Abdil YILDIRIM |
|
Hoşgeldiniz mübarek on bir aylar |
Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Kerim’inde bazı nimetler üzerine yemin ediyor. Rabbimiz, asra yemin ediyor, geceye yemin ediyor, kuşluk vaktine yemin ediyor. Zaman üzerine ettiği yeminler, zamanın ne kadar değerli bir nimet olduğunu göstermesi bakımından dikkat çekicidir. Sözlerinin doğruluğunu kullarına ispatlamak için yemin etmek gibi bir konumda olmadığı halde, insanların dikkatini bu nimetler üzerine çekmek için böyle bir İlâhî ifade tarzı irade ediyor. Zamanın her ânı çok kıymetli bir nimettir. Ancak Rabbimiz bizleri gafletten uyandırıp ülfetten kurtarmak için zamanın bazı kesitlerini diğerlerinden daha değerli kılmış, bu zaman dilimlerinde yapılan ibadetlere daha büyük mükafâtlar vereceğini vaad ederek ekstra ikramlarda bulunmuştur. Ramazan ayını böyle bir ikram ve ihsan ayı olarak tahsis etmiş, içerisine gizlediği Kadir Gecesi ile de bin aylık bir ikramiyeyi yine bu ayda bizlere lûtfetmiştir. Onun için Ramazan ayını “Onbir Ayın Sultanı” olarak kabul ediyoruz. Rabbimize sonsuz şükürler olsun ki, böyle kıymetli ve bereketli bir ayı elimizden geldiği kadar ihyâ edip, rahmetinden ve feyzinden istifade etmeye çalıştık. Bir ay boyunca Ramazan’ı hem sahur ve iftar sofralarımızda, hem de kalp ve gönül hanelerimizde misafir edip, en güzel şekilde ağırladık, bayram sabahı da tatlı bir hüzünle uğurladık. Bayramın sevinç ve coşkusunu yaşarken, yüreğimizin bir köşesinde de Ramazan’dan ayrılmanın burukluğunu hissettik. Şimdi ise, içinde Ramazan olmayan onbir aylara girmiş bulunuyoruz. Sahuruyla, iftarıyla, teravihleri ve mukabeleleri ile bir ay boyunca beraber olduğumuz böyle mübarek bir misafirden ayrılmak elbette kolay değildir. İbadetlerimize, hayır ve hasenâtlarımıza verilen sevapların onbinlerle ifade edilen kazançlarının devam etmesini gönlümüz arzu ediyor. Onun için belki biraz hüzünleniyorz. Ancak, Ramazan’ın sona ermesiyle Allah’ın rahmet muslukları kapanmış değildir. Sadece Ramazan’a özel ikramlar sona ermiştir ama, orucun getirdiği bir takım sıkıntılar da son bulmuş, açlık ve susuzluk gibi imtihanları başarmanın huzuru ile kalpler sürura ermiştir. Şimdi, nimetlerden daha geniş ölçüde istifade etme imkânına kavuşmuş bulunuyoruz. Diğer taraftan, onbir aylar içinde de yine çeşitli ihsanlarla sevapların yüzlere ve binlere katlandığı bereketli günler devam etmektedir. Şevval ayında tutulacak 6 günlük bir oruçla, bütün yılın oruçlu geçirilmiş gibi sevaba nâil olunacağını Peygamber Efendimiz (asm) müjde vermiştir: ‘Kim Ramazan orucunu tutar ve ona Şevval ayından altı gün ilâve ederse, sanki bir yıl oruç tutmuş olur.’ (Müslim, Sıyam, 204) Bu ayların da bazı gün ve geceleri yine özel ikramlarla bereketli kılınmış ve istifademize sunulmuştur. Bilindiği gibi, Cuma günleri mü’minlerin bayramı olarak kabul edilir. Cuma günlerini hakkıyla idrak ve ihyâ edenler, ayda dört defa bayram sevabını kazanma şansına sahiptir. Ayrıca, Ramazan ayı dışındaki bazı aylar da yine Müslümanlara mübarek kılınmış, bu aylarda yapılan ibadetler, binlerle ifade edilen sevaplarla mükâfatlandırılmıştır. Zaten şunun şurasında sekiz ay sonra tekrar üç aylar gelecek, rahmet sağanağı yeniden üzerimize yağmaya başlayacaktır. Rahmeti ve Keremi sonsuz olan Rabbimiz, bizi cennetine koymak için her zaman çeşitli fırsatlar yaratıyor, imkânlar bahşediyor. Biz bir adım atarsak, O bize binlerce adım atıyor. Onun için Ramazan ayı geçti diye ibadetteki kazançlarımızın azaldığını düşünüp üzülmeye, yeise kapılmaya hiç gerek yoktur. Allah’ın her nimeti mübarek ve kıymetli olduğu için, Ramazan ayı dışındaki ayları ve günleri de çok kıymetlidir, pek mübarektir. Ramazanda kazandığımız ibadet şevkini onbir ay boyunca da devam ettirirsek, inşallah her ayımız Ramazan bereketinde geçecektir. Onun için mübarek onbir aylara hoş geldiniz diyor, bizi böyle nimetlerle perverde eden Sultanımız’a şükranlarımızı arz ediyoruz. 24.09.2009 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Iztırap karşısında sabır imandandır! |
Mete Bey: “Bir yakınımızın, anne, baba veya evlâdımızın âhirete intikalinde üzüntümüz ne derece olmalı? Veya nasıl olmalı ki, imanımıza zarar gelmesin?” Kur’ân’da peş peşe gelen üç âyet var ki, sıkıntıya düşenlerin, musîbete uğrayanların, ayrılık, acı ve ölüm yaşayanların hiçbir zaman unutmayacağı mesaj, müjde ve tesellileri taşıyor. Kur’ân diyor ki: “And olsun ki, Biz sizi bir takım korkularla ve açlıklarla ve mal, can ve mahsul eksikliğiyle imtihan edeceğiz. Sabredenlere müjdele. O sabredenler ki, başlarına bir musîbet geldiğinde, ‘Biz Allah’ın kullarıyız, Allah için yaşıyoruz ve muhakkak Allah’a döneceğiz’ derler. İşte Rablerinin mağfiret ve rahmeti onların üzerinedir. Hidayet (doğru yol) üzere hareket edenler de onlardır.” 1 Allah’a inanıyoruz, Elhamdülillah. Kur’ân’a inanıyoruz. Resûlullah Efendimize (asm) inanıyoruz. O halde bize Allah tarafından gelen dertleri de, devaları da, acıları da, müjdeleri de baş tâcı yapacağız. Allah acı vermesin. Ama acıyı sadece biz çekmiyoruz. Peygamber Efendimiz (asm), bir beşerin çekebileceği acıların tamamını çekti. Meselâ; babasız doğdu. Altı yaşında annesi vefât etti. On iki yaşında dedesi vefat etti. Peygamberlik süreci başladığında o vahşî kavmin içinde yapayalnızdı. Bir amcasına dayanıyordu. O da kendisine iman etmemişti. Her türlü cefâya katlandı. Yollarına diken serptiler, mübarek vücuduna saygısızca ve sevgisizce taşlar attılar, kanattılar, yaraladılar, üzerine işkembeler koydular, hakâret ettiler, sövüp saydılar. Defalarca öldürmeye teşebbüs ettiler. Nihayet, tek dayanağı olan amcasını kaybetti. Çok sevdiği eşi Hazret-i Hatice validemizi (ra) âhirete gönderdi. Hazret-i Hatice’den (ra) dünyaya gelen üç oğlu Kasım, Abdullah ve Tahir’in henüz bebek iken vefâtlarını yaşadı. Uhud’da çok sevdiği ve kendisini çok seven amcasının parçalanmış cesedini gördü. Oğlu İbrâhîm’in (ra) vefâtını gördü. İbrâhim henüz on altı aylıktı. Hastalanmıştı. Peygamber Efendimiz (asm) onun hastalandığı haberini aldı. İbrâhîm’in yanına gitti. İbrâhîm sessiz ve sâkindi. Ebedî âleme yolcu olduğunu âdetâ haykırmak istiyordu. Peygamber Efendimiz (asm) sevgili oğlunu kucağına aldı, bağrına bastı. O’nun kucağında iken yavaş yavaş kayan gözlerini görünce, “Allah’ın takdirine karşı elden ne gelir ey İbrâhîm!” demekten kendini alamadı. Az sonra İbrâhîm vefat ettiğinde ise, Peygamber Efendimiz’in (asm) mübârek gözlerinden sessizce ve sicim gibi yaşlar akmaya başladı. Yanında Abdurrahman bin Avf (ra) bulunuyordu. Abdurrahman bin Avf (ra): “Yâ Resûlallah! Siz de mi ağlıyorsunuz? Böyle ağlamaktan halkı men etmiş değil miydiniz?” diye sordu. Peygamber Efendimiz (asm): “Ey Avf oğlu! Ben günah ve isyanın ifâdesi olan şu iki halden sizi men ettim: Nimete kavuşulduğu sıradaki şükürsüz şımarıklıktan. Musîbet ve felâket sırasında yüz göz tırmalayarak, üst baş yırtarak isyan bağırışından. Benim sessizce gözyaşı dökmem ise şefkatin eseridir. Merhametten kaynaklanır. Merhamet etmeyene merhamet edilmez.” Mübârek gözleri tekrar yaşla dolunca da, Peygamber Efendimiz (asm): “Göz yaşarır, kalp mahzun olur. Fakat biz Yüce Rabb’imizin râzı olacağı sözden başkasını söylemeyiz. Ey İbrâhîm! Senin ayrılığın bizi hüzne boğdu” buyurdu. Ardından iki cihan güneşi Efendimiz (asm) karşıdaki dağa baktı. Buyurdu ki: “Ey dağ! Eğer bendeki üzüntü sende olsaydı, muhakkak yıkılıp gitmiştin! Fakat biz, Allah’a teslim oluruz, Allah’a dayanırız ve Allah’ın bize emrettiğini söyleriz: ‘İnnâ lillâh ve innâ ileyhi râciûn’ (Biz, Allah için yaşıyoruz ve muhakkak Allah’a döneceğiz)” 2 Anlaşılıyor ki, Cenâb-ı Hak’tan acı ve musîbet, ayrılık ve ölüm istenmez. Ancak verildiğinde sabredilir. Sabır sırasında isyan veya sitem içermeden gözyaşı dökmenin, gizlice ve sessizce ağlamanın, mahzun olmanın, üzülmenin bir sakıncası yoktur. Hattâ merhametin gereğidir. Sevap olan da budur. Ölçümüz şu olacaktır: Üzülmek, ama isyan etmemek! Mahzun olmak, ama Allah’ın işine sitem etmemek! Ağlamak, ama feryat etmemek, Allah’a küsmemek ve insanların kalplerini rikkate getirecek ve Allah’a küsmelerini netice verecek şekilde bağırıp çağırmamak, saçı başı yolmamak! Eğer bu ölçüyü korumaya güç yetirirsek, Cenâb-ı Hakk’ın müjdelediği şekilde—İnşaallah–“sabreden kimselerden” oluruz ve “Rabb’imizin mağfiret ve merhametini” yanımızda buluruz. Nitekim Üstad Bedîüzzaman Hazretleri'nin, Kur'ân'dan ilhamen kaleme aldığı şu satırlar da, ölüm karşısında insana teselli bahşetmeye kâfîdir: "Sizlere müjde! Mevt (ölüm) idam değil, hiçlik değil, fenâ değil, inkıraz değil, sönmek değil, firak-ı ebedî (sonsuz ayrılık) değil, adem (yokluk) değil, tesadüf değil, fâilsiz bir in'idam (yok edilme) değil. Belki, bir Fâil-i Hakîm-i Rahîm tarafından bir terhistir, bir tebdil-i mekândır. Saadet-i ebediye tarafına, vatan-ı aslîlerine bir sevkiyattır. Yüzde doksan dokuz ahbabın mecmaı olan âlem-i berzaha bir visal (kavuşma) kapısıdır."3
Dipnotlar:
1- Bakara Sûresi: 155, 156, 157. 2- Müslim, 4/1808; Tabakat: 1/138; Belâzurî, Ensab, 1/452. 3- Mektubat, s. 221 24.09.2009 E-Posta: [email protected] |
Şaban DÖĞEN |
|
Dünya, mü’min zindanı mı? |
Bir kimse parmağını denize daldırsa parmağı ıslanır. Parmaktaki bu ıslaklığın, daldırılan deniz suyu yanında ne hükmü olabilir? İşte Peygamberimizin (asm) bildirdiğine göre dünya hayatıyla ahiret hayatı arasındaki fark budur.1 Dünya hayatı parmaktaki ıslaklık, ahiret hayatı ise uçsuz bucaksız deryaya benzer. Demek dünya hayatı ne kadar şaşaalı, parlak, güzel ve mükemmel olursa olsun ahiret hayatı yanında son derece sönüktür. Büyüleyici güzelliklerle dolu bir manzaranın yanında âdetâ onun siyah beyaz fotoğrafı gibidir. Dünyadakiler nümunelerdir gölgelerdir. Asılları ve menbaları ise oradadır. Bu örnek bize aynı zamanda ahireti hiç mi hiç unutmamamız, her zaman önceliği ona vermemiz gerektiğini göstermiyor mu? Birçokları tarafından yanlış anlaşılan, “Dünya mü’minin zindanı, kâfirin Cennetidir” 2 hadis-i şerifi de dünyanın mü’min yanında ne kadar güzel geçerse geçsin ahireti yanında zindan gibi kalacağını göstermektedir. Bilindiği gibi mü’min imanı ve gayretleri sonucunda dünyada da bir nev’î Cennet hayatı yaşar. Ama ahiret hayatı o kadar güzeldir, orada o kadar güzel ve harika nimetlere mazhar olur ki dünya hayatı onun yanında zindan gibi çirkin kalır. İslâm bize “Dünyaya çalışmayın!” demiyor. Hiç ölmeyecekmişcesine dünyaya, yarın ölecekmişcesine de ahirete çalışmamızı istiyor. Geçimimizi sağlayacak, el âleme muhtaç olmayacak, ihtiyaçlarımızı karşılayacak kadar elbetteki dünyaya çalışacağız. Gerçek istikbal olan ve sonsuza dek devam edecek olan ahiretimizi ise hiç unutamayız. Dünya işlerine öncelik verip ahiret işlerini sona, sonraya atamayız. Allah Resûlü (asm) ne güzel uyarmış: “Akıllı, nefsine hâkim olan ve ölümden sonrası için çalışan kimsedir. Aciz de, nefsinin arzularını terk etmeyip Allah’tan olur olmaz şeyleri temenni edendir.” 3 Madem ki dünya bütün güzelliğine rağmen Cennetin yanında bir zindan gibi kalmaktadır. Madem ki dünya fanî, ahiret bakidir. Dünyaya ait işler kırılacak şişe, ahiret işleri ise elmas hükmündedir. Öyleyse himmetler bütün bütün kırılacak cam parçası hükmündeki fani dünyaya yöneltilmemeli. Akıllı insan hem dünyasını, hem de ahiretini birlikte düşünüp ona göre hareket edebilen insandır.
Dipnotlar:
1- Tirmizî, Zühd: 15. 2- Müslim, Zühd: 1; İbni Mâce, Zühd: 3; Tirmizî, Zühd: 16. 3- Tirmizî, Kıyame: 25; İbni Mâce, Zühd: 31. 24.09.2009 E-Posta: [email protected] |
M. Latif SALİHOĞLU |
|
Aqıl war, mantıq war |
Arapça kökenli "akıl" (akl–ukûl'den) ve "mantık" (nutk'tan) kelimeleri, Tataristan'dan Azerbaycan'a kadar—Türkiye dışındaki—Türk dünyasının hemen tamamında "aqıl" ve "mantıq" şeklinde yazılır ve aynen öyle de telâffuz edilir. Bu, çok iyi bilinen bir husus. Türkiye'de ise, 1928'de yapılan "harf inkılâbı" esnasında Latinceden devşirilen harfler listesine "Q" gibi "X" ve "W" harfleri de dahil edilmez. Güyâ bu harfler Türkçe aksanına uymaz, Türk lisanıyla ülfet ve münasebet peydâ etmez diye reddedilmiş, yeni alfabenin dışında bırakılmış. (Hakikatte ise, maksat daha başkadır.) Buna mukabil, Türkçede hemen hiç telâffuz edilmeyen ve halen de pek kullanılmayan "J" harfi 28'lik alfabe listesine dahil edilir. Bakınız, bugün "Jandarma" şeklinde telâffuz edilen kelime bile, eski ve halis Türkçe'deki karşılığı "Cenderme"dir. Mahmut Tuncer'in söylediği "Cenderme" türküsünü hatırlayınız. Gerek Avrupa dillerinde (İngilizce, Fransızca başta olmak üzere) ve gerekse Türkî Cumhuriyetlerin çoğunda kullanılmakta olan q, x, w harflerine karşı, bugünlerde bazı insanlarımızın şiddetle muhalefet ettiğini görmekteyiz. Sebep, Kürtçe metinlerde bu harflerin kullanılıyor olması... İngilizcesine, Fransızcasına, Azericesine, Tatarcasına ses çıkarmayan bu kimselerin, söz konusu lisan Kürtçe olunca duydukları şiddetli alerjinin ve ortaya koydukları öfkeli tepkinin sebebini anlamak kolay değil. Yok efendim, bu harfler Türkçeye uyum sağlamıyormuş da, Türk alfabesinde yeri yokmuş da, falan filan... Ne "Türk alfabesi" yahu? Türklere has alfabe, bilindiği kadarıyla en son Uygurlar tarafından geliştirilmiş ve kullanılmış olan "Uygur alfabesi"dir. 1928'den beri kullanılmakta olan alfabe ise, eksik ve gedikleriyle beraber düpedüz "Latin alfabesi"dir. Gerçek bu, realite bu... Ancak, sanki ortada böyle bir realite yokmuş gibi uluorta yerde yaygara kopartılıyor, ağız dalaşları yapılıyor. Duyulan alerjinin şiddetine bakılırsa, tartışma duracak–bitecek gibi değil. Latinceyi bir tarafa bırakarak Osmanlıcaya baktığımızda ise, böylesi bir tartışmanın, çekişmenin, zıtlaşmanın esamisinin dahi okunmadığını görmekteyiz. Yani, Osmanlı'nın altı asır boyunca kullanmış olduğu alfabe, Türkçe ve Kürtçe lisanları arasında en ufak bir zıtlaşmaya yol açmadığı gibi, kelimelerin yazılması ve telâffuz edilmesinde de hiçbir sıkıntı yaşanmamıştır. Bir medeniyet lisanı kıvamını bulan Osmanlıca, Anadolu coğrafyasının dışında da hayat bulmuş ve Rumeli'den Kafkaslar'a, Karadeniz'in kuzeyindeki bölgelerden Ortadoğu coğrafyasına kadar çok geniş bir sahaya yayılarak muhtelif topluluklarda hayat bulmuştur. (Elimizde Irak Süleymaniye Ünivesitesi tarafından 1984'te basılan Nur Risâleleri var. Bunların Osmanlıca nüshalarından hemen hiçbir farkı yok. İkisinde de aynı alfabe, aynı hurufat kullanılmış. Aralarında zıtlıktan, uyumsuzluktan eser yok.) Bu kuvvetli hayat damarı kesilince de, bir dizi kopukluklar yaşanmış, ufuklar daralmış, zıtlaşmalar başgöstermiş ve bugünkü "q, x, w olsun mu, olmasın mı?" şeklinde fâsid dairenin içine düşülmüştür. Açıkça ifade edelim ki, bu fâsid daireden çıkmanın yolu, hürriyet ve demokrasinin kâmil mânâda tesis edilmesi olduğu gibi, topluluklar arasındaki uyumu lisânen sağlamanın yolu da, kemâl–i ihlâs ve gayretle huruf–u Kur'ân'a sarılmaktan geçiyor. Başka da hiçbir şekilde aradaki ahengi, uyumu, ülfeti, münasebeti tesis edemezsiniz. Zira, şimdiki Kürtçe'de kullanılmaya çalışılan x, q, w harfleri de esasında kopyadır, sokuşturmadır, yabancı menşe'lidir ve yakın tarihe kadar da hiçbir yerde, hiçbir şekilde ve hiçbir eserde kullanılmamıştır. İtirazı olan varsa, Şerefnâme'nin, Mem û Zîn'nin, yahut Nûbihar'in, hatta 1984 baskılı Peyâmè Pîrân isimli risâlenin orijinal nüshalarını araştırıp bakabilir.
Tarihin yorumu 24-25 Eylül 1396
Niğbolu'da bir 'Sultân-ı İklim-i Rum'
Anadolu Beyliklerinin çoğunu Osmanlı'ya bağlamada kısmî başarı sağlayan Yıldırım Bayezid (1360–1403), yeni fetihler için yönünü Avrupa kıt'asına çevirdi. Bulgaristan ve Sırbistan'ın fethinden sonra, sıra Macaristan ve Tuna boyundaki diğer beldelere gelmişti. Osmanlıların, fevkalâde bir hızla Avrupa'da yayılması ve bir yandan da Doğu Roma (Bizans) devletini çember altına alması, başta papalık olmak üzere bütün Hıristiyan dünyasını heyecana getirip telâşlandırdı. Böylesi bir tedirginlik içinde harekete geçen Haçlı kuvvetleri, son derece kalabalık bir orduyu vücuda getirerek Osmanlıya karşı savaş ilân etti. İçinde Fransa, İngiltere, İskoçya, Almanya, Polonya, Bohemya, Avusturya, Macaristan, İtalya, İsviçre, Belçika ve diğer Avrupa ülkelerinden askerler ile Venedik ve Rodos şövalyelerinin de katıldığı 120 bin kişilik büyük bir haçlı ordusu teşkil edildi. Niğbolu Meydanına varıncaya kadar önüne gelen Türk ve Müslüman ahaliyi kılıçtan geçiren Katolik haçlı ordusu, bölgedeki Ortodoks Hıristiyanların mallarını yağmalamaktan da çekinmedi. Sırplar, bu sebeple Osmanlı'nın yanında yer aldı. 24–25 Eylül (1396) günlerinde Niğbolu’da Yıldırım Bayezid komutasında toplanan 50–60 bin kişilik Osmanlı ordusuyla karşılaşan haçlılar, kısa sürede, yani "yıldırım hızıyla" mağlup ve perişan edildi. İşte bu tarihten sonradır ki, Mısır'daki Hilâfet makamı tarafından Osmanlı hükümdarlarına “Sultan–ı İklim–i Rûm” ünvânı verildi. 24.09.2009 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
Nişanlılık bozulunca… |
Evlilikte de nasip ve kısmet cephesini asla unutmayalım. Çünkü, her şey Allah’ın dilemesiyle olur. Zira, yegâne Mürid ve sonsuz kudret sahibi O’dur. Biz ise, sonsuz derecede âciziz. Mikroskopla on binlerce defa büyütülüp ancak görülebilen bir mikrop bizi yerden yere seriyor. Yediğimiz yemekten bile haberimiz yoktur. Lokmaları atıştırıp, gerisine karışmıyoruz. Her şey yerli yerinde hareket ettiğine göre; birisinin dilemesi ve kudretiyle olduğu apaçıktır. Öyle ise, her işimizin Allah’ın dilemesine bağlı olduğunu bilip “İnşallah” demelidir. Kur’ân da bunu emrediyor: “Hiçbir şey hakkında ‘Yarın bunu muhakkak yapacağım’ deme. Ancak, ‘İnşaallah’ deyip Allah’ın dilemesi şartına bağlarsan müstesnadır. Unuttuğun zaman da yine, Rabbini an ve ‘Umulur ki Rabbim beni bundan daha hayırlı ve doğru yola eriştirir’ de.” 1 *** Adamın birisinin dindar bir hanımı varmış. Her meselede “İnşaallah” dermiş. Başkasının da söylemesini istermiş. Çünkü, “İnşaallah!” demek farz. Kocası ise buna fenâ halde sinirleniyormuş. Bir gün hanımına, “Ben tarlaya gidiyorum, iki saat sonra geleceğim!” demiş. Hanımı: “‘İnşaallah’ de, bey!” demiş. “Ne İnşaallah diyeyim. Hava gün güneşlik, gider gelirim!” Gitmiş. Az sonra hava kararmaya, müthiş bir rüzgâr esmeye ve bardaktan boşanırcasına yağmur yağmaya başlamış. Kendisini kulübeye zor atmış. Sicim gibi yağmur akşama kadar devam etmiş. Geç vakitler eve dönen adam, “Güm, güm, güm!” diye kapıyı çalmış. İçeriden hanımı seslenmiş: “Kim o?” “Aç hanım aç, inşaallah ben geldim, inşaallah ben geldim!” *** "Nişanlılık, nihâî bir anlaşma değildir" demiştik. Şu halde, adaylar biribirini tanıdıktan sonra, ister duygusal, ister başka haklı gerekçelerle evlenemeyecekleri kanaatine varırlarsa, başta taraflar olmak üzere herkes bu karara saygı duymalı. Yapay, sun’î girişimler ve gerekçelerle nişanlılığı devam ettirmenin vahim sonuçlar doğuracağı unutulmamalıdır. Hem şunu düşünmeli: Nişanlılık devresinde ciddî problemler, bakış açıları, yaklaşım tarzları ortaya çıkmışsa; evlilikte bunu katlarcası sökün edecektir. Zira, o zaman “nikâh bağının” verdiği güçle, çok daha ağır beklenti ve davranışlara girilebilir. Burada nişan bozulunca, bu meseleyi de İslâm hukukuna göre halletmeli. Hâkim, İslâm olmalı. Zira, insanlar nefsi, indi, hissi, duygusal yaklaşır, adalet edemez. Acaba, nişan bozulunca nasıl yaklaşılmalıdır? Nasıl bir tavır, ahlâk, huy sergilemelidir? * Tarafların birbirini incitmesine gerek yok. * Evlilik, bir nasip ve kısmet işidir. Bunun için atalarımız, düğünü tamamlanmış, atına binmiş gelin adayı kız için, “Ya kısmet!” derlermiş. *Hiç şüphesiz, bu meselelerde kaderin de bir tesiri vardır. Birbirine verilen hediyeler ne olacaktır? *Erkeğin, mehre dahil olarak sözlü veya nişanlısına vermiş olduğu şeyler, isterse kullanma ile değişmiş olsun, mevcut ise aynen, değilse bedeli geri alınabilir ve iâde edilmeli. *Erkeğin vefatı hâlinde iâdeler vârislerine intikal eder. Yâni, bu durumda da hediyeler geriye verilmeli. Erkeğin varisleri onları alır. *Kızın vefatı halinde iâdeler, terekesinden alınır. *Kızın sözlü veya nişanlısına verilen hediyeler, bağış hükmüne girerler. *Bir kimse, evlenmek istediği kadına nişan nâmına bir miktar eşya verip de, sonra nikâhtan vazgeçerse ve eşya mevcut ise geri alabilir. Kadın da bunlara karşılık olarak gönderdiği şeyleri mevcutsa geri alabilir. *Adaylardan birinin diğerine hediye olarak verdiği şey, yok olsa veya kullanılmış ise veyahut hediye alınan tarafın mülkünden çıksa, artık hediye eden tarafın geri almaya hakkı kalmaz.
Dipnot:
1- Kur’ân, Kehf, 23-24. 24.09.2009 E-Posta: [email protected] [email protected] |
Vehbi HORASANLI |
|
12 Eylül icraatlarını devam ettiren hükümet de suçludur |
Sağcısı solcusu herkes 12 Eylül icraatlarını eleştiriyor. Yalnız unutulan bir konu var onu da ben dile getireyim. 12 Eylül canileri demokrasinin çanına ot tıkamıştır. Sadece demokrasi değil zaten güç belâ geliştirebildiğimiz hukuk sistemimiz de ayaklar altına alınmıştır. Askerî Şûrâ kararlarının yargı denetimi dışına kaçırılması 12 Eylül icadıdır. Darbecilerin sinsi bir buluşudur. Bu dünyanın hiçbir yerinde görülmeyen hukuk skandalı sayesinde özellikle eşleri başörtülü olduğu için binlerce subay ordudan atılmıştır. Yahu “idarenin yaptığı her eylem yargı denetiminde olmalıdır” gerçeğini hâlâ hangi yüzle inkâr ediyorlar? Eski Cumhurbaşkanları, “idarenin yaptığı her eylem yargıya açık olmalıdır” diyordu. Fakat işbaşına gelince eskileri de, iyi bildiğimiz yenisi de birden değişiveriyorlar. Bu koltukta ne var bilmiyorum ki, oraya oturunca gerçekler değişiyor mu ne? 12 Eylül dalkavuklarının unutturmaya çalıştıkları fakat her yıl en az iki kere gündeme gelen bir zulüm hâlâ işlenmeye devam ediyor. İnsanlara hiçbir müdafaa, yargılanma hakkı verilmeksizin sadece amirlerinin verdiği raporlara istinaden işinden gücünden edilip “ordudan atılıyorlar”. İşin acı tarafı bu hukuksuzluğu daha önce gündeme getirmiş olan hükümet, yedi yıldır işbaşında olduğu halde hiçbir çözüm sağlayamadı. Ben hükümetin aciz olduğunu zannetmiyorum. Korkak ve beceriksiz olduğunu düşünüyorum. Zira daha önce siyaset dersi aldıkları Erbakan da aynı hatayı yapmıştı. Bunlar darbecilere, hakim güçlere şirin görünmek uğruna her türlü dalkavukluğu maharet sayıyorlar. Hâlbuki bu tarz siyasetin ne kendilerine ne de ülkeye hiçbir menfaati görülmedi. Aç canavara karşı tahabbüb, yani ona sevgi beslemek onun iştahını açar. Dönüp gelir dişinin kirasını ister. Aynen bunun gibi oldu. Zalimlere karşı taviz vermek onların aklını başına getirmedi. Bilâkis daha da azgınlaşmalarına sebep oldu. Erbakan, başbakanlık yaptığı dönemde kendisine hakaret eden generali terfi ettiren kararnamelere imza atmıştır. Cumhurbaşkanı Gül ve Başbakan Erdoğan da onun tedrisinden geçmiştir. Her yıl onlarca insanın Yüksek Askerî Şûrâ Kararları ile ordudan atılmasını imzalıyorlar. Güya “şerh” koyuyorlar. “Bak ben karşı çıktım” diyerek insanları aldattığını zannediyorlar. Peki, sormazlar mı adama “Kardeşim, bu zulüm belgelerini niye imzalıyorsun?” İmzalama bakalım, ne olacak? Hatırlatayım, belki yararı olur. Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay, Askerî Şûrâ kararnamelerini imzalamamakta direnmişti. Çünkü Ali Fethi Esener gibi demokrat bilinen bir generalin Genel Kurmay Başkanı olmasını istemiyordu. Sonunda amacına ulaştı. Kararnameler imzalanmayınca diğer iki kişiyle birlikte Ali Fethi Esener emekli olmak zorunda kaldı. Kenan Evren’in önü açıldı ve o da memleketin çanına kibrit suyu döktü. Bu tarihin acı gerçeğini Cumhurbaşkanımız veya Başbakanımız bilmiyor mu? Hazreti Ali’nin (r.a) devlet başkanı olduğu bir zamanda bir Yahudi’nin şikâyeti üzerine yargı önüne çıkması, Fatih Sultan Mehmet’in bir Rum mimar yüzünden aleyhine hüküm giymesi, Müslümanlarda idarenin her türlü eyleminin yargıya açık olduğunun en güzel örnekleridir. Dindarlara “gerici” diyenler, yapılan bu zulüm yüzünden en azından 1400 yıl geriye gittiklerini fark edemiyorlar mı? Gerçek gerici kimmiş bakalım? Bunlar vahşet ve bedeviyet asırlarına rücu ederek gerçek irticacı olduklarını ispat etmiş oluyorlar. Bazı asker arkadaşlarımla yaptığım konuşmalarda ve dostlar arasında “Bu konuda çok sert tepki veriyorsun” diye beni eleştiriyorlar. Lâkin bazı arkadaşlarım da bana “Niçin bu zulüm ile ilgili yazı yazmıyorsun?” diye haklı olarak itiraz ediyorlar. Hiç olmaz ise 12 Eylül’ün yıl dönümünde ve bu zulüm belgelerinin Cumhurbaşkanı ve Başbakan tarafından imzalandığı zamanlarda “ayıptır, günahtır” dememden kimse rahatsızlık duymasın, vesselâm… 24.09.2009 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
Demokratikleşmeye evet, tefrikaya hayır… (1) |
Geçen asrın başlarında azdırılan ihtilâflarla Türkleri Araplara, Arapları Türklere, küçük-büyük bütün Müslüman unsurları birbirine “düşman” eden casus Lawrencelerin sistemli kışkırtması devam ediyor. Bediüzzaman’ın tesbitiyle, zâlimlerin satranç oyunuyla “Kürtleri ecnebî himâyesi altına alan, pek mânâsız Kürtlük kavmiyeti dâvâsı”yla “İslâm kardeşliğine aykırı mâlum tahrik tekrarlanıyor. (Eski Said Dönemi Eserleri, 106-110; Kürtler ve Osmanlılık, Sebilürreşâd, 17 Mart 1920) Zira ecnebilerin bölge ülkelerini işgal ettiği bir esnada, tıpkı Osmanlının son döneminde olduğu gibi, “Kürtler adına” “özerklik modeli” paravanıyla “federasyon” ve “eyâlet” tartışmalarını gündeme getirmek, başta Kürtler olmak üzere bölgedeki diğer Müslüman milletleri zâlim canavarların ağzına atmaktır. Irak’ta sekiz yıl süren İran-Irak savaşı komplosuna yenileri eklenmekte. Körfez ülkelerinden, İran ve Azerbaycan’dan Orta Asya, Afganistan, Pakistan’ı hedefleyen ve Önasya’yı da içine alan İslâm coğrafyasında “Şîi-Sünnî çatışması” senaryosu sahnelenmekte.
“KÜRT KONTROL BÖLGESİ” YA DA “EYÂLET” Özetle Osmanlıya en zayıf yerinden vurulması oyunu oynanıyor. Bir zamanlar Arap çöllerinde yaptığı gezilerde tanıştığı ve ahbaplık kurduğu Dürzi liderlerini ve Hicaz bölgesindeki Şerif Hüseyin’i, Irak’taki Kürtleri, Asurileri ve çok sayıda aşireti parayla elde eden İngiliz ajanlarının, bölgede yandaşlarına silâh ve para dağıtarak Osmanlıya karşı kışkırtmalarına benzer plânlar sergileniyor. Osmanlı ordularını Süveyş, Yemen, Hicaz, Filistin, Basra-Bağdat’ta, mümkün olursa Anadolu içlerinde hezimete uğratmayı andıran şaşırtmalar yapılıyor. Osmanlı toprakları olan Filistin’i Yahudilere verilip “İsrail’in kurulması”nın amaçlandığı ecnebi haritalarındaki Anadolu’nun derinliklerine kadar parçalanması plânı tatbike konulmuş. Buna göre, Kuzey sınırı “Trabzon eyâleti”, Sivas’ın ve Fırat nehrinin doğusu Osmanlı Türkiye’sinden ayrı tutulacak; Van havzasını içine alacak şekilde “Büyük Ermenistan” kurulacaktı. Daha güneyde kalan Fırat nehrinin doğusunda kalan Urfa’dan Diyarbakır’a, Musul-Kerkük’ün kuzeyine kadar olan arazide “Kürt kontrol bölgesi” oluşturulacaktı. Ayrıca Rize bölgesi “Lazistan” olarak Gürcülerin kontrol ettiği bir “devletçik” olacaktı. Ve bütün bu “devletçikler”, etnik farklılıklar üzerine kurulmuş “kontrol bölgeleri” ve “otonomiler”, İngilizlerin ve işgal ortağı ecnebilerin güdümünde olacaktı… Kısacası, Bediüzzaman’ın Birinci Dünya Savaşını tefsiriyle, “Avrupa zâlim hükûmetlerinin zulümleriyle, Sevr muahâdesiyle âlem-i İslâma ve merkez-i hilâfete ihânetleri”nin yeni bir dalgası bir defa daha devrede. (Kastamonu Lâhikası, 17) “Avrupa zâlimleri devlet-i İslâmiyenin nurunu söndürmek niyetiyle, Kur’ân’ın zararına gâyet ağır şerâitle kâfirâne fikirlerini icrâ etmek maksadıyla müthiş bir su-i kast plânı” diye nitelendirdiği “gaddarâne muahâde” dediği Sevr fitnesi tekerrür ediyor. (Şuâlar, 619)
YENİ FİTNE PLÂNI VE PROJELERİNE DİKKAT
Bediüzzaman’ın tesbitiyle, “birbirine komşu, kardeş ve birbirine muhtaç” Müslüman milletleri, çeşitli ırkî ve mezhebî ayırımlar üzerinde kavga ettirme fitnesi, yeniden ilka ediliyor. Uzun zamandır Türkiye ve bölgedeki Müslüman komşu ülkelere karşı kullanılan terör örgütünün “kullanma miâdı” kısmen dolduğundan, Bediüzzaman’ın tâbiriyle “zındıka tarafından kullanılıp-işi bittikten-sonra kırılıp atılan her âlet” gibi bir kenara atılıyor. Plân, “Türk-Kürt” kamplaşmasıyla milletin birlik ve bütünlüğünü zehirlemek… Bölgenin jeostrateji ve jeopolitik geleceği üzerinde hesap yapan Amerikan Yahudi lobisi kuruluşlarında hazırlanan haritalar ortalıkta geziyor. Hedef; Bediüzzaman’ın şiddetle sakındırdığı “muhtariyet” (eyâlet) ve “tavâif-i mülûk”le, Türkiye’nin ve İslâm âleminin parçalanması. Müslüman coğrafyanın, ırklar ve kavimlere göre küçük devletlere bölünüp parçalanarak taksimi… Birlik ve beraberlik perdesini yırtıp büyük bir günâh olan “meyl-i iftirak” fitnesini uyandırmanın en başta Kürtlere ve bütün millete zarar vereceğini ve ülkeyi kavga ve kargaşayla cehennem yerine çevireceğini Bediüzzaman, bundan doksan yıl önce haber verir. İşte karşılıklı kışkırtmayla toplumda “Türk-Kürt çatışması”nın körüklenmesini amaçlayan “federasyon” çıkışları, “ayrılık” şarkıları eşliğinde açılan “yol haritaları” hep bu projenin bir parçası. “Muhtariyet”le başlayıp “meyl-i iftirak (ayrılık fikri) marazı”nı tahrik desisesiyle tırmandırılan terör, kargaşa ve kaosla iç çatışma türetmek; peşinden “federasyon” provokasyonuyla fitneyi ve “kavmiyetçiliği” uyandırmak… Bütün Türkiye’nin demokratikleşmeye, temel hak ve hürriyetlere ihtiyacı var; buna sonuna kadar evet. Ama “demokrasi ve özgürlükler” paravanındaki “yeni fitne plânı ve projeleri”ne hayır… 24.09.2009 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Bir saniye! |
Muhalif ya da muvafık bütün gazetelerde hemen hemen ortak bir haber yer aldı. Buna göre Başbakan R. Tayyip Erdoğan’ın Amerika ziyaretiyle, daha önce İsrail ile aramızda geçen “Bir dakika / One minute” krizi sona ermiş. Hatırlanacağı üzere son Davos toplantısında Erdoğan ile İsrail Cumhurbaşkanı arasında Filistin konusunda tartışma çıkmış ve Erdoğan, “One minute / Bir dakika” diyerek İsrail Cumhurbaşkanı Peres ve oturumun yöneticisine tepki göstermiş, itirazları dikkate alınmayınca da “Benim için Davos bitmiştir. Bir daha Davos’a gelmem” diyerek Davos’u terk etmişti. Başbakanın o günkü hareketi hem içeride, hem de dışarıda çok tartışıldı. Gazze başta olmak üzere komşu İslâm ülkelerinde Erdoğan posterleriyle mitingler yapıldı vs. Amerika’ya gerçekleştirilen son ziyaretle birlikte bu ‘süreç’in sona erdiği ifade ediliyor ki, bunu da sadece muhalif gazeteler değil, ‘hükümet yanlısı’ olduğu ifade edilen gazeteler de yazıyor. “Bu kanaat nereden çıktı?” diyenler olursa, özetlemeye çalıştığımız şu habere bakabilir: “Erdoğan, beraberindeki heyetle birlikte geldiği New York’ta kaldığı The Plaza Oteli’nde, aralarında Abraham Foxman’ın ulusal direktörlüğünü yaptığı ‘İnkâr ve İftiraya Karşı Birlik’ (Anti Defamation League- ADL) kuruluşunun da bulunduğu New York ve Washington merkezli önemli Yahudi kuruluşlarının temsilcileriyle görüştü. Toplantının iyi geçtiği, Yahudi cemaati temsilcilerinin Başbakan Erdoğan’a çeşitli konularda soru sordukları öğrenildi. Kalabalık bir Yahudi grubunun (Yaklaşık 50 kişi) katıldığının gözlemlendiği toplantıda, Erdoğan’ın Yahudilerin yeni yıllarını kutladığı bildirildi.” (Gazeteler, 23 Eylül 2009) Erdoğan’ın New York’a gidişinde ilk olarak Yahudi temsilcilerini kabul etmesi, onları çok memnun etmiş. ADL Başkanı Foxman “One minute” krizinin artık tarihe gömüldüğünü söylemiş ve “Erdoğan da, biz de bu konuyu açmadık. New York’a gelir gelmez ilk önce bizi kabul etmesi bize verdiği önemi göstermiştir” demiş. (Cumhuriyet, 23 Eylül 2009) Elbette devletler arasında da zaman zaman tansiyon yükselir, zaman zaman da düşer. Fakat nasıl ki tansiyonun yükselmesi için bir sebep gerekiyorsa, düşmesi için de yeni bir sebep gerekir. “Bir dakika” tepkisinden sonra ne değişti ki “kriz” geride kalmış oluyor? İsrail’e gösterilen tepki, Gazze’de Filistinlilere yaptığı zulümdü. “Fiilî savaş” sona ermiş gibi görünse de, İsrail’in Filistinlilere revâ gördüğü zulümde bir gram azalma olmamıştır. Olmadığına göre krizin de sona ermemiş olması gerekirdi. İsrail’e karşı haklı bir tepki ortaya konulduğuna göre, devamı gelmeliydi. Tâ ki İsrail, zulmünden vazgeçene kadar. Bu tepki, İsrail’in zulmünü sona erdirmesi için ortaya konulmamış mıydı? Zulüm sona ermediğine göre, tepki niçin sona ersin? Şu sorunun doğru cevabını da bulmak durumundayız: ‘Krizin sona ermesi’ kimi ya da kimleri sevindirecek? 24.09.2009 E-Posta: [email protected] |
H. İbrahim CAN |
|
Başbakan’ın Amerika gündem(ler)i |
Başbakan Erdoğan, Amerika’da yoğun bir gündeme yetişmeye çalışıyor. İki Konferans, Güvenlik Konseyi toplantısı, ikili görüşmeler ve G20 zirvesi… Bunların her biri kendi içinde önemli. Ancak bunların yanı sıra adı bilinen, ama muhtevası gizli gündemin de bulunması kaçınılmaz. Irak’tan çekilmenin Türkiye üzerinden gerçekleşmesi bunlardan birisi. Amerika çekilmenin önemli bir kısmının Türkiye sınırı üzerinden, Türk limanlarını ve kendi üslerini kullanarak gerçekleştirmek istiyor. Bu konu bu ziyaret esnasında masada bulunacak. İkinci gündem maddesi Türkiye’ye satılacak füze sistemi. Ülkemizin son yıllardaki en büyük askerî anlaşmalarından birisi olan bu satış, aynı zamanda Amerikan silâh sanayii için de önemli bir ticaret olacak. Biz kime karşı ve niye kullanacağız? Bu henüz belirsiz. Bir yandan İran dahil bütün komşularımızla iyi geçinme, işbirliği yapma politikaları geliştirirken, öbür yandan böylesine büyük ve maliyetli bir savunma sistemi kurmanın mantığını anlamak güç. Türkiye-Ermenistan ilişkilerindeki yol haritasının bundan sonrası, özellikle de bu kapsamda Ermenistan sınır kapısının açılması takvimi, Dağlık Karabağ sorununda ilerleme sağlanması, bir diğer gündem maddesi. Bu arada Afganistan’a daha fazla Türk askeri gönderilmesi ve Türk birliklerinin operasyonel faaliyetlerde kullanımına izin verilmesi de Amerika’nın gündem maddelerinden. Afganistan’daki Amerikan ve NATO birliklerinin komutanı General Stanley McCharytal, bu ülkeye ek kuvvet gönderilmesi halinde başarısız olacaklarından yakınıyor. Hem de Amerikan askeri sayısı 32 binden 62 bine çıkarılmışken. Almanya, İngiltere ve en son da İtalya kamuoyu, Afganistan’daki kayıplarından dolayı askerlerini çekmek için hükümetlerine baskı yapıyor. Bu durumda doğacak boşluğu dolduracak kuvvet lâzım. Umarız bu taleplere olumsuz cevap veririz. Gündemin diğer maddesi ülkemizin çok etkili bir katılım sergilemediği G20 zirvesi. Bu zirvede küresel ekonomiyi düzlüğe çıkaracak yeni tedbirler görüşülecek. İngiltere, şimdiye kadar Amerikalı tüketiciye güvenen dünya ekonomisinin yeni motorunun Çinli tüketiciler olması için plan teklifi hazırladı. Bu plan bizim Çin uçak gemisinin boğazlardan geçişine izin verirken kurduğumuz hayale benziyor. Birbuçuk milyara yakın Çin’liden Türkiye’ye akın akın turist getirmek, her Çinliye bir portakal satmak gibi Zihni Sinir projelerimize karşın, Çin’den daha fazla mal alma, her yeri 1 liralık mal satan Çin mağazaları ile doldurma sonucunu almıştık. Gündemde son olarak demokratik açılım—ya da Kürt açılımı—bulunuyor. Bu süreçteki kilometre taşlarının geçilmesi zamanı geldi. PKK’nın silâhsızlandırılmasında ABD’den önemli bir beklentimiz var. Bu arada af ya da ‘eve dönüş’ adımında terör örgütünün lider kadrosunun ikna edilmesi, bunların yerleştirileceği yerin belirlenmesi, malî kaynaklarının kontrol altına alınması konusunda da Amerika’nın öncülük yapması gerekiyor. Görüldüğü gibi gerek açık, gerekçe gizli gündem hayli yoğun. Umarız bu ziyaretten Nasrettin Hoca gibi ikinci bir fille dönülmez. 24.09.2009 E-Posta: [email protected] |
Robert MİRANDA |
|
Amerikalı Müslümanlar bayramınızı tebrik ediyor |
Maşallah! Ramazan geçip giderken ve Bayramı da idrak etmişken bir kez daha İslâm’ın ışığının Amerika’da parıldadığına şahit olduk. Bütün Müslümanların bayramı mübarek olsun! Böylesi zaman dilimlerinde Müslüman olmak muhteşem bir duygu... Dünyada ekonomik kaos sürüyor, savaşlar devam ediyor ve kapitalizm çöküyorken, İslâm’ın dünyada hızla yayılmasının ve gelişmesinin sebepleri merak uyandırıcı değil midir? Ramazan ayının bitmesiyle başlayan Şevval ayının ilk gün ışıklarında, namazımı Madison, Wisconsin’deki Müslüman kardeşlerimle eda ederken ruhum Allah’a hamd ile coşarak haykırdı. Namazlarımızı mescidin dışında, Allah’ın dünyaya yolladığı ışık altında eda ettik ve ben duâlarımı özellikle Türkiye’deki bütün arkadaşlarıma ve dünyanın dört bir tarafında bulunan Yeni Asya okuyucularına gönderdim. Gerçekten de, ibadetin bu gücüdür ki bütün Müslüman ümmetini Allah’ın rızası doğrultusunda hareket etmeye sevk ediyor. ABD’nin Milwaukee şehrinde, 1000’in üzerinde Müslüman, Da’wa Camii’ne bayram namazını eda etmek üzere geldi. Bu cami şehrin özellikle siyah insanlarının yaşadığı mahallelerinin merkezinde yer almakta. Camide yer kalmadığı için dışarıya taşan cemaat namazını eda ederken, Amerikalılar da caddede arabalarını yavaşça sürerken ve gelip geçerken bu ruhanî olayı seyre daldılar. Milwaukee’nin bir başka semtinde ise, 5000’in üzerinde Müslüman Wisconsin Eyalet Fuar Alanı’nda bir araya gelerek namazlarını orada kıldılar. Eminim oradaki Amerikalılar da bu namazı dikkatli ve meraklı gözlerle seyretmişlerdir. İslâm’ı seçişimin üçüncü yılına girerken, kendimi huzur içinde ve ruhum iyilikle dolmuş olarak hissediyorum. Bunu İslâm’a olan ve gün geçtikçe artan sevgime ve Allah’ın rızasını elde etmek için sürekli olarak sarfettiğim çabalarıma bağlıyorum. Allah’ın rızası doğrultusunda hareket ederken, Müslümanlar, kıtlık, açlık, savaş ve hastalıklar içinde kıvranan bahtsız insanları her daim hatırlıyor. Nitekim Amerika’daki Müslümanlar, Ramazan süresince merhamete muhtaç ve ihtiyaç halinde olan insanlara yardım ve merhamet ellerini uzattılar. Yapılan hayır ve yardımlar fakirlere iletilmiş, hediyeler ve yiyecek, giyecek ve para bağışları dağıtılmış, böylece Allah’ın bahşettiği nimet ve zenginlik paylaşılmış oldu. Bayramın ilk gününde, Müslümanlarla bayramlaşmak ve onlarla yoldaşlık ve arkadaşlık etmek üzere çok muhterem öğretmenim Süleyman Kurter’in evinde toplandık. Burada herkes için mükellef bir ziyafet hazırlanmıştı. Yemekler oldukça lezzetli olduğu gibi, burada Müslümanlar arasında gelişen diyalog ve muhabbet de oldukça güzel ve aydınlantıcıydı. Bizim kutlamalarımızı çok seviyorum, çünkü oldukça manevî bir havada gelişiyor ve tüketim toplumunun özelliklerinden uzak bir şekilde yaşandığı için kutlamanın esas mânâsını yok etmiyor. Halbuki Hıristiyan toplumunun Noel kutlamalarında, tüketim kültürü, insanları enerjilerini Allah’a şükür ve ibadetlerini yerine getirmeye harcamaktan ziyade, “acaba hangi hediyeyi alsam” endişelerine garkediyor. Ramazan Bayramı bütün dünyaya İslâm’ın şahsında, Allah’ın büyüklük ve azametini gösterdiği gibi, Müslümanların da bu kutlamalarla Allah rızasını yerine getirdiğini ifade ediyor. Herkesin Ramazan Bayramı mübarek olsun!
Tercüme: Umut Yavuz
Eid Mabarak from the Muslims in America
Mashallah! Once again the light of Islam shines on America as Ramadan ends and Eid al-Fitr begins.
To all Muslims, Eid Mabarak! It is glorious to be a Muslim in these times…
With the world in economic turmoil, wars raging and Capitalism failing, is it any wonder why Islam is spreading and growing all over the world?
At daybreak on the first day of the month of shawwal after Ramadan, my soul screamed with praise for Allah as I performed my salat with my Muslim brothers in Madison, Wisconsin.
We performed our salat outside under Allah’s light and I sent prayers to all my friends in Turkey and readers of Yeni Asya around the world. Indeed, it is the power of prayer that moves the Muslim ummah to do Allah’s will.
In Milwaukee, USA, over 1000 Muslims arrived to do salat at the dawa Mosque, located in the heart of this city’s Black community. Outside they prayed while many Americans in their cars slowly drove by observing this spiritual event.
At another location in Milwaukee, over 5000 Muslims arrived at the Wisconsin State Fair Park and made salat. I’m certain that the Americans watching were curious.
As I begin my third year since converting to Islam, I find myself at peace and filled with a sense of well being. I attribute this from my growing love of Islam and my constant efforts to do Allah’s will.
In doing Allah’s will, Muslims remember those less fortunate including those impacted by poverty, hunger, conflict, and disease. Muslims in America stretched out a hand of mercy to those in need during Ramadan. Charity was given to the poor and gifts of food and clothing and money were distributed to ensure that all share in Allah’s abundance.
On the first day of Eid I went to share camaraderie with Muslims at my teacher’s home, Brother Suleyman Kurter. A feast was prepared for all to take part in. The food was magnificent and the dialogue among the brothers was enlightening and Islamic.
I enjoy our celebrations because they are so spiritual and shun commercialism from disrupting the real meaning of the celebration. The Christian holiday of Christmas for example, is a time when commercialism leaves many Christians more concerned about what gift to buy, rather than focusing their energy on praising God.
Ramadan and Eid al-Fitr illustrate to the world that in Islam, it is the greatness of Allah and the practice of doing Allah’s will that Muslims celebrate. Eid Mabarak. 24.09.2009 E-Posta: [email protected] |