Hasan GÜNEŞ |
|
Felâket ve helâket asrının adamı |
Bediüzzaman Hazretleri vefat edeli tam elli yıl oldu. Her türlü imkânsızlığa rağmen, hizmetleri ve eserleri o günden bugüne, memleketin en ücra köşelerine ulaştığı gibi, dünyanın da en uzak merkezlerine ulaştı. Geçen hafta yoğun bir şekilde birçok yazar ve fikir adamı, Bediüzzaman Hazretlerinin şahsiyetini ve hizmetlerini değerlendirdiler ve birbirinden ilginç görüşler beyan ettiler. Şüphesiz Bediüzzaman Hazretlerinin hizmetlerini hakikî mânâda takdir edecek Âlemlerin Rabbi olan Cenâb-ı Haktır. Çünkü biz ancak mevcut hâli değerlendirebildiğimiz için, bu hizmetler yapılmasaydı, Türkiye’nin, İslâm dünyasının ve dünyanın bu günkü şekli ne olurdu, bilemediğimiz için değerlendirmeler hep eksik kalacaktır. “Rüyada bir hitabe” bahsinde geçtiği gibi, Bediüzzaman Hazretleri “Bir felâket ve helâket asrının adamıdır”. O döneme bakıldığında; İslâm’ın bayraktarı ve cihan hâkimi olan koca Osmanlı devleti, bütün müesseseleriyle birlikte içten ve dıştan yıkılmıştır. Diğer yandan tarihte benzeri görülmemiş bir şekilde her türlü mukaddesâta ve manevî değerlere savaş açmış bir komünizm, güçlü çarlık yönetimini yerle bir ederek ideolojik bir devlet kurmuş, gözünü bütün dünyaya dikmiştir. Onlara göre dinler devrini tamamlamış devir komünizm devriydi. Batı dünyası ise tarihte hiç olmadığı seviyede, her sahada dünya hâkimiyetini ele geçirmiş, modernleşme ve çağdaşlaşma adıyla içten bulduğu temsilcileriyle İslâm dünyasının can damarlarını kesiyordu. Batı, Endülüs’te İslâm’ın izlerinin dahi silinmesinden bu yana, en büyük zaferi kazandıklarını ve bazı camilerin kapatılmaya başlaması ve şeâirde yapılan tahrifatın, Anadolu’nun önce dinsizleşeceğinin sonra da Hıristiyanlaşacağının ilk işaretleri olarak görüyordu. Bu sebeple diktatörlere alabildiğine destek veriyordu. Batı ve Sovyetler, Osmanlı’yı yıktıktan sonra Türkiye’nin kontrolünü ele alarak, İslâm dünyasını tıpkı imamesi kopmuş bir tesbih gibi tek-tek toplayacaklarını düşünüyorlardı. Geçen bir asra baktığımızda; uğruna oluk oluk kanlar akmasına ve hesaba gelmez bütçeler ayrılmasına ve modernleşme adına sayısız ihanetlere ve Batının ve Sovyetlerin ezici gücüne rağmen, ne Batının ne de Kuzeyin hedefleri gerçekleşmedi. Aksine İslâm daha da kök saldı, Risâle-i Nur’da da ifade edildiği gibi, İslâm “bir öldüyse yirmi dirildi”. Bütün bunlara bakıldığında felâket ve helâket asrının adamının hedeflerinin gerçekleştiğini anlamak mümkün. Aslında Bediüzzaman Hazretlerinin başarısında, “felâket ve helâket asrı”nı daha başlamadan sezmesi ve hedeflerini ortaya koyması en mühim faktördür. Şüphesiz biz ehl-i iman olarak kadere ve Peygamberimizin (asm) tasarrufunun devam ettiğine inanıyoruz. Bu sebeple bu insanüstü sezgide ve hedefleri ortaya koymada, ilhama mazhariyet ve vazifelendirme esastır. Evet, bunu söyleyebilmek bugün kolaydır. Ancak bir asır önce bu tehlikeleri görüp anlayabilmek, Risâle-i Nur’da bir vâkıa-ı sadıka olarak anlatılan, “Ağrı Dağının infilak edip dağlar gibi parçalarını dünyanın dört bir yanına dağıtması” kadar anlaşılması zordur. Onun için Bediüzzaman Hazretleri başta büyük sıkıntılar çekmiş, yalnız kalmış veya yalnız bırakılmıştır. Fakat o hiçbir zaman, ümidi kesmemiş, bin sene cihanın her tarafında İslâm’ın bayrağını dalgalandıran bu milletin çocuklarının da ecdadına lâyık bir şekilde gerekli feragat ve fedakârlığı göstereceğini bilmiştir. Kur’ân’ın etrafındaki surların yıkılacağını fark eden Bediüzzaman Hazretleri, Birinci Dünya Savaşı gibi bir savaşta, cephede; İşârâtü’l-İ’câz adlı eserini kaleme alarak, en az bu savaş kadar önemli, yaklaşmakta olan başka bir cihada hazırlık yapıyordu. Evet, tarih gösteriyor ki, maddî savaş eninde sonunda kazanılıyor. Bugün kaybedenler yarın kazanabiliyor. Asırlarca esarette kalanlar bile en nihayetinde bir devlet kurabiliyor. Ancak mânen mağlûp olanlar, gâlip de gelseler mağlûbiyetten ebediyen kurtulamıyorlar. Bediüzzaman Hazretleri, Batının ve komünizmin fen ve felsefeyi de peşine takarak İslâm âlemine saldırısına, iman hakikatlarına tahşidat yaparak ve Kur’ân’ın bu asra bakan âyetlerini tefsir ederek Risâle-i Nur Külliyatıyla cevap vermiştir. Bediüzzaman Hazretlerinin en önemli hususiyetlerinden ve hizmetinin ve fikriyatının en dikkat çekici özelliklerinden birisi de, siyasetten uzak durmakla birlikte, meşrûtiyet ve demokrasiye İslâm adına sahip çıkmasıdır. Demokrasi ortak paydası ile, geniş kitleleri ihtilâftan kurtarmış, İslâm ile onların arasında güçlü bir köprü kurarak kucaklayıcı bir rol üstlenmiştir. Demokrasiyi ve hürriyeti İslâm dünyası anlamakta zorlanmış ve İslâm’a en çok zararı istibdat ve baskı rejimlerinin verdiğini tecrübelerle bir asırda ancak kabullenebilmiştir. Diğer önemli bir husus ise cihatla ilgilidir. “Maddî cihad, haricî düşmana karşıdır” demiştir. Hâlbuki emperyalizm, İslâm dünyasına bunun aksini propaganda ederek, önceliği içeriye verdirerek İslâm dünyasını kargaşa ve anarşiye itmiş ve kendisini kurtarmak istemiştir. Bediüzzaman Hazretleri, bu iki prensibi sebebiyle din karşıtı olan yerli diktatörlerin ve kökü dışarıda olan gizli komitelerin hedefi olmuş, hayatı sürgünlerde ve hapishanelerde geçmiştir. Ancak geriye dönüp baktığımızda, demokrasiye destek sayesinde İslâm halktan ve kitlelerden kopmamış, marjinal hâle gelmemiştir. Yine bu sayede geniş kitlelerin desteğiyle diktatörlükler tek tek yıkılmış ve yıkılmaktadır. Yine cihad anlayışı sayesindedir ki, İslâm dünyası pek çok sıkıntıya rağmen, huzur ve güven içerisindedir. Dışarıya karşı uhuvvetini ve kardeşliğini muhafaza etmektedir. Yani bunca sıkıntı, meyvelerini vermiştir. Bediüzzaman Hazretlerinin muvaffakiyetindeki diğer önemli bir husus da, tebliğ ve irşadda, sahabeler gibi geniş ufuklu olmasıdır. Sahabe savaştığı, hatta kendine eza ve cefa veren düşmanına karşı bile İslâm’ı tebliğ etme arzusunu hiç kaybetmemiştir. Fakat asırlarca devam eden haçlı savaşları gibi işgaller, katliâmlar ve Batının sömürgecilik anlayışı Müslümanların bu vazife ve arzusunu küllendirmişti. Adeta İslâmiyet dinamikliğini kaybetmiş, millî bir kimliğe bürünmüştü. Bediüzzaman Hazretlerinin, “insanların fevc fevc İslâm’a dâhil olacaklarını” söylemesi; “Avrupa da bir İslâm devletine hamiledir, günün birinde doğuracaktır”, “Ruslar da, ya musalaha edecekler ya da Müslüman olacaklar” müjde ve hedefleri asırlardır küllenen ateşi harekete geçirmiştir. Bu aslında o kadar önemli bir hadisedir ki, İslâm’ın bugünkü dinamizminin en önemli temel taşlarından birisidir. Kur’ân ve iman hakikatleriyle çok sayıda Batılının Müslüman olması ve içerde de dinini neredeyse terk etmiş Müslümanların tecdid-i iman etmeleriyle Müslümanların başı diktir ve güçlüdür. Bediüzzaman Hazretlerinin diğer önemli bir hususiyeti de talebelerini hatta toplumu şahıslara değil; prensiplere, özellikle kitaba yönlendirmesidir. Vefat ederken kendisinin de harfiyen uyduğu Risâle-i Nur Külliyatını bırakmıştır. Bu sebeple vefatının ellinci yılında hizmetleri katlanarak büyümekte ve bu dünyanın kışı olan “felâket ve helâket asrı” Doğudan Batıya, Kuzeyden Güneye bütün dünya coğrafyasını da içine alacak bir bahar yaşayacaktır.
29.03.2010 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
Karşıt tepki kurma ve küfür (inkâr) |
Karşıt tepki kurma; küfrün, yâni inkârın psikodinamik altyapısını teşkil eden savunma mekanizmalarının en belirginlerindendir. Amerikan Psikiyatri Birliği, “karşıt tepki kurma” mekanizmasını, “Birey, emosyonal çatışma ya da iç ve dış stres etkilerine, kabul edilemez düşünce ve duyguları yerine, taban tabana zıt davranış, düşünce ve duyguları koyarak tepki verir (sıklıkla bastırma ile birlikte ortaya çıkar)” şeklinde târif etmektedir. Küfr-i inâdî veya başka bir sebepten karşıt tepki kurma mekanizması geliştirenler; “kabul-u adem” yâni bir yaratıcının olmadığını kabul ve ispat etme çabasına girer. Haddizatında inkârını mantık silsilesi içinde açıklamak mümkün değildir. Çünkü nefiy, yokluk izâh, hele ispat edilemez. Bugün ilim ve kültürün geldiği seviye inkârı imkânsız kıldığını ilim adamları da ilmî belgelerle açıkça beyan etmektedir. Meselâ; Southern Louisiana Üniversitesi’nde biyoloji profesörü olan Prof. Michael Girouard, hayatın temeli olan proteinlerin ve hücrenin son derece karmaşık ve kusursuz yapılarının Allah tarafından yaratılmış olduğuna inanarak, “Kimya ve fizik kanunlarına baktığımızda ve bu konuda yorumda bulunulmasını istediğimizde, laboratuvardaki kimya ve fizik kuralları bize şunu söylüyorlar: Mutlaka bir zekâ olmalıdır, mutlaka Yaratıcı vardır, bu bilgiyi düzenleyen bir Yaratan vardır. Bu beyan hâlâ dünyadaki en bilimsel beyandır. İşte fizik ve kimya kanunları bize kesinlikle şüphesiz bir biçimde şunu söylüyor ki; evrim ve cansızdan canlı oluşması mümkün değildir” demektedir. Amerikan Cerrahlar Birliği üyesi Prof. Paul Ernest ise, “Ben Allah’a hiç kuşku duymadan kesin olarak inanıyorum. Ve bu inancım, uğraştığım bilim dalının beni doğruladığı ve kuvvetlendirdiği bir imândır” der. İnsan; maddenin en küçük parçası atom, atomun parçaları elektron, nötron, foton, çekirdek; yüzlerce kitabı içine alan DNA, hücre, uzuv, ateş, hava, toprak su, bitki-ağaç-çiçek, dünyamızdan milyonlarca kere koca yıldızlar, milyarlarca yıldızı barındıran samanyolları, milyarlarca samanyollarını bünyesinde bulunduran galaksi ve nebulalar; ve ışığı 15 milyar yılda bize ancak ulaşan uzaklıktaki bir yıldızın aklımızı şaşırtacak, hayalimizi zorlayacak mükemmellikte birer san'at eserleri olduğunu biliyor. Mini minnacık DNA 600 ciltlik bir kütüphane olduğunu öğrenen; elbette bir kütüphanenin, bir müzenin bir düzenleyicisi, teşhircisi; binanın bir ustası, resmin ressamı, bir san'at eserinin bir san'atkârı, kitabın bir kâtibi-yazarı ve dolayısıyla eşyanın var ve san'atlı olduğunu inkâr edemiyor. Çünkü, Allah’ın varlığı ve birliğine atomlardan kâinata kadar varlıklar sayısınca sonsuz belgeler vardır. Karşıt tepki kurma mekanizmasının olumsuz bir örneği olarak inkâr için aklî-mantıkî bir yol olmadığı gibi, ilmî bir çıkış da yoktur. Bütün ilimler sonsuz kudret, ilim irâde ve sair isim ve sıfat sahibi Allah’ın varlık ve birliğini ilân ediyor.
29.03.2010 E-Posta: [email protected] [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Cennet-âsâ bir bahar |
Yusuf Bey: “Bedîüzzaman’ı çağdaşlarından ayıran en temel özellik nedir?”
Bedîüzzaman, Arş-ı Azam’dan gelen Kur’ân ve onun tebliğcisi Hazret-i Muhammed (asm) ile modern çağın akıllı ve zekî insanı arasında köprü kurmuş çağdaş bir İslâm âlimidir. Cehâlet yerine ilim ve mârifet; atâlet ve tembellik yerine çalışkanlık; adâvet ve düşmanlık yerine, dostluk ve muhabbet; yeis ve ümitsizlik yerine, ümit ve emel; bedduâ ve tel’in yerine duâ ve şefkat; takiyye ve kararsızlık yerine, sabır ve sebat; baskı ve istibdat yerine, hürriyet ve Cumhuriyet1; kargaşa ve ayaklanma yerine, âsâyişi muhafaza ve birlik-beraberlik2; kişisel menfaatler yerine milletin menfaati3; enâniyet ve benlik hasisliği yerine, ubûdiyet ve “biz” bilinci; karanlık yerine, aydınlık; zulmet yerine, nûr; seyyiât yerine, hasenât; küfür ve şirk yerine, îman ve tevhid; taklidî îman yerine, tahkikî îman; kör taassup ve teslimiyet yerine, araştırmacı ve sorgucu yaklaşım; varsayım yerine, tasdik; teslim yerine, îman; mârifet yerine şehâdet ve şuhud; tasavvuf yerine, bizzat hakîkat; dâvâ yerine, dâvâ içinde burhân4; velâyet-i suğrâ yerine, velâyet-i kübrâ5 Bedîüzzaman Saîd Nursî’nin bir asra yakın ilim ve tefekkür hayatında hep temsil ettiği en temel aksiyon birimleri olmuştur. Bedîüzzaman’ın en farklı yanlarından birisi, ümit ile dinamizmi kucaklaştırmış olmasıdır. Bedîüzzaman Saîd Nursî, İslâmiyetin ve Kur’ân’ın istikbâlde söz sahibi olmaya hakkı bulunduğunu ve dünyanın bunu bir ortak payda olarak kabul etmeye doğru gittiğini bundan bir asır önce, herkesin ümitsizlik girdabında boğulduğu günlerde görmüş ve bunu, “İstikbal yalnız ve yalnız İslâmiyetin olacak!” 6 sözleriyle müjdelemiş, nedenlerini de açıklamıştır. Ancak bunun için, Müslüman’a vazgeçilmez işler ve vazifeler düşmektedir. Bedîüzzaman’a göre tembellik bir zindandır ve Müslümanlar aslâ atâlete ve tembelliğe düşmemelidirler. Çünkü sürekli bir faaliyet ve hareket olan hayatın fıtratı ve yaratılış tarzı tembelliğe aslâ izin vermez. Hayat sırf bir faaliyet ve hareketten ibârettir. Bu faaliyetin ve hareketin bineği ise, şevk ve dinamizmdir. Müslümanın himmeti şevke binip hayat meydanına çıktığı vakit, önce karşısına en şiddetli düşmanı olan ümitsizlik çıkar. Ümitsizlik korkunç bir düşmandır ve Müslümanın belini kırar. Oysa Cenâb-ı Allah, Kur’ân’da, “Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyiniz!” 7 buyurmaktadır. Ümitsizlik düşmanına karşı Allah’ın rahmetine itimat, en keskin kılıcımız olmalı ve aslâ yeise kapılmamalıyız! Müslümanın hakka hizmetinin önünü kesen bir diğer hastalığın da “üstünlük meyli” olduğunu beyan eden Üstad Saîd Nursî, bu meylin haksız yere çirkin bir çekişmeyi netice verdiğini, himmetin ve gayretin başına vurup atından düşürttüğünü kaydeder. Oysa Kur’ân’ın emrine göre Müslüman “Allah için” 8 yaşamalıdır. Allah için yaşayan kimselerde, birbirine karşı üstünlük meyline aslâ yer yoktur. 9 Bedîüzzaman’a göre bizi atâlet zindanına düşürebilecek bir diğer neden de, acelecilik ve sabırsızlıktır. Sabır, zincirleme sebepler olarak nitelenebilen basamaklardır. Basamaklar tek tek çıkılmalı; atlanmamalıdır. Hırs mahrum olmaya sebeptir. Sabır ise her sıkıntının ve zorluğun anahtarıdır. İbâdet, itaat ve hayırlı işler üzerindeki sabır, kişiyi mahbûbiyet makâmına kadar çıkarır. Yani zorluklarda hizmetini terk etmeyen, çalışmasını ihmal etmeyen ve sabreden Müslüman, “Allah sabredenleri sever” 10 ve “Sabredin ve sabırda yarışın” 11 âyetlerinin işâretiyle muvaffakiyete ve Allah’ın rızâsına en yakın konumda bulunmaktadır. Müslümanın çalışma şevkini kırabilecek bir diğer hastalık da, başkasının tembelliğini kendisine mazeret kabul etmesi ve bunu, görenekle kendisinin de tembelliğine bir yeter sebep telâkki etmesidir. Oysa Cenâb-ı Hak, “Tevekkül etmek isteyenler, yalnız Allah’a tevekkül etsinler!” 12 buyurmaktadır. Yalnız Allah’a güvenen, başkasının tembelliği ile değil, kendi yapması gerekenlerle meşgul olur. Bedîüzzaman’a göre, bundan sonra Müslümanın karşısına gaddar bir düşman çıkar; Müslümanın himmet ve gayretinin elinden tutar, oturtur. Bu düşman, işi birbirine bırakmak ve havâle etmekten başkası değildir. Bunun temelinde ise, acziyet ve kendine güvensizlik vardır. Oysa Cenâb-ı Allah, “Siz hidâyette oldukça, dalâlette olanlar size zarar veremez!” 13 buyurmaktadır. Rahat yaşama meylinin de Müslümanın çalışma şevkini kıran bir diğer neden olduğunu beyan eden Saîd Nursî, rahatına düşkün olmanın bütün meşakkat ve sıkıntıların anası olduğunu ve bütün rezâletin yuvası bulunduğunu kaydeder. Oysa sıkıntıda ve meşakkatte büyük bir rahat vardır. Çünkü fıtratı heyecanlı olan insanın rahatı, yalnız çalışmak ve mücâdele etmektedir. Cenâb-ı Hakk’ın, “İnsan ancak çalıştığına erişir" 14 âyeti unutulmamalıdır. Asrın bütün vahametini bizzat görmesine ve yaşamasına rağmen, istikbâle ait ümidini ve dinamizmini aslâ kaybetmeyen Üstad hazretleri, “Acele ettim, kışta geldim. Sizler cennet-âsâ bir baharda geleceksiniz” 15 diyerek, geleceğin bahar çiçekleriyle bezenmiş olduğunu müjdeler. Yalnız bunun için, yukarıda bir bölümünü özetlemeye çalıştığımız çalışma ve hizmet prensiplerinin ihmal edilmemesini de önemle ister.
Dipnotlar:
1- Tarihçe-i Hayat, s. 40; 2- Tarihçe-i hayat, s. 135; 3- Dîvân-ı Harb-i Örfî, s. 25; 4- Mektûbât, s. 365; 5- Mektûbât, s. 26; 6- Hutbe-i Şâmiye, s. 18; 7- Zümer Sûresi, 39/53; 8- Bakara Sûresi, 2/156; 9- Münâzarât, s. 85; 10- Âl-i İmrân, 3/146; 11- Âl-i İmrân, 3/200; 12- İbrâhim Sûresi, 14/12; 13- Mâide Sûresi, 5/105; 14- Necm Sûresi, 53/39; 15- Münâzarât, s. 55.
29.03.2010 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Her üniversiteye mescid |
Londra’daki ‘seçkin üniversite’lerden biri olan City Üniversitesi öğrencileri 6 haftadır okulun bahçesinde ‘cemaatle namaz’ kılıyorlarmış. Kimileri “Buna da şükretsinler, Türkiye’de olsa bahçede bile kıldırmazlardı” diyebilir. Kimileri de “Camide kılsınlar, niçin ‘bahçe’de kılıyorlar ki?” diye düşünebilir. Bazı haber ajansları bu namazların ‘protesto amaçlı’ olduğunu söylüyorlarsa da, ayrıntılardan şunu anlamak mümkün: ‘Protesto’ların başladığı 6 hafta öncesine kadar İngiltere’nin başşehri Londra’daki ‘City Üniversitesi’nde Müslüman öğrencilerin namaz kılabilecekleri bir ‘mescid’ varmış. Gerçi namaz kılınan yerin adının ‘mescid’ olması gerekmiyor. Önemli olan öğrencilerin namazlarını kılabilecekleri uygun bir yer, oda ya da bölümün hazırlanması... Üniversite tarafından sağlanan bu imkân, ‘ırkçıların mescide saldırmış olması’ bahanesiyle 6 hafta önce kapatılmış. Doğrusu güzel bir bahane bulmuşlar: Müslüman öğrencilerin can güvenliğini düşündükleri için mescid kapatılmış! Yoksa İngiliz yöneticilerin mescid kapatmak ya da Müslüman öğrencilerin namaz kılmasından dolayı bir rahatsızlıkları yokmuş! Müslüman bir öğrenci şöyle demiş: “Yaklaşık 6 haftadır yağmur altında, rüzgârda, sokakta namaz kılıyoruz. Bu bizim dinimiz ve gereklerini yerine getirmek istiyoruz. Üniversitelerin her düşünceye, inanca açık olması gerekir. Burada tartışabilmeli, düşüncelerimizi, inançlarımızı yaşayabilmeliyiz. Bu ifade özgürlüğüdür, inanç özgürlüğüdür, bizim isteğimiz kendi inançlarımızı barışçıl bir şekilde yaşamak.” Londra’da faaliyet gösteren İslâm Derneği (ISOC) Başkanı da Müslüman öğrencilere bir oda/mescid tahsis edilmemesini “İslamafobia/İslâm korkusu”na bağlamış... Üniversitenin yöneticilerinden biri de güya suret-i haktan görünerek, Müslüman öğrencilerle birlikte diğer dinlere mensup kişilerin de ortak şekilde kullanabilecekleri bir ‘oda’ tahsis ettiklerini, fakat Müslüman öğrencilerin bunu kabul etmediğini söylemiş. İlk bakışta “Niçin kabul etmediler ki?” diyen olabilir. Ancak burada da bir tuzak olduğunun farkına varmak lâzım. Başka hiçbir imkân yoksa, ortak bir ‘oda’ kullanmak belki akla gelebilir. Nitekim bazı havaalanlarında böyle bir uygulama var. “Player room” denilen “dua/ibadet odaları” açılmış vaziyette. Şükür ki bu odalara Müslümanlardan başka giden pek olmuyor. En azından şimdiye kadar gittiğimiz “player room”larda başka dinlere mensup kimse görmedik. Ama üniversite şartlarında ve uygun yerler varken, tahrif edilmiş inançlarla İslâmı bir ‘oda’ya koymak mümkün değil. Öte yandan farklı din mensuplarının aynı mekânda ibadet etmek zorunda kalmalarının pratikteki zorluğu da düşünülmeli. Tekrarlamakta fayda var, adı geçen üniversitede zaten bir mescid varmış ve bir bahane ile kapatılmış. Dolayısıyla bu karara itiraz edip, “Yeniden mescid açılsın” demek hem öğrencilerin, hem de diğer Müslümanların en temel hakkıdır. Bakınız, İngiltere’deki üniversitelerin problemini konuşuyoruz, ama Türkiye’deki durum bundan daha ileri değil... İstisnalar hariç tutulursa Türkiye’deki üniversitelerde de ‘mescid’ yoktur. Sivil toplum kuruluşları ve ‘namaz kılan öğrenciler’imiz de bunu kabullenmiş gibi... İngiltere’deki uygulamaya itiraz ettiğimiz gibi Türkiye’deki ugyulamaya da itiraz ediyor ve ‘idareci’lerimize sesleniyoruz: Bugünden tezi yok, başta üniversiteler olmak üzere ihtiyaç duyulan ve talep olan her okula, her yere ikişer adet mescid açılsın! Evet, her okula iki mescid!
29.03.2010 E-Posta: [email protected] |
Recep TAŞCI |
|
Rüştümüzü ispat zamanı |
Ha bugün… Ha yarın… İmzalar atılacak derken… Yaklaşık iki yıl geçti. İş pehlivan tefrikasına döndü. Sonunda… IMF ile ipler koptu. Halbuki “31 Aralık 2009 itibariyle tüm konularda mutabakat sağlanmıştı.” Sonra ne oldu, masadan kim önce kalktı… Meçhul. Her neyse… Artık başımızın çaresine bakacağız. Şimdi rüştümüzü ispatlama zamanı. Umarız tekrar kapılarını çalmak zorunda kalmayız. Birilerinin dayatması, direktifi, gölgesi olmadan hür irademizle malî disiplini sürdürmek önem arz ediyor. Bu çetin sınavdan geçmeliyiz. Şükür ki bir panik havası oluşmadı. Borsa sarsılmadı. Kurlar belli bir bantta seyrediyor. Borçlanmada bir sıkıntı çekilmedi. İlk iki ayın bütçe rakamları tahminlere uygun. Gerçekleşme şöyle: Gelirler…..39 milyar 544 milyon TL, Giderler….44 milyar 936 milyon TL. Her ne kadar harcamalar gelirden 5 milyar 392 TL daha fazla ise de geçen yılın aynı döneminde açığın 10 milyar 359 milyon TL olduğu dikkate alınırsa yüzde 48 oranında bir azalış söz konusu. 2010 yılında öngörülen açık 50 milyar TL. Olağanüstü bir gelişme yaşanmaz ise hedef yakalanabilir. Vergi gelirlerindeki yüzde 21’lik artış bu kanaatimizi güçlendiriyor. Ancak kazanç üzerinden alınan vergiler yerinde sayarken tüketimden alınan vergilerde sıçrama görülüyor. Dahilde KDV yüzde 22,3, ithalde KDV yüzde 68,3, ÖTV ise yüzde 38,3 oranında artmış. Çok yüksek. Bunun anlamı şu: Geniş halk kitlelerinin cebi boşaltılırken zengin kesime dokunulmamış. “Herkesin malî gücüne göre vergilendirilmesi” ilkesi hayata geçirilmelidir. Tüketim vergilerine yüklenmek sadece adaletsizliğe yol açmaz ilâveten bazı mamüllerde kaçakçılığı da teşvik eder. Meselâ sigarada olduğu gibi kaçakçılık yüzde 308 artmış. Evdeki bulgurdan olmayalım. Harcamalarda yüzde 0,7 gibi küçük bir artış bütçe açığını frenlemiş. Faiz giderlerindeki yüzde 21,8 azalış sevindirici. Sosyal güvenlik kurumları ile mahalli idarelere kaynak aktarılması sorunu devam ediyor. Diğer bir handikap ise seçim. Her zaman olduğu gibi popülist yaklaşımlara sapılmamalıdır. IMF çıpası da yok. Harcamalarda kantarın topuzu kaçmamalı. Bütçe açığı… Enflasyon… Cari açık… Faiz… Kurlar… Birbirine bağlı göstergeler. Bütçe açığı enflasyonu, enflasyon faiz ve kurları yukarıya çekebilir böylece bir kısır döngüye girilebilir. Enflasyon Şubatta aylar sonra çift haneyi gördü. Mevsimsel faktörlerin etkisini kabul ediyoruz, ama yine de teyakkuz halinde olmalı. Son dört ayda enflasyon ikiye katlandı. Kimse dillendirmiyor. Orta vadede beklentiler hâlâ iyimser. Piyasalar pusuda. Bu iyimser havanın sürmesi için istikrar gerekli. Özellikle siyasî. Oysa istikrarı bozmak için inadına ne lâzımsa yapılıyor. Önümüzdeki günler yeni gerilimlere gebe. Son anda ortaya atılan “anayasa paketi” gündemin baş köşesinde. Taraflar yangına körükle gidiyor. Uzlaşma kültürü sıfır. Politikacılar kavgasız, dövüşsüz konuşamıyor. Eğer referanduma başvurulursa kamplaşma tabana yansır, üzücü olaylar çıkabilir. Ekonominin hassas dengeleri bozulmadan şu anayasa paketi tartışmalarını ve seçimi kazasız belâsız bir atlatabilsek de... Yeni gelen iktidar enkaz devralmasa. Vatandaşın derdi geçim ve işsizlik. Hergün TV kanallarında işsizlikten bunalan insanların intihar haberlerini izliyoruz. 2002-2008 yılları arasında 18 bin 854 kişi canına kıymış. Sebep büyük ölçüde ekonomik. Çok acı. Binlerce insan... Nerdeyse bir küçük şehir nüfusu kadar çoğu genç iş bulamadığından dolayı bu dünyadan göçüp gitmiş. Arkasında sevdiği insanları bırakarak. Bu devletin ayıbıdır. Her dört gençten birinin işsiz olduğu bir toplumda siyasetçilerin sanal gündemler oluşturarak kavga etme lüksü olamaz.
29.03.2010 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
Bediüzzaman, ayrılıkçıları ikaz eder… (4) |
Bediüzzaman’la ilgili araştırma ve incelemelerde bulunan tarihçiler ve araştırmacılar, Said Nursî’nin Kürt Teâli Cemiyeti üyesi olduğu, bu Cemiyet bünyesinde ya da başka bir zeminde ve zamanda ayrılıkçı-siyasî faaliyetlerde bulunduğuna dair hiçbir delili bulamadıklarını açıkça ifâde etmekteler. II. Meşrûtiyet yıllarından hayatının sonuna kadar Bediüzzaman’ı tanıyan ve yakından tâkip eden Sebilürreşâd Sahibi Eşref Edip Fergan, Bediüzzaman’ın Şeyh Said hareketiyle olduğu gibi Kürt Teâli Cemiyeti’yle bir ilgisi ve ilişkisinin olmadığını, her iki hareketi de doğru bulmadığını, Cemiyet reisi ve üyelerini “ayrılıkçılık”tan ve “Kürt devleti” düşüncesinden men’edip açıkça ikaz ettiğini bildirir. 1949’da Büyük Millet Meclisi Başkanlığını yapan Fuat Sirmen, Adalet Bakanı Vekili sıfatıyla Millet Meclisi kürsüsünde: “Hüviyetleri siyasî olmayan, faaliyetleri siyasî olmayan Said Nursî” tesbitiyle bütün bunlarla alâkasının olmadığını resmen tescil ettirdiğini belirtir. Bu konudaki isnadların tamamıyla hilâf-ı hakikat bir iftiradan ibaret olduğunu nazara verir. (Eşref Edip, Risâle-i Nur Muarızı Yazarların İsnadları Hakkında İlmi Bir Tahlil, s. 21, İstanbul: Sebilürreşad Neşriyatı, 1965) Yine o zamanda şimdiki menhus “belâ zihniyet” cedlerinin yaptığı iftiralara karşı, “Umumî Harpte (I. Dünya Savaşı), Şark Cephesinde, Kafkas Cephesinde Milis Alay Kumandanı olarak Enver Paşa, Van Valisi Cevdet Bey, Kumandan Kılıç Ali, Bitlis Valisi Memduh Bey gibi kumandan ve valilerin takdirkâr nazarları önünde cepheden cepheye harp ettiğini, üç mermi yarası aldığını, birçok Müslüman’ın ve şehirlerin kurtulmasına vesile olduğunu görüyoruz” diyen Eşref Edip, “Bediüzzaman’ın Milis Alay Kumandanı olarak Büyük Harpteki mücadele ve yararlıkları görülmek istenirse, Genel Kurmayda Harp Tarihi Şubesi’ndeki dosyasına da bakılabilir” diye bu hususta referans gösterir.
“SAİD NURSÎ DE ‘KÜRDİSTAN’ FİKRİ YOK” Özetle “gerek umumî emniyet, gerek umumî emniyette yapılan araştırma ve soruşturmalarda; otuz yedi yılda yüzlerce mahkemelerin, “kavmiyetçilik” ve “Kürtçülük” fikrine dair en ufak bir sızıntı ve ipucunu bulamadığına ve bu hususta hiçbir mahkûmiyet vermediğine dikkat çeker (a.g.e., .68-71) Bu etraflıca tesbitlerinin Bediüzzaman’ın talebelerinden Said Özdemir tarafından hazırlanıp o yıllardaki “Maarif Din Plânlama Komisyonu’na verilen rapora dayandırıldığı da bu konuda belirtilen bilgiler arasında… Keza “Kürdistan Teâli Cemiyeti” kitabını yazan İsmail Göldaş’ın Cemiyete üye 167 ismi tek tek sıraladığı uzun listede Bediüzzaman’ın ismine rastlamaması; bu çerçevede “Said Nursî’nin Kürdistan fikri, Kürt hareketlerinin içinde olma düşüncesi yoktur; ‘Kürt ve Kürdistan’ düşüncesinde, eylem bilincinde ve politik söyleminde var olduğunu ileri sürmek gerçeği pek yansıtmaz” tesbiti, bunlardan biri. “Said-i Nursî’nin düşüncesinde bağımsız bir Kürdistan (fikri) yer almadığı”, aksine “O “Ben, milliyetimizi (yalnız) İslâmiyet bilirim” kanaatini açıkladığı, bütün belge ve bilgiler incelendiğinde, Bediüzzaman’ın esas olarak İslâma bağlı biri olduğu görüleceği” görüşü, bu hususta kayda değer (İsmail Göldaş, Kürdistan Teâli Cemiyeti. İstanbul: Doz Yayınları, 1991, 32, 33, 36) Yine, “Unutulmuşluğun Bir Öyküsü: Said-i Kürdi” isimli kitabın yazarı Rohat, Bediüzzaman’ın Kürtlere yönelik eğitim, sosyal ve kültürel gibi daha çok insanî hizmetlerin üzerinde durduğunu, Osmanlı hükümetlerinin Ermeni tehlikesine karşı bu tür faaliyetleri teşvik edip desteklediğini yazar. Bediüzzaman’ın kendisini hep dinî bir figür olarak gördüğünü, halk arasında taraftar bulduğunu, ilişkilerini bu temel üzerine geliştirdiğini ve hiçbir zaman ulusal bir figür olarak politik kavgada yer almadığını ortaya koyar. Bediüzzaman’ın bakışını, “Onun mücadele yöntemleri, Kürt sorununa bakış açısı ve dünya görüşü, büyük ölçüde dini temeller üzerinde biçimleniyordu” cümlesiyle özetler. (Rohat. Unutulmuşluğun Bir Öyküsü: Said-i Kürdi. İstanbul: Fırat Yayınları, 1991, s.62)
KAVMİYETÇİLERİN UYDURMALARI… Bediüzzaman, kavmiyetçiliğe ve tefrikaya hep karşı çıktığı ve ikaz ettiği, hayatıyla, eserleriyle, resmî ve gayr-ı resmî belgelerle meydanda. Hiçbiri orijinal belge göstermeyen bu ilmî ciddiyet ve haysiyetten yoksun iddiaları, Tarık Zafer Tunaya da yalanlamakta. Kürt Teâli Cemiyeti’nin kurucuları ve üyeleriyle ilgili yaptığı çalışmalarda hiçbir surette Said Nursî ismine rastlamadığını belirtmekte. (Tunaya, Tarık Zafer. Türkiye’de Siyasal Partiler c. II, s. 187, İstanbul: Hürriyet Vakfı Yayınları, 1986) Buna rağmen kimi nâdânların bir tek “Zınar Silopi” adlı kendileri gibi bir “kavmiyetçi”nin uydurmasıyla bu tür isnadlarda bulunulup yakın tarihin tevsikindeki hakikatleri çarpıtmaları, menhus maksadı su yüzüne çıkarmakta. Bin sene Kur’ân’a hizmet eden ortak tarihi ve inancı ıskat ettirmek ve “milliyetçilik” perdesinde “ırkçılığı” din yerine ikame etmek amacındaki mihraklar, buna dayanarak Bediüzzaman’a iftiralar savurmaktalar. Neticede dinden tecrid zihniyete medhiyeler dizen bir kısım dalkavuk “İnkılâp Tarihi” sözde yazarlarının, kimi masonik mahfillerin ve şebekelerin gözüne girmek hesâbına, bile bile hiçbir vesika niteliği taşımayan bu uydurmaları ileri sürdükleri anlaşılmakta… Said Nursî’nin aleyhinde kullanılabilecek geçerli bir tek belge bile Şark İstiklâl Mahkemesine intikal etmiş olsaydı, muhakeme edilip idama sevk edileceği gerçeğine karşı, her tarafta araştırıldığı halde Bediüzzaman’ın “zararlı cemiyetler”e ve Kürt Teâli Cemiyeti’ne ilgisine ve desteğine dair hiçbir belge bulunmaması, bühtanları peşinen berhava etmekte. Ve diğer isnadlarda olduğu gibi müfteriler iftiralarıyla kala kalmaktalar…
29.03.2010 E-Posta: [email protected] |
Yeni Asyadan Size |
|
Bediüzzaman rüzgârı |
Risale-i Nur ve Bediüzzaman sevgisi, coşkusu, heyecanı ve bereketiyle dolu dolu yaşadığımız müthiş bir haftayı geride bıraktık. 23 Mart gazetemiz ve beraberindeki “Aydınların gözüyle Said Nursî” eki büyük takdirle karşılandı. Haberleri, yazıları ve röportajlarıyla, baştan sonra Risale-i Nur mesajlarının doldurduğu 20 sayfalık gazete ve 40 sayfalık ek, moral ve şevkleri tazeledi. Bu neşriyatımız, o günkü gazetenin Lâhika sayfasında çıkan, Üstadın “Felillâhilhamd, hizmet-i Kur’âniye ve imaniyede Cenâb-ı Hak rahmetiyle öyle kardeşleri bana vermiş ki, vefatımla, o hizmet, bir merkezde yapıldığına bedel, çok merkezlerde yapılacak. Benim dilim ölümle susturulsa, pek çok kuvvetli diller benim dilime bedel konuşacaklar, o hizmeti idame ederler. Hattâ diyebilirim: Nasıl ki bir tane tohum toprak altına girip ölmesiyle bir sümbül hayatını netice verir; bir taneye bedel yüz tane vazife başına geçer. Öyle de, mevtim, hayatımdan fazla o hizmete vasıta olur ümidini besliyorum” (Mektubat, s. 412) sözlerini bir kez daha fiilen tasdik ve teyid eden yeni bir hizmet hamlesi oldu. Türkiye’nin her yerinden çok sayıda okuyucumuz şifahen, telefonla veya mail mesajlarıyla hissiyatını bildirdi. O gün için talep edilen fazla gazeteler, ilâveleriyle birlikte farklı adreslere ve bürokrasiye ulaştırıldı; gittiği her yerde müsbet yankılar uyandırdı. Gelen mail mesajlarından bazıları şöyle: Ahmet Demirdöğmez: Üstadımızın vefat yıldönümü dolayısıyla yapılan bütün röportajlar harika olmuş. Emeği geçen herkesi tekrar tebrik ediyoruz. Allah ebediyen razı olsun. Nice güzel hizmetlere inşaallah. Devamlarını bekliyoruz. Cenâb-ı Hak muvaffak eylesin. Raşit Yücel: “Aydınlar konuşuyor” eki çok muhteşem olmuş. Sizleri gönülden tebrik ediyorum. Uğur Bilen: Allah razı olsun. 23 Mart’taki röportaj ve yazılar harikaydı. Şevk verici hizmetlerinizin devamını dilerim. Şahin Tokmak: 23 Mart tarihli Yeni Asya’yı ve ilâvesini takdirle karşıladım. Allah razı olsun. Büyük emekler verilmiş. Bizlerin yapacağı: Bolca okuyacağız. Hizmetimizin ürünlerine ve gençliğe sahip çıkacağız. Şevk ve azimle gazetemizi daha çok insana tanıtacağız. Tanıtım için internette de çok kanallar var. Meselâ Facebook ve diğer paylaşım siteleri. Hedefimiz, dostun düşmanın takdir ettiği Yeni Asya’yı daha çok yere ulaştırmak olmalı. Son söz: Öncelikle gazetemiz ve medya grup çalışanlarını tebrik edelim. Gazetede ve “Aydınlar konuşuyor” ilâvesinde dışarıdan Üstadı değerlendirenleri de mail, telefon v.b. iletişim vasıtaları ile tebrik edelim. *** “Aydınların gözüyle Said Nursî” ilâvemize gösterilen ilgi tahminlerimizi aştığı için, yeni talepleri karşılayabilmek için tekrar basmak durumunda kaldık. Bu vesileyle, Üstadın 50. vefat yıldönümünü böyle bir hizmet hamlesine vesile kılan değerli gayretleri için bütün okuyucu ve temsilcilerimize şükranlarımızı sunuyor; ihlâs ve istikamet çizgisinde daha nice hizmetlere diyoruz. *** Geçen hafta hatırlattığımız gibi, 23 Mart ekimizle birlikte, evvelce neşrettiğimiz “Said Nursî ve Demokratik Açılım” ve “Said Nursî Kimdir?” broşürlerimizi yeni adreslere ulaştırma çalışmalarımızı da aralıksız devam ettirmemizde büyük maslahatlar var. *** 50. yıl etkinlikleri çerçevesinde düzenlenen konferans, panel, kongre etkinlikleri de ses getiriyor. Risale-i Nur Enstitüsünün önceki hafta sonu düzenlediği “Çağın sorunlarına çözüm arayışları ve Bediüzzaman modeli” konulu kongre, 80 civarında ilim ve fikir adamını bir araya getirdi ve masa çalışmalarından çıkan sonuçlar dün muhteşem bir katılımla gerçekleşen panelde kamuoyuna sunuldu. Şimdiden ortaya çıkmaya başlayan olumlu yankılarının artarak süreceğine inanıyoruz.
29.03.2010 E-Posta: [email protected] |
Şükrü BULUT |
|
Kadının tahtı sallanırken |
Tahtı mı vardı ki kadının? Ne zaman tahta geçmişti zamanımızın cins-i lâtifi? Birçoğumuz kadının dünyanın en zarif saraylarının inşasında önemli bir sebep olduğunu kabul etmeyiz. Köşklerin, malikânelerin ve hatta konak ve villaların temelindeki kadın harcını gözardı edenler, şu dünya hakikatini bilmiyorlar. Dünyanın bütün saray ve malikâneleri çevreleriyle birlikte cennete benzetilmeye çalışılır. Kadının cennet köşklerinden dünyaya indiğini kabul ettiğimizde, yaratılışından itibaren kadının taht ve taç sahibi olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. İmtihan gereği nefis devreye girmiş. Tattırılmış cennetten dünyaya iniş bir vazifelendirme imiş. Fakat tahta giden koridor yeniden çizilmiş ve şartlara bağlı olarak yeniden yükselişe başlamış kadın. Havva anamızı Adem babamızdan çok farklı yaratan Rabbimizin; letafet, zarafet ve nezaketinden, zayıf ve nahif fıtratından dolayı ona ayrı bir değer, ayrı bir koruma ve apayrı bir hayat tarzı bahşettiğini bilemeyenler, kadını tanıyamadılar. Tabir caizse onu pozitif yaratılışıyla mahlûkat içinde taht ve taç sahibi kılan Rabbimiz, cebine mutluluk reçetesini de koymuş. Erkekten apayrı binlerce ince ve hassas duygularla teçhiz ettiği kadını, yolundaki tehlikelerden korumak üzere mutluluk reçetesine prensipler yazmış; emirler ve yasaklar işlemiş. Yaratılışta “kadın” üzerine kavga olmadığı gibi kadın ile erkek arasında da niza yoktu. Aralarında hayatî bir intizac vardı. Bütün hayat sahiplerinin çift çift yaratıldığına inanan kadın ve erkek; kuşlara, kelebeklere, balıklara, ceylanlara, arılara ve nihayet etrafındaki çiçek, ağaç ve sümbüllere bakarak şükrederdi. Zevc ve zevce olarak. Toprağın taşa, dalın budağa ve sağın sola ihtiyacı kadar yekdiğerine muhtaç olduğunu bilen kadın ile erkek hiç kavga etmediler. Bütün semavî kitaplarda bu fitrî ihtiyaç vurgulamıştı. Kendi âlemlerinde padişah ve sultan idiler. Mukaddes birliktelik olan evliliğe teşvik vardı peygamberlerin dillerinde. Bir kelebeğin kanadından daha hassas davranılması gerekliliğini ders veriyordu semavî fermanlar. Erkeğinden şikâyet eden kadının şekvâsı Kur’ân sûrelerinin başını süslemişti. Bazı sûreler kadının ismini almıştı: Âl-i İmran, Meryem, Nisa ve diğerleri... Mutluluk reçetesinde günlük hayatında en ufak bir boşluğa müsaade edilmemişti. İnsanî hakları ve istekleri bir tarafa, duygu ve lâtifeleri bile hesaba katılmıştı. Allah, kadına zulmedene “hasım” olduğunu söylerken, Habibi de kadına yeniden tahta geçeceği koridoru gösteriyordu. Âdâb-ı muaşeretin inceliklerini... Fakat yine kadını önceleyerek cenneti tarif ederken “annelerin ayaklarının altını işaret ediyordu.” Yaratıcıyı tanımadıklarından bu zayıf ve ulvî cinse zulmedenleri Kur’ân telin ediyordu. Allah’ın Son Elçisi de (a.s.m.) onu adaletin zirvesine çıkarıyordu: Üç kızını güzelce yetiştirip İslâmî terbiye ile büyütenin cennette kendisine komşu olacağını müjdeliyordu. Cennette yaratılan ve cennetin hasretiyle dünyada çırpınıp didinen yaşlı kadına Peygamberin müjdesi o kadar tatlı idi ki: “Sizler cennette on sekiz yaşında her türlü arzularınızla mücehhez olacaksınız.” İşte bu kadar yükseltilmiş, tahtlara çıkarılan ve ebedî cennetlerle müjdelenmiş kadının tahtı sallanıyor. Kadın ile ilgili kavganın Allah’ı tanımamak veya O'na isyanla eşzamanlı olduğunu biliyoruz. Yaratıcıyı tanımayan yaratılış prensiplerini ve mutluluk reçetesini nereden bilsin ki... Yaratılışı Yaratıcının prensiplerine göre tefsir ve tanzim etmeyip bilgilerine güvenenler herşeyi berbat ettiler. Sonra bu sapkınların yollarına şeytan ile nefis çıkarak, onları tamamen fıtratın geniş caddelerinden alarak beyaban ve uçurumlara taşıdılar. İşte bütün kavgalar bundan sonra başladı. Bu sapkınlarYaratıcıyı inkâr ederken, fıtratın dışına çıkarak “yaratılışı” tahribe başladılar. Asrımızın kadınının başına gelen bütün felâketler, işte bu fıtrat kanunlarından ayrılmakla başladı. Yükselişler tereddîye, güzellikler çirkinliğe, nezaket ve nezafetler kirliliğe ve masumiyetler günah psikolojisine yerlerini devretmeye başladı. Daha doğrusu başlar üstünde tutulan gonca güller, fillerin tepiştiği arenaya düştü. Bu hazin netice zamanımızın bütün kadınlarını elbette ki kaplamaz. Fakat çevremizdeki kadın resimlerinin çoğu bu felâketten haber veriyorlar. Ve kurtuluş çaresinin fıtrata dönüşte olduğunu da...
29.03.2010 E-Posta: [email protected] |
H.İbrahim CAN |
|
Arap Birliği Zirvesi ya da Kaddafi şovu |
Kaddafi’nin ev sahipliği yaptığı Arap Birliği Zirvesi fare doğurdu. İsrail’in Doğu Kudüs’te yeni yerleşim yerleri kurması ve yenilenen Gazze saldırıları dolayısıyla, bu ülkeye karşı Arap dünyasının birlik mesajını vermeyi amaçlayan Arap liderler kendi aralarında birleşemediler. Kaddafi’nin ‘İngiliz soyu’ diyerek hakaret ettiği Suudî Arabistan Kralı Abdullah, halen hasta olan Mısır devlet başkanı Hüsnü Mübarek, Kaddafi’nin Baas Partisi temsilcilerini kabul etmesine kızan Irak lideri, Yemen ve Umman devlet başkanları dahil toplam 7 Arap lideri toplantıya katılmadılar. Kaddafi ise desteklemek için toplandıkları ülkenin lideri Mahmud Abbas’ı karşılamaya havaalanına bile gelmedi. Kaddafi’nin doğduğu şehir Sirte’de havaalanından toplantının yapılacağı yere uzanan yol üzerine “Şimdi Birlik Zamanı”, “Arapların çıkarı bütün farklılıkların üstündedir” afişleri asmak birliği sağlamaya yetmedi. Hatta Hamas ile el Fetih arasındaki anlaşmazlıkların çözümünde bile önemli bir adım atılamadı. Zaten anlaşmazlığın taraflarından Hamas lideri Halid Meşal’in dâvet edilmemesi çözüm şansını son derece azaltmıştı. 22 Arap liderin, Başbakan Erdoğan’ın, İtalya Başbakanı Berlusconi’nin katıldığı zirveyi İsrail kıs kıs gülerek izliyor. Netanyahu Amerika’yı bile takmadan Doğu Kudüs’teki yeni inşaatları sürdürüyor ve “Kudüs bir yerleşim yeri değil, bizim başşehrimiz” diyor. Yeni inşaatları asla durdurmayacağını söylüyor. Peki böyle bir toplantıda Berlusconi’nin işi ne? Kaddafi’nin dostu ve Libya’nın eski sömürge patronu olma dışında İtalya’nın Arap Birliği ile hiçbir ilgisi yok. Zaten asıl katılması gereken Arap liderleri katılmazken, Berlusconi’nin katılımı tuhaf kaçıyor. Libya lideri Kaddafi’nin şov alanı olarak kullandığı zirveden –sert açıklamalar dışında- çıkan tek olumlu karar Kudüs’e 500 milyon dolar yardım yapılması kararı. Bunun dışında bu zirvenin maalesef hiçbir olumlu sonucu olmadı. Aksine İslâm dünyasının kendi arasındaki ayrılıklar ve çatışmaları daha belirgin bir şekilde dünya kamuoyuna yansıttı. BM Genel Sekreteri Ban ki Moon ise ABD’nin İsrail-Filistin dolaylı görüşmeleri girişimine destek sağlamaya çalışıyor. Yıllarca doğrudan görüşmelerden bir sonuç alamayan tarafların, şimdi bu dolaylı görüşmelerle –hem de İsrail dünyaya rağmen bildiğini okurken- bir sonuç alınması imkânsız. Ama ortada başka bir girişim yok. Bir Batılı diplomat “statükoyu sürdürmek en iyi görüş” diyor; “İsrail ABD’nin baskısı altında ve Mitchell görüşmeleri piyasadaki tek şov”. Böylece Kaddafi’nin “Kudüs Zirvesi” diye duyurduğu Arap Birliği Zirvesi’nden Kudüs ve Filistin için önemli bir karar çıkmadı. Belki de bu zirvenin en kârlı isimleri şov fırsatı bulan Kaddafi ile uluslar arası destek arayışındaki Sudan Devlet Başkanı el Beşir oldu. İslâm birliği mi? O rüya bir başka bahara, İslâm âleminin sırtlarını Batıya dayayan liderlerinin asıl kurtuluşun İttihad-ı İslâm’da olduğunu görecekleri zamana kaldı.
29.03.2010 E-Posta: [email protected] |