Fahri UTKAN |
|
Saffet Sağlam Ağabeyin hatırasına |
İZMİT'İN Kur’ân bülbüllerinden Saffet Ağabey de Kur’ân ayı Ramazan’da rahmet-i Rahman’a kavuştu. Her ders sonunda, oradaysa, Kur’ân okumasını genellikle o yapardı. Artık İzmit ve beldeleri ders sonlarında, Kur’ân okumalarında “Buyur bir aşir oku Saffet Abi” diyemeyeceğiz. Son olarak İzmit Kuruçeşme beldesinde ikamet etmiş, aslen Kandıralı olan ağabeyimiz İzmit’in saff-ı evvellerinden sayılır. Seka İzmit fabrikasında çalışıp emekli olan ağabeyimiz, Risâle-i Nur hizmetlerinde önde olduğu gibi özellikle neşriyât hizmetlerinde bir öncü gibiydi. Abone bulmak, gazete dağıtmak, takvim, imsakiye vs. hizmetlerde dur durak bilmezdi. İşini de sıkı takip ederdi. Meselâ, vefatından 5-10 gün evvel birisine imsakiye yaptırmış; hasta yatağında fiyatını bürodaki Salih Oral Ağabeye birkaç kere telefonla soruyor. Salih Ağabeyin “Mühim değil, daha sonra gazeteye sorar, öğreniriz, verirsin” demesine rağmen, borcunu—üç beş kuruş demeden, biraz da fazlasıyla—gönderiyor. Hasta yatağında bile hizmetin örneklerinden bir örnek. Başka bir örnek de şöyle: Bu Ramazan’daki kampanya dolayısıyla iki kişiye gazete gönderiyor ve o kişilerle anlaşıyor. Tabi o arada hastalığı ağırlaşıyor. Kuruçeşme beldesinden arkadaşların o iki kişiyle ilgilenmesini rica ediyor ve gazetelerin gidip gitmediğini araştırıyor. Derslere devamı harikaydı. Arabamız olmasına rağmen bizim bazen gitmediğimiz derslere (meselâ Bahçecik dersine) bazen iki minibüs kullanarak, kar-kış demeden giderdi. Benim bildiğim, 40 yıllık Yeni Asya okuyucularındandı. Cenazesinde nurlu bir kalabalık vardı. İzmit, İstanbul, Ankara, Gölcük, Karamürsel ve Kandıra’dan bir çok Nur Talebesi, Saffet Ağabeyin cenazesinde bulundu ve buluştu. Ve hepsi de doğruluğuna ittifakla şehadet edip hakkını helâl etti. Hakkımız helâl olsun Kur’ân bülbülümüz Saffet Ağabey! Seni, kuvvetli biçimde tokalaşman, gazete hizmetlerinde koşturman ve ders sonu okuduğun Kur’ân’la daima hatırlayacağız. Allah rahmet eylesin. 03.09.2009 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Toplu paranın zekâtı |
Kasım Bey: “Eline elli milyar toplu para geçen birisi bunun zekâtını nasıl verir? Hemen verir de parayı ondan sonra mı harcar, yoksa bir yıl sonra mı verir?”
Emekli olup yüksek miktarda ikrâmiye alan birisinin aldığı para “mal-i müstefad”dir. Yani birdenbire elde edilen ve kendisinden faydalanılan, faydalanmaya hazır olan maldır. Bu para mükâfat, bağış, ödül, miras, define, maden, toprak ürünleri (öşür), deniz ürünleri gibi yollardan elde edilen gelir gibidir. Bu tür gelirlerin, elde edildiği anda cinslerine göre belirli oranlarda zekâtı verilir; sonra harcanır. Zekâtı verilmeden harcanmaz. İbn-i Abbas, Hazret-i Muâviye ve Ömer İbn-i Abdülaziz (ra), yeni kazanılan maldan, üzerinden sene geçme şartı aramadan zekât almışlardır.1 Bu paranın ticâret malı gibi günden güne artmaya bırakılmış mallardan farkı şudur: Bu para toplu olarak elde edilmiştir. Artıcı olup olmadığı belli değildir. Belki doğrudan bir ihtiyaç için harcanacak, meselâ bir ev alınacak ve zekâtı gündemden tamamen çıkacaktır. Bu parayla ev alındığı zaman, artık bir yıl sonra zekâtı söz konusu olmuyor. Nitekim öşür de böyledir. Tarladan mahsul alındığı anda zekâtı toplu olarak veriliyor. Ondan sonra harcanıyor. Bir yıl beklenmiyor. Fakat bu toplu para ticârete tahsis edilmişse veya bir ticâret malına sermaye olarak katılmışsa, zekâtı diğer ticâret malları ile birlikte verilebilir. Bu durumda, diğer ticâret mallarının zekât zamanı geldiğinde bu mal da sayıma girer ve hepsinin zekâtı birlikte verilir. *** Dastan Bey: “1- Emekli olduğum zaman aldığım ikramiyenin zekâtını hemen vermek durumunda mıyım? Zekâtını vermeden harcayanlar, sonradan nasıl davranmalılar? Borçlu kalırlar mı? Kalırlarsa bunu nasıl telâfi ederler? Taksitle ödenir mi? 2- Son dört beş aydır nefsim ve kalbimle sürekli çelişkiler yaşıyorum. Kalbim katılaştı. Günahlara düşmeyeyim diye sürekli kendimle mücadele ediyorum. Bazen başarılı, bazen de başarısız oluyorum. Mahşer âleminde hesap gününde ne yapacağım? Rabbimin huzuruna nasıl varacağım? Lütfen bana bu konuda ne yapmamı önerirsiniz.” 1- Toplu olarak ve bir defada elde edilen paranın artıcı olup olmadığı belli değildir. Eğer bu para ile ev veya tarla gibi gayr-i menkul cinsinden, daha sonra zekâtı gündeme gelmeyecek şekilde bir ihtiyaç maddesi alınacaksa, zekâtı kırkta bir oranında derhal verilir; sonra harcanır. Çünkü artık bir yıl sonra bu paranın zekâtı söz konusu değildir. Eğer zekâtı verilmeden bir şekilde bu para harcanmışsa, sonradan telâfisi mümkündür. Kaç yıl geçmiş olursa olsun, söz konusu paraya tahakkuk eden zekât hesaplanır ve yine verilir. Bir defada toplu olarak verme konusunda sıkıntı olacaksa, aynı rakam bütçemize uygun şekilde taksitlendirilerek de ödenebilir. Burada esas olan, zekâtı emredildiği şekilde vermektir. Zamanında verilmemiş olmasında bir kasıt olmadığından, sonradan telâfi edilmesi ona kefaret olarak yeter ve İnşallah sevabına bir noksanlık gelmez; böylece zimmetinden de kurtulunmuş olur. Şu âyeti unutmamalıyız: “Namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin, Allah’a güzel bir borç verin. Kendiniz için önceden ne hayır yaparsanız, onu Allah katında daha üstün bir iyilik ve daha büyük mükâfat olarak bulursunuz. Allah’tan bağışlama dileyin. Şüphesiz Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” 2 2- Kalbimizle ve nefsimizle zaten sürekli çelişkiler yaşarız. Bu bizim mü’min olduğumuzun da gereğidir. Kalbimizin istediğini nefsimiz istemez. Nefsimizin istediğini kalbimiz istemez. Kalbimizin katılaştığını fark etmemiz, günahlara girmeyelim diye sürekli kendimizle mücadele etmemiz, bazen başarılı bazen başarısız olmamız, mahşer âleminde hesap gününden endişe etmemiz, Rabbimizin huzuruna nasıl varacağımızdan korkmamız hep, ama hep mü’min olmamızın ve Allah korkusu taşıyor olmamızın verdiği mü’mine yakışan güzel hallerindendir. Ümitsizlik yok. Fakat korkmaya, endişe etmeye, kendimizle yüzleşmeye, nefsimizle hesaplaşmaya devam… Ta mahşere kadar. Allah Rabbinin huzuruna gideceği korkusu yaşayanlara ve bu korkuyla amel edip kendisini yargılayanlara inayetini ve yardımını esirgemesin. Âmin.
Dipnotlar:
1- el-Emvâl, 1132, 1133 2- Müzzemmil Sûresi: 20 03.09.2009 E-Posta: [email protected] |
Şaban DÖĞEN |
|
Lânet okumak caiz mi? |
Nice insan vardır birine kızdığında öfkesine hâkim olamaz, başlar küfürler, lânetler yağdırmaya. Cansızlar, hayvanlar, günler, saatler, kendisi, çocukları, eşi, yakınları, dostları bile bu lânetten paylarını alırlar. Kendini bilen, söz ve hareketlerinin nereye gideceğinin, neye mal olacağının şuurunda olan olgun mü’minin işi olamaz lânetçi olmak. Çünkü Resûl-i Ekrem’in (asm) kesinlikle yasakladığı bir davranıştır lânet. Bilindiği gibi şeytan, büyüklenip Hz. Âdem’e saygı secdesinde bulunmaması sebebiyle lânetlenmiş, yani rahmetten uzaklaştırılmış, Cennetten çıkarılmıştı. Her hayırlı işte Besmele çekip Rahman ve Rahim isimlerini dillerden düşürmezken, her an, her saniye bütün kâinatı kuşatan o engin ve sonsuz rahmetten uzak kalmayı hayal bile etmezken nasıl olur da lânetler okuyarak başkalarının şeytan gibi rahmetten uzak kalmalarını isteyebilir insan? “Mü’mine lânetçi olmak yakışmaz” 1 buyuran Allah Resûlü (asm), mü’minin başkalarının kusurlarını başa kakan, lânet eden, kaba, çirkin söz ve davranışlarda bulunan, edebe aykırı konuşan kimse olamayacağını belirtmiş,2 “Hiçbiriniz diğerine ‘Allah sana lânet etsin, Allah’ın gazabına uğra, Cehennemde yan’’ gibi bedduâlarla lânet etmeyiniz” 3 buyurmuş, lânet etmenin dehşetine de, “Kim bir mü’mine lânet ederse onu öldürmüş gibi olur” 4 cümleleriyle dikkat çekmiştir. Lânet edenler Kıyamet gününde ne şefaatçi olabilir, ne de şahitlik edebilirler. 5 Bir defasında seferde bir kadın bindiği devenin yürümemesinden dolayı sıkılıp lânet etmişti de Allah Resûlü (asm), “Devenin üzerindekileri alıp deveyi bırakınız. Çünkü o lânetlenmiştir” buyurmuşlardı.6 Âl-i İmran Sûresi 61. âyetinin nüzul sebebi lânetle ilgiliydi. Necran papazları lânetin dehşetini bildikleri için korkularından lânetleşmeye yanaşmamışlardı. Lânetin en tehlikeli tarafı ise lânet eden kişi haksız yere lânet ettiğinde lânetin kendisine dönmüş olması. Böyle bir insan farkında olmadan kendi aleyhinde, Allah’ın rahmetinden kovulmak ve uzaklaştırılmak için duâ etmiş olmaktadır. Bu gerçeğe Allah Resûlü (asm) bir hadis-i şeriflerinde şöyle dikkat çekerler: “Bir kul herhangi bir şeye lânet ettiğinde o lânet göğe çıkar. Fakat gök kapıları o kötü söze karşı kapanır, yere iner. Sağa sola çarpar, gidecek yer bulamayınca lânete müstehak olana gider. Eğer lânete lâyık değilse bu defa lânet edene geri döner.” 7 “Hz. Hüseyin’in hurharca şehadetine vesile olan Yezid gibi kişilere lânet caiz mi, değil mi?” sorusu İslâm âlimleri arasında tartışma konusu olduğu, Saadettin Taftazani gibi bazı âlimlerin “Caizdir” dediği, Seyyid Şerif Cürcanî gibi allâmelerin ise, son ânında imanla mı, imansız mı gittiği bilinmediği için lânetten çekinmek gerektiğini, “Allah’ın lâneti zalimler üzerine olsun” gibi genel bir ifade kullanılabileceğini belirttikleri8 düşünülürse, lânet mü’minin en dikkat etmesi gereken konular arasında yer aldığı görülecektir.
Dipnotlar:
1. Müslim, Birr: 84. 2. Tirmizî, Birr: 48. 3. Riyazü’s-Salihîn Terc., 3:140 (hadis no: 1584; Ebû Davud, Tirmizî) 4. Buharî, Edeb: 44; Müslim, İman: 176; Tirmizî, Nüzûr: 16. Neseî, Eyman: 7. 5. Riyazü’s-Salihîn Terc., 3:140 (Hadis no: 1583; Müslim’den.) 6. A.g.e., 3:141 (Hadis no: 1584; Müslim’den.) 7. A.g.e., 3:141 (Hadis no: 1586; Ebû Davud’dan.) 8. Tarihçe-i Hayat, s. 436. 03.09.2009 E-Posta: [email protected] |
M. Latif SALİHOĞLU |
|
İnsanlık âleminin en büyük savaşı |
Birinci Dünya Savaşının (1914–18) yaraları henüz sarılamadan, insanlık âlemi 1930'lu yıllarda ikinci bir dünya savaşının sancılarını çekmeye başladı. Sömürgeci, istilâcı ve ırkçı devletler arasında bir hakimiyet dâvâsı başgösterdi. Her biri kendi adına Avrupa'yı, dolayısıyla dünyayı idare etme hırsına ve zehabına kapıldı. Sancılanma had safhasına çıktığında, beklenen savaş da artık kaçınılmaz oldu. Savaşın başlangıç tarihi hakkında çeşitli görüşler var. Bazı tarihçiler, Alman Nazi ordusunun 1 Eylül 1939'da Polonya'ya saldırmasını başlangıç tarihi kabul ederken, bazı tarihçiler de İngiltere ve Fransa'nın Almanya'ya ilân–ı harb ettiği 3 Eylül gününü esas alır. 3 Eylül günü büyük bir gürültü ile patlak veren ve Avrupa sathına hızla yayılan İkinci Dünya Harbi, yaklaşık altı sene sürdü ve yaklaşık 36 milyon insanın telef olmasıyla neticelendi. Bu savaşın bir başka ismi de "Alman Harbi"dir. Çünkü, bu savaşın en güçlü ve en aktif tarafı Nazi Almanyası'dır. Onun karşısında ise, İtalya hariç hemen bütün Avrupa devletleri var. Bu orantısızlığa rağmen, Almanya ilk başlarda başarılı ve galibâne gidiyordu. (ABD'nin ileriki yıllarda savaşa müdahil olması ve Almanya'nın karşısındaki cephede yer alması, savaşın seyrini değiştirdi.) Polonya'yı kısa sürede teslim alan Alman orduları, hemen ardından Danimarka, Hollanda, Belçika, Yugoslavya, Bulgaristan, Yunanistan, Ukrayna (Kiev) ve Fransa'yı peşpeşe düzenledikleri şiddetli saldırılar sonucu teslime mecbur etti. Alman kuvvetleri karşısında en büyük direnişi gösteren ve teslim olmayı hiçbir şekilde kabul etmeyen Avrupa devletleri ise, İngiltere ve Rusya oldu. Ancak, bu iki ülke de Alman diktatör Hitlerin gazabından kurtulamadı. Londra'ya havadan binlerce bomba yağdırarak İngiliz başkentini yerlebir eden Alman kuvvetleri, ayrıca Rusya'nın Leningrad şehrini de işgal etti ve hatta Moskova'nın 30 km. yakınına kadar ilerledi. Tabiî, karşılıklı olarak yaşanan muharebeler esnasında sadece askerî hedefler vurulmuyor ve sadece resmî üniformalılar öldürülmüyor. Bu, insanlık tarihinde ikinci bir örneği olmayan öyle bir savaştır ki, asker–sivil, küçük–büyük ayırt edilmeksizin karşı tarafın bütün vatandaşları en acımasız bir şekilde vurularak katlediliyor. Bunun yanı sıra, ekonomik, sosyal, kültürel, tarım, sınaî, enerji, lojistik, vb. bütün hedefler vurularak imha ediliyor. Alman lider Adolf Hitler'in, savaşa tâ yıllar öncesinden hazırlandığı ve ülkesinde adeta bir "savaş sanayiî" inşâ ettiği de, savaşın başlamasıyla birlikte anlaşılmış oldu. Hitler, bazan oluyordu ki, bir anda yüzlerce savaş uçağını havalandırıyor ve İngiltere, ya da Rusya'nın can damarını teşkil eden merkezlerine bomba yağdırarak yerlebir ediyordu. Yine, Hitler'in hava kuvvetlerinde ilk defa görülen bir başka farklılık ise, binlerce askerden müteşekkil paraşütçü birliklerin düşman mevzilerine havadan indirilmesi oldu. Bu derece geniş ve profesyonelce yapılan paraşütlü indirme harekâtı, daha evvelki savaşlarda hiç görülmüş değildi. Bu durum karşısında, insanlık âlemi büyük bir şaşkınlık ve tedirginlik yaşadı. Aynı zamanda, harbin safhaları hakkında dünya üzerinde büyük bir merak uyandı. Aynı durum Türkiye'de de yaşandı. Savaş hallerinden olan seferberlik, karartma, iskân mahallerini boşaltma, gıda ve hububata el koyup bunları stoklama, ekmeği karneye bağlama gibi olağanüstü haller, aynı dönemde Türkiye'nin birçok yerinde, özellikle Batı Anadolu bölgelerinde yaşandı. Bunların dışında bir de şiddetli bir mera dalgası başgösterdi Türkiye'de. Saat başı verilen savaş haberlerini dinlemek için, mütedeyyin/muhafazakâr bazı kimseler bile cami ve cemaati bırakarak radyonun başına gitmeyi tercih etti. Neyse ki, Cenâb–ı Hak, Anadolu'yu bu harb belâsında muhafaza etti. Türkiye'nin yanı sıra, diğer İslâm ülkeleri de savaşın dışında kaldı. Üstelik, İngiltere, İtalya, Fransa ve Rusya gibi sömürgeci ülkelerin saldırılarla belleri kırıldığı için, onların sömürgesi durumundaki Müslüman topluluklar da bu fırsattan istifade ile bağımsızlık yolunda ilerleme yoluna girdiler. Birkaç sene sonra da, birer birer istiklâllerine kavuştular. 1939–1945 yılları arasındaki Avrupa ise, kelimenin tam anlamıyla bir harabe kıt'aya dönüştü. Meselâ, Köln, Paris ve Londra gibi bazı mühim şehirlerin yüzde doksana varan ölçüde yakılıp yıkıldıkları tesbit edildi. Haliyle, bu tahribata paralel şekilde insanlar da ölüp telef oldu. Hele, savaşın sonunu haber veren Hiroşima ve Nagazaki'ye atılan atom bombaları, yayıldıkları alanda bir tek canlı bırakmayarak, bir anda yüz binlerce insanın hayatını karartmış oldu. Savaş yıllarında Kastamonu'da bulunan Üstad Bediüzzaman Hazretleri, "rikkât–i cinsiye" dediği insanî duyguları itibariyle, Avrupa'da haksız yere zarar gören, can ve mallarını kaybeden, bombalar altında şiddetli elem, azap ve ıztırap çeken mâsumlara acıdığını bazı mektuplarında ifade ediyor. Zira, o zaman zarfında, Avrupa'da hakikaten çok büyük ve pek dehşetli bir insanlık dramı yaşanıyordu. Zalim–mazlûm, kâfir–mâsum, çocukla–diktatör, hep birbirine karışmış vaziyette, aynı musibetten hissedar oluyordu. Neticede, Cenâb–ı Hak, bu büyük şerden de birçok hayırlar yarattı. Mâsum ve mazlûmlar, derecelerine uhrevî bir mükâfat kazanırlarken, zalim sömürgecilerin takattan düşmesi sonucu olarak da, mazlûm topluluklar bağımsızlık yolunda adım adım ilerlemeye başaldılar. 03.09.2009 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
Nişanlıların birbirini tanıma prensipleri |
Adamın birisi, zenginliği ile övünüyordu: “Şurada bir villam var, filân şehirde bir çiftliğim var, falan yerde de bir apartmanım!” Ona: “Öbür taraftaki köşk ve çiftliklerden haber ver!” denildiğinde suspus olur. *** Kendimizi tanıtırken kimi zaman güzelliğimiz, yakışıklılığımız, kimi zaman malımız, mülkümüz, arabamız, kimi zaman zenginliğimizle övünürüz. Oysa, buna hiç hakkımız yoktur. Çünkü, ne bunlar, ne bunları elde ettiğimiz akıl, zekâ ve gücümüz bizim eserimiz değildir. İnsan kendisinin yapmadığı bir şeyle nasıl övünür? Öyle ise bütün övgü onları bize ihsan edene olmalı değil mi? Özellikle şu vecizeyi her zaman görebileceğimiz bir köşeye çerçeveletip asmalıyız: “Ahirette seni kurtaracak bir eserin olmadığı takdirde fâni dünyada bıraktığın eserlere de kıymet verme!” (Mesnevi-î Nûriye, s. 122) Nişanlılar birbirini tanımak için nasıl bir metot takip etmeli? Kız-erkek, nişanlı, sözlüler; yakın akrabaları ve arkadaşları olmadan, erkek veya bayanın yalnız başına, kapalı yerlerde bir arada bulunmaları oldukça riskli! Erkek-kadın münâsebetleri meşrû sınırlar içinde olmazsa, vahim sonuçlar doğurduğunu, problemler yumağına sebebiyet verdiğini hemen her gün kitle iletişim vasıtaları ilân ediyor. İşte bu ve benzeri muhtemel tehlikeleri nazara alan İslâmiyet, yalnız başına birlikteliği izin vermemiş. Şu hâlde, nişanlı, sözlü veya bayan-erkek arkadaşlığı, “zarûret” sınırları içinde ve “meşrû” çerçevede olmalıdır. Tanıma ve tanıtma aşamalarında dikkat etmemiz gereken prensipler nelerdir? l Hayatınızı başkalarınki ile karşılaştırmayın. l Kendinizi abartmayın, her şeyi olduğu gibi tavsif edin; sınırlarınızı bilin. l Sakın kendinizi gerçek dışı vasıflarla tanıtmayın. l Maske takmayın! Olduğunuz gibi görünün, göründüğünüz gibi olun. l Muhatabınızı ihmâl edip, kendinizi çok ciddiye almayın. Bilâkis onu ciddiye alın. l Kıymetli zamanınızı ve enerjinizi gevezelikle, dedikoduyla boşa harcamayın. l Hayâl kurun, ama, hayâlperest olmayın. Nişanlınıza hayâllerinizden bahsedin, ama, arzu ve hayâllerinizi fikir diye sunmayın. l Aşırı, yersiz ve dayanaksız kıskançlıklara girmeyin. l Hatasız, kusursuz eş aramayın. Çünkü, siz de öyle değilsiniz. l Nişanlınıza geçmişteki hatalarını hatırlatmayın, hatta unutun. l Muhatabınızı problemlerin tek kaynağı olarak görmeyin, sizin de payınız var. l Bu dünyaya ilim ve duâ vasıtasıyla gelişmeye, olgunlaşmaya geldiğinizi; dolayısıyla hayatın bir okul olduğunu biribirinize hatırlatın. l Problemsiz, sıkıntısız bir aile yuvası kuracağınızı düşünmeyin. l Kahkahalarla gülmeyin, ama, devamlı gülümseyin, mütebessim olun. l Her konuda aynı şeyleri düşünmek zorunda değilsiniz. Her tartışmayı kazanmak durumunda da değilsiniz. Aynı fikirde olmamak için anlaşabilirsiniz. l Her şeyin en güzelini, en iyisini arayın. Ama, iyi ile ve güzelle yetinin. l Nişanlınızı ara sıra, ailenizi sık arayın. l Unutmayın ki, hiç kimse mutluluk veya mutsuzluğunuzdan sorumlu değildir. l Eşsiz eş arayan eşsiz kalır. l Araştırarak, prensiplere uyarak bulduğunuz eşin, dünyada bir eşi yok, buna inanın. 03.09.2009 E-Posta: [email protected] [email protected] |
Raşit YÜCEL |
|
Zaferlerimiz |
Zaferler önce gönüllerde başladı. Yani, sineler fethedildi önce. Buna “cihad” denildi. “Ölürsem şehidim, kalırsam gaziyim” anlayışı vardı. Önce “Horasan erenleri” geldi Anadolu’ya. İslâmiyetin nezaket ve ulviyetini hayatları ve yaşantıları ile ispat ettiler. Sonra Malazgirt’te açılan kapı Anadolu’yu vatan haline getirdi. Kuru bir cihangirlik değildi. Bin yıl Kur’ân’ın bayraktarlığını yaptı bu millet. “Ben öyle bir kavim getireceğim ki, onlar Allahı sever, Allah da onları sever” buyurmuştu Cenâb-ı Hak. Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri “Bu beyan-ı İlâhî karşısında düşündüm, bin yıl Kur’ân’ın bayraktalığını yapan Türk milleti olduğuna kanaat getirdim” diyordu. Bu millet, işte o millettir. Bize büyük bir yük ve emanet bırakılmıştı. Bu tarihî seyir, yeni zaferleri gerektiriyordu. Bir tarafta Asya, diğer tarafta Avrupa, başka bir kıt'ada Afrika… Üç kıt'ada at koşturan bir millet… Haçlı ordularını dize getiren bir ordu… Gittiği her yere adalet ve huzur getiren bir sosyal anlayış… İşte tarih! İşte tarihin bıraktığı berrak izler! Yeni nesil bunu iyi okumalıdır. Günün zaferleri bilimle yapılır hâle geldi. Eskiden kılıçla gerçekleşen fetihler, bu gün kalemle gerçekleşiyor. Pozitivizm hayata hâkim. Kim ispat ederse o kazanıyor. Bunun uzantısı teknolojidir. Ekonomik gelişmedir. Zayıfsanız, elinizdeki değerler de değersiz zannediliyor. Çağı iyi okuyan, maddî ve mânevî yönden teçhiz edilmiş bir hayat, yeni yeni zaferler kazandıracaktır. Zira “Bu zamanda İslâmiyetin terakkisi maddeten terakkîye bağlıdır” Zaferler devrini tamamlamıştır. Hayatını mutfak ile tuvalet arasında geçirenlere bunları anlatmak zordur. Hayat dediğimiz ne ki?... İdeali olmayan insanların ot kadar değeri yoktur. Önemli olan bu gök kubbede “hoş bir sada” bırakabilmektir. Geçmiş zaferler ile övünmek kâfî gelmez. “Kimin himmeti milleti ise, o tek başına bir millettir, kimin himmeti nefsi ise o bir hiçtir” diyen Bediüzzaman ne güzel söylemiş. Yeni zaferlere…Yeni hedeflere… Yeni ufuklara hep beraber. 03.09.2009 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Başörtüsü dünyanın gündeminde |
Ramazan ayının mânevî havası sadece İslâm ülkelerini değil, diğer dünya ülkelerini de etkisi altına almış durumda. “İslâm ülkesi” olmasalar da çok sayıda Müslümanın yaşadığı Amerika ve Rusya, Ramazan ayının atmosferinden etkilenen ülkelerin başında geliyor. Rusya ve Amerika’da yaşanan iki benzer hadise, Türkiye’yi de yakından ilgilendiriyor. Rusya Devlet Başkanı Dimitri Medvedev, 1 Eylül’de başlayan yeni eğitim sezonunun açılışını, aralarında başörtülü bir öğrencinin de bulunduğu sınıfta yapmış. (Cihan, 2 Eylül 2009) Üstelik Medvedev, başörtülü ilkokul öğrencisi ile aynı karede poz vermiş. Hemen hatırlatalım, Rusya’da orta öğrenim ve üniversitelere öğrencilerin başörtüleri ile gitmelerine izin verilirken, öğretmenler de başörtülü olarak ders verebiliyor. Rusya Devlet Başkanı Medvedev böyle yapar da Amerika Başkanı geri kalır mı? ABD Başkanı Barack Hüseyin Obama da ülkedeki Müslüman toplumunun temsilcilerine Beyaz Saray’da iftar yemeği vermiş. Başkan Obama, iftar yemeğindeki konuşmasında, Amerikan Müslüman toplumunun ABD’deki çeşitliliği oluşturan parçalardan biri olduğunu kaydedip, ‘’İslâmın, Amerika’nın bir parçası olduğunu’’ söylemiş. (AA, 2 Eylül 2009) Daha da önemli olan şu: ABD Başkanı Obama, iftara dâvet edilen Müslüman bir kız öğrenci hakkında bilgi vererek, öğrencinin okul puanıyla eyalet rekoru kırdığını hatırlatmış ve söz konusu öğrencinin sadece Müslümanlar için değil, herkes için ilham kaynağı olduğunu söylemiş. “Ne var bunda?” diyenler de olabilir. Bu itiraz bir yönüyle doğrudur. Dünyadaki yöneticiler, insanları kılık kıyafetiyle değil yaptıkları ‘iş’lerle değerlendiriyor. Bu sebeple, başarılı olan bir başörtülünün hakkı teslim edilip el üstünde tutuluyor. Bu haberlerin bizi sevindirmesi, benzer uygulamanın Türkiye’de de olmasını temenni etmemiz sebebiyledir. Şundan eminiz ki, Amerika ve Rusya Devlet Başkanlarının bile el üstünde tuttuğu başörtülülere; Türkiye daha uzun süre “ikinci sınıf” muamelesi yapamaz. Rusya’da olduğu gibi Türkiye’de de bazı üniversitelerde eğitim sezonu açıldı. Ama ne açılış! Yapılan imtihanda başarı olan ve üniversiteye kayıt olma hakkı kazanan başörtülü kız öğrenciler; daha ilk günde insanlık dışı bir uygulamaya muhatap oldu. Yürürlükteki hiçbir kanuna dayanmadığı halde onlara keyfî bir şekilde yasak dayatıldı ve ancak başlarını açmaları sonrasında kayıtları yapılabildi. Dünyadaki bu örnekleri gördükten sonra Türkiye’deki bu uygulamayı kabul etmek mümkün olabilir mi? Bütün dünya önce ‘iş’e bakıp, başörtülü öğrencileri el üstünde tutarken Türkiye’nin tam tersini yapması nasıl mümkün olabilir? Yasakçıların yaptığı bu uygulamayı kim içine sindiriyorsa, kim bütün bu uygulamalara rağmen yatağında rahatça uyuyorsa, onun ‘insaf’ından şüphe etmek gerekir. İşte aradaki fark: Bizdeki yasakçılar başörtülülerle aynı salonda bulunmayı bile içlerine sindiremezken (dönemin İÜ rektörünün bu sebeple bir toplantıyı terk etmesini hatırlayın) dünyada söz sahibi olan liderler başörtülüleri dünyaya örnek gösteriyor. Bu günleri gösterdiği için Rabbimize nihayetsiz hamdolsun, şükrolsun. 03.09.2009 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Özgün proje |
Bediüzzaman’ın en büyük ideallerinden biri, doğuda Medresetüz-Zehra adıyla bir üniversitenin kurulmasıydı. Bu husustaki teklifini proje haline getirerek 1908’de İstanbul’da Sultan II. Abdülhamid’e bizzat takdim etmek istedi, ama önüne konulan bürokratik engelleri aşamadığı için bu mümkün olmadı. Ancak Bediüzzaman yılmadı. Sultanı deviren 31 Mart olayını müteakiben haksız ithamlarla yargılandığı sıkıyönetim mahkemesinde beraat ettikten sonra 1910 yılında gittiği şarkta aşiretleri dolaşarak bu projeyi halka mal etmeye çalıştı. Bilâhare Münâzarât adıyla kitaplaştırılan sohbetlerinde, üniversite projesi için şöyle diyordu: “Camiül-Ezher’in kızkardeşi olan Medresetüz-Zehra namıyla darülfünunu mutazammın (üniversiteyi içine alan) pek âli (yüksek) bir medresenin Bitlis’te ve iki refikasıyla Bitlis’in iki cenahı olan Van ve Diyarbekir’de tesisini istiyoruz.” Ardından İstanbul’a döndü ve Abdülhamid’in halefi Sultan Reşad’la, refakaten katıldığı Rumeli gezisinde görüşmeye muvaffak olup, o günlerde Kosova’da kurulması düşünülen, ancak Balkan Harbinde burası istilâ edildiği için akim kalan üniversite projesine ayrılmış on dokuz bin altın liralık tahsisatın, doğuda kurulmasını istediği Medresetüz-Zehra’ya aktarılmasını kabul ettirdi. Sonra da Van’a giderek göl kıyısında üniversite binasının temelini attı. Ama Birinci Dünya Harbi patlak verince, temel, atıldığıyla kaldı. Akabinde Bediüzzaman talebeleriyle vatan müdafaası için cepheye koştu. Esir düştü. Esaret dönüşü İstanbul’da İngiliz işgaline karşı mücadele verdi. Anadolu’daki Kurtuluş Savaşını destekledi. M. Kemal’in ısrarlı davetleriyle gittiği Ankara’da, yeni devletin idarecileriyle Birinci Meclis üyelerine, yarıda kalan üniversite projesini anlatıp destek istedi. Çoğunluğu ikna edip M. Kemal’in de imzasıyla tahsisat çıkarmayı başardı, ama yeni yönetimin medreseleri kapatma kararı üzerine bu teşebbüsü de sonuçsuz kaldı. Bu durumda Bediüzzaman, idealindeki üniversiteyi kurmak için çok farklı ve orijinal bir yolu denedi ve muvaffak oldu: Bir türlü maddeten tesis edemediği Medresetüz-Zehra’yı, telif ettiği Risale-i Nur Külliyatıyla manen inşa etti. Binası, tesisleri, resmî kadro ve bütçesi olmayan, ama eserlerin okunduğu her ev ayrı bir şube, derslerin yapıldığı her salon müstakil bir anfi gibi hizmet veren, gönüllülük esasına dayalı, risaleleri okuyan herkese hem talebe, hem de—anlama derecesine göre—hoca vasfı kazandırarak kısa zamanda toplumun derinliklerinde kök salan bir tamamen sivil ve hür üniversiteydi bu. Said Nursî Risale-i Nur Üniversitesini dinamik, seyyal ve sivil bir temel üzerine inşa etti, ama kurumsal anlamda bir üniversite projesinin de peşini bırakmadı. Ve CHP diktatörlüğü 1950’de yıkılıp DP’nin iktidara gelmesinden sonra Reis-i Cumhur Bayar’la Başvekil Menderes’e yazdığı mektuplar ve gazetelere gönderdiği açıklamalarla, yeni hükümetin doğuda üniversite kurma girişimlerini destekledi. Kürtleri de kucaklamasını istediği bu üniversitenin ayrıca İran, Arap âlemi, Hint yarımadası, Kafkasya ve Türkistan’ı içine alacak geniş bir coğrafyaya, uluslararası boyutta hizmet vermesini önerdi. Üniversitede verilecek eğitimin temel prensibini ise “dinî ilimlerle pozitif bilimleri kaynaştırmak” olarak tesbit ederken, ırkçılık fitnesine karşı İslâm kardeşliğine vurgu yapılmasını istedi. Onun bir asır önce “Bizim düşmanımız cehalet, zaruret, ihtilâftır. Bu üç düşmana karşı san’at, marifet, ittifak silâhıyla cihad edeceğiz” sözüyle dile getirdiği orijinal yaklaşım çerçevesinde geliştirdiği Medresetüz-Zehra projesi, bugün hâlâ kıyısına dahi yaklaşılamamış son derece engin bir ufuk ve vizyonun somut ifadesiydi. Asırlık gecikmesi Türkiye’ye de, İslâm âlemine de, bütün dünyaya da çok pahalıya mal olan bu çok özgün proje hâlâ doğru bir şekilde anlaşılmayı ve samimiyetle uygulanmayı bekliyor... 03.09.2009 E-Posta: [email protected] |