Lahika |
Hadis-i Şerif Meâli
Oruç iç organları inceltir. Eti eritir ve Cehennem ateşinin hararetinden uzaklaştırır. Şüphesiz Allah'ın hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve hiçbir insanın hatır ve hayaline gelmeyen nimetleri ihtivâ eden bir sofrası vardır. Bu sofraya, ancak oruçlular otururlar.
Câmiü's-Sağîr, No: 2533 |
03.09.2009 |
Oruç ve zekâtı terk etmenin getirdiği musîbetler
hakikatli bir rüya-yı hayaliyede, Harb-i Umumînin beşinci senesinde, bir acip rüyada benden soruldu: “Müslümanlara gelen bu açlık, bu zayiât-ı maliye ve meşakkat-i bedeniye nedendir?” Rüyada demiştim: “Cenâb-ı Hak bir kısım maldan onda birHAŞİYE-1 veya bir kısım maldan kırkta bir, HAŞİYE-2 kendi verdiği malından birisini bizden istedi—tâ bize fukaraların duâlarını kazandırsın ve kin ve hasetlerini men etsin. Biz, hırsımız için tamahkârlık edip vermedik. Cenâb-ı Hak, müterakim zekâtını, kırkta otuz, onda sekizini aldı. “Hem senede yalnız bir ayda, yetmiş hikmetli bir açlık bizden istedi. Biz nefsimize acıdık; muvakkat ve lezzetli bir açlığı çekmedik. Cenâb-ı Hak, ceza olarak, yetmiş cihetle belâlı bir nev'î orucu beş sene cebren bize tutturdu. “Hem yirmi dört saatte birtek saati, hoş ve ulvî, nuranî ve faydalı bir nev'î talimat-ı Rabbâniyeyi bizden istedi. Biz tembellik edip o namazı ve niyazı yerine getirmedik. O tek saati diğer saatlere katarak zayi ettik. Cenâb-ı Hak, onun kefareti olarak, beş sene talim ve talimât ve koşturmakla bize bir nev'î namaz kıldırdı” demiştim. Sonra ayıldım, düşündüm, anladım ki, o rüya-yı hayaliyede pek mühim bir hakikat vardır. Yirmi Beşinci Sözde, medeniyetle hükm-ü Kur’ân’ı muvazene bahsinde ispat ve beyan edildiği üzere, beşerin hayat-ı içtimaîsinde bütün ahlâksızlığın ve bütün ihtilâlâtın menşei iki kelimedir: Birisi: “Ben tok olduktan sonra başkası açlıktan ölse bana ne?” İkincisi: “Sen çalış, ben yiyeyim.” Bu iki kelimeyi de idame eden, cereyan-ı ribâ ve terk-i zekâttır. Bu iki müthiş maraz-ı içtimaîyi tedavi edecek tek çare, zekâtın bir düstur-u umumî sûretinde icrasıyla, vücub-u zekât ve hurmet-i ribâdır. Haşiye-1: Yani, her sene taze verdiği buğday gibi mallardan onda bir. Haşiye-2: Yani, eskiden verdiği kırktan ki, her senede galiben ve lâakal ribh-i ticarî ve nesl-i hayvanî cihetiyle, o kırktan taze olarak on adet verir. Mektûbât, s. 264, (yeni tanzim, s. 460) *** Evet, âlem-i İslâmın, bu asrın hasareti olan bu dehşetli İkinci Harb-i Umûmiden kurtulmasının sebebi, Kur’ân’dan gelen îman ve a’mâl-i saliha olduğu gibi; fakirlere gelen acı açlık ve kahtın sebebi, orucun tatlı açlığını çekmedikleri ve zenginlere gelen hasaret ve zayiâtın sebebi de, zekât yerinde ihtikar etmeleridir. Ve Anadolu’nun bir meydan-ı harb olmamasının sebebi, “İman edenler müstesna” (Asr Sûresi: 3.) kelime-i kudsiyesinin hakîkatini fevkalâde bir sûrette yüz bin insanların kalblerine tahkîki bir tarzda ders veren Risâle-i Nur olduğunu pekçok emarelerle ve şakirtlerinden binler ehl-i hakîkat ve dikkatin kanaatleri ispat eder.
Tarihçe-i Hayat, s. 278, (yeni tanzim, s. 492) |
03.09.2009 |
Tesbih taşları gibidir insan
Bazen taşlar da ders verir insana, Bazen de taşlar üstün gelir insana!
Bu dünyadaki en mutlu taşlar, zannedersem, tesbih taşları olsa gerek.” Camide namazın hemen sonunda tesbihâta geçilince, bir hareketlenmedir başlar ya, işte o anda nedense bu cümle aklıma gelmişti. Hakikaten tesbih taşları, üzerine yüklenen anlamlar ve kullanıldığı şekle bakılırsa taşlar arasında güzel bir yeri hak ediyorlar. Çünkü, bir kere ibadete vesile oluyorlar. Kendileri şuursuz olmakla birlikte, insanın şuuruyla diğer taşlar adına, onların namına Sâni-i Hakîm’e sanki ibadet ediyorlar. Her namazdan sonra Allah ism-i Celîl’ine sanki ayna oluyorlar. Her biri kendi nev'î nâmına insanın dilinden ‘Sübhanallah, Elhamdülillah, Allah-u Ekber’ söylettiriyorlar, söylüyorlar. Kâinatın, Hâlık’ına—lisân-ı haliyle—ettiği gizli zikirleri sanki insanın diliyle açığa çıkarıyorlar. Ancak, tesbih taşı olmak da, taşlar arasında birinciler sırasına girmek de öyle kolay değil! Bir kere bir ustanın elinde bir hayli işleme girmeniz gerek. Bazen sivriliklerinizin törpülenmesi, bazen çekiçle vurulmanız, bazen bir parçanızdan koparılmanız gerekebilir. Ama tesbih taşları bu durumdan hiç şikâyetçi değildir, çünkü şikâyete hakları yoktur. Bilirler ki tesbih taşı olabilmek için buna değer… Sahi bilirler mi? Tespih taşı olduktan sonra da bir ip üzerinde bir sürü diğer taşla yan yana, omuz omuza vermeniz gerekmektedir. Siz hiç, bir taşı “Ben bu diğer taşlarla yan yana gelmem” diye şikâyet ederken gördünüz mü? Çünkü bir tesbih taşı farkındadır ki, diğer taşlarla birlikte olmazsa “tesbih” olmaz, kendisi de “tesbih taşı” olamaz. Sahi farkında mıdır? Ayrıca diyelim ki bir taş “tesbih taşı” makamına yükseldi. Bu taş tutup da “imame de olabilirdim” diye şikâyete başlamaz. Ya da imameye göre sıralamada kaçıncı olduğunu dert etmez. İmameye yakın olmakla, uzak olmanın Allah ismine ayna olma bakımından bir fark oluşturmayacağını anlamıştır. Sahi anlamış mıdır? Çoğu zaman, bilhassa camilerde, tesbihler kullanılmadan önce oradan buraya atılıyor, buradan oraya fırlatılıyorlar. Oysa tesbih taşları bu durumdan da şikâyetçi değildir. Çünkü görmüşlerdir ki, Allah’ın ismine vesîle (ayna) olabilmek için, bir ele varmak için, maksuda varmak için bu çile gereklidir…Sahi görmüşler midir? *** İnsan da bir çok açıdan tesbih taşına benzer. Ama tesbih taşı göremez, öngöremez, anlayamaz, fark edemez ve bilemez. Ve isyan edemez… Tesbih taşları gibidir insan. Tıpkı tesbih gibi vazifesi zikirdir. İbadet ve duâ diliyle zikir... Aslında, insanın vazifesi tesbihtir! Tesbih taşları gibidir insan. Tesbih taşı Allah ismine insanın şuuru vesilesiyle ayna olduğu gibi, insan da bu dünyada Allah’ın isimlerinin hepsine güzel bir ayna olabilmek için yaratılmıştır. Tesbih taşları gibidir insan. Yapılmıştır. Bir Usta’nın elinde yaratılmıştır. Ve bu Usta, insanı bu dünyada hikmeti gereği bazen hastalıklarla törpüler, bazen musîbetlerle onu sevdiği şeylerden uzaklaştırır, koparır. Tâ insan vazifesini güzel yapsın, yaratılışına lâyık bir şekle dönüşsün. İnsanın Rabb-i Rahîmine karşı bir hakkı yoktur. Tesbihin ustasına hak dâvâ edemeyeceği gibi… Tesbih taşları gibidir insan. Niye “imam olmadım, lider olamadım, zengin olmadım” diyemez, şikâyet edemez. Diğer insanlarla bir arada, omuz omuza yaşaması gerekir. Bir diğerine yaratılışı itibariyle üstünlük dâvâ edemez. Bir hizada, bir ip üzerinde, aynı hizmette bulunduğunda, onun bunun önüne geçmeye çalışamaz. Vazifesini terk edemez… Tesbih taşları gibidir insan. Bazen fani dünyanın marifetiyle oradan oraya savrulur, dünya hanında bir hayli yorulur. Ama maksuda varmak için biraz çaba gerekir, değil mi? Tesbih taşları gibidir insan. Lâkin, tesbihin hâl diliyle söylediklerini anlamaz, tesbih yerine isyan ederse, tesbih taşı kadar da olamaz. Kalbi taş kadar katılaşır. Taş kadar düşer, hatta taştan da aşağı düşer… Tesbih taşları gibidir insan. Tesbih gibi vazifesini yaparsa, tesbihhân olursa, tesbih taşlarından insana ne kadar mesafe varsa o kadar, hatta daha da fazla yükselir, yükselir…
(Not: Bu yazıyı, Kur’ân okuyuşunu çok özleyeceğim Saffet Ağabeyimin azîz ruhuna ithaf ediyorum) [email protected] |
AHMET TAHİR UÇKUN 03.09.2009 |
Kalbin cilâsı: Açlık
Oruç tutma fiilinin neticesi aç kalmaktır. Bu, ister Ramazan orucu, ister diğer zamanlarda tutulan adak, kaza, nafile oruçlar olsun, fark etmez; neticesi açlık ya. Açlık, oruç tutmak sûretinde olursa ibadettir; diğerleri riyâzettir. Cenâb-ı Hakk’ın bizim aç kalmamıza, susuz kalmamıza ihtiyacı olmadığına göre; ihtiyacı olan bizleriz. Risâle-i Nur’da, Ramazan Risâlesinde ifade edildiği gibi; Cenâb-ı Hak nefse her çeşit te’dip yolunu, usûlünü tatbik ediyor, fakat nefis bir türlü uslanmıyor. Ne zaman ki onu aç bırakıyor, o zaman aklı başına geliyor; aczini anlıyor ve “Sen benim Rabb-i Rahîmimsin. Ben Senin âciz bir abdinim” diyor. Böylece, burnu sürtülüyor ve gerçek nimet vericiyi yani Mün’im-i Hakîkî’yi tanıyor, idrak ediyor. Ramazan orucunun birçok hikmet ve faziletiyle birlikte, aç kalmanın nefis terbiyesindeki yeri dikkate değer özellik ve önem arz ediyor. Çünkü açlık, nefsin firavunluk damarını kırıyor, mahvediyor. Madem açlık, duyguları inceltiyor, rûha kuvvet veriyor; şu içinde bulunduğumuz rahmet mevsimini, Ramazan günlerindeki orucu; oruç vasıtasıyla yaşanan açlığı iyi değerlendirmek gerekir. Hz. Peygamberimiz (asm): “Kalplerinizi az gülmek ve az yemekle ihyâ ediniz; açlık ile temizleyiniz ki, yumuşasın, parlasın” tavsiyesinden sonra: “Midesini dolduran kimse melekût âlemine yükselemez” ikazında bulunuyor. Öyle ya! Melekler yiyip içmezler, maddeyle işleri olmaz onların. İnsan da, Allah’ın rızasını gözeterek yiyip içmeyi terk ettiği zaman rûhânîleşiyor, âdeta melekiyet mertebesine yükseliyor. Abbasîler dönemi âlimlerinden gönül insanı Ebu Talib el Mekkî ise, açlığın insana kazandırdıklarını şöyle ifade ediyor: “Mide, saz gibidir. Saz, hafif, ince ve içi boş olduğu için güzel ses çıkarır. (İnsan), mide(si) boş olduğu vakit ona göre Kur’ân okur, daha fazla kıyamda durabilir ve az uyku ile iktifa edebilir.” Bu aç kalış, sadece Ramazan ayına ve oruç tutmaya münhasır değil; bunun dışında da az yemek, az uyumak hem sağlık, hem de mânevî lâtifelerin hayat bulması için tavsiye edilen hayat tarzıdır. Açlık, nimetin kıymetini bilmeye vesile olduğu gibi; hamdi, şükrü arttırıp gözleri ve gönülleri ibadete sevk eder. Düşünme melekesini geliştirir, daha fazla ve daha rahat ibadet etme imkânı verir. Hem açlığı tadan insan, umulur ki başka aç olanları da hatırlar, onların hâlini anlayıp onlara el uzatır. Çünkü: “Yoksulun zengin açar mâlinden, / Tok olan bilmez açın hâlinden.” Hâlden anlamak, ihtiyaç sahipleriyle hemhâl olmak; dertlerine merhem sunmak insanlığın şiarıdır. Merhum Gönenli Mehmet Efendi: “Bir insan, insanlara acıyıp da onların dertlerine ortak olabiliyorsa ve onlarla beraber ortak adım atabiliyorsa, o vakit insandır, insan olur” diyor. Demek ki, “hep bana” dememeli, boş kalmalı karınlar. Peygamber Efendimiz (asm): “İnsanoğlunun doldurduğu kapların en kötüsü midesidir” buyururken; bunun sebebini, Hz. Aişe (ra): “İnsanın karnı doyunca nefisleri dünyaya meyleder” sözleriyle açıklıyor. Bir başka hadis-i şerifte ise: “Kıyamet günü Allah katında en üstün olanınız, en çok aç kalanınız ve Allah Teâlâ’nın azametini tefekkür edeninizdir” buyruluyor. İnşallah, şu sıcak yaz günlerinde tuttuğumuz oruçlar, manevî hayatımıza rahmet olur, feyz olur. Safâ olur, ders olur… |
ALİ RIZA AYDIN 03.09.2009 |