M. Latif SALİHOĞLU |
|
Aqıl war, mantıq war |
Arapça kökenli "akıl" (akl–ukûl'den) ve "mantık" (nutk'tan) kelimeleri, Tataristan'dan Azerbaycan'a kadar—Türkiye dışındaki—Türk dünyasının hemen tamamında "aqıl" ve "mantıq" şeklinde yazılır ve aynen öyle de telâffuz edilir. Bu, çok iyi bilinen bir husus. Türkiye'de ise, 1928'de yapılan "harf inkılâbı" esnasında Latinceden devşirilen harfler listesine "Q" gibi "X" ve "W" harfleri de dahil edilmez. Güyâ bu harfler Türkçe aksanına uymaz, Türk lisanıyla ülfet ve münasebet peydâ etmez diye reddedilmiş, yeni alfabenin dışında bırakılmış. (Hakikatte ise, maksat daha başkadır.) Buna mukabil, Türkçede hemen hiç telâffuz edilmeyen ve halen de pek kullanılmayan "J" harfi 28'lik alfabe listesine dahil edilir. Bakınız, bugün "Jandarma" şeklinde telâffuz edilen kelime bile, eski ve halis Türkçe'deki karşılığı "Cenderme"dir. Mahmut Tuncer'in söylediği "Cenderme" türküsünü hatırlayınız. Gerek Avrupa dillerinde (İngilizce, Fransızca başta olmak üzere) ve gerekse Türkî Cumhuriyetlerin çoğunda kullanılmakta olan q, x, w harflerine karşı, bugünlerde bazı insanlarımızın şiddetle muhalefet ettiğini görmekteyiz. Sebep, Kürtçe metinlerde bu harflerin kullanılıyor olması... İngilizcesine, Fransızcasına, Azericesine, Tatarcasına ses çıkarmayan bu kimselerin, söz konusu lisan Kürtçe olunca duydukları şiddetli alerjinin ve ortaya koydukları öfkeli tepkinin sebebini anlamak kolay değil. Yok efendim, bu harfler Türkçeye uyum sağlamıyormuş da, Türk alfabesinde yeri yokmuş da, falan filan... Ne "Türk alfabesi" yahu? Türklere has alfabe, bilindiği kadarıyla en son Uygurlar tarafından geliştirilmiş ve kullanılmış olan "Uygur alfabesi"dir. 1928'den beri kullanılmakta olan alfabe ise, eksik ve gedikleriyle beraber düpedüz "Latin alfabesi"dir. Gerçek bu, realite bu... Ancak, sanki ortada böyle bir realite yokmuş gibi uluorta yerde yaygara kopartılıyor, ağız dalaşları yapılıyor. Duyulan alerjinin şiddetine bakılırsa, tartışma duracak–bitecek gibi değil. Latinceyi bir tarafa bırakarak Osmanlıcaya baktığımızda ise, böylesi bir tartışmanın, çekişmenin, zıtlaşmanın esamisinin dahi okunmadığını görmekteyiz. Yani, Osmanlı'nın altı asır boyunca kullanmış olduğu alfabe, Türkçe ve Kürtçe lisanları arasında en ufak bir zıtlaşmaya yol açmadığı gibi, kelimelerin yazılması ve telâffuz edilmesinde de hiçbir sıkıntı yaşanmamıştır. Bir medeniyet lisanı kıvamını bulan Osmanlıca, Anadolu coğrafyasının dışında da hayat bulmuş ve Rumeli'den Kafkaslar'a, Karadeniz'in kuzeyindeki bölgelerden Ortadoğu coğrafyasına kadar çok geniş bir sahaya yayılarak muhtelif topluluklarda hayat bulmuştur. (Elimizde Irak Süleymaniye Ünivesitesi tarafından 1984'te basılan Nur Risâleleri var. Bunların Osmanlıca nüshalarından hemen hiçbir farkı yok. İkisinde de aynı alfabe, aynı hurufat kullanılmış. Aralarında zıtlıktan, uyumsuzluktan eser yok.) Bu kuvvetli hayat damarı kesilince de, bir dizi kopukluklar yaşanmış, ufuklar daralmış, zıtlaşmalar başgöstermiş ve bugünkü "q, x, w olsun mu, olmasın mı?" şeklinde fâsid dairenin içine düşülmüştür. Açıkça ifade edelim ki, bu fâsid daireden çıkmanın yolu, hürriyet ve demokrasinin kâmil mânâda tesis edilmesi olduğu gibi, topluluklar arasındaki uyumu lisânen sağlamanın yolu da, kemâl–i ihlâs ve gayretle huruf–u Kur'ân'a sarılmaktan geçiyor. Başka da hiçbir şekilde aradaki ahengi, uyumu, ülfeti, münasebeti tesis edemezsiniz. Zira, şimdiki Kürtçe'de kullanılmaya çalışılan x, q, w harfleri de esasında kopyadır, sokuşturmadır, yabancı menşe'lidir ve yakın tarihe kadar da hiçbir yerde, hiçbir şekilde ve hiçbir eserde kullanılmamıştır. İtirazı olan varsa, Şerefnâme'nin, Mem û Zîn'nin, yahut Nûbihar'in, hatta 1984 baskılı Peyâmè Pîrân isimli risâlenin orijinal nüshalarını araştırıp bakabilir.
Tarihin yorumu 24-25 Eylül 1396
Niğbolu'da bir 'Sultân-ı İklim-i Rum'
Anadolu Beyliklerinin çoğunu Osmanlı'ya bağlamada kısmî başarı sağlayan Yıldırım Bayezid (1360–1403), yeni fetihler için yönünü Avrupa kıt'asına çevirdi. Bulgaristan ve Sırbistan'ın fethinden sonra, sıra Macaristan ve Tuna boyundaki diğer beldelere gelmişti. Osmanlıların, fevkalâde bir hızla Avrupa'da yayılması ve bir yandan da Doğu Roma (Bizans) devletini çember altına alması, başta papalık olmak üzere bütün Hıristiyan dünyasını heyecana getirip telâşlandırdı. Böylesi bir tedirginlik içinde harekete geçen Haçlı kuvvetleri, son derece kalabalık bir orduyu vücuda getirerek Osmanlıya karşı savaş ilân etti. İçinde Fransa, İngiltere, İskoçya, Almanya, Polonya, Bohemya, Avusturya, Macaristan, İtalya, İsviçre, Belçika ve diğer Avrupa ülkelerinden askerler ile Venedik ve Rodos şövalyelerinin de katıldığı 120 bin kişilik büyük bir haçlı ordusu teşkil edildi. Niğbolu Meydanına varıncaya kadar önüne gelen Türk ve Müslüman ahaliyi kılıçtan geçiren Katolik haçlı ordusu, bölgedeki Ortodoks Hıristiyanların mallarını yağmalamaktan da çekinmedi. Sırplar, bu sebeple Osmanlı'nın yanında yer aldı. 24–25 Eylül (1396) günlerinde Niğbolu’da Yıldırım Bayezid komutasında toplanan 50–60 bin kişilik Osmanlı ordusuyla karşılaşan haçlılar, kısa sürede, yani "yıldırım hızıyla" mağlup ve perişan edildi. İşte bu tarihten sonradır ki, Mısır'daki Hilâfet makamı tarafından Osmanlı hükümdarlarına “Sultan–ı İklim–i Rûm” ünvânı verildi. 24.09.2009 E-Posta: [email protected] |