19 Nisan 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR Mobil İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Ali FERŞADOĞLU

Peygamberlere olan ihtiyaç


A+ | A-

Sonsuz gizli hazineler sahibi, Ganiy-yi Mutlak olan Rabbimiz, zenginliğini ifade için, sayısız varlık türleri yaratıp bin bir isminin nakış ve güzelliklerinin damgasını varlıklar üzerine vurdu, vuruyor. Ve bilinmeyi istedi...

Buna binâen, akıl, kalp, nefis, idrak, irade gibi manevî cihazlara sahibi kıldığı insanı, ruhanî, melekî, cinnî, maddî bütün varlıkların özellik ve potansiyel yetenekleriyle donattı. Ve kâinatı özetlediği müstesna bir mahlûk olarak icat edip, imtihana tabi olmak üzere dünyaya gönderdi.

İğnenin ustasız, köyün muhtarsız olmayacağını idrak edebilen insanoğlu, mutlaka bu kâinatın da bir yaratıcısı, bir yöneticisi vardır diye O’nu aklı ve vicdanıyla bulabilir. Kimi âlimlere göre, peygamber göndermeseydi bile, insanların kendi akıllarıyla Allah’ı bilmeleri ve O’na iman etmeleri, insanlara vacip olurdu.1

Ancak insan yalnız başına, yaratılışın sırrını tam olarak çözemez, var oluşun, kâinat kitabının yazılarını okuyamaz, inceliklerini kavrayamaz. Ve özellikle, “Niçin bu fâni dünyaya gönderildik, emir ve nehiyleri nelerdir, O’na nasıl ibadet ve teşekkür edeceğiz; birbirimize karşı vazifelerimiz, mesuliyetlerimiz, haklarımız nelerdir; şu kâinatın yaratılışının sırrı, hikmeti nedir; etrafımızda gördüğümüz canlı cansız varlıklar, bitki ve hayvanlar, yer ve gök cisimleri neden bu kadar çoklukla yaratılmaktadır; kâinatın sonu ne olacaktır; ölümden sonra hayat var mı, tekrar dirilecek miyiz; dirileceksek nasıl, nerede barındırılacağız; sonsuz hayat nasıl olacaktır?” gibi son derece hayatî, meraklı ve her an aklımızı, hislerimizi kurcalayan meseleleri bilemez.

İşte, bütün bu soruların cevaplarını verecek, insanlığa Yaratıcısını tanıtacak, eğitip terbiye edecek, dünya ve sonsuz hayatta mutluluğa ulaştıracak peygamberlerin gönderilmesi, aklın da zaruriyatındandır ki, bu husus İlâhî fermanlarda şöyle belirtilir:

“O, kendi emriyle kullarına, kullarından dilediğine meleklerini vahiyle indirir ve der ki: ‘Benden başka ilâh olmadığını ve Benim emirlerime karşı gelmekten sakınmalarını halka bildirip onları azabımdan sakındırın.”2

Diğer taraftan, sonsuz isim ve sıfatlar sahibi Kadir-i Mutlak’ı, sınırlı duyu ve duygularımızla idrak edemeyiz. O'nu zat, sıfat ve esmasının cilveleriyle tanıtacak, bildirecek, onların tecellilerini okutup tarif edecek bir tarifçiye, bir rehbere ihtiyacımız vardır. İşte, Rabbimizi bize tarif eden en büyük muarrifler peygamberlerdir.3 Özellikle de en büyük, en mükemmel ve en sonuncu muarrif/muallim de Hz. Muhammed’dir (asm).4

Dipnotlar:

1. Prof. Dr. Ünver Günay, Din Sosyolojisi, İnsan Yay., İst., 1998, s. 195.

2. Kur’ân, Nahl, 2.

3. Sözler, s. 21.

4. Mektubat, s. 90-91.




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

19.04.2010

E-Posta: [email protected] [email protected]



Nimetullah AKAY

Dünyaya yönelen nazarlar


A+ | A-

Nazarların dünyaya en fazla yöneldiği bir zamanda yaşıyoruz. En müstakim gibi görünen insanlar bile kendilerini dünyanın şaşaasından kurtaramıyor çoğu zaman. Neredeyse hiçbir insanın dünyadan kendini tamamen tecrit etmesi, dünyevî değerleri ve yaşayış tarzını elinin tersiyle itmesi imkânı bulunmamaktadır. Böyle olunca da, biz insanlar, çoğu zaman ulaşmamızın mümkün olmadığı dünyalıkların üzüntü verici hasretiyle hayatımızı devam ettirmek zorunda kalmaktayız.

Dünyevî değerlerin ön planda olduğu böyle bir hayatta, hasretle geçen günlerimiz bizlere huzur yerine sıkıntılar vermekte, acımasız şartlar bize huzur kazandırması gereken haletlerin görünmesine engel olmaktadır. Galiba ‘iman’ gibi değerli bir nimete sahip olan insanların dünyada saadeti bulamamasının temelinde bu durum yatmaktadır.

Şartlar bizi zorlasa da, iman eksenli bir hayat tarzına şiddetle ihtiyacımız vardır. Bizlerin çevremizdeki insanlara hatırlatacağımız ilk gerçekler manevî hayat ile ilgili olmalıdır. Karşılaştığımız dostlarımıza veya yeni tanıştığımız insanlara soracağımız ilk sorular dünya hayatını güzel geçirme ile ilgili olmamalıdır. Ne yapıp edip de sohbetlerimizi manevî alanlara kaydırmanın gayreti içinde olmamız gerekir ki, unutulmaya yüz tutan manevî değerlerimizin yaşanmasında katkıda bulunalım.

Neredeyse insanların büyük ekseriyetinin gafil olduğu ‘iman ve İslâmiyet’ ile ilgili gerçekleri hayata geçirmenin kendimizce bir yolunu bulmanın arayışı içinde olmamız kaçınılmaz olmalıdır. Birkaç senelik bir ömrün o kadar fazla konuşulmaya ve üzerinde durulmaya değer olmadığını karşımızdaki insanlara uygun bir yaklaşım tarzıyla hissettirmemiz gerekiyor diye düşünüyorum.

Kur’ân lisanıyla ifade edilen, dünyanın bir oyun ve oyalamadan ibaret olduğu gerçeğini hem hayatımıza yansıtmalı, hem de lisan-ı halimizle dahi olsa başkalarına anlatmanın yolunu bulmalıyız. Kâinatın, yüzü suyu hürmetine yaratıldığı; Kâinat Hâlıkının en sevgili kulu Peygamber Efendimizin (asm) hayatında göstermiş olduğu dünya hayatına bakış tarzını, bizler de şu kısacık hayatımıza geçirmenin ihtiyacı içindeyiz.

Dünyanın zevk ve lezzetleri şimdiye kadar kime huzur vermiş, kimlerin işine yaramış ki, bizi de arzuladığımız hayat tarzına ulaştırsın? Elbette dünyayı tamamen boş vermek durumunda olamayız. Ama dünyayı esas maksat yapmak gibi bir gafletin içinde de olmamamız gerekir.

Dünyaya, her hâlükârda ahiret nokta-i nazarında bakmanın yollarını bulmamız ve bunları hayatımıza geçirmemiz bu dünya sıkıntılarından kurtulmanın en etkili yoludur. Bu durumu hayata geçirmenin pek kolay olmadığını da unutmamamız gerekir. Zîrâ dünyevî zenginlikler, makam ve mevkilerin oldukça cazip olduğunu biliyoruz. Nefis, bu durumlarda başarılı olmamızın önünde büyük bir engeldir.

Güzel bir hayat geçirmenin, etkili makamlarda bulunup, manevî hayattan taviz vermeye kendini mecbur hissetmenin çok yolları bulunmaktadır ne yazık ki... Sayılamayacak kadar zahirî güzelliklerin içinde, her an kul olmanın bilinciyle hareket edebilmek elbette kolay olmayacaktır. Ama imtihanı kazanmak, Rabbimizin rızasına nail olmak bizim için önemliyse bunu mutlaka başarmak zorundayız.

Nefisten gelen itirazlara Kur’ân hakikatleriyle mukabele etmek, Peygamberî bir yaşayışın gerçek huzura kavuşturucu unsur olduğunun imanıyla yaşamak ve dünyanın hiçbir fani değerinin bu huzuru kazandıramayacağını bilmek ve kabullenmek durumundayız. Resûl-i Ekrem Efendimizin (asm) “Allah ahireti isteyene dünyayı da verir, ama dünyayı isteyene ahireti vermez” mealindeki hadis-i şerifleriyle hayata tutunmamız gerekir.

Dünyanın geçici imkânlarından, makam ve mevkilerinden mahrum kalanları acınacak bir halde görenlerin kendileri aslında acınacak bir durumdadır. Gaflet veren dünyevî uğraşlar insanları telâfisi zor sonuçlarla karşı karşıya getirir. Önemli olan hem dünya işlerini yapmak, hem de dünya hayatının geçici olduğunu unutmamak ve asıl hayatın ölümden sonraki hayat olduğunun şuuruyla yaşayabilmektir...




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

19.04.2010

E-Posta: [email protected]



Süleyman KÖSMENE

Ehl-i Kitap necat mıdır?


A+ | A-

Muharrem OKUR: “Peygamber Efendimiz (asm) son peygamber olduğuna nazaran; ondan sonraki safiyane inanan ehl-i kitaptan ehl-i necat var mıdır?”

“Ehl-i Kitap” tabiri, her ne kadar sözlükte “Kitaba tâbî olan” mânâsında Müslümanları da içine alıyor olsa da; ıstılâhta Kur’ân’dan önce indirilen İlâhî Kitaplara inananlar mânâsında Yahudi ve Hıristiyanlara verilen unvandır.

Yahudi ve Hıristiyanlardan Allah’a ve son Resulü olan Hazret-i Muhammed’e (asm) iman eden bahtiyarların Sırat-ı Müstakim üzere olduklarından; dolayısıyla ehl-i necat olduklarından tereddüdümüz yok. Habeş Kralı Necati gibi, Yermük Savaşı esnasında Müslüman olarak iki rekât namazdan başka namaz kılmak nasip olmadan şehit düşen Rum Komutan Cerece gibi, Prens Bismark gibi, Mister Karleyl gibi, Yusuf İslâm gibi Ehl-i Kitap iken Kur’ân’ın şefkati ile ihata edilen bahtiyarların sayısı bir hayli fazla.

İslâmiyet ile şereflenmemiş diğer ehl-i Kitab’a gelince; onları öncelikle Kur’ân açısından değil, kendi kitapları açısından bir sorgulayalım dilerseniz: Ellerindeki kitabın, Allah’ın vahyettiği kitap olup olmadığına bakıyorlar mı acaba. Bir Müslüman kendi dinini defalarca sorgulamakta hiç de mahzur görmezken; bir Ehl-i Kitap “İlâhî Kitap” diye bağlanıp inandığı kitabı hiç mi sorgulamıyor; anlamak mümkün değil.

Oysa daha başlangıçta; kendi ataları Allah’ın vahyine sâdık kalmayıp İlâhî Kitabı bozmakla aslında en büyük vefasızlığı ve ihaneti kendi dinlerine yapmışlar. Bu ihanetle, binlerce yıllık nesillerini kör ve hurafe bir inancın eşiğinde sürükleyerek, tüyler ürpertici bir batıl çığıra da neden olmuşlar!

Bu gün için kendi kitaplarının aslı da ellerinde bulunmayan Ehl-i Kitabın “imanı” için yine de şefkatli olmakta fayda var: Kur’ân Ehl-i Kitaba diğer inanç sahipleri yanında hususî bir yakınlık duyuyor ve imana çağırıyor: “De ki: “Ey Ehl-i Kitap! Gelin, sizinle aramızda bulunan ortak bir sözde buluşalım: Ancak Allah’a ibadet edelim; O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım; Allah’ı bırakıp, birbirimizi Rab olarak benimsemeyelim!” 1

Bir diğer âyet de soruyor: “Ey ehl-i Kitap! Sizler bildiğiniz halde Allah’ın âyetlerini niçin inkâr ediyorsunuz?” 2

Kur’ân’da Ehl-i Kitabın müşriklerle bir tutulmayarak, hiç olmazsa iffetli kadınlarının, yemeklerinin ve kestikleri hayvanların helâl kılınması3, Kur’ân’ın bu zümreye karşı duyduğu yakınlığın ve gösterdiği şefkatin en bariz örneklerinden olsa gerektir.

Ehl-i Kitabın, geçmişte her ne kadar Allah’ın sıfatlarını yanlış tanımış ve yanlış inanmış olsalar da; günümüzde eski batıl inançlarından her geçen gün biraz daha uzaklaşarak “Tevhid İnancına” yaklaştıkları ve hatta çok yerlerde “Tevhid İnancına” ulaştıklarını şükranla görmek mümkün. Geçmişin kini, husûmeti ve adaveti de günümüzde bulunmadığına ve yerini dinsizlere karşı “Ehl-i Kitap” olmanın verdiği dinî bir duygu ile ittifak ve yakınlaşmaya bıraktığına göre; bu aşamada Bedîüzzaman Hazretlerinin (ra) ifâde buyurduğu gibi eğer Müslümanlar İslâm ahlâkını kemaliyle yaşarlar ve fiilleriyle gösterirlerse, bu dinlerin tabilerinin cemaatlerle İslâmiyet’e girmeye4 taraftar olabileceklerini nazara aldığımızda, günümüz Ehl-i Kitabının îman noktasında bir hayli müsbet mesafe aldığı söylenebilir.

Şüphesiz İslâmiyet Allah katında en makbul, en son ve en mükemmel dindir. Ve hiç şüphesiz İslâmiyet’in bu vasfını bilen ve Hazret-i Muhammed’in (asm) son Peygamber olduğunu bildiği halde kabul etmeyen ve yüz çeviren birisinin, Allah’ın bir olduğuna iman etse de ehl-i necat olduğunu söylemek mümkün değildir. Ancak Bedîüzzaman’ın (ra) ifadesiyle “adem-i kabul başkadır; kabul-ü adem başkadır.” Bilmeyenlerin ve kasıtsız bulunanların durumu bunlarla bir değildir. “Ehl-i cezbe ve ehl-i uzlet veya işitmeyen veya bilmeyen adamlar, Peygamberi bilmiyorlar veya düşünmüyorlar ki kabul etsinler; o noktada cahil kalıyorlar. Marifet-i İlâhiyeye karşı yalnız “Lâ ilâhe illallah” biliyorlar; bunlar ehl-i necat olabilirler.”5

Bu durumda Son Peygamber’in (asm) tebliğinden uzak bulunmuş, cahil kalmış, kendisine Allah’ın son dini ulaştırılmamış, kalbinde son din ve son Peygambere (asm) karşı herhangi bir kin, iğbirar ve olumsuz tavır bulunmayan; bununla beraber Allah’ın var ve bir olduğunu tasdik eden bir Ehl-i Kitab’ın ehl-i necat olduğunu; binâenaleyh Ehl-i Cennet olduğunu söylemek mümkündür. Allâh en iyisini bilir.

Dipnotlar

1. Âl-i İmrân Sûresi, 3/64.

2. Âl-i İmrân Sûresi, 3/70.

3. Mâide Sûresi, 5/5.

4. Hutbe-i Şâmiye, S. 20.

5. Mektûbât, S. 322.




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

19.04.2010

E-Posta: [email protected]



İslam YAŞAR

Demokratik açılımda demokrasi konuşulmadı


A+ | A-

Açılım hareketinde bir adım daha atıldı.

Güzel bir bahar gününde, İstanbul’un müstesna mekânlarından Dolmabahçe Sarayı’nın müştemilatının tarihî salonunda bir araya gelen Başbakan, bazı bakanlar ve edebiyatın tanınmış isimleri ile birlikte atıldı bu adım.

Lâkin, tarihî bir adım olmaktan çok uzaktı.

Yolumuz, dalları tomurcuklanmaya başlamış asırlık çınar ağaçlarının arasından geçiyordu. Yolun bir tarafındaki alev renkli erguvan ağaçlarında yer yer küçük ve yeşil yapraklar açmaya başlamıştı.

Diğer tarafı ise cins cins, çeşit çeşit rengârek çiçeklerle, lâlelerle bezeliydi. Hassaten şekli ve rengiyle yanmakta olan koru andıran kırmızı lâlelerin üzerindeki duru şebnem damlaları ilk bakışta dikkat çekiyordu.

Sabahın erken saatlerinde bu yoldan geçen mütehassis bir insanın, her şeyiyle kendini yenileyen tabiatta tecelli eden farklılıkların insicamını ve zıtlıkların âhengini görüp de hayran kalmaması mümkün değildi.

Kendisi de edebiyatçı bir akademisyen olan Hüseyin Çelik Beyin organize ettiği bu üçüncü ‘Demokratik Açılım’ toplantısının edebiyatçılarla, yazarlarla, şairlerle yapılacağını bildiğim için mevcudatta tecelli eden bu farklılıkların insicamının ve zıtlıkların âhenginin salona da aksettiğini görme dileğiyle girdim içeri.

Salondaki insan manzaraları, dışarıdaki bahar manzarasından pek farklı değildi. Ekseriyeti siyah ve lacivert takım elbise giymiş kadınlı erkekli, genç yaşlı yazarlar öbek öbek toplanmış, kendi aralarında sohbet ediyorlardı. Başbakan kürsüye dâvet edilince onlar da yerlerini aldılar ve toplantı başladı.

Sayın Erdoğan edebiyat tarihinden sayfalar açarak başladı söze. Eski asırlardan yaşayanlara kadar farklı fikir, ırk, din ve dünya görüşüne mensup pek çok şair ve yazarın ismini saydı, meziyetlerini sıraladı şiirlerinden mısralar, nesirlerinden cümleler söyledi.

Bu arada bazı âlimlerle, âriflerle birlikte ‘Beğenirsiniz, beğenmezsiniz, seversiniz sevmezsiniz’ notu koymadan ve ‘Bitlisli’ takısını takmadan Said-i Nursî’nin de adını andı.

Said Nursî başta olmak üzere adını söylediği şahsiyetlerin ekseriyetinin, toplantının sebeb-i vücudu olan Demokratik Açılıma zemin teşkil edecek pek çok eserleri, sözleri, fikirleri ve hareketleri olduğu hâlde Başbakan, onları nazara vermek yerine uğradıkları mağduriyetleri anlatmayı tercih etti.

Ardından kendisine yapılan bazı haksız tenkitleri ve uğradığı kötü muameleleri dile getirdi. Daha sonra da açılım teşebbüsü sebebiyle yapılan siyaset, hukuk ve medya muhalefetten dert yandı.

Konuşması güzel, söyledikleri doğru, şikâyette haklıydı. Fakat ‘Demokratik Açılım’ hareketini başlatırken—bazı yazarların dediği gibi—aceleye getirmemesi, yıkıcı muhalefet, derin devlet, yanlı hukuk, menfaatçi medya gerçeklerini de hesaba katması gerekirdi.

Bunun yanı sıra, hem resmî ideolojinin müfrit ve muannit taşıyıcısı olan bu kuvvetlerden şikâyet etmesi, hem de açılımı ‘muasır medeniyetler seviyesine çıkmak’ gibi resmî ideolojinin iddiaları ile savunması çelişki, merhum Özal’ı anarken demokrasi şehitleri Menderes’i ve arkadaşlarını anmaması eksiklikti.

Kahvaltı sırasında yazarlar konuşmaya başlayınca, tabiattaki bahar âhenginin insanların ahvaline pek aksetmediği anlaşıldı.

Başbakanın, Demokratik Açılımın lüzumunu anlatırken demokrasiye vurgu yapmamasından ve sadece mağduriyetleri nazara vermesinden olacak ki, yazarlar söz aldıkça hep mensup oldukları etnik unsurların ve şahıslarının uğradıkları mağduriyetleri, haksızlıkları, zulümleri anlattılar.

Toplantıya katılan Kürt, Ermeni, Yahudi kökenli yazarlar konuşmalarında münhasıran bu taraflarını nazara vererek Başbakanı ağlama duvarı gibi görmeye kalkınca zaman zaman bazı karşı çıkışlar ve tartışmalar da yaşandı.

Bir ara konuşmalar o kadar şahsîleşti, etnik mağduriyet yakınmasına büründü ve toplanma maksadından uzaklaştı ki, Demokratik Açılımı hakikî mânâsıyla konuşacak bir zemin kalmadı. Bazı yazarların farklı sahalarda yapılabilecek açılım teklifleri de arada kayboldu.

Onun için de zaten, ‘Demokratik Açılım’ toplantısında hiç demokrasi konuşulmadı. Yıllardır cumhuriyet adına yapılan yanlış ve keyfi uygulamalardan pek söz edilmedi. Mesele ile doğrudan ilgili olan ve haftalardır ülke gündemini işgal eden anayasa değişikliği teşebbüsüne de temas edilmedi.

Başbakan Erdoğan’ın, toplantının sonunda yapılan tenkitlere ve sorulan sorulara en ince ayrıntısına varıncaya kadar cevap verdiği halde, isim değiştirme meselesini dile getiren bir konuşmacının, adı Kepir olarak değiştirilen Nurs Köyüne eski adının tekrar verilmesi hususundaki sorusuna cevap vermemesi, başörtüsü yasağını acziyet ifadeleri ile geçiştirmesi dikkat çekiciydi.

Sayın Erdoğan da, bazı konuşmacılar da sık sık ‘duru ve temiz bir su’ arayışından söz ettiler, ama ne öyle bir kaynak gösterdiler, ne de suyu bulandıran mihrakları teşhis ettiler. Herkes kendi suyunda kulaç atmaya kalkınca toplantının muhtevası iyice sığlaştı.

Meselenin bu kadar sathîleşmesinde ve konuşmaların asıl mevzudan uzak kalmasında, açılım mimarlarının hedeflerini ve kuvvet kaynaklarını net bir şekilde ortaya koyamamalarının tesiri vardı elbette. Ama biz yazarlar da ekseriyet itibariyle meseleyi demokratik zemine çekip derinleştirecek kadar hazırlıklı değildik.

Onun için Demokratik Açılım adına atılan diğer adımlar gibi bu adım da zihinlerde tarihe geçecek pek bir iz bırakmadı.

Demokratik Açılım toplantıları bundan sonra da devam edecek. Yapılacak toplantıların, yapılanlardan daha verimli ve semereli geçmesi için hükümetin nihaî hedefini netleştirip yol haritasını tayin etmesi gerekiyor.

Bu hususta kendileri ile istişare edilen fikir, milliyet, meslek ve grup mensupları da meseleye sadece kendi açılarından bakmazlar, muarızlarının haklarını da kendilerininki kadar savunma fazileti izhar ederlerse güzel neticeler hasıl olur.

Devleti temsil eden hükümeti ve milleti meydana getiren farklı unsurları bir araya getiren Demokratik Açılım toplantıları, usulüne uygun yapıldığı takdirde, bu zamana kadar birbirine uzak duran, hatta birbirini hırpalayan devleti ve milleti kaynaştıracak güzel bir zemin olacaktır.




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

19.04.2010

E-Posta: [email protected]



Şükrü BULUT

Dünya yüzümüze tükürüyor!


A+ | A-

Avrupa'nın yaşamakta olduğu bu yeni şok, geleceği de kaplamaya başladı. İzlanda'daki Eyjafjallajökull yanardağının küçük bir hareketiyle Şimal Avrupa'sının semasını lav külleri kaplayınca, dünyanın dört bir yanına dağılmış Avrupalılarda telâş ve paniğe sebep oldu. Cehennemden gelen bu küllere Avrupa teknolojisi henüz bir çare bulamamış. Uçakların camlarına ve türbünlerine hücum eden toz bulutları, Kuzey Avrupa'nın bütün hava yollarını tam mânâsıyla felç etti. Gazetelerde neşrolunan “kül bulutları” haritasını inceleyenlerin, Kuzey Avrupa'yı İzlanda'dan ta Sibirya içlerine kadar yalnızca “Şimal Çizgisi” manzarasını gördüklerinde, şayet bu toprakların tarihini biliyorlarsa, endişeleneceklerinden eminiz.

İkiyüz seneden bu yana Allah'a isyanları, ahlâksızlığı tervici, insanî değerleri tahribi ve sebep olduğu kaoslarla dünyanın başına birçok sıkıntı ve felâketlerin gelmesine sebep olan Kuzey Avrupalıların vatanlarının lav külleri altında kalmasını, inananlar sebeplere ve tesadüfe bağlamıyorlar. “İnanmayan insan”dan başka dünyanın üzerindeki her yaratılmış, Allah'a teslim olurken, Bediüzzaman Hazretlerinin “Şimal Cereyanı” olarak nitelediği meşhur materyalist ve saldırgan ateist hareketin mahiyetini kitaplardan okuyanlar, ister istemez “Allahu ekber!” diyorlar.

Kuzey Avrupa'dan çıkarak Amerika, İngiltere ve Avustralya gibi ülkelere yerleşen bu cereyanın bilhassa 11 Eylül'den sonra dünyanın başına birçok belâlar getirdiğini biliyoruz. İlginçtir ki “külden bulutlar” meşhur dinsizlerin çıktıkları coğrafyayı kaplıyor. Leo Troçki'nin, Freud'un, Marks'ın, Jung'un, Wilhelm Reich'ın, Lenin'in, Adorno'nun, Darwin'in ve daha yüzlerce “semavî din karşıtının” yurtları etkilenmiş. Endülüs´ten başlayarak kuzey Avrupa'yı ta Sibirya'ya kadar takip eden bir hattın “yakın dinsizlik tarihçesini” bilenlerin zihnine neler getirebileceğini siz de hayal edebilirsiniz.

Almanya'daki Bild ve Express gazeteleri “Volke Avrupa'ya tükürdü” manşetleriyle çıktılar. Bir gün sonra Bild gazetesi, sükûnet bulmuş bir yanardağın havadan resmini yayınlamış. Bir canavar silüteini andırdığından “Kül Canavarı” ismini takmış Eyjafjallajökull volkanına. Kamuoyunun sesi hükmündeki gazeteler dünyanın yüzümüze tükürdüğünü itiraf ediyorlar. Peki, durup dururken dünya neden yüzümüze tükürüyor olabilir?

Avrupa'nın mazideki cinayetlerine yenileri eklenince galiba dünyanın sabrı taştı. Sıkıntılı bir kısım canilere, hırsız ve katillere öfkelendi ve tükürdü. Allah, Kur'ân-ı Kerîmde mealen diyor ki; “Öyle musîbetlerden (felâketlerden) sakınınız ki, geldiğinde yalnızca günahkârlara has kalmaz, herkesi içine alır.” Avrupa'yı toptan suçlamak Kur'ân'ın başka âyetleriyle çelişeceğinden, bilhassa 11 Eylül'den sonra dünya üzerinde yapılan katliâmların, yağmaların ve diğer haksızlıkların asıl faillerini düşündüğümüzde, siz de yalnızca suçluları düşüneceksiniz.

Hindukuş Dağlarında ölen askerlerin yakınlarının acısına ortak olmamak mümkün değildir. Fakat düşününüz ki, birkaç ahlâksız zenginin keyfi için Arabistan'da bir buçuk milyon, Afganistan'da beş yüzbin ve Pakistan'da on bine yakın insanın kanları dökülüyor. Avrupa kamuoyu bu cinayeti işleyenlere sessiz kalınca ister istemez iş volkanlara kalıyor, sessizliğimizle canilerin cinayetine destek olduğumuzdan dünya yüzümüze tükürüyor.

Avrupa anayasalarında, insan haysiyetinin dokunulmazlığı üst sırada yer alır. İnsanlar arasında fark gözettiğimiz sürece volkanlar, okyanuslar, zelzeleler, kasırgalar ve yangınlar yakamızı bırakmayacaktır,

Polonya devlet erkânını taşıyan uçağın düşmesi yanlızca Polonya halkını üzmemiştir. Bütün insanlar gibi, biz Müslümanlar da üzüldük. Fakat Johannes Paul ile Lech Walesa'nın ülkesi, hürriyet ve zalime isyanın sembolü iken, Irak ve Afganistan savaşında zalimlerin elinde kırbaç oluverdi. Şayet bu kazayla dindar Polonya halkının basireti açılır, Afgan ve Arap annelerinin feryatlarını işitebilirlerse, elbette ki dünya sevinecektir. Lech Kaczynski'nin ölümüne en çok İsrail idarecileri ağladıklarına göre, anlaşılıyor ki Polonya maalesef neocon ve neoliberallerin yanında yer alarak, dünya yangınına odun taşımış.

Musîbetlerin “İlâhî İkaz” cihetini unutmamamız gerekiyor. Bir volkanla azıcık nefes alan dünyamızın bu hali; Allah'ın kuvvet ve kudretine teslim olmaktan başka çaremizin olmadığını her akıllı insana göstermeli. Allah´ı inkâr eden, dünyaya tapan ve teknolojiye güvenen insanların acınacak halleri; Avrupa Kilisesini dinsizlik ve ahlâksızlık adına sıkıştıran “saldırgan ateistlere” de ders olmalı. Bilhassa tarihi boyunca insanlığa zararlı işlerin ve hareketlerin başını çeken İngiltere biraz daha dikkat etmeli. İslâmiyetle alay eden Salman Ruşdi'ye arka çıkan İngilizlerin, bu defa da Rüştü'nün avukatı Geoffrey Robertson'un Papa Benedikt'e karşı küstahlığına da ses çıkarmaması halinde, bütün Hıristiyanlık dünyasının nefretine hedef olacağını hatırlatmak bizim vazifemiz olsun.

Dünyanın yüzüne tükürdüğü Avrupa'nın dinsiz, sefih ve ahlâksız kanadının son zamanlarda Fransa, Almanya ve İtalya'daki din karşıtı iktidarlarından cesaret aldığını söyleyenler epeyce arttı. Eşcinselliği neredeyse bir “değer” haline getirmek isteyenlerin politika ve medyadaki sesleri bütün insanlığı rahatsız etmezse, tarihteki felâketler tekrarlanabilir. Meselâ, sırf eşcinsel nikâhı kıymadığından ve bu beraberliğin günah olduğunu söylediğinden medya aracılığıyla linç edilmek istenen Essen Piskoposu Franz-Josef Overbeck'e kamuoyu adına medya ve insanî kurumlar sahip çıkmazsa, elbette ki dünyanın Sahibi onu hareketlendirecektir. Semavî dinlere inananlar bu hareketlenmelerin neticesindeki büyük zelzele, ateş yağmuru ve kasırgaların mahiyetini mukaddes kitaplardan bilmeyenlere gösterebilir.




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

19.04.2010

E-Posta: [email protected]



Recep TAŞCI

Üzümünü ye, bağını sor


A+ | A-

Düzenli ve sağlıklı gelir kaynaklarınız yetersiz...

Harcamalarınız da hesapsız kitapsız ise...

İki yakanız bir araya gelmez.

O zaman da...

Her yol mübahtır.

Elde avuçta ne varsa satıp savılır.

Tefecilere mahkûm olunur...

Ak kara hiç fark etmez...

Yeter ki para gelsin.

Bu amaçla bütün etik değerler çiğnenir...

Gerçekler ters düz edilir...

Rakamlar çarptırılır, drajelenir...

Kamuoyu yanıltılır.

Olup bitenin farkında olanlar da...

Dokuzuncu köyden de kovulmamak için...

Sus pus...

Köşelerinde oturur.

Son örnek...

Meçhul bir şahıs...

Yurtdışından 7.1 milyar getirmiş.

Geçen haftanın en çok konuşulan konusu idi.

İnanılmaz boyutta bir para.

Bütün bankalarda toplam mevduat 477 milyar TL.

Mukayese edin.

Değerlendirin.

Peki...

Bu muazzam para niye getirilmiş?

“Varlık Barışı” adı verilen bir yasadan faydalanmak için.

Varlık Barışı!

Eşitliği bozan, vicdanı sızlatan, güveni sarsan bir yasanın “Barış” diye yutturulması trajik bir durumdur.

Açalım.

2008 ve 2009 yıllarında iki kez uygulandı.

Resmî gerekçe...

İşletmelerin malî bünyelerini güçlendirmek.

Kayıt dışı kalmış para, menkul ve gayrimenkul gibi varlıkların değeri üzerinden yüzde 2 veya yüzde 5 oranında vergi ödenmesi halinde hiçbir şekilde sorgu sual olmayacak, vergi kaçırmışlarsa dahi haklarında herhangi bir işlem yapılmayacak.

Bu ulufeden istifade etmek isteyenler...

Toplam 48 milyar 100 milyon TL değerinde kayıt dışı varlık beyan etmiş.

Karşılığında 1 milyar 58 milyon TL vergi ödemişler.

Sağolsunlar.

İşin vahametini iki açıdan yorumlayalım.

İlki;

“Para gelsin de gerisini boş verin.” şeklindeki hastalıklı bir yaklaşım.

Bir aczin göstergesi.

Bu paralar niçin ve nasıl yurtdışına kaçırılmış?

Kimler göz yummuş?

Hangi işten kazanılmış?

Kara para mıdır?

Vergisi neden ödenmemiş?

Soruları uzatabiliriz.

Faydası yok.

Zira bu sorular sorulamayacak.

Kanun bu teminatı veriyor, aklıyor.

İkinci husus şu:

Hazineye 1 milyar 58 milyon TL girmiş.

Ne iyi.

İyi de...

Maliyenin kaybı ne?

Merak edenler için hesaplayalım.

Kanundan yararlananların daha sonra bir vergi incelemesi sonunda...

48 milyar 100 milyon TL kazanç gizledikleri tesbit edilse bile...

Beş kuruş vergi ödemeyecekler.

Oysa...

Varlık Barışı Kanunu olmasa idi yüzde 20 Kurumlar Vergisi oranına göre ödenmesi gereken vergi;

9 milyar 620 milyon TL olacaktı.

Bir o kadar da cezası.

Ayrıca en az 4 milyar 810 milyon tutarında gecikme faizi.

Toplayın.

24 milyar 50 milyon TL.

Devletin vazgeçtiği gelir.

Buna karşılık kasasına giren sadece 1 milyar 58 milyon TL.

Fark...

23 milyar TL.

Pek çok sorunu çözecek bütçe açığının yarısına yakın bir tutar.

Kimse bu hesabı yapmıyor.

Bir yanlışlığımız varsa....

Buyursunlar, düzeltsinler.

Hodri meydan diyoruz.

Devleti zarara sokan böyle bir kanun neden yürürlüğe girdi?

Çünkü...

Acil para lâzımdı.

Döviz gerekliydi.

Gerisi önemli değildi.

Böyle bir anlayış devlet ciddiyetiyle bağdaşmamaktadır.

Yalnız ilk defa yaşanmıyor.

Dara düşen hükümetler geçmişte de aynı çıkmaz yola saptı.

“Şu kadar ilâve vergi ödersen, kaçırdıklarını affedeceğim.” şeklinde çarpık bir zihniyet.

Her af kanunu dürüst mükellefleri cezalandırıyor, hazine zarara uğruyor.

Vergiye direnci artırıyor.

Kısır döngü kırılamıyor.

Çaresi...

Temel felsefesi...

“Üzümünü ye, ama bağını da sor.”...olan köklü bir vergi reformudur.

Yoksa lokmalar haram olur.




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

19.04.2010

E-Posta: [email protected]



Mehmet KARA

Meğer “güçleri bu kadar”mış


A+ | A-

2007 genel seçimlerine giderken partilerin bol bol vaatleri vardı. AKP’nin en önemli vaadi de yeni bir sivil anayasa yapmaktı.

Normal şartlarda önümüzdeki yılın ortalarında (Temmuz) genel seçimler yapılacak. Seçimler yaklaşırken vaatler artmaya başladı. Geçtiğimiz günlerde Çorum’da konuşan AKP Genel Başkan Yardımcısı Ekrem Erdem’in söylediği sözlerde bu mânâda değerlendirilebilir. Erdem, “Şimdilik gücümüz Anayasa’nın sadece 30 maddesini değiştirmeye yetiyor. Ama önümüzdeki seçimlerde millet bize bir kez daha yetki verirse İnşaallah baştan sona sivil bir anayasa hazırlayacağız” demiş.

Anlaşılan önümüzdeki seçimin de önemli vaadi yine “yeni ve sivil anayasa” olacak.

“AYIP!”

Geçtiğimiz hafta içinde İstanbul DSP Milletvekili Hasan Macit, özgürlükleri savunurken öyle bir benzetme yaptı ki, AKP’lilerin sert tepkisine sebep oldu.

Tutanaklara da yansıyan konuşmada Macit, “1930’lu yıllarda Hitler de yüzde 45 gibi bir çoğunlukla iktidara gelmişti. Ama Hitler’in ülkesini ve dünyasını hangi akıbete uğrattığını, hangi sürecin yaşandığını dünya biliyor. Gelin, özgürlükleri hep beraber sağlayalım” demesine AKP Kahramanmaraş Milletvekili Veysi Kaynak’ı “Olmaz böyle şey! Bu kadar da olmaz” dedirtti. Gerisini tutanaklardan aktaralım:

Hasan Macit - Sevgili Arkadaşım, bir sözün varsa gelirsin kürsüden söylersin, oradan lâf atmazsın.

Veysi Kaynak- Hitler’e mi benzetiyorsun?

Hasan Macit-… Biz burada üslûp bakımından incitmeden bir uyarı görevimizi yapıyoruz. Siz oradan lâf atmayla bir şeylerin çözüleceğini mi zannediyorsunuz?

Veysi Kaynak- Hitler’e benzetmek doğru mu, Hitler’e?

Hasan Macit- Doğru.

İbrahim Yiğit (AKP-İstanbul)- Ayıp!

Macit, daha sonra neyin ayıp olmadığını anlattığını konuşmasını sürdürdü. Ama ortada AKP’liler tarafından “ayıp” diye nitelendirilen garip benzetme kaldı…

KİM “SAMİMΔ SİZ KARAR VERİN

Bugün görüşülmeye başlanacak olan anayasa değişikliği ile ilgili Deniz Baykal’ın teklifleri ile ilgili olarak bir samimiyet tartışması yaşanıyor. Bunları sıralayalım. Kimin samimî olduğuna siz karar verin:

AKP’li Sait Kılıç: CHP’nin uzlaşma teklifini daha değerlendirmeden arkasından başka bir teklif geldi. CHP'liler bu konuda ne kadar samimî olduklarını ortaya koydular.

CHP’li Mustafa Özyürek: Biz teklifimizde samimiyiz, uzlaşı istiyoruz. Ancak Erdoğan ABD dönüşü uzlaşıya kapılarını kapattı.

MHP’li Mehmet Şandır: AKP ile CHP arasında “şark kurnazlığı” tartışması yaşanıyor.

Karar verebildiniz mi?




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

19.04.2010

E-Posta: [email protected]



Faruk ÇAKIR

Haberlerde boğulmak


A+ | A-

Televizyonun ‘kötü’lüğünün farkında olanların sığındığı güzel bir bahane vardır. İlk fırsatta, “Ben sadece haberleri izlerim” derler.

Haklıdırlar, başka programlara göre ‘haberler’ nisbeten zararsızdır; ama sunulanlar gerçekten ‘haber’ ise... Bazen öyle bir noktaya geliniyor ki ‘haber’ adı altında izleyicilere aktarılanlar haber değil de ‘beyin yıkama’ malzemelerine dönüşüyor.

TV’lerin bu tuzağa düşmesi ya da gönüllü olarak yanlışlara vasıta olmasının geçmişte yaşanan çok çarpıcı örnekleri vardı. Kısaca hatırlamak gerekirse, 28 Şubat süreci öncesi ve sonrasında yapılan yayınlara bakılabilir. O dönemde aynı haber bir hafta ya da bir ay boyunca kasıtlı olarak gündemde tutuluyor ve aynı görüntüler allanıp pullanarak yüzlerce defa tekrar ediliyordu. İnsanlar o hale gelmişti ki, Türkiye’de ve dünyada yaşanan hadiseleri öğrenme imkânı bulamıyordu. Nitekim, o süreçte kısmen bu tuzağa düşmeyen bazı TV kanallarının haber saatleri hiç beklenmedik şekilde ‘en çok izlenenler’ listesinde öne geçmişti.

Bugün de tersinden, ama benzer bir tehlike ile karşı karşıyayız. Türkiye’de ve dünyada pek çok önemli hadise meydana geldiği halde ‘haber’ saatleri belli başlı konularla işgal edilmiş durumda. Kimse duymasın, düzenli bir TV izleyicisi değiliz; ama misafir olarak gittiğimiz yerlerde TV ile karşı karşıya kalıyoruz. ‘Haber’ diye sunulan ‘bilgi’lerin Türkiye ve dünya gündeminden ne kadar kopuk olduğunu görünce de üzülüyoruz. Haberlerin magazine boğulması insanları ‘geveze’ etmiş durumda. Bazı ‘mütedeyyin’ TV kanallarının da bu tuzağa düşmüş olmasını görmek de insanı ayrıca üzüyor.

Normalde TV sahip ve yayıncıları da bu tür yayınlardan memnun olmadıklarını çeşitli vesilelerle ifade ediyorlar. Fakat iş uygulama safhasına geldiğinde “Ne yapalım, izleyici bu tür yayınlar istiyor. Başka şeyler kimsenin ilgisini çekmiyor” diyorlar. İlk bakışta haklı gibi görünse de bu savunmalara hak vermek mümkün değil. Çünkü TV yayıncılığı başlı başına bir sorumluluk istiyor. İnsanların iyiye ve güzele kanalize edilmesi, ancak iyi ve doğru programlarla mümkün olur. Kısa dönemde ‘magazin’ programları ilgi görse de uzun dönemde bunların faydalı olmadığı görülecek. Bilhassa “Türkiye gerçeklerine uygun yayın yapma” iddiasında olan TV kanallarının sahip ve yöneticileri bu noktayı dikkate almak durumundadırlar.

Peki, nedir önemli haber? Meselâ aile ve gençlerin içine sürüklendiği bunalımı inceleyen ve çareler sunan bir yaklaşım; ‘önemli haberler listesi’nin en başında yer almalı değil midir? Bir yandan ‘hal ve gidiş’in iyi olmadığını hatırlatıp, öte yandan da bu gidişe ‘dur’ dememek mümkün mü? Niçin her gün her TV kanalında bir uzman, bu konular hakkında konuşmasın, açıklama yapmasın? Yoksa ailenin ve gençliğin içine sürüklendiği durum bizi endişelendirmiyor mu?

Endişelenelim ve var olan çareleri gündeme taşıyalım. ‘Haberler’de boğulmakla çocuklarımızı, ailemizi ve geleceğimizi karartmayalım...




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

19.04.2010

E-Posta: [email protected]



Yeni Asyadan Size

Gül kokulu Kutlu Doğum hediyesi


A+ | A-

Bu günlerde gazete binasına gelenleri, matbaa dairesinden dışarıya taşan hoş bir gül kokusu karşılıyor. Sebebi, yarın gazeteyle birlikte vereceğimiz “İman ne kadar mükemmel olursa o derece hürriyet parlar, işte Asr-ı Saadet” başlıklı Kutlu Doğum ekimiz.

Değerli muhtevasına ve şanına lâyık bir görüntü için birinci hamur kâğıda basılıp kuşe kapak geçirilen ilâvemizin çok orijinal bir özelliği de, mürekkebine gül esansının katılması.

Bu sebeple, ekimizi elinize aldığınızda ve okurken tatlı bir gül rayihasını da alacaksınız.

Ekin gül kokulu muhtevasına gelince:

Asr-ı Saadeti Asr-ı Saadet yapan sırrın iman ve hürriyet olduğu vurgulanan ilâvede, Peygamberimizin (a.s.m.) Allah’tan getirdiği mesajın esasını teşkil eden imanın insanlarda aynı zamanda nasıl bir hürriyet şuuru meydana getirdiği, çarpıcı örneklerle anlatılıyor.

İlâveten iman ve adalet bağlantısı açıklanıyor. Peygamberimizin ve her biri seçimle işbaşına gelen Dört Halifenin ve Âl-i Beytin uygulamalarından örnekler sunuluyor.

İmanın mü'minler arasında meydana getirdiği “toplumsal kardeşlik” vurgulanarak, bugün hâlâ hasreti çekilen ve açılım projeleriyle varılmak istenen “barış, huzur ve mutluluk içinde bir arada yaşayabilme” idealinin yine Asr-ı Saadette en mükemmel örneklerinin verildiği anlatılıyor.

Medine’de kurulan ilk İslâm devleti ve yazılı anayasası hakkında bilgiler veriliyor.

Ayrıca, Amerikan ve Fransız İnsan Hakları Beyannamelerinden yüzyıllar önce, temel hak ve özgürlükleri çok daha geniş bir ufuk ve perspektifle insanlığın gündemine taşımış olan Peygamberimizin Veda Hutbesi, çerçeveletip asılacak tezhipli bir levha halinde sunuluyor.

Konuyla ilgili olarak Risale-i Nur’dan seçilen vecizeler ve Batılı filozofların hakkı teslim eden sözleri de anlatılan mevzuları tamamlayıp zihinlere yeni ufuklar açıyor.

Demokrasi, hak ve özgürlükler, hukuk, adalet gibi başlıklara ilişkin yoğun arayışların gündemde olduğu bir ortamda, insanlığın en büyük muallimi ve mürşidi olarak on dört buçuk asır önce gönderilen ve zaman ihtiyarladıkça mesajları daha da gençleşen Peygamberimizin irşadlarının Asr-ı Saadetteki uygulamalarıyla birlikte derli toplu şekilde sunulduğu bu ilâvenin ilgi ve istifadeyle okunacağına inanıyoruz.

Ve bu çalışma ile, son dönemdeki başarılı hizmetlerine yeni ve parlak bir örnek daha ekleyen arkadaşımız İsmail Tezer’e, katkıda bulunan yazarımız Selim Gündüzalp’e, teknik düzenlemeyi gerçekleştiren İbrahim Özdabak’a ve zamanında yetiştirmek için sabahlara kadar çalışarak, ilâvemizin itinalı bir baskıyla, gül kokulu olarak çıkmasında emeği geçen bütün arkadaşlarımıza teşekkür ediyor, başarılarının devamını diliyoruz.

Aynı şekilde, bu ilâve için de yoğun şekilde çalışıp, ek talepte bulunarak bize bir kez daha güç veren bütün okuyucu ve temsilcilerimize de şükranlarımızı sunuyoruz.

***

Yeri geldikçe tekrarladığımız “50. yıl çalışmaları devam etmeli” mesajı ve bu çerçevede “Said Nursî ve Demokratik Açılım” kitapçığının, “Said Nursî Kimdir?” broşürüyle birlikte, olabildiğince çok yere ulaştırılması bahsinde, Elbistanlı okuyucularımızın da harekete geçtiklerini memnuniyetle öğrendik.

İki kitapçığı ilçedeki kaymakam, garnizon komutanı, hakim ve savcılar, emniyet müdürü dahil olmak üzere bütün bürokratik adreslere ulaştırdıklarını belirten okuyucularımız, bu çalışmanın bir seferberlik ve kampanya halinde bütün Türkiye’de hayata geçirilmesi gerektiğini ifade ederek, bu düşüncelerinin köşemiz aracılığıyla duyurulmasını istediler.

Biliyorsunuz, bu çağrıyı biz öteden beri yapıyoruz. Olumlu cevap verip mahallerinde bu çalışmayı gerçekleştirenleri de yine köşemizde duyuruyoruz.

Henüz bu çalışmayı yapma imkânı bulamamış olanlara, Elbistan vesilesiyle bir defa daha hatırlatıyoruz.

***

Başbakan Erdoğan’ın edebiyatçı-yazarlarla gerçekleştirdiği demokratik açılım buluşmasına yazarımız İslâm Yaşar da davet edildi ve katıldı. İzlenimlerini bugün gazetemizde çıkan yazısında okuyabilirsiniz.




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

19.04.2010

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Geri



Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Abdullah ŞAHİN

  Ahmet ARICAN

  Ahmet BATTAL

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Ali Rıza AYDIN

  Atike ÖZER

  Baki ÇİMİÇ

  Banu YAŞAR

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H.İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Hakan YILMAZ

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehmet YAŞAR

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Muzaffer KARAHİSAR

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Saliha FERŞADOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu

Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.
Kurumsal Linkler: Risale-i Nur Kongresi - Bediüzzaman Haftası - Risale-i Nur Enstitüsü - Yeni Asya Vakfı - Yeni Asya Gazetesi - Bizim Radyo
Sentez Haber - Yeni Asya Neşriyat-Promosyon - Köprü Dergisi - Bizim Aile - Can Kardeş - Genç Yaklaşım