Umut YAVUZ |
|
Ayakkabı polemiği ve gazeteciliğin sınırları |
İLK kez 2008 yılının Aralık ayında ‘bir gazeteci’, Muntazar El Zeydi, Bağdat’ı ziyaret eden ABD eski Başkanı George W. Bush’a, basın toplantısı sırasında ayakkabılarını fırlatmıştı. El Zeydi, misafir devlet başkanına hakaret ve saldırıdan 3 sene hapisle cezalandırılmış, cezası temyiz mahkemesince 9 aya indirilmişti. El Zeydi 9 ay hapis yattıktan sonra geçen Eylül ayının ortalarında hürriyetine kavuşmuştu. Ancak El Zeydi öyle bir iş yapmıştı ki, dünyada bilhassa İslâm dünyasında adeta kahraman ilân edilmişti ve bir geleneğe ön ayak olmuştu. Zaten, “ayakkabı fırlatma” bir Arap geleneği... Daha sonraları ise, Çin’den Hindistan’a, ABD’den Avrupa’ya, dünyanın dört bir tarafında insanlar tepkilerini gösterirken, tıpkı Zeydi’nin yaptığı gibi, ayakkabı fırlatmaya başladı. Herkes bu hareketin doğru olup olmadığını tartışırken, gazeteci camiası ise olaya çok farklı bir noktadan yaklaşmak durumundaydı. Zira buradaki soru işareti “bir gazetecinin” basın meslek ilkeleri çerçevesinde böyle bir hareket yapmasının meslekî etiğe uygun olup olmadığıyla ilgiliydi. Zeydi bir Iraklıydı ve ayakkabı fırlattığı kişi Irak’ı işgal eden ülkenin devlet başkanıydı... Bu açıdan bakınca bir çokları “ellerine sağlık” dedi. Ancak Zeydi, aynı zamanda bir gazeteciydi ve bilhassa onun meslektaşları bu davranışı onaylamakta tereddütlü davrandılar ve camia ikiye bölündü. O günden bu yana bu meseleler tartışıldı ve belki tam unutulacaktı ki, önceki gün yanıbaşımızda, IMF Başkanı Dominique Strauss-Kahn, İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde konferans verirken, ABD eski Başkanı Bush ile aynı kaderi paylaştı. Zeydi olayıyla büyük benzerlik taşıyordu bu olay. Zira ayakkabı yine isabet etmemişti ve ayakkabıyı atan da bir gazeteciydi. Aradaki tek fark ise, Zeydi’nin attığı ayakkabı markasız iken, Özbek’in attığı ayakkabı ise ironik olarak Amerika’nın en büyük uluslar arası ayakkabı firmalarından NIKE markasını taşıyordu. Birgün gazetesinde çalıştığı belirtilen Selçuk Özbek adındaki bu meslektaşımızın attığı ayakkabı her ne kadar hedefine ulaşamasa da, hem IMF’ye sert bir tepki oldu, hem de gazeteciler arasında yeniden bir polemik başlatmayı başardı. Dün gazetelerde bu olayla ilgili yorumlar yer aldı. Kimisi tıpkı o salonda bulunan bazı insanlar gibi alkışlarken, kimisi de bunu gazetecilik ahlâkıyla bağdaştırmıyordu. Meselâ Haber Türk gazetesinden Yavuz Semerci, “Gazeteci protestocu olur mu?” şeklinde sorarak başladığı köşe yazısında bu sorunun cevabını açık ve net bir şekilde veriyordu: “Gazeteci kamusal ve kutsal bir görev yapar. Zamanına tanıklık eder ve bunu okurlara yansıtır. İdeolojik tutumunuza dayanarak protestoya başladığınızda kutsal görevinize de ihanet etmeye başlıyorsunuz. Sınırı aşıyorsunuz.” Semerci bu tesbitleri yaparken, aynı zamanda “ülkemizde yayınlanan gazetelerin önemli bir kısmının haber vermekten çok, toplumu biçimlendirmeye çalıştığı” tesbitini de yapmadan geçemiyordu. Yeni Şafak gazetesinden Yaşar Süngü ise olaya bambaşka bir yönden yaklaşarak, “protesto”nun doğru, ancak protesto yolunun yanlış olduğunu belirtti. Süngü yaşanan olaya gazetecilik penceresinden bakmak yerine, vatandaş gözüyle bakmayı tercih etmiş. “IMF’yi protesto arkadaşının kafasına ayakkabı fırlatarak olmaz” diyen Süngü, protesto yapacak olanlara “daha mantıklı ve demokratik” yollar önermiş. Süngü’nün önerdiği protesto yollarının bir kısmı şu şekilde: “İthal ayakkabı almayacaksın. Yerli ayakkabı giyeceksin ki, IMF’ye muhtaç olmayasın. (...) Kredi kartı ile borçlanmayacaksın. Gerekmedikçe ithal ürün almayacaksın. Ve her şeyden önemlisi; Ayağını yorgana göre uzatacaksın. O zaman IMF’yi protesto etmene bile gerek kalmaz. Sen de bunca zahmete girmezsin. İllâ ayakkabı atacağım diyorsan hedefin IMF Başkanı değil, Bizi IMF’ye mahkûm eden siyasîler olmalı.” Hürriyet gazetesinden Ferai Tınç ise, dünya genelinde yapılan IMF karşıtı eylemlerin bu örgütün kendisini gözden geçirmesine yol açmaya yaradığını savunduğu yazısında “O zaman dünkü ayakkabı olayını onaylıyor muyum?” şeklindeki soruya tek kelimeyle “Hayır” cevabını verdi. Her olayın kendi şartları içinde değerlendirilmesi gerektiğinin de altını çizen Tınç’a göre, bir toplantıya gazetecilik kimliği ile katılan bir kişinin bu ayrıcalığını başka bir amaç için kullanması doğru değil. Aynı gazeteden Mehmet Y. Yılmaz “bir gazetecinin” böyle bir davranışını onaylamanın mümkün olmadığını belirttiği yazısında, “Gazetecinin kendi işini yapmaya devam etmesi, o fırlatılan ayakkabının yaratacağı etkiden daha önemlidir” sözleriyle gazetecilik bakış açısını yansıtıyordu. Yılmaz’ın dikkati çektiği bir başka husus ise, Selçuk Özbek’e salondan çıkartılırken uygulanan “aşırı güç kullanımıydı”. “Zaten salondan çıkartılmasına direnmeyen bir eylemciye böylesine ağır bir şiddet uygulamak polisimizin eski alışkanlıklarından kolayca kurtulmadıklarını da gösteriyor” diyordu Mehmet Y. Yılmaz. Bu sözleriyle, polemiğin diğer tarafında yer alan Selçuk Özbek’in annesi Ruhan Özbek’in de tepkisine ortak oluyordu. Ruhan Özbek, televizyonlara verdiği demeçlerde belki bir gazeteci olarak değil, ama “bir anne” olarak bu protestoyu onayladığını belirtti. Aynı soruyu IMF politikaları yüzünden üretim yapamayan sanayiciye, kepenk kapatmış esnafa, işsiz kalmış işçiye ve zam alamayan emekli ve memura yöneltirseniz alacağınız cevap farklı olmayacaktır. Hepsi “ellerine sağlık” diyeceklerdir. Bir gazeteci ise, elbette bu davranışı onaylamayacaktır. Bunun yanı sıra, atılan ayakkabıyı kafasına yiyen ve soru sormaktan başka “günahı” olmayan o öğrenciye ise, bu soruyu hiç sormayın bence.. 03.10.2009 E-Posta: [email protected] |
Şaban DÖĞEN |
|
Günaha aldırmamazlık edilebilir mi? |
Kâinatta iman kadar önemli ve değerli bir hakikat, imansızlık kadar da dehşetli ve korkunç bir felâket yoktur. İman dünya ve ahiret saadetinin sebebi olduğu gibi imansızlık da her iki hayatı zindana çevirmeye yeter. İman da, inkâr da bir irade ve tercih işidir. “İnkâr etmemek başkadır, iman etmek bütün bütün başkadır” diyen Bediüzzaman, kâinatta hiçbir şuur sahibinin, kâinatın bütün eczası, parçaları, zerreleri kadar şahidleri bulunan Hâlık-ı Zülcelal’i inkâr edemeyeceğini, etse de kâinatın her şeyiyle onu yalanlayacağı için susacağını, lâkayd kalacağını belirtir. Her şey şartları ve gerekleriyle var olduğu gibi imanın da tam iman olabilmesi için belli şart ve özellikleri taşıması gerekir. “İman etmek, Kur’ân-ı Azimüşşanın ders verdiği gibi, O Hâlıkı, sıfatlarıyla, isimleriyle, umum kâinatın şehadetine istinaden kalben tasdik etmek ve elçileriyle gönderdiği emirleri tanımak ve günah ve emre muhalefet ettiği vakit, kalben tevbe ve nedamet etmek iledir. Yoksa, büyük günahları serbest işleyip istiğfar etmemek ve aldırmamak, o imandan hissesi olmadığına delildir.” 1 Evet, insan Kur’ân-ı Azimüşşan’ın ders verdiği tarzda iman edecek, Allah’ı zerreden kürelere kadar bütün kâinatta hükmeden isim ve sıfatlarıyla kabul ve tasdik edecek; tabiata, sebeplere hiçbir tesir vermeyecek, hiçbir şeyi Allah’a ortak ve yardımcı görmeyecek; peygamberleri yoluyla gönderdiği emirleri tereddütsüz kabullenecek. Günah işlediğinde ve emre muhalefet ettiğinde de kalben tevbe edip pişman olacak. Aksi halde büyük günahları serbestçe işleyip aldırmama, ıztırabını duyup istiğfar etmeme imanla bağdaşmaz. Şeytanı inkâra götüren, kibirlenip işlediği günahı günah olarak görmemesi, pişmanlık duyup dönüş yapmaması değil miydi? Evet, günah küçümsenmez, hafife alınmaz, ona karşı hissiz kalınmaz, aldırmamazlık edilmez. Günahı sebebiyle üzülmek, ıztırap duymak, pişmanlık duymak, tevbe ve istiğfar etmek imanın gereğidir. Mü’min, günahı karşısında titrer, vicdanen rahatsız olur, huzuru kaçar, tevbe etmedikçe rahatlayamaz. Zaten günahın özelliği insanı rahatsız edici olmasıdır. Allah Resûlü (asm) de günahı “içini rahatsız eden ve başkasının öğrenmesinden çekindiğin şeydir”2 diye tarif etmiştir. Mü’min, günahını nasıl görmeli? Buna en güzel cevabı Allah Resûlü (asm) vermekte. Buharî, Müslim ve Tirmizî’de yer alan, İbni Mes’ud’dan rivayet edilen bir hadis-i şerife göre kâfir, facir günahını burnundan geçen bir sinek gibi hafif görürken mü’min dağ üzerine düşecekmişcesine korku ve endişe içerisinde olur.3 Cenâb-ı Hakk’ın Gaffar, Gafûr, Tevvâb isimleri, kul günahının ıztırabını duyup tevbe ve istiğfar etmedikçe başka nasıl tecelli edecek?
Dipnotlar:
1- Emirdağ Lâhikası, s. 177. 2- Müslim, Birr 15, (2553); Tirmizî, Zühd 52, (2390). 3- Buharî, Daavât: 4; Müslim, (Hadis no: 2744); Tirmizî, Kıyâme: 50, (Hadis no: 2499, 2500.) 03.10.2009 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Akıl, kalp ve felsefe |
Siyami Bey: “‘Arkadaş! Kalp ile ruhun hastalığı nisbetinde felsefe ilimlerine meyil ve muhabbet ziyade olur. O hastalık marazı da ulum-i akliyeye tevaggul etmek nisbetindedir. Demek manevî hastalıklar, insanları aklî ilimlere teşvik ve sevk eder. Ve akliyat ile iştigal eden; emraz-ı kalbiyeye müptela olur!..’ (Mesnevî-i Nuriye, s.60) Hâlbuki Üstad felsefeyi ikiye ayırıyor… Akıl ve felsefenin kalbi hastalıklara yol açmasını izah ederseniz sevinirim.” İnsan aklıyla, kalbiyle, ruhuyla, sırrıyla, hayaliyle, duygularıyla komple bir bütündür. Hakikat arayıcısı insan bütünün bütün parçalarını besler. Yalnız parçanın birini besleyip diğer parçaları ihmal etmez. İhmal ederse kâmil bir iş yapmış olmaz. Nasıl ki mîdesini türlü yemeklerle doyuran insan kanının su ihtiyacını yok sayamaz, akciğerinin temiz hava ihtiyacını görmezden gelemez. Eğer bunlardan birini veya bir kaçını yok sayarsa veya görmezden gelirse, bu, hayatının sonu demek olur. Orada hayatı biter! Akıl, insana hakkı ve hakikati gösterir. Fakat akıl tek başına bir hakikat rehberi değildir. Akıl ancak diğer duyguların kontrolünde hakikate ulaşabilir! Yoksa eğer diğer duygular yok sayılıp, akıl putlaştırılırsa, böyle akıl insana hakikat rehberi olamaz, insanı dalâlete atar, eğriliğe götürür, yanlış sonuca götürür. İnsana doğru yolu göstermez. İşin vahim tarafı böyle akıl, şaşkınlığının ve yanlışının farkında olmaz. Yanlışı doğru diye alır, başına geçirir. Çünkü aklın tek başına putlaştırılması veya yüceltilmesi, kalpte hastalık sebebidir. Kalbin hastalıklarına akıl şifa bulamaz. Nitekim riyâ, gösteriş, kin, nefret, kendini beğenmişlik, haset, kibir, bencillik... vs gibi kalbî hastalıkları akıl göremediği gibi, akıl bunlara çâre olamaz, bilâkis kalınlaştırır. Kalbin hastalıklarının tedâvîsi için duyguların terbiye edilmesi, yani ahlâk terbiyesi, yani dînî terbiye şarttır. Dînî terbiyenin esas ve unsurları ise vahiyle bildirilmiştir. Kalp buna teslim olmalı, akıl tasdik etmelidir. Fen ve felsefe ilimleri aklı doyurur. Fakat kalbi aç bırakır. Çünkü fen ve felsefe bilgileri kalbin hastalıklarına devâ değildir. Bundandır ki, insan yalnız fen ve felsefe ile yetinmemeli, kalbini doyuracak mânevî bilgileri de elde etmelidir. Kalbini dînin terbiyesine bırakmalıdır. Üstad Bedîüzzaman Hazretleri bunu veciz bir şekilde şöyle beyan etmiştir: “Vicdanın ziyâsı ulûm-u dîniyedir. Aklın nûru funûn-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakîkat tecellî eder. O ki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder. İftirak ettikleri vakit birincisinde taassup, ikincisinde hîle ve şüphe tevellüd eder.” 1 Yani vicdanın ışığı ve rehberi din ilimleridir. Aklın ışığı ve rehberi de medeniyet fenleridir, yani fen ve felsefedir. İkisinin birleşmesiyle hakikat ortaya çıkar. Hakikate uçmak isteyen öğrenci iki kanadı da ihmal etmemelidir. Çünkü ikisi birbirinden ayrılacak olsa, yalnız akıl ilimlerinden, yani yalnız fen ve felsefeden hîle ve şüphecilik doğar. Yalnız din ilimlerinden de taassup doğar. Şüphesiz, Üstad Bedîüzzaman Hazretleri felsefeyi ikiye ayırıyor: Birinci Kısım Felsefe: Sosyal hayata, güzel ahlâka, insanın olgunlaşmasına ve medenîleşmesine hizmet eden, san'atın ve fennin ilerlemesine yardımcı olan felsefedir ki, bu felsefe Kur’ân ile barışıktır. Akıl bu noktada Kur’ân’dan istifade eder. Kur’ân’ın hakikatleri üzerine tefekkür yürütür. Bu tefekkür Kur’ân’da da teşvik edilmiştir. Tefekkür, kalbe hastalık vermez. Kalbi dışlamadığından kalp ile kol kola yürür. Tefekkür, hem kalpten istifade eder, hem kalbi besler. İkinci Kısım Felsefe ise, kalbi dışladığı ve vahye itimad etmediği için tefekküre değil, dalâlete götürür. İlhad, inkâr, aşırı şüphecilik, dinsizlik ve tabiat bataklığı bu felsefenin ürünüdür.2 Bu felsefe aslında salim aklın da yüz karasıdır. Salim akıl sahibi, ikinci kısım felsefeyi birincisinden ayırt edebilmeli, aklını kalbi ile barışık şekilde kullanabilmelidir. Yoksa insan sırf aklî ilimleri merak edip, imanı, mânevî ilimleri, dînî eğitimi ve ahlâkî terbiyeyi ihmal ederse kalbi şifâ bulmaz, hastalık bulur.
Dipnotlar :
1- Münâzarât, s. 80 ; 2- Asâ-yı Mûsâ, s. 9. 03.10.2009 E-Posta: [email protected] |
M. Latif SALİHOĞLU |
|
Yeni rejimin sembolü heykeller (1) |
Sarayburnu'ndaki (İst.) M. Kemal heykeli, Türkiye Cumhuriyeti tarihinde görünür yere dikilen ilk heykeldir. Avusturyalı heykeltraş Heinrich Krippel'e yaptırılan bu heykelin açılışı için, seksen üç yıl evvel bugün, yani 3 Ekim 1926'da resmî tören düzenlendi. Heykelin masrafları, İstanbul Belediyesi tarafından karşılandı. Bu tarihteki belediye başkanı Muhittin Üstündağ'dı. Açılış merasimini organize eden de oydu. (CHP Genel Sekreterliği de yapmış olan Mustafa Üstündağ'ın babası.) Bu heykel, aynı zamanda yeni rejimin ideolojisini de sembolize ediyordu. İstanbul'un deniz tarafına, Marmara Denizi ile İstanbul Boğazı'nın kavşak noktasına, özellikle Avrupa'dan gelecek diplomat ve turistlerin en rahat görebilecekleri mevkiye yerleştirilen bu bronz heykel ile Türkiye'den dünyaya, hasseten Batı'ya çarpıcı bir mesaj veriliyordu: "Bakın biz değiştik. Artık eskisi gibi değiliz. Size benzemeye başladık. Haberiniz olsun. İşte görüyorsunuz." Yapım ve döküm işi Avusturya'daki bir atölyede tamamlanarak İstanbul'a getirilen ve bundan 83 yıl evvel Sarayburnu'na dikilen 3 metre yüksekliğindeki bu heykelin "açılış merasimi" vesilesiyle, Birinci Reis M. Kemal'den de bir tebrik mesajı gelir. Telgrafla gelen mesajda şu ifadeler kullanılıyor: “Muhterem İstanbul halkının ilk defa heykelimi dikmek suretiyle gösterdiği yüksek kadirşinaslıktan ve resm–i küşat (açılış töreni) münasebetiyle hakkımda izhar buyurulan necip hissiyattan dolayı samimi teşekkürlerimi arzederim. Sözün bundan sonrası heykeltıraşlarındır.” (Gültekin Elibal, Atatürk ve Resim–Heykel, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 1973, s. 194.) Aynen öyle de oldu. Heykeltraşlar, bu tarihten sonra Türkiye'de söz sahibi oldular, çok heykel diktiler ve bu işten çokça ekmek yediler. Seksen üç yıldır devam eden heykelcilik faaliyeti, Türkiye'yi muhtemelen dünya birincisi olma noktasına getirmiştir. Şimdi biraz gerilere doğru gidelim ve yeni Türkiye'de ilk heykelcilik teşebbüsünün ne zaman ve nasıl başladığını irdelemeye çalışalım.
Lozan görüşmeleri devam ederken
Heykelcilik tartışması, Türkiye'den henüz Cumhuriyet kurulmadan başladı. Bizim tesbitlerimize göre, ilk büyük tartışma 1923 yılı başlarında M. Kemal ile Said Nursî arasında yaşanmış. Bu noktaya "Son Şahitler"den Vanlı Tevfik Demiroğlu, ilk Meclis'te Siverek mebusu Abdülgani Ensari, Av. Hulusi Bitlisî Aktürk ve Afyon'da Jandarma komutanı Hasan Ergen, müştereken parmak basıyorlar. Onların görüp anlattıkları birbirini fazlasıyla teyid ediyor. Bu şahısların, gerek bizzat müşahade ederek ve gerekse Said Nursî'nin kendisinden dinleyerek aktardıklarına göre, 1923 yılı başlarında Ankara'da bulunan Bediüzzaman Said Nursî ile Meclis Başkanı Mustafa Kemal arasında dört konuda çok sert tartışmalar ve münakaşalar yaşandı. Bunlar, sırasıyla şöyledir: 1) Said Nursî'nin mebuslara hitap ederken öncelikle imandan söz etmesi ve namazın ehemmiyetini nazara vermesi. 2) M. Kemal'in içkiye dair fetva istemesi. 3) Aynı şekilde, kadınların açık gezebilmelerine dair fetva istenmesi. 4) Heykellerin dikilebileceğine dair fetva istenmesi. Son üç madde ile ilgili fetvanın istendiği tarih, tam da II. Lozan görüşmelerinin Türkiye ve Avrupa gündemini işgal ettiği günlerdir. Belli ki, gizli Lozan görüşmeleri esnasında, Türkiye'de bir "dinî reform" hareketinin başlatılması ve bazı örneklerinin âcilen sergilenmesi istenmiştir. Bu süreçte, henüz Diyanet İşleri Başkanlığı kurulmamıştır. Ankara, Şeyhülislâmlık makamından da kopmuş olduğundan, bu konuda en yetkili, en otoriter şahsiyet olarak Dârü'l-Hikmeti'l–İslâmiye âzâsı olan Said Nursî görüldüğü için, fetva da ondan istenmiştir. Bir sonraki yazıda, M. Kemal ile Said Nursî arasında yaşanan heykel tartışması konusu işlenecek inşaallah.
Fatih Belediyesi pes etti galiba
Daha evvelki yıllarda da bahsetmiştik. Fatih Belediyesi (İstanbul) sınırları içindeki birçok cadde ve sokağın kaldırımları işgal altında. Belediye ekipleri, bu aşırı ihlâl ve işgallerle bir türlü başedemiyor. Son gördüklerimiz ise, bize "Galiba belediye pes etti" sözünü söylettirdi. İsteyen gidip bakabilir. Özellikle Fatih Camii çevresindeki cadde ve sokakların, üstelik en işlek, en kalabalık kaldırımları halen işgal altında. Caminin kuzeyindeki Malta Çarşısı ve Darüşşafaka Caddesi, güneyindeki Mıhçılar Caddesi, doğusundaki Türbe sokağı ile aşağıda İtfaiye arkasındaki "Kadınlar Pazarı"nın büyük kısmı kelimenin tam anlamıyla (yani demir parmaklıkları dahi aşacak şekilde) işgal edilmiş durumda. Belediye yetkilileri, artan şikâyetler üzerine geçen sene "Kaldırımlar yayalar içindir. Lütfen işgal etmeyin" yollu afişler astırdı; ancak, bunun fazla bir tesiri olmadı. Ardından, meselâ iki tarafı da kahve ocaklarının sehpa ve kürsüleriyle istilâ edilmiş olan Mıhçılar Çaddesine saksılar konuldu, hatta buraya bir müddet belediye zabıtaları gelip nöbet tuttu; ancak, bunun da bir faydası olmadı. İşgal aynen devam etti. Belediye, buraya koydurduğu saksıları da alarak bir bakıma pes etmiş oldu. Şimdi kürsülere oturan yığın yığın adamlar caddenin iki tarafına da serpilmiş oldu. Öyle ki, cadde adeta podyuma döndü. Oradan utanarak da olsa geçmek mecburiyetinde kalan bayanlar, kendilerini podyumda yürüyormuş gibi hissettiklerini söylüyorlar. Belediye, bu aymazlığa, bu utanmazlığa, yani bu şirretçe işgale son vermek ve pes etmediğini ispat etmek istiyorsa eğer, işin gereğini yapacak dirayeti de mutlaka göstermeli. O yörede oturan ve oradan geçmek mecburiyetinde olan aileler, belediyeden bunu istiyor. Belediye yetkililerinin dikkatini son olarak Aksaray'ın en merkezî noktasına, yani Muratpaşa Camiinin önündeki geniş park alanına çekmek istiyoruz. Burası kelimenin tam anlamıyla mezbelelik olmuş durumda. Park alanı baştan başa çöplük, pislikle dolmuş vaziyette. Oradan geçerken, gözünü de, burnunu da kapatma ihtiyacı duyarsınız. Belli ki, haftalardır doğru dürüst temizlik yapılmamış. Yer yer öylesine yığılma olmuş ki, üzerine bir izmarit düşse, büyük bir yangın çıkacakmış görüntüsü veriyor. Bu anlattıklarımızı mübalağa telâkki eden bir yetkili varsa şayet, mutlaka gidip orayı bizzat görmesini tavsiye ederiz. 03.10.2009 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
İnsan doğuştan Yaratıcıya inanıyor |
Yapılan bir araştırma, insan beyninin doğuştan, fiziksel olarak inançlarla bağlantılı olduğunu ortaya çıkardı. Araştırmacılara göre, Allah’a inanmaya programlıyız. İnanmak, iman etmek hayatta kalmak için bambaşka bir sebep sunuyor. Çocukların gelişme sürecinde yaşadıkları dini eğilimler, aslında doğdukları anda beyinlerinde bulunan inanç merkezlerinde temellenmeye başlıyor. Bristol Üniversite’sinde gelişim psikolojisi profesörü Bruce Hood’un, yaptığı araştırmalar sonucu elde ettiği bilgilere göre, insan beyni doğuştan, inançlarla fiziksel olarak bağlantılı. Bu fiziksel bağ da insan gelişiminin sonunda, dine inancın gelişmesinde gerekli psikolojik tabanın oluşmasında önemli bir rol oynamakta. Dinî duyguların ve deneyimlerin beynin belirli bir bölgesindeki aktiviteye bağlı olması teorisi üzerine yapılan başka araştırmalarda elde edilen sonuçlar, Hood’un bulduğu sonuçlarla uyum göstermekte. Tesbitlere göre, beynin bu bölgeleri ruhanî hislerin algılanması için elektriksel faaliyetlerde bulunuyor. Hood’un elde ettiği sonuçlar, “Tanrı Yanılgısı”nın yazarı Richard Dawkins gibi dine inancın, az eğitim ve küçük yaşta dinin doktrinleştirilmesiyle gerçekleştiğini düşünen ateistler için tezat teşkil etmekte. Hood’a göre, inançlardan uzaklaşmaya, onları terk etmeye çalışmak nafile, çünkü onlar beynin en temel seviyesinde bulunuyor. “Araştırmalarımız gösterdi ki; çocuklar, tabiî ve sezgisel muhakemeyle dünyanın nasıl döndüğüne ilişkin tabiatüstü inançlara sahip olabiliyorlar. Büyüyüp geliştikçe, bu inançlar yerini daha mantıksal yaklaşımlara bırakıyor.” Araştırma sonuçlarını Britanya Bilim Derneği’nin yıllık toplantısında açıklayan profesör; örgütlenmiş dini, birbiriyle ilişkili tabiatüstü inançların bir parçası olarak gördüğünü belirtiyor. *** 19-20. asrın maddeperest felsefesi, dini bir kenara iterek, hatta savaş açarak var gücüyle maddeye sarıldı. Bütün yönleriyle incelediği maddeyi; atomun içine girince her şeyi halledeceğini sandı. Ancak, mini minnacık parçada, muamma yüklü metafizik/enerji âlemleriyle karşılaştı. Evet, atomların yapısı ve atom-altı fenomenlerin tabiatını keşfettiklerinde bilim adamları şaşkına döndüler. Çünkü, maddî dünya, artık, çok sayıda bağımsız nesnelerden kurulu bir makine olarak değil, daha çok bölünmez bir bütün içindeki ilişkiler ağı içindeydi. Atomik fenomenlerin tabiatını kavrama mücadelelerinde bilim adamları, temel mefhumlarının, dillerinin ve bütün düşünme biçimlerinin bu yeni gerçekliği tanımlamaya uygun düşmediğini içleri sızlayarak fark ettiler. 1 Seküler dünya görüşünün palazlandırdığı enâniyet-egoizm, I. ve II. Dünya savaşlarıyla da medeniyetlerin maddî-mânevî birikimleri yerle bir edildi. Huzur da allak bullak oldu. İnsanlık mutsuzluk girdabına düştü. Modern toplumlar da bu çok pahalı tecrübeden sonra şu noktaya ulaştı: Dinsiz fen, mâneviyatsız teknoloji; insanın bin bir muammâ yüklü mânevî cephesini, sayısız ihtiyaç ve arzularını tatmin edemez, edememiş... Beşer, bilimde ve fende ne kadar ilerlerse ilerlesin, hiçbir zaman dinsiz yaşayamaz.2 Baş döndürücü bir hızla ilerleyen teknoloji ve maddî imkânlara rağmen; insanın, kâinatın hücûmlarına karşı dayanacak ve sınırsız kabiliyetlerine neşv ü nemâ verecek hak dini elde etmezse hayatını sürdüremeyeceği anlaşıldı.3 En bedbaht bir mahlûkun dinsiz insan olduğunu da, “zenginlik, refah ve şöhret zirvesinde” seyredenlerin hazin akıbetlerinden daha güzel anlatan ne vardı? Acz-i mutlak içinde kıvranan beşer, mutlaka bir kudret ve kuvvete, nokta-i istinada, sığınağa ilticaya mecburdu. Bu, sosyal ilimlerin de kesin bir bulgusu. Güçsüz akrebe, ayaksız yılana mağlûp olan biçâre insanın ömrü gibi aklı, fikri ve ilmi sınırlıdır. Bir tonluk kantarlar, 10 tonluk yükü, 3-5 gramlık mücevheri tartamadığı gibi; akıl-idrak-şuûr-vicdân da, büyük meseleleri tartamaz. Öyle ise, bütün kâinatla ilgili olan insanın üstünde sonsuz bir kudret ve aklın hükmetmesi gerekir. O da kâinatın yaratıcısı Allah’tır. O'nun da kendisini tanıtması, emir ve yasaklarını bildirmesi gerekir. O da dindir.
Dipnotlar:
1- Capra, 1996, s. 15. 2- İnal Savi, Ailede Din Eğitimi, T. DES, Ank., 1981, s. 252. 3- Münâzarât, s. 86. 03.10.2009 E-Posta: [email protected] [email protected] |
Mehmet KAPLAN |
|
Buharî'nin ülkesi! |
-Özbekistan büyükelçiliğine- Sevgili büyükelçi; Aşağıdaki yazı, Türkiye’de ve dünya kamuoyunda ülkenizin nasıl görüldüğünü göstermesi bakımından ibret vericidir. Yazı “google arama motoru”nda, ‘Özbekistan’ yazdığımızda çıkan genel bilgilerdir ve tek cümle dahi eklenmemiştir. Bir köşe yazarı olarak; insanlarımıza üçüncü dünya ülkesi muamelesi yapılmasını iğrenç buluyor, bedduâ edip etmemekte kararsız kalıyor; devlet başkanınıza bu meselenin yansıtılmasını istiyorum. Ola ki bir hayrı dokunur… Zirâ: “Haksızlığın karşısında susan dilsiz şeytandır.” “Özbekistan Nurculara hapis verdi! Özbekistan’da İslam Kerimov zulmü bitmiyor... Nurculara hapis cezası! Kerimov Diktatörlüğü ... Özbekistan hapis verdi! Özbekistan da Nurculara terörist muamelesi! Eski Sovyet ve Türk cumhuriyetleri’nden Özbekistan, Komünist rejim döneminde dine karşı yapılan baskılara taş çıkartacak yeni uygulamalarla İslâm’a karşı neredeyse savaş açtı. Adı rüşvet ve yolsuzluklarla anılan ve ülkeyi 19 yıldan beri dikta rejimiyle yöneten Özbekistan Devlet Başkanı İslam Kerimov yönetimi, son olarak da Nur cemaatinin bütün faaliyetlerini yasakladı. Özbekistan yönetimi, Nur cemaati üyelerine ‘terörist’ muamelesi yaptı… Özbekistan’da komünizme devam! *** Cemaatin ‘radikal unsurlar taşıdığı’ iddiasına en büyük delil olarak da dünyanın her tarafında okunabilen bazı kitap ve dergiler gösterildi (!) Hiçbir şekilde şiddet çağrısı yapmayan.. Ve: Dinî makaleler yayınlayan dergi ve gazeteleri suç unsuru sayarak Nur cemaati üyelerini tutuklayan Özbekistan’daki dikta rejimi, cemaatle ilişkisi olduğu öne sürülen bazı kişileri birkaç ay önce tutuklamıştı. Geçtiğimiz aylarda Buhara şehrinde başlayan dâvâda, cemaat üyeleri sözde ‘radikallikle’ suçlanırken, savcılık makamlarının ortaya hiçbir delil koymaması ise dikkat çekti. *** Özbekistan; Geçtiğimiz yıl yine Said Nursî’nin fikirlerine yer verdiği için iki gazeteyi kapatmıştı. Gazetecileri ağır hapis cezasına çarptırmıştı. Yetti İklim gazetesi sahibi Şevket İsmailov ve İrmoq dergisi genel yayın yönetmeni Davron Tojibayev, gazete ve dergilerinde Said Nursî’nin fikirlerine yer verdiği gerekçesiyle 8’er yıl ağır hapis cezasına çarptırıldı. İnsan hakları örgütleri bu çağdışı muameleye son derece tepkili! Gazetede yer alan makaleler hiçbir şekilde şiddet ve radikalliği övmüyor… Özbek yönetiminin bu makalelerden dolayı gazetecileri ağır hapis cezasına çarptırması insan hakları kuruluşlarının da tepkisini çekiyor. Özbekistan’daki Ezgulik isimli insan hakları örgütü, ülkede Nur cemaatine sempati duyan 50 kişinin tutuklandığını, tutuklananlara karşı hiçbir somut delil ortaya konmadığına dikkat çekiyor. Kerimov, rejimini devam ettirmek için muhalifleri susturuyor! *** Özbekistan’daki dikta rejiminin muhaliflerinden: Taşpolat Yoldaşev; “Özbekistan yönetiminin olmayan düşmanlar aradığını” belirtti! Mevcut rejimin altında hiçbir dinî kuruluşun faaliyette bulunamadığını söyleyen Yoldaşev; “1990’larda Özbekistan’da demokrasi isteyen liberal unsurları temizleyen İslam Kerimov rejimi, dikta rejimine destek vermeyen dinî grupları da hedef almaya başladı. Kerimov, dikta rejimini sürdürmek için devlet televizyonlarında da sık sık Nur hareketinin sözde tehlikesine dikkat çekiyor” dedi. *** Özbekistan’da, ülkede; Yasadışı sayılan Nur Cemaati’yle bağlantıları olduğu gerekçesiyle yargı önüne çıkartılan 5 gazeteci, 8 ila 12 yıl arasında değişen haksız hapis cezası ile cezalandırıldı, ama çok özgür geçinen bir çok mahfilden gık çıkmıyor.... Özbekistan’ın İmam Buhari gibi önemli âlimleri bağrında yetiştiren bir İslâm ülkesi olduğunu ve bu ülkede İslâm’a önemli hizmetleri geçmiş bir âlim olan Bediüzzaman Said Nursi”nin eserlerini okumaktan başka bir suçu olmayan insanlara zulüm yapılması nefretle karşılanıyor. Amerika’da, Avrupa’da ve bütün dünyada iman hakikatleri olarak bilinen Bediüzzaman’a ait eserlerin bu muameleye tabi tutulması Kerimov’un sonunun geldiğini gösteriyor. Dünyada hiçbir diktatör ebed-müddet kalmamıştır çünkü.” 03.10.2009 E-Posta: [email protected] |
Mehmet KARA |
|
Siyasetteki manzara-i umumiye |
Meclis yeni yasama dönemine Perşembe günü başladı. Ancak açılışta görüldü ki, 22 Temmuz seçimlerinden sonra görülen iktidarla muhalefet arasındaki “uzlaşamama” görüntüsü devam edecek. Bunu nereden mi çıkartıyoruz? Açılışta yaşananları özetlersek bu daha net bir şekilde anlaşılır. Çiçeği burnunda yeni Meclis Başkanı Mehmet Ali Şahin, bütün milletvekillerinin oturacağı sıralara bir buket çiçek bırakarak bir jest yapmıştı. 22 Temmuz seçimlerinden beri bu zamana kadar yapılan yasama yılı açılışlarına “DTP’yi protesto ederek katılmadığı” söylenen Genelkurmay Başkanı Org. İlker Başbuğ ve kuvvet komutanları tam kadro oradaydı. (Bir istisna, komutanlar ABD Başkanı Obama’nın Meclis’teki konuşmasına da katılmışlardı.) Başta Anayasa Mahkemesi ve Yargıtay Başkanları olmak üzere yüksek yargı organlarının başkanları da açılışa gelmişlerdi. Yabancı ülkelerin büyükelçilerinin oturduğu bölümde boş yer yoktu. Basın bölümünde oturacak yer kalmadığı için, başka bölümlere oturulmuştu. Yeni her şey iyi bir açılış için hazırdı. Başbakan Erdoğan Genel Kurul salonuna girip yerine oturduğunda, AKP’li milletvekilleri elini sıkma yarışına girdiler. Bu tebrikleşme gazeteciler arasında farklı yorumlandı. Kimisi milletvekilleri Erdoğan’ı yeni torunu için tebrik ediyor, kimisi yeni yasama dönemini, kimisi de bugün yapılacak AKP kongresi öncesinde Başbakanın gözüne görünüp, partinin “yetkili kurulları”nda görev alabilmek için yaptığı şeklinde yorumladı. Meclis Başkanı Şahin, kısa ve öz konuşmasında, “Çalışmalarımızı karşılıklı sevgi, saygı ve hoşgörü ortamı içinde sürdüreceğimize yürekten inanıyorum” dese de konuşması sadece iktidar milletvekilleri tarafından alkışlandı. Bir de Şahin’in konuşmasında salondan “çıt” sesi çıkmaması da dikkat çekiciydi. Şahin’in yutkunması dahi mikrofonlardan duyuluyordu. Şahin konuşmasının ardından Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ü konuşmasını yapmak üzere Genel Kurul salonuna davet ettiğinde, AKP, MHP ve DTP’li vekiller ayağa kalkarken, MHP’li vekillerin Gül’ü alkışlamaması dikkat çekti. Bundan önce olduğu gibi, CHP’li vekiller yerlerinden dahi kıpırdamadı. Bu sahne Gül’ün konuşmasından sonra da tekrarlandı. MHP’li milletvekillerinin genel başkanları Bahçeli ayağa kalkmadan ceylan derisi koltuklarından kalkmamaları da dikkatimizi çekti. Gül’ün konuşması sırasında alkışlamalar pek olmazken, Gül’ün konuşmasında CHP’lileri ve Baykal’ı memnun eden tek bölüm, “Suçluluğu mahkeme kararıyla sabit oluncaya kadar hiç kimse suçlu ilan edilemez. Anayasamızın 15’inci maddesi uyarınca olağanüstü hal, sıkıyönetim, hatta savaş durumunda dahi ihlal edilemeyecek olan bu hakkın, yaşadığımız olağan dönemde sıkça ihlâl ediliyor olması üzücüdür” cümleleri oldu. “Bu konuda tüm kesimlere, özellikle medyamıza büyük bir sorumluluk düşmektedir. Kişilerin mahkeme salonlarında herhangi bir karar verilmeden önce yazılı veya görsel medyada yargılanıp mahkûm edilmeleri hukuk devleti anlayışıyla bağdaşmamaktadır” cümlesini bitirdiğinde ise Baykal, tebessüm ederek basın tarafına bakıp ve anlaşılamayan bir şeyler söylemesi de dikkat çekiciydi. Gül konuşmasını bitirip ayrıldığında ise, kulislere koşan basın mensupları özellikle Baykal ve Bahçeli’nin konuşmayı nasıl değerlendirdiği merak ediyordu. Bahçeli konuşmayı “Sayın Cumhurbaşkanı, farklılıklar ülkesinden gelen konuk cumhurbaşkanı gibi konuştu. Metnin hiçbir yerinde Türk kavramına yer vermemesi ayrıca bizi çok üzdü” dedi, ama Gül konuşmasında “Türk” kavramına yer vermişti. Baykal ise, Gül’ün (eğer bu konuları çözemezsek, gelirler bizim adımıza çözerler) anlamına gelen cümlesine takmıştı. “Bir cumhurbaşkanının ağzına yakışmayan, kabul edilemez, düşünülemez bir yaklaşımı Gül’ün ağzından dinlerken yüreğim karardı” diyerek değerlendirdi. Aynı gün akşamında ise, “açılış resepsiyonu” vardı. Bülent Arınç’ın başkanlığı döneminde “eşli”, “eşsiz” tartışmalarının sıkça yapıldığı, Köksal Toptan’ın başkanlığı döneminde yapılmayan tartışma, bu dönemde de yapılmadı. Ancak açılışa gelen Genelkurmay Başkanı ve kuvvet komutanlarının resepsiyona katılmaması dikkat çekti. Resepsiyonda, muhalefet partilerinin genel başkanlarını bırakın, birer milletvekili hariç hiçbir milletvekili katılmadı. Gül ve Erdoğan salonda davetlilerle tokalaşırken, gelen soruları kısa kısa cevaplayıp resepsiyondan erken ayrıldılar… Meclis’in yeni yasama döneminin açılışındaki manzara-ı umumiye böyleydi. Bütün bunlardan sonra siz karar verin. Bu Meclis yeni dönemde kavgasız, gürültüsüz çalışabilir mi? 03.10.2009 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
AKP iktidarının İsrail tezadı… |
Başbakan Erdoğan’ın Amerika’da birbirini nakzeden sözleri, “Irak işgalle bir milyondan fazla insanın katledildiğini ve koskoca bir medeniyetin çöktüğünü” belirtmesine rağmen ABD ile ilişkileri derinleştirme çelişkisiyle kalmamakta… Bir yandan Amerika’nın Irak’ı işgalinin bir netice vermediğini ve Ortadoğu’yu daha da kaos ve kargaşaya sürüklediğini nazara veren Erdoğan’ın, diğer yandan ABD’den alınacak milyar dolarlık tartışmalı Patroit füzeleri ile İsrail ihâlelerinde ısrarı, bu tezatların başında gelmekte. Keza Erdoğan’ın, “barışçıl amaçlı uranyum zenginleştirmesi”nden ve “nükleer enerji üretimi”nden dolayı Obama’nın ve İsrailli yetkililerin İran’a “askerî müdahâle”den bahsetmesini haksız bulup bölge barışını bütünüyle bozacağını uyarmasına karşı, AKP hükûmetinin İsrail’le ilişkileri yoğunlaştırması, bir diğer çelişkiyi oluşturmakta. Batılı istihbarat uzmanlarına göre, Amerikan eski yönetimini İran’a askerî saldırıya ikna edemeyen İsrail, bu ülke ile örtülü bir savaşa koyulmuş. Geniş çaplı casusluk faaliyetleriyle İranlı bilim insanlarına suikastlar, sabotaj teknikleri, paravan şirketlerle savaşı sürdürmekte… Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu (UAEK) Başkanı Muhammed El Baradey’in defalarca İran’ın nükleer enerji üretiminin barışçı olduğunu deklâre etmesine rağmen, Tel Aviv’in tahrikiyle Washington, İran’a yaptırım ve hatta saldırıyı dünyanın gündemine getirmekte. (Radikal, 18.2.2009)
İSRAİL’LE İLİŞKİLER TAM GAZ… Kısacası “Nükleer Silâhların yayılmasını Önleme Anlaşması”nı (NPT) imzalamayan İsrail, ABD’nin desteğiyle İran’a sürekli tehditler savurmakta. Bundandır ki Erdoğan, New York’ta, “Ortadoğu’da nükleer silâhı olan ülke var, örneğin İsrail. Kaldı ki Gazze’de fosfor bombaları kullanıldı. Bu ne? Kitle imhâ silâhı. Bunlar hiç masaya gelmiyor; yatıyoruz, kalkıyoruz, İran…” tepkisini dile getirmekte. Ne var ki tıpkı Davos’taki “one minute” çıkışından sonra İsrail’le işbirliği ve silâh alımı ihâlelerine hız verilmekte, ilişkiler geliştirilmekte… Aslında AKP iktidarının İsrail’le işbirliği karnesi olukça kabarık. Son yedi yıldır Türkiye İsrail’e tank ve silâh ihâleleri verdi, helikopter ve uçak satın aldı. İsrail Başbakanı Olmert’in Gazze saldırısı öncesi son Ankara’ya gelişinde siyasî, ekonomik ve enerji alanlarında daha ilerletilen “işbirliği projeleri” listesine yeni yeni silâh ihâleleri eklendi. M-60 tank modernizasyonu ihâlesi bu süreçte İsrail’e verildi. Sabra ve Şatilla mülteci kamplarında binlerce Filistinli çocuğu, yaşlıyı ve kadını katleden, hâlen komadaki eski İsrail Başbakanı Şaron döneminde (Yardımcısı Olmert’in 14-15 Temmuz’da Ankara’ya gelişiyle) kararlaştırılan ve 5 Ekim 2004 tarihinde Resmi Gazete’de yayınlanan 20 maddelik “Türkiye Cumhuriyeti ile İsrail Devleti Ekonomik Mutâbakat Zaptı” imzalandı. Tarımdan tohumculuğa, hayvancılıktan sulamaya, kimyadan enerjiye, telekomünikasyondan turizme, güvenlik ve çevre teknolojilerinden danışmanlığa kadar oldukça geniş alanda işbirliği ve ticaretin gelişmesini esas alan; GAP ve KOP’u (Konya Ovası Sulama Projesi) kapsayan ve Tuz Gölü ve Orta Anadolu köylerini içine alan bu işbirliği, 7 Mart 2007’de Kudüs’te yeni bir anlaşmayla daha da genişletilip pekiştirildi. Yine Temmuz 2007’de Ankara’da Enerji Bakanı Hilmi Güler ile İsrail Ulusal Altyapı Bakanı Binyamin Ben Eliezer arasında, Karadeniz’i Kızıldeniz’e bağlayarak, petrol, doğalgaz, elektrik ve suyu taşıyacak “Akdeniz Boru Hattı için fizibilitesi” hazırlandı.
“AŞK HİKÂYESİ’NE DÖNÜŞEN” İŞBİRLİĞİ… Bu arada Petkim’in yüzde 51 hissesinin satımı ihâlesi, 2 milyar 50 milyon dolar teklifle Kazak asıllı İsrail vatandaşı Investment Industrial Group Eurasia’nın sahibi Avrasya Yahudileri Konfederasyonu Başkanı Alexander Mashkevich’un “Ermeni- Amerikan ve Yahudi ortaklığı”ndaki TrnsCentralAsia Petrochemical Holding konsorsiyumuna “kazandırıldı.” “Galataport ihâlesi”ni, İsraillilerin “dünyadaki hükümetleri maymuna çeviren, burnu keskin çok iyi koku alan ve borsayı adeta avucunda oynatıp gittiği her ülkede kendine ortak bulan” Rusya kaçkını İsrailli işadamı kumarbaz S. Ofer’in başkanı olduğu konsorsiyuma tahsis edildi. Tartışmalı Tüpraş hisselerinin yüzde 14.76’sını da satın aldı. Özetle AKP siyasî iktidarının İsrail’le ekonomik ve bilhassa askerî işbirliği politikası, Türkiye ve İsrail’i “stratejik ortaklığa” soktu. İsrail Savunma Bakanı Barak’ın ifâdesiyle, İsrail-Türkiye askerî işbirliği “en üst nokta”ya taşındı. İsrail’in Ankara Büyükelçisi Avivi’nin, “zaman içinde AKP ile sevgiyi yakaladık; birçok konuda aynı anda aynı çıkarları savunuyoruz” ifâdesiyle “AKP ile ‘aşk hikâyesi’ne dönüştü.” (Milliyet, 21.7.2007) Son demde İsrail’in İran’a saldıracağı tehdidini savurduğu ve Başbakan’ın BM’de İsrail’den yakındığı süreçte de Ankara, İsrail’le siyasî, savunma sanayii, ekonomi ve enerji alanlarında işbirliğini tamgaz sürdürmekte. Aralarında insansız Ofek casus uydusu ve uçakları bulunan görsel istihbarat entegre sistemleri için açtığı toplam 140 milyon dolarlık ihâlesine Davos’un ardından hız verildiği İsrailli gazetecinin ifşaatıyla açığa çıkmakta. Ve bütün bunlar, AKP iktidarının İsrail tezadını, Başbakan’ın İsrail hakkındaki değerlendirmelerinin sathî ve siyasî olduğunu ortaya koymakta. 03.10.2009 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Önce kim düzelsin? |
Üzerinde ittifak edilen konulardan biri de Türkiye’nin dertlerinin bir değil, bin olduğu noktasındaki tesbittir. Hangi konu tartışılsa ‘deve’ misâliyle birlikte, “Neremiz doğru ki?” der işin içinden çıkmayı deneriz. Hakikatte de durum bundan farklı değildir. Eğitimden sağlığa, politikadan bürokrasiye hangi konuya el atılsa insanı çıldırtan gerçeklerle yüz yüze gelmek mümkündür. Belki yeterince gündemi meşgul etmiyor ama Türkiye’nin halletmesi gereken problemlerden biri de medyanın hâl ve gidişidir. Bunu da sadece sermaye sahipliği yönünden değil, asıl ‘anlayış yönünden’ incelemek lâzım. Geçmişte de, günümüzde de demokrasi ve insan haklarından yana olması gereken medyanın, çoğu zaman bu imtihanı kaybettiği ve ihtilâlcilere alkış tuttuğu görülmüştür. En yakın örneğini 28 Şubat sürecinde gördük. Gücü elinde bulunduranların oluşturduğu ‘andıç’larla insanlar mağdur edildi. Üstelik mağdur edilenlerin arasında çok sayıda medya mensubu da vardı! Medya, güç karşısında imtihanı kaybetmiş ve bir anlamda kendi ayağına kurşun sıkmıştı. Elbette gazeteciliğin temelinde ‘soru sorma’ vardır. Fakat bunu yaparken çok dikkatli olmak da gerekir. Bazı meslektaşlarımız Türkiye’yi idare edenlere ya da ‘gücü elinde tutanlar’a sordukları sorularla tarihe mâl oluyorlar. Meselâ, hiç ilgisi olmayan konularda, ilgisiz kişilere soru sorup; alınan cevapları manşetlere taşımak medyanın ‘doğru haber verme’ anlayışına sığar mı? Kendileriyle ilgili olmayan konularda görüş açıklayanlar da elbette kabahatlidir, ama asıl kabahat medyanın olsa gerek. Meselâ, bir Meteoroloji uzmanına “Hastahanelerde kuyruklar hakkında ne düşünüyorsunuz?” sorusu sorulabilir mi? Diyelim ki soruldu, o uzman “Bu kuyruklar bizi çok üzüyor?” diyebilir mi? Demiş olsa bu beyan manşete taşınır mı? Gücü elinde bulunduranlara soru sorarken de bu kıstas göz önünde olmalı değil midir? Nasıl ki ekonomi uzmanına meteoroloji sorusu sorulmamalıysa, ‘askerî uzman’a da siyaset, ticaret, din ve diyanet soruları sorulmaması gerekir. Kazâen sorulursa, soruya muhatap olanın yapması gereken şey; “Bu sorunun muhatabı biz değiliz. Ehline, uzmanına sorunuz” şeklinde cevap vermek değil midir? Böyle sorular karşısında ‘fırsat bu fırsat’ anlayışıyla her konuda fikir beyan etmek ‘uzman’lara yakışır mı? Madem problemlerimizi tarif ederken “deve”ye benzetiyoruz, o halde önce düzeltmeye hangi noktadan başlamamız gerektiğine karar vermeliyiz. “Siyaset, ticaret, ekonomi, eğitim, bürokrasi, dış politika düzelsin” gibi kabullerden önce belki de ilk sırayı “medyanın düzelmesi” şıkkına vermek lâzım. İnanın medya mensupları ‘eğri’liklerini düzeltip, haktan ve hakikatten yana tavır almaya başlarsa; diğer problemler ‘yağdan kıl çekercesine’ düzelmeye adaydır. Çünkü medyanın kendisinin ‘eğri’ olması sadece kendisiyle sınırlı kalmıyor, ‘zehirli hava’ gibi cemiyeti de bozuyor. Mümkünse önce medya düzelsin... 03.10.2009 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Tavsama ve duraksama |
Hayli zamandır Ergenekon gündeminin tavsadığını görüyoruz. Bu operasyon kapsamındaki konulardan Karargâh Evleri soruşturmasını örtbas etmekle suçlanan Hava Kuvvetleri Komutanlığı Askerî Savcısının çürük çetesi bağlantılı rüşvet iddialarıyla gözaltına alınıp tutuklanmasını, Danıştay cinayeti sanığının her duruşmada çıkardığı olayları ve evindeki cephanelikten tutuklu yarbay hakkında askerî mahkemenin verdiği tahliye kararını saymazsak, son dönemde Ergenekon’la ilgili yeni gelişme olmadı. Bunda, güze ertelenen HSYK kriziyle irtibatlı olarak, Ergenekon savcıları üzerindeki teftiş ve incelemelerin yoğunlaşması ne ölçüde etkili, bilemiyoruz. Ancak hissedilir bir duraksama var. Albay Çiçek’in imzasını taşıyan belgeyle ilgili son sözü, “Bu sahte belgeyi üretip sızdıranlar tesbit edilip yargı önüne çıkarılsın, bekliyoruz” diyen asker söyledi. Ve orada da yeni birşey yok. Keza haftalardır gündemin bir numaralı maddesini oluşturan açılım bahsinde de tavsama işaretleri görülüyor. Erdoğan ve hükümet sözcüleri ilk baştaki heyecanı ayakta tutmak için, sık sık ve tekraren “kararlılık” mesajları veriyorlar, ama ortada hâlâ somut birşey olmayınca, bunların etkisi zaman içinde giderek azalıyor ve zayıflıyor. Açılımın bir paket değil, süreç olacağını söyleyen Başbakan, kısa, orta ve uzun vadede yapılacaklardan söz ederken, açılım için öngörülen hususların, Meclis işbaşı yaptıktan sonra peyder pey gündeme getirileceği; ama esas itibarıyla gerekli yasa değişikliklerinin orta vadede gerçekleştirilmesinin düşünüldüğü ve orta vadeden kastın da önümüzdeki yıl olduğu ifade ediliyor. Yasa değişikliklerinden de sonuç almanın temel şartı olan anayasa reformunun ise bu Meclis yapısı içinde mümkün olmadığı belirtilerek, erkene çekilmediği takdirde 2011’de yapılacak olan seçimlerde temel konunun yeni anayasa meselesi olacağının işaretleri veriliyor. Eğer gidişat öyle gelişirse, seçim kampanyaları yeni ve demokratik bir anayasa ihtiyacı üzerine bina edilecek ve halktan bunun için yetki istenecek. En azından AKP’nin hesabı böyle olacak gibi. Yani, Kürt, Ermeni ve azınlık meselelerine ilâveten işsizlik sorununun da dahil edileceği açılım, iktidar partisinin seçim paketine dönüşecek. CHP-MHP ikilisi ise, açılıma karşı ortaya koydukları müşterek tavırla, seçmenin devletçi-milliyetçi reflekslere göre tercih yapan kesiminden gelebilecek oyları paylaşma hesabı yapacaklar. 22 Temmuz Meclisinin dördüncü ayağını oluşturan ve açılımın ilk günlerinde AKP ile verdiği sıcak görüntülerden giderek uzaklaşan DTP ise, ardı arkası gelmeyen polis operasyonları ve mahkeme kararlarının da bilediği tepki psikolojisi ile, ortamı daha da gerecek ajitasyonlara konu olabilecek. DTP’li vekillerle ilgili olarak bir türlü sağlam bir tedbir alınmadığı için göz göre göre gelip kapıya dayanan ifade krizi, en son örnek. 29 Mart yerel seçiminden elde ettikleri sonuçları yorumlarken “Kürdistan’ın sınırları netleşti” gibisinden beyanlarda bulunarak başlattıkları ayrılıkçı provokasyonları, “Bu açılım da fos çıkarsa ayrılmayı tartışırız” mesajlarıyla yeni boyutlara taşıyan DTP’liler, demokrasimizi yine çetin ve zorlu sınavlarla karşı karşıya getirebilir. Bu noktada, endişeli nazarların çevrildiği kritik adres yargı. DTP’li vekillerin ifade vermek için polis zoruyla mahkemeye getirilmesi kararlarının ardından ne gelecek? AYM’deki kapatma dâvâsından ne karar çıkacak? DTP’liler hakkında, ekseriyeti “örgüt propagandası”ndan açılıp halen görülmekte olan ve birer birer mahkûmiyetle sonuçlanan ceza dâvâları nereye kadar sürecek? Ve DTP krizlerinden ayrı olarak, yoğunlaşan bir yargı vesayeti altındaki ülke, yargı kaynaklı ne gibi yeni sürprizlerle karşı karşıya gelecek? Yaşayıp göreceğiz. Zaman hızla akıp giderken, sel felâketleri ya da günlerce herşeyin önüne geçirilen Cem Gariboğlu olayı gibi farklı gündemlerin diğer konuları ne şekilde etkileyeceğini de... 03.10.2009 E-Posta: [email protected] |