütünü “Türkiye’nin gerçeği” ilân etmekten vazgeçmiyorlar, ama Türkiye’nin gerçeği, bin yıllık müşterek inanç, tarih ve kültür birliğiyle Türklerle Kürtlerin mânevî kardeşliği. Yemen’de, Filistin cephesinde, Çanakkale’de, İstiklâl Harbinde yan yana şehid düşmeleri…

Ne var ki “etnik siyaset”in irâdesi, iç ve dış şebekelerin kontrolündeki örgütün güdümünde. En ılımlı isim olarak bilinen BDP’li Yaman’ın bir yandan ilk defa PKK’yı kınayıp, diğer yandan bu saldırıyı PKK’nın taşeron örgütlere, “örgütün moralini düzeltmek için yaptırıp üstlenmiş olabileceği” garip açıklaması, bunun ifâdesi. Doğrusu milletvekili Sakık’ın, “PKK’nın yaptıklarına ne diyeceğimizi şaşırıyoruz” şaşkınlığı, terör örgütünün “kirli oyunu üstlenme”de bildiğini okuduğunu ortaya koyuyor.

Anlaşılan o ki DTP-BDP’nin “siyasî irâdesi”, PKK’nın emr-i vaki dayatmalarının kıskacında.

Neticede, demokratik irâde eksikliği ve yanlış parametrelerle başlatılan “açılım” akamete uğramakta. “Açılım”ın yanlış eksenler üzerine kurulması, terördeki tırmanışı tetikliyor. Demokrasi ve özgürlükler yerine silâhlardan dem vuruluyor.

Ve “açılım” devre dışı kalıp terör hortluyor, hortlatılıyor…

30.04.2010

E-Posta: [email protected]



Mehmet KARA

Üç sene geçti hâlâ yayında…


A+ | A-

Türkiye demokrasi tarihinin kara lekelerinden birisi olan bir “kara gün”ün daha yıldönümünü kutladık! 1960’ta kanlı darbe ile başlayan “darbeler süreci” muhtıralar ile siyasî iradeye müdahalelerle devam etmiştir. Bunlardan birisi de 27 Nisan e-muhtırasıdır.

27 Nisan 2007 tarihinde Genelkurmay’ın internet sitesinde yer alan ve sonradan e-muhtıra diye isimlendirilen “bildiri”nin sonuçları siyasette bazı neticeleri olmuştur. 27 Nisan e-muhtırasının en önemli sonuçlarından birisi, cumhurbaşkanlığı seçimi konusunda Anayasa Mahkemesinin aldığı karar olmuştur. 367 sayısının seçilmek için alınması gereken asgari oy olarak kabul edilmesi ciddî tartışmaları beraberinde getirmiştir. Diğer bir neticesi de 20 milyar dolarlık ekonomideki zararlardır.

Bu dönemin öncesi ve sonrasını şöyle bir hatırlatalım:

27 Nisan 2007 günü Meclis, 11. cumhurbaşkanını seçmek için toplandı. Seçimde tek aday Abdullah Gül’dü. Ancak eski Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Sabih Kanadoğlu’nun, “Cumhurbaşkanlığı seçimi için Meclis’te 367 vekilin bulunması gerekir” görüşünü kabullenen CHP, oylamaya katılmadı. Oylamaya 361 vekil katılırken, Gül, 357 oy aldı. Toplantı yeter sayısı 367’yi bulmadığı iddiasıyla CHP, oylamayı Anayasa Mahkemesi’ne taşıdı. Aynı günün gecesi saat 23.20’yi gösterirken Genelkurmay, internet sitesinden yayınladığı bildiri ile sürece müdahale etmiş oldu.

Bildiride neler yoktu ki… “Laiklik elden gidiyor”la başlayan, Kutlu Doğum Haftası faaliyetlerine, çeşitli illerde Kur’ân okuma yarışmalarının düzenlenmesine, dinî sohbetlerin yapılması ve ilâhilerin söylenmesine varıncaya kadar birçok şey yer aldı. Ve sürecin endişeyle izlendiği belirtilirken, “laiklik” vurgusunu yapıldı. Bildirideki en ilginç gerekçe, Kutlu Doğum Haftası faaliyetlerinin 23 Nisan kutlamalarına alternatif hale getirildiğinin söylenmesi olmuştu. Bir de bildirinin son cümlesinde yer alan “Ne mutlu Türküm diyene!’ anlayışına karşı çıkan herkes Türkiye Cumhuriyeti’nin düşmanıdır ve öyle kalacaktır” denmesi bir başka trajediydi.

Hükümet, e-muhtıraya ertesi gün cevap verdi: “Başbakan’a bağlı bir kurum olan Genelkurmay Başkanlığı’nın herhangi bir konuda hükümete karşı bir ifade kullanması demokratik bir hukuk devletinde düşünülemez…”

Sonuçları malûm: 11. cumhurbaşkanı seçilemedi, erken seçim kararı alındı. Seçimlerin ardından “mağdur” görünen AKP, yüzde 46.58 oy alarak iktidara geldi. Gül, seçimlerin ardından Cumhurbaşkanı olarak Köşk’e çıktı.

Yıllar sonra dönemin Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt, bildiriyi kendisinin yazdığını söyledi. Bildiri, Büyükanıt’ın Erdoğan’la görüşmesinin ardından bir süreliğine siteden kaldırılmasına rağmen sonradan Genelkurmay internet sitesine yeniden konuldu ve bunca tartışmalara rağmen hâlâ da yerinde duruyor. Bu bildirinin müdahale olmadığını söyleyen Büyükanıt, Anayasa Mahkemesinin kararının kendilerini haklı çıkardığını söyleyerek de, ibretlik bir cümle sarfetti.

Gelinen safhada bildiride dikkat çekilen “Kutlu doğum 23 Nisan törenlerine alternatif” cümlesinden sonra haftanın tarihi değiştirildi. Daha önce 20-26 Nisan tarihlerinde kutlanan hafta bu tarihten sonra 16-22 Nisan tarihlerinde kutlamaya devam ediyor. Bu bile bu açıklamanın bir bildiri mi, yoksa e-muhtıra mı olduğunu göstermesi açısından önemlidir.

Şimdi sorular, anayasa değişikliği teklifinde ihtilâlcilere yargılanma yolunu açan geçici 15. madde kaldırılırken, siyasete müdahale ettiği söylenen bu bildiriyi kaleme alanların yargılanıp yargılanmayacağında düğümleniyor. Kimin yazdığı belliyken ve bildiri hâlâ yayınlandığı yerde dururken bu soruya üç sene sonra dahi cevap verilmemesi de düşündürücü.

* * *

KAVGA ETMEYİN,

DEMOKRASİYE SAHİP ÇIKIN

“27 Nisan bildirisi” bu sene ülkenin değişik yerlerinde protesto edildi. En ilginci de Ankara’da Abdi İpekçi Parkında Dünya Demokrasi Hareketi’nin yaptığı tiyatrolu eylem oldu. Eylemde, karşılıklı iki masa oluşturulmuştu. Masaların birinde “Millet Meclisi” diğerinde, “Sözde değil, özde(n) kışlası” yazıyordu. Meclis’te iktidar ve muhalefet partilerini temsil eden kişiler kavga ederken, diğer masadakiler onların bu hallerine gülüyorlar bir yandan da “bildiri” hazırlıyorlardı. Sonrasında kavga bitmeyince bildiri okundu. Tam o sırada gerçekleşen bir olay eylemden daha çok dikkat çekiciydi. Skeçli eylemi izleyen bir seyircinin milletvekillerini temsil edenlere “Kavga edin, edin. Biz de burada birbirimizle kavga edelim” demesi bütün dikkatleri üzerinde topladı. Zira, son günlerde de Meclis’te yaşanan kavgalar artık milletin büyük tepkisini çekiyor.

Sonrasında hazırlanan “e-demokrasi” bildirisi okundu ve bir mesaj verildi. “Ülkem için demokrasi… Demokrasi varsa gerisi teferruat…” O izleyicinin de verdiği mesaj, “Kavgayı bırakın demokraside birleşin. Böyle şeylere meydan vermeyin oldu.

Bir daha ihtilâller, muhtıralar, postmodern darbeler, e-muhtıralar yaşanmasın isteniyorsa, Türkiye demokrasisinin böyle kara günler görmemesi için demokrasiye sahip çıkmak herkesin görevi… Bunun içinde demokratikleşmenin önünde engel olan takozları kaldırıp, özgürlüklerin önünü açacak çaba içinde olmak gerekir.

30.04.2010

E-Posta: [email protected]



Faruk ÇAKIR

Etleri tuzlayalım!


A+ | A-

Dünyayı sarsan ‘ekonomik kriz’ için “Türkiye’yi teğet geçti” denilmiş olsa da, et fiyatı krizinin teğet değil, ceplerimizi delip geçtiği her halde inkâr edilemez. Kısa sayılabilecek bir sürede et fiyatları neredeyse iki katına yükseldi. Aynı şekilde canlı hayvan fiyatları da geçen yılın iki katını dahi geride bıraktı.

Aslında bu kriz ‘geliyorum’ diyen bir krizdi. Ne hikmetse Türkiye’yi idare edenler bu krizi öngöremedi, görse de tedbir alamadı. Et fiyatlarındaki aşırı yükselme bir günün değil, son yıllardaki ağır ihmalin neticesidir. Bir örnek vermek gerekirse, yakın zaman önce Şırnak Valisi Ali Yerlikaya, ‘hayvancılık’ konusunda bir açıklama yapmıştı. Bir vesile ile aktardığımız ‘bilgi’yi tekrar hatırlatmakta fayda var. Vali Yerlikaya’ya göre bölgedeki terörün sadece hayvancılık noktasında ve yine sadece Şırnak iline maliyeti 100 milyor dolar seviyesindeymiş. Vali bu bilgiyi açıklarken, “Araştırmamızdan buna yakın bir rakam çıktı. Doğrusu bunu açıklamaktan bile çekindik. Daha gerçekçi olması için üniversitelerimizden yardım istedik. Ama rakamın daha fazla büyümesi bile mümkün” demişti.

Terörün bilhassa Güneydoğu’daki hayvancılığı yerle bir ettiğini bilmeyen ve duymayan var mı? Güneydoğu’da terör problemi hayvancılığı olumsuz yönde etkilerken, başka bölgelerde göç aynı neticeye sebep oluyor. Meselâ, geçmiş yıllarda Karadeniz’deki yaylaların otlakları hayvanlarla dolu olurdu. Şimdi ise aynı yaylalarda büyükbaş hayvan görmek neredeyse imkânsız hâle geldi. Yakın zaman önce görüştüğümüz yaşlı bir amcamız, yaylaları anlatırken “Filan yaylada 900 büyükbaş hayvan olurdu. Şimdi ise aynı yaylada 10 tane hayvan yok. Ne oldu bu millete?” diye dert yanıyordu. Haklıydı, çünkü bahsettiği yaylanın dünkü değilse de bugünkü halini biz de biliyoruz. Artık yaylalar, günübirlik yerli ve yabancı ‘turist’leri, ziyaretçileri ağırlamaktan başka bir iş yapmıyor...

Yıllar önce başlayan ‘kriz’in bu noktaya gelebileceğini düşünememek, hesaplayamamak ve daha da önemlisi tedbirini almamak kimin kabahati? Et krizinin bu noktaya gelebileceğini ‘köylü’ hesaplıyor da, “Türkiye’yi idare edenler” hesaplayamıyor mu?

“Dün dünde kaldı cancağızım, yeni şeyler söylemek lâzım” düsturu gereği, dünün kavgasını bir yana bırakırsak bugün yapılan iş ne derece doğru? İşin ehli olan uzmanlar ‘et ithalatı’nın kısa süre için faydalı olacağını, ama uzun dönemde bir işe yaramayacağını söylüyorlar. Haklıdırlar, çünkü Türkiye’nin dağları ve bağları küçük ya da büyükbaş hayvanlarla dolmadıktan sonra kısa süreli tedbirler sıkıntıyı aşmak için yeterli olmaz. Her işte olduğu gibi kalıcı tedbir üretimi arttırmaktır. Bu konudaki sıkıntı ciddî olarak ele alınmalı ve kalıcı çare için hayvan bakımı teşvik edilmelidir. Bunun bir yolu da yaylaları hayvancılığa açmaktan geçer. Güneydoğu’daki terör sona erdiği ölçüde bölgede hayvancılıkla uğraşanların sayısı artacak ve belki de bir iki yıl içerisinde et fiyatları makul seviyeye inecek, en azından yeni artışlar olmayacaktır.

Zaten iğneden ipliğe her şeyi ithal eder hâle geldik. Bir de uzun dönem için et ithalatı teşvik edilirse var olan can çekişen havyancılık büsbütün ölebilir. Bunu yapmayalım...

30.04.2010

E-Posta: [email protected]



Kazım GÜLEÇYÜZ

Halkı kontrol tezgâhı


A+ | A-

Millî Güvenlik derslerini niye askerler veriyor? Çünkü dersle ilgili olarak hazırlanan yönetmeliğin “Dersi, kural olarak, Harp Okulu mezunu muvazzaf subaylar okutur” diye başlayan 7. maddesi öyle buyuruyor.

Bunların bulunmadığı veya ihtiyaca kâfi gelmediği hallerde diğer muvazzaf subaylarla emekli ve müstafi subaylar devreye sokuluyor.

Sivillere, ancak bunların da yetişmemesi halinde ve “muvazzaf askerlik hizmetini yedek subay olarak yapmış olmaları” şartıyla sıra geliyor.

Yönetmelikte en son değişiklik 1998’de yapılmış. Ve o zaman tekrar düzenlenen 8. madde, bu dersi verecek muvazzaf veya emekli subayların sınıf ve rütbelerini tek tek sıralamış. İlk tercih kurmay albay. Bu rütbe yüzbaşıya, onun da bulunmadığı yerlerde teğmene kadar inebiliyor.

O da olmadığı takdirde dersin havale edileceği sivil öğretmenlerde, bu görevi yapabileceğine dair, yedek subaylık hizmeti sırasında “asgarî tugay komutanı” tarafından verilmiş “nitelik belgesi”ne sahip olma şartı aranıyor. Ve ayrıca bunlara garnizon komutanlıklarınca dersle ilgili “çok kısa süreli tanıtımlar” yapılması öngörülüyor.

Çünkü ne de olsa sivil. Çocukları ona teslim etmeden önce asker tarafından eğitilmesi lâzım!

İlkokullar da millî güvenlik eğitiminin dışında tutulmamış. 5. maddenin “Resmî ve özel ilkokullarda, öğrencilere kendi öğretmenlerince askerliğe özendirici oyunlar oynatılır, askerî yürüyüşler yaptırılır, marşlar söyletilir, askerî birlikler öğretilir” şeklindeki ilk fıkrası bunun ifadesi.

Aynı maddenin sonraki fıkralarına göre, ortaokul ve liselerdeki derslerde, öğrencilerin “millî güvenlik bilincini geliştirici bilgiler verilir. (“İrtica din perdesi altında saldırıyor” gibi ifadeler, bu “bilinç geliştirme”nin tipik örneklerinden.)

Yönetmelikte, dersin baştan sona asker kontrolünde yürüdüğünü gösteren maddeler çok.

Meselâ 5. maddenin f fıkrası: “Haftalık ders saatleri miktarlarında yapılacak değişiklikler Genelkurmay Başkanlığınca ayrıca yayınlanır.”

11. madde: “(Ders verecek) subaylarla emekli ve müstafi subayların seçimi garnizondaki en kıdemli subay (kıta komutanı veya kurum amiri) tarafından yapılır. Subay öğretmenleri görevden alma yetkisi de, görevlendirmeyi yapan garnizon veya görevli kılınan komutana aittir.”

14. madde: “Öğretmen seçimini yapan komutan veya kurum amirleri yahut onların görevlendirdiği üst (muvazzaf subay öğretmenden kıdemli) subaylar, okul müdürlüklerine bilgi vererek, öğretim yılı içinde en az bir defa, okulların Millî Güvenlik Bilgisi derslerini denetlerler.”

15. madde: “Yapılan denetlemeler ve diğer yazışmalardan elde edilen bilgiler ilgili komutanlık ve kurum amirliklerince kıymetlendirilir. İstatistiki bilgileri de taşıyan form doldurularak, her yıl silsileler yolu ile MSB, Kuvvet Komutanlıkları ve Jandarma Genel Komutanlığına gönderilir. (...) Sonuç ve öneriler ile tevhit edilmiş istatistiki bilgiler Genelkurmay Başkanlığına iletilir.”

Geçtiğimiz günlerde gündeme gelen “Millî Güvenlik dersi öğretmenleri on yıl zarfında 40’ı aşkın ilde öğrenci, öğretmen ve okulları fişlemiş” haberi, bu maddelerde bahsedilen “istatistiki bilgi formları”nın bir tezahürü olabilir mi?

Peki, “Almanya ve Fransa’nın, asker sayısı 250 bin kadar. Bizdeyse 800 bine ulaşan, lüzumsuz bir kalabalık var. Orduevleri ve sosyal tesislerde çalışan asker sayısı 60 bini geçti ki, bu orta halli bir ülkenin ordusu kadar. Ne gereği var? Profesyonel orduya geçmemiz şart” diyen bir general arkadaşına, Balyoz sanığı Çetin Doğan’ın verdiği söylenen cevabın bu konuyla da ilgisi olabilir mi:

“Olmaz öyle şey! Her erkeğin bu tezgâhtan geçerek bizi tanıması lâzım. İlçelere kadar askerin yayılması da, iç tehditlere karşı halkı kontrol etme stratejimizin gereğidir.“ (Doğan’ın emir eri olduğunu iddia eden kişinin medyaya yazdığı mektuptan aktaran Emre Aköz, Sabah, 23.4.10)

Ve işte bütün mesele bu: halkı kontrol!

30.04.2010

E-Posta: [email protected]



H.İbrahim CAN

Kırgızistan'ın önemi


A+ | A-

Yazmadığımız üç hafta içinde Kırgızistan’daki olaylar ve iktidar değişimi gerçekleşmişti. Bugün bölgedeki stratejik durum açısından önem taşıyan bu olayı değerlendireceğiz.

Yaklaşık beş yıl önce Akayev, Rusya’nın desteği ile benzer bir sivil darbeyle iktidara gelmişti. Batı ise az sayıdaki muhalif grubu organize ederek onu devirmiş yerine Bakiyev’i getirmişti. Ancak Bakiyev Batının istediğinin aksine Çin ve Rusya’ya yakınlık gösteriyordu. Ancak çıkar ilişkileri onun ABD’nin bu ülkede yeni üsler açma niyetine sıcak bakmasına sebep olmaya başlamıştı. İşte bu duruma bozulan Rusya, bu ülkedeki nüfuzunu kaybetmemek için yine uyduruk bir darbe ile yönetimi değiştirdi. Bundan en büyük zararı da bu ülkedeki Türk yatırımcılar gördü. Dükkânlar yağmalandı, ticarî faaliyetler ve daha da önemlisi güven kayboldu.

Peki sınırından 900 km uzaktaki Kırgızistan Rusya için neden önemli?

Ülkenin kayda değer bir zenginlik kaynağı yok. Ama çok önemli bir yerde bulunuyor. Orta Asya’nın merkezinde. Orta Asya’yı Güney Asya’dan ayıran Tiyenşan dağlarının ortasında Fergana Vadisi duruyor. Sulanabilir arazisi ve etrafının korunaklılığı sayesinde bölgenin en yoğun yerleşim yeri. Ve Orta Asya’nın da kalbi. Buradan Kazakistan’a, Çin’e, Özbekistan’a, Tacikistan’a ulaşmak çok kolay. Bu önemine binaen Ruslar bu vadiyi üç ülkeye bölmüş. Etrafındaki dağları Kırgızistan, Vadi tabanını Özbekistan, Vadi girişini ise Tacikistan tutmuş. Bu konumuyla Fergana Vadisi ve Kırgızistan’ı kontrol eden Orta Asya’yı kontrol edebilir. Aynı zamanda Rusya burayı kontrol ederek nüfuz sınırlarını Tiyenşan dağlarına, tabiî bir bariyere dayandırarak kendini daha güvende hissediyor.

İşte Rusya için Kırgızistan’ı önemli kılan bu özelliği. Bu yüzden de kendi kontrolünden uzaklaşan bir iktidarın devamına izin vermedi. Aslında yalnızca Ruslar değil Çinlilerin de gözü bu bölgede. Amerika ise hem bölgedeki enerji yollarını kontrol etmek hem de Rusya ve Çin’in yayılmasını gözetim altında tutmak için bu bölgedeki ülkelere sızmaya çalışıyor.

Rusya bu hamleye eski uydularıyla yaptığı anlaşmalarla ve en son da Kırgızistan’da yönetimi değiştirerek karşılık verdi. Ocak ayında Kazakistan ve Belarus ile gümrük birliği anlaşması imzaladı. Ukrayna’da ise Rus yanlısı bir hükümetin seçilmesini sağladı. Eski uydularını siyasal baskı, sosyal istikrarsızlık çıkarma, ekonomik ağırlık, enerji bağlantıları ve gizli servis operasyonlarıyla yanında tutmaya çalışıyor. Başaramazsa da Gürcistan örneğinde olduğu gibi doğrudan askerî müdahale yoluna gidiyor.

Peki Kırgızistan’da bu olup bitenlere karşı Türkiye ne yapıyor? 300 milyon dolarlık yatırım yapılan, bir çok özel okul ve bir üniversite açılan bu ülkedeki Türk yatırımcıların burada kalmalarını teminat altına alınacak tedbirler alındı mı? Bunların ötesinde Türkiye, atayurdunda ortak kökten gelen sağlam dostluklar kurabildi mi? Maalesef bu sorulara olumlu cevap veremiyoruz. Rusya, Amerika ve Çin’in nüfuz kavgası yaptığı bu ülkeye ve bölgeye ilişkin somut sonuçlar alabilecek politikalar göremiyoruz.

Umarız kısa süre içinde Türkiye’nin de söz sahibi olduğunu, oradaki Türk yatırımcıların güvence altına alındığını ve ilişkilerimizin daha da sıkılaştırıldığını görürüz.

30.04.2010

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Geri



Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Abdullah ŞAHİN

  Ahmet ARICAN

  Ahmet BATTAL

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Ali Rıza AYDIN

  Atike ÖZER

  Baki ÇİMİÇ

  Banu YAŞAR

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H.İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Hakan YILMAZ

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehmet YAŞAR

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Muzaffer KARAHİSAR

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Saliha FERŞADOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu

Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.
Kurumsal Linkler: Risale-i Nur Kongresi - Bediüzzaman Haftası - Risale-i Nur Enstitüsü - Yeni Asya Vakfı - Yeni Asya Gazetesi - Bizim Radyo
Sentez Haber - Yeni Asya Neşriyat-Promosyon - Köprü Dergisi - Bizim Aile - Can Kardeş - Genç Yaklaşım