Röportaj |
H. HÜSEYİN KEMAL |
Said Nursî’yi örnek alsak fikrî münakaşada zemin kazanırız |
Yeni Asya’nın sorularını cevaplayan Taraf yazarı Hilâl Kaplan, eserleri, hayatı ve özgün duruşuyla Said Nursî’nin kendisini en çok etkileyen Müslüman mütefekkirlerden biri olduğunu söyledi. Kaplan “Mecliste yaptığı konuşma (dağıttığı beyanname) hem içerik, hem de sonraki etkileri açısından inanılmazdır meselâ. Sırf bu özelliğini kendimize örnek alsak bile fikrî münakaşa alanında çok zemin kazanırız diye düşünüyorum” şeklinde konuştu. Said Nursî’yi kendimize örnek alsak fikrî münakaşada zemin kazanırız
Türkiye bir değişim sürecinden geçiyor. Müslüman kimliğinin öne çıktığı bu coğrafyada seküler dünyanın dayattığı değerlere karşı bir açıklama yapıldığında bu insan haklarına aykırılık olarak tartışılıyor. Biz de bu hafta yazılarıyla seküler kesimin eleştirilerini üzerine çeken Boğaziçi Psikoloji mezunu, mecmualarda makaleleri yer alan Hilâl Kaplan’la Türkiye’nin gelecek fikrî hayatındaki zorlukları, başörtü üzerindeki hegemonyayı, Kemalist zihin artıklarını konuştuk… Kaplan’ın özgürlükler konusunda aktivist olduğunu da unutmamak gerekir.
Türkiye hızlı bir değişim süreci yaşıyor. Sizce bu değişim sürecinde ‘İslâmî kesim’ bir öncü olarak mı görünüyor?
Kaçınılmaz olarak evet, zira Müslümanlar mevzubahis değişime zihinsel olarak hazır olmasalardı, içinden geçtiğimiz süreç mümkün olmazdı.
İslâmî kesimin olaylara yaklaşımındaki eksiklikleri neler?
12 Eylül rejimi Müslümanların milliyetçi ve devletçi hassasiyetlerini kalıcılaştırdı diyebiliriz sanırım. “Türk-İslâm” sentezi denilen maya tuttu. Daha önce de bu eğilimler mevcuttu elbet, ancak zorunlu din derslerinden Cuma hutbelerine kadar geniş bir spektrumda İslâmı devletçi/ milliyetçi siyasal söylemlerine alet eden egemenler Müslümanları bu söylem üzerinden hegemonyalarını güçlendirecek biçimde şekillendirdiler. Bu yüzden son yıllara kadar Müslümanlar arasında 12 Eylül darbesine karşı sağlam bir eleştiri yoktu meselâ ve hatta daha önceleri Kenan Evren’e minnet duyduğunu ifade edenler bile mevcuttu. Yine örneğin Kürt meselesini Müslümanların kendi meseleleri gibi ki öyledir, “bizim” meselemizdir; sahiplenmelerinin önüne geçen de mezkûr milliyetçi/ devletçi damar oldu.
“Müslümanların demokrasiyi asla özümseyemeyeceği” yolundaki görüşleri nasıl değerlendiriyorsunuz?
Demokrasi bir yönetim biçimi. Özgürlük ve eşitlik kavramlarıyla beraber anılan bir yönetim biçimi. Ancak saydığım bu üç büyük kavram da aslında “boş gösteren”ler. Yani anlamlarının ne olduğu, sınırları, bağlamı tam anlamıyla tanımlanamayan kavramlar. Müslümanın derdi önce kendi nefsinde (“büyük cihad”) sonra da toplumda (“küçük cihad”) adaleti tesis etmekse ve demokratik bir rejimde bunu sağlamanın yolları açıksa neden olmasın? Ancak Müslümanların demokrasiyle bağdaşmayacağını dillendirenlerin kaçırdıkları nokta esas problemin demokratik rejimin seküler karakteridir. Sekülerizmin tarifi toplumdaki genel-geçer değerlerin hiçbir biçimde önemli olmadığı ve “evrensel” diye yutturulmaya çalışılan bazı değerlerin ne olursa olsun genel-geçer değerlerin yerine ikame edilmesiyse; orada Müslümanların tabiî ki sorunu olur ve kendi değerlerinin hiçe sayılmaması için mücadele ederler.
Sizce toplum olarak Kemalizmle yüzleştik mi?
Her kesimin Kemalizmle yüzleşmek ve hesaplaşmak noktasında çuvalladığı noktalar mevcut. Örneğin Müslümanlar hâlen milliyetçilik belâsından arınmış değil. Aleviler hâlâ Kemalist düzenin figüranları rolüne talip durumdalar. Gayri-Müslimler arasında hâlen irtica tehdidi söylemine ikna olup Kemalistleri destekleyenler mevcut. Solcular hâlâ Müslümanlarla Kemalistleşmeden münasebet kurmanın yolunu keşfetmiş değil. Örnekler çoğaltılabilir. Taraf’taki ilk yazımda da dediğim gibi “zulmün dilini içselleştirerek var eden ve çoğaltan tam da ‘biz’iz. İşte bu yüzden kendisinden ilk özgürleşmemiz gereken şey her birimize farklı biçimlerde zulmeden iktidar dilinin kendisi olmalıdır. Özgürleşmekten kastım mezkûr iktidar diline karşı eleştirel bir mesafe almak ve onun vâzettiği sınırları tahrip ederek farklı zulüm biçimlerine karşı da mücadele etmeye çabalamaktır”.
Kemalizm üzerimizden kalktıkça liberaller ile İslâmî camia arasında yeni bir tartışma yaşanıyor. Bunun sebebi nedir?
Aslında tartışma Müslümanlarla sekülerler arasında. Sekülerden kastım gayri-müslim ya da ateist olması değil, seküler ideolojileri (anarşizm, feminizm, sosyalizm, liberalizm, vb.) hayatının merkezine koyarak yaşayanlar. Sekülerlerin göz ardı ettiği bir gerçek var. Kemalizm bu ülkede sadece milliyetçilik üzerinden halkı madun kılmadı. Aynı zamanda ve hatta belki de daha fazla laiklik üzerinden bu halk madun kılındı. Günümüzde özgürleşmeden bahsediyorsak bu sadece Kürt meselesi, Ermeni meselesi gibi milliyetçi söylemlerin zora soktuğu meseleleri çözmekle olmayacak. Aynı zamanda önümüzde bir de laiklik meselesi duruyor. Bu ülkede Müslümanların da kendilerini “mürteci, karanlık, örümcek kafalı” ilân edilmeden ifade edebilecekleri bir dil oluşturmalarına engel olacak, ‘kamusal hayat’ta görünür olmamızın önünü kesecek türden bir laiklik algısı kabul edilemez. Kemalist hegemonyanın milliyetçilik ayağıyla yüzleştiğimiz kadar laikçi ayağıyla da yüzleşmemiz gerek. Ancak Kemalist özneleşme süreçlerinden geçen seküler aydınlarımız ne yazık ki Müslümanlığı mücadele edilmesi gereken bir arıza olarak gördüklerinden ne Müslümanların kendilerini ifade etmelerine tahammül etmekte bile zorlanıyorlar. Kavga da buradan çıkıyor galiba, ama zamanla onlar da önyargılarını gözden geçirip değişimden nasiplerini alacaklar İnşallah.
Sizce önümüzdeki dönemde liberaller ile İslâmî kesim arasında nasıl bir ilişki sözkonusu olacaktır?
Tartışmalı bir döneme giriyoruz. Kemalist hegemonya zayıfladıkça Müslümanların söylemsel olarak güç kazanmalarını istemeyen liberallerle anlaşamadığımız, ama ‘ortak düşman’a karşı birleştiğimizden askıya aldığımız pek çok meseleyi tartışmaya başlayacağız, hatta başladık bile. Şahsen ben gidişattan memnunum. Çetrefil bir süreç, ama netice itibariyle ümitvârım diyebilirim.
İnsan hakları çerçevesinde görülen bazı özgürlüklerin İslâmî değerleri uymadığı durumlarda Müslümanlar “antidemokratik” olarak mı değerlendirecektir?
Demokrasinin “boş gösteren” olmasından kastım biraz da buydu. Eğer aydınlarımızın ‘evrensel’ olduğunu iddia ettiği demokrasi tarifine uymazsak, evet, anti-demokratik olarak değerlendirileceğimiz noktalar olacaktır. Zira dediğim gibi literatürdeki İslâm-demokrasi ilişkisi üzerine olan tartışmalara bakarsanız da esas kısa devrenin sekülerizmin hegemonize ettiği demokrasi anlayışından kaynaklandığı görülür. İslâm ve sekülerizmi iki antagonistik (çatışma içindeki) evrensel kavram olarak ele alırsak Müslümanların sekülerizmin “biat et” dediği yerde reddetmesi ve “anti-demokratik” olması kaçınılmaz. Ancak demokratik düzenler tarihsel ve sosyolojik bağlamlardan münezzeh değiller. Çoğunluğu Müslüman olan bir ülkedeki demokrasi algısıyla çoğunluğu ateist olan bir ülkedeki demokratik düzenin birebir aynı olmasını istemek aslında anti-demokratik düşünceyi savunan düşünürlerin dediği gibi sonucu totalitarizme çıkan bir yol.
Eşcinselliğin bir insan hakkı olduğunu ileri sürenlerin başörtüsü yasağına karşı çıkmamalarını nasıl değerlendiriyorsunuz. Sizce Türkiye’de önümüzdeki dönemlerde büyük tartışmalar olacak mı? Sizce tartışmalarda kullanılan üslûbun nasıl bir etkisi oluyor?
Son eşcinsellik tartışmalarında seküler yazarların kullandığı üslûba bir göz atın. Baştan ayağa mütekebbir bir duruş, “Doğrusunu ben bilirim” edasında bir başöğretmen tavrı ve küstah bir üslûp. Bu biraz önce anlatmaya çalıştığım laikliğin Kemalist hegemonyanın ana kodlarından biri olmasıyla bence ilintili bir dil. Zira onlar ‘laik’, biz Müslümanız ve “Ne hakla laiklik anlayışıyla çelişen bir duruşu hem de İslâmın içinden savunursunuz?” tarzı bir hesap soruş var. Kemalistler halkı kendilerinin emir eri sanıyorlardı, seküler aydınlar da sanırım Müslümanları öyle sandıklarından bu şekilde muamele edebileceklerini sanıyorlar. Ama fena halde yanılıyorlar. Bu üslûp birbirimizi anlamak noktasında hiçbir işe yaramaz.
Bazı solcuların latent Kemalist olduğunu söylüyorsunuz. Bunu biraz açar mısınız?
Biraz önce de bahsettiğim gibi bu topraklarda yaşayan herkes bir şekilde Kemalist özneleşme süreçlerinden geçti. Kemalizmin rahle-i tedrisatından geçip de insan bir anda ‘arınamayabiliyor’. Özellikle de İslâma karşı mesafeli bir ortamda yetiştiyse. Solcularda da Müslümanlar için diğer mağdur/ mazlûm gruplara karşı geliştirmedikleri menfî bir bakış var. Bunun en açık örneğini 2008 yılında başörtüsü yasağının kaldırılması söz konusuyken ortaya yasakçıların elini güçlendirecek bir bildiri olan “Hem özgürlük, hem laiklik” bildirisiyle çıkan solcu aydınlarda gördük. Üniversitelerde yasağın kalkması gibi minimum bir hak söz konusuyken bile bu solcu aydınlar dik duramadılar. Yasağın kalkması sanki laikliğin gereği değil de ona karşı bir uygulamaymış gibi bir söylemi benimsediler. Bunun en büyük sebebi de Kemalist hegemonyanın iki sac ayağından biri olan laiklik (diğeri milliyetçiliktir) anlayışını sorgulamamalarıdır. Meselâ yine bu türden bir hesaplaşmayı gerçekleştirmedikleri için Türkan Saylan’ı “hümanist” ilân ederek kutsadılar. Saylan, başörtülü kadınlar için ettiği hakaretleri Kürtler, Ermeniler, Aleviler, vb. için etmiş olsaydı; “faşistin biri” diyeceklerdi muhtemelen. İş başörtülü kadınlara gelince hakaretmiş, ayrımcılıkmış “teferruat” kabilinden sayılıyor. Bu riyâkârlık ve daha da kötüsü riyâkâr olduklarının farkına bile varmayışları mevcut Kemalist damarın farkına bile varmamalarından kaynaklanıyor galiba. Öylesine içselleştirmişler ki artık ayrımcı da olsalar onlara normal geliyor. O yüzden bu türden bir sorgulamaya girişmemiş her aydına “latent-Kemalist” diyorum zira sadece “anti-Kemalistim” ya da “sosyalistim” demekle öyle olunmuyor. Her kimlik kendini performansı üzerinden gösterir ve sözde sosyalistlere yakın, pratikte Kemalistlere yakın konumlanıyorsan orada bir latent-Kemalizm söz konusudur.
Başörtülüleri genelleyici ve belli bir alana hapsedici tanımlamaları nasıl yorumluyorsunuz?
Türkiye’deki kimlik siyasetleri içinde “başörtülüleri” ayrı bir yere koymak lâzım. Zira Ermeniler, Aleviler, Kürtler gibi toplumsal gruplar kendilerini zaten etnisite ya da mezheplerini imleyen bu kelimelerle adlandırırken başörtülü kadınlar diye nitelenen frup kendini hiçbir zaman aslî olarak “başörtülü” diye nitelemedi. Birileri “Sen başörtülüsün, çık dışarı” dedi ve başı örtülü olup da bu emre muhatap olan tüm kadınlar o andan itibaren artık önce “başörtülüydü.” Bunun altını çizme ihtiyacı duydum, zira Kemalistler başörtüsünü yasaklayarak, Müslümanlar da bayraklaştırarak fetişleştirdiler. Yani olması gerekenden çok daha fazla bir anlam yüklediler. Hâlbuki başörtülü bir kadın için aslî kimliği Müslümanlıktır. Başının örtülü olması da, namazlarını kılması da, eve sağ ayakla girmesi de, vb. bu aslî kimliğin bir sonucudur. Ancak mezkûr fetişleştirme sonucu tüm anlam başörtüsüne yüklenince ortaya “başı kapalı, göbeği açık” diye tarif edilen bir kadın öznelliği çıktı. Bunu hakkıyla eleştirebilmek için Müslümanların öncelikle başörtüsünü aslına rücû ettirmesi gerekiyor diye düşünüyorum. “Başörtülü kadınlar” diye homojen bir grup tahayyül etmek yasakçıların işini kolaylaştıran bir bakış. İnsanı kendi tekilliği içerisinde kavrayamazsan çok daha kolay zulmedersin, zulmettiklerin birer rakama ya da zayiata dönüşüverir. Bu yüzden “bir insanı haksız yere öldüren tüm insanlığı öldürmüş gibidir” âyetinde çok hikmetler gizli.
Bu değişim sürecinde Said Nursî’nin nasıl bir katkı ve etkisi olabilir?
Said Nursî, 20 yy.’da bu topraklarda yetişmiş en özgün kişiliklerin başında gelir ancak herhangi bir kesim ayırt etmeden söylemeliyim ki yeterince tanınmıyor. Hem eserleri, hem de yaşayışıyla baştan ayağa mü'min ve mütefekkir bir duruşu benimsemiş çok fazla insanımız yok. Said Nursî’nin en çok halka dokunmaktaki başarısı ve siyasete bakışındaki özgünlüğü beni etkiliyor. Bu anlamda şahsen Eski Said döneminden de Yeni Said döneminden de kendime çıkaracak pek çok ders bulabilirim. En başta hayatının hiçbir noktasında ne kadar dara düşerse düşsün bildiği gibi yaşamış ve söylemiş. Yeri hep ‘kavga’nın göbeği olmuş, ama bundan bir an bile gocunmamış ve yorulmamış. İnandığı hakikatin gücüne tam iman etmiş biri olarak hep özgüvenli bir Müslüman olarak yaşamış, karşısındaki kim olursa olsun tartışmaya girmekten, sözünü söylemekten geri durmamış bir şahsiyet. Bugün bu hasletlere sahip kaç Müslüman mütefekkir sayabiliriz? Said Nursî’nin beni en çok etkileyen özelliği muhalif duruşu ve muhalifliğini hakikati merkeze alarak kendine özgü bir üslûpla dillendirmekten çekinmeyişi. Meclis’te yaptığı konuşma (dağıttığı beyanname) hem içerik, hem de sonraki etkileri açısından inanılmazdır meselâ. Sırf bu özelliğini kendimize örnek alsak bile fikrî münakaşa alanında çok zemin kazanırız diye düşünüyorum.
H. HÜSEYİN KEMAL [email protected]
|
H. HÜSEYİN KEMAL 19.04.2010 |