Nejat EREN |
|
Rahmetle kucaklaşmak, hizmetle hemhâl olmak |
Mübarek Ramazan ayının yarısına yaklaşıyoruz. Semaya, arza, hânelere, gönüllere, insanlığa büyük rahmet ve bereket yağıyor. Huzur ve saadetin bütün tonları ve frekansları bu anlarda mevcut. Mevcûdât ve kâinat “cuş u huruşta!” Bu fakir de, yayla havasında, Torosların eteklerinde iki farklı zıtlığı birlikte yaşıyor: Mutluluk ve üzüntü. Mutluluğumun iki ana sebebinden birisi dâvâm adına, diğeri şahsım ve ailem adına. Dâvâm adına olan mutluluğumun da iki yönü var: Birinci ve en büyük mutluluğum, doğduğum ilçeme tarihinde ilk defa günlük olarak 16 Yeni Asya gazetesinin geliyor olması. Bir avuç dâvâ adamıyla, bir ay boyunca eşe dosta bunları dağıtıyoruz. Üç bin de kitap getirdik. Onları da sırasıyla dağıtmaya başlayacağız İnşaallah. Son derece mutlu ve huzurlu bir ortamdayım. Ramazan ayı sonunda bunlardan birkaç tanesi bile devamlı abone kalsa büyük kazanç olacak. İkinci mutluluğum ise: Antalya il ve ilçelerinde bulunan değerli dâvâ arkadaşlarımın, “şahs-ı mânevî” anlayışıyla, birlik, beraberlik ve üstün bir gayret içerisinde, gazetemizin başlattığı “Ramazan Kampanyası” için ay boyunca Antalya ili merkezinde on bir bin, ilçelerinde de dört bin olmak üzere Antalya ili sınırlarında toplam on beş bin gazeteye ulaşmış olmasıdır. Başta merkez ilçe ve diğer ilçelerdeki meşveret heyetinde bulunan arkadaşlarım olmak üzere bütün emeği geçenleri, katkıda bulunanları bütün kalbimle tebrik ediyorum. Allah ebeden razı olsun. (Âmin) Şahsım adına olan mutluluğum ise: Torosların eteklerinde sakin ve güzel ilçem Gündoğmuş’ta otuz senedir tam olarak istediğim gibi yapamadığım “sılâ-ı rahimi” gerçekleştiriyor olmamdır. Akraba ve dostlarla irtibatın keyfini çıkarıyorum. Bol oksijen alıp, tefekkür dünyamı zenginleştirip önümüzdeki “hizmet mevsimine” zinde girmek istiyorum. 1970’li yıllarda Temmuz ve Ağustos aylarına tekabül eden mübarek Ramazan aylarını da burada böyle bir ortamda yaşamıştım. 1975 yılı Ramazan’ının bir gününde de Kur’ân’ı bir günde hatmetmeye azmetmiş; imsakta “Fatiha” sûresiyle başlayan bu gayret,—Allah’ın tevfik ve inayetiyle—teravih vaktinden önce “Nas” Sûresiyle sona ermişti. Elhamdülillah bir günde hatim yapmaya nâil olmuştum. Şimdi yine aynı mekândayım. Dağların arasındaki yeşilin bütün tonlarının barındıran muhteşem manzarada o tarihlerde düz bir arazide küçük bir cemaate üç dört yıl boyunca “imamlık” yaptığım bu mekânda şimdi aynı mekânda hamiyetkâr hemşerilerimin inşâ ettiği mütevazı mescidde “müezzinlik” yaparak serin serin teravihlerimizi kılıyoruz Elhamdülillâh. Büyük mutluluk. Burası öyle bir mekân ki; gariban insanların gayretleriyle dar alanda meydana getirilen tarlalarda yetiştirilen her türlü meyve ve sebzeyle bire bir muhatabız. Sun’îlikten uzak, fıtrîliğiyle her şey sade ve orijinal. Bütün güzellikler iç içe. Her şey nefse, ruha, kalbe, hissiyâta hitap ediyor. İşte üzüntüm orada başlıyor. Rahman’ın bu kadar ikram ve ihsanına karşı kulluk vazifemizi, abdiyet ve ona karşı sorumluluklarımızı yapıp yapamadığım endişesi beni tehdit ediyor. Bu hâl ve dâvâyı bize bırakan aziz Üstadımızın çektiği bunca sıkıntı, hakaret, yoksulluk, mahrumiyet ve çileyi hatırlayınca üzülmemek elimden gelmiyor. Bu rahatsızlık ve üzüntü, elbette vicdanî rahatsızlıktır. Derunî bir mutluluğun emaresidir. Yaşadığı bir Ramazan’da arzusunu “Bu Ramazan’ı asude geçirmek isterken çıkan bu hadise isteğimizi geri bıraktı” şeklinde beyan eden aziz Üstada, rahat ve huzuru çok gören ve yaptırmayan zihniyetin yaptıklarını hatırladıkça gelen bir üzüntüdür. Ama aynı Üstadın bize bıraktığı miras olan “tevekkül ve imanla”, her şeye rağmen, onun tâbiriyle “çalışkan rüzgârın” etraftaki dağlarda meydana getirdiği, gece gündüz devam eden uğultu ve haşmetli tesbihatı... Gazetemiz yazarlarından Latif ve Sefer Beylerin zaman zaman bahsettikleri yabani “büyük baş” mahlûkât buralarda da çokça var. Ama biz henüz onlarla bire bir muhatap olmadık. Onlara bedel, buralarda küçük ölçekli sivrisinek teraneleri, yılan ve akreb vak'aları var. “Gece kuşları” olan “böcekler korosunun” sabaha kadar devam eden o muhteşem zikirlerini... Yeni inşa ettiğimiz mütevazı mekânımızdan her an 360 dereceli bir bakış açısı ile görülebilen o muhteşem renklerin cümbüşünü... Bu mekânlarda adım başına pınarlardan bolca çağlayan buz gibi suların o harika şırıltı ve tesbihlerinin kadir ve kıymetini... Teknolojiden neredeyse tamamen uzak, radyosuz, televizyonsuz, sun’î müziksiz (sadece elektrik, cep telefonu ve özel vasıta) hayatın sadeliği, güzelliği ve fıtriliğini... Rahman’ın ihsanı olan her türlü meyve ve sebzelerle bire bir dalından, kökünden ve kaynağından turfanda ve taze olarak muhatap olarak, gözle, elle, dille tadarak tefekkürünü yapabilmeyi... Tam bir Anadolu geleneğine sahip, temiz ruhlu, sade, sadakatli, vefalı hemşeri ve akrabalarımdaki o engin, sabırlı, vefalı, tevekkül dolu dünyayı paylaşmayı... Kalabalık ve gürültü kirliliğinin sebep olduğu durumdan dolayı şehirlerde gelenek hâline gelen “iftar ve sahuru” hatırlatma vasıtası olarak kullanılan “Ramazan topu” yerine; “imsakı” “sâlâ” ile, iftarı da “ezanla” hatırlatan güzel sesli hafızlarımızın o engin geleneğini... Çocukluk hatıra ve hafızamda önemli bir yeri olan “yörük göçü” tâbiriyle Alanya ve Manavgat Yörüklerinin sahilden yaylaya uzanan o çetin yollarda “süslü develerle” günler ve haftayı bulan “göç kervanının” yerini alan ve şimdilerde son model binek arabaların saatlere sığan “yayla seferlerinin” eksoz uğultularını... …Ve daha bir çok olay ve hadiseyi görüp yaşayıp dinlerken, insanlığa sadece maddiyât ve dünyevîliği takdim eden mimsiz medeniyet ve imansız felsefenin kafa ve gönül karmaşasına karşı Kur’ânî, îmanî ve semâvî bir “hak yolu” gösteren Aziz Üstad’ıma minnet borcum vardır. Dâhil olmakla şeref duyduğum cemaatim ve “şahs-ı maneviye” tebrik ve teşekkür borcum vardır. Kur’ân’la gelen, Ramazan’la devam eden, sahuru, iftarı, teravihi ile İslâm ve insanlık dünyasına ve imanlı gönüllere ve hanelere gelen bu büyük huzur ne büyük hazinedir. Buralarda şehrin yoğunluğundaki o tekellüflü dâvetlere gerek yok, her şey fıtrî hâlinde devam ediyor. Dost ve akrabalar kendi aralarında teklifsiz ve dâvetsiz her gün bir araya gelip “Rahman’ın sofrasında” buluşuyorlar. Fıtrî olarak yaşamak ne kadar güzel. Bütün inananlara huzur dolu anlar ve vakitler dilerken, bu mutluluktan uzak olanlara da hidayet diliyorum. 02.09.2009 E-Posta: [email protected] |
Sami CEBECİ |
|
Sevgi ve ilginin câzibesi |
Bütün kâinatın ve umum mevcudâtın mayasını muhabbet vasfıyla yoğuran şu Kâinatın Sahibi, eşref-i mahlûkat olan insanın kalbine de İlâhî bir aşk yerleştirmiştir. Bin bir isimleri nihayetsiz güzel olan Cenâb-ı Hak, yarattığı her varlığı, kendine lâyık bir tarzda sevmektedir. Onun için neyi yaratmışsa, başkaları tarafından benzeri yapılamayacak kadar güzel ve mükemmel yaratmaktadır. Bu hakikate işâret olarak İmam-ı Gazali (ra) “Bu kâinatta gördüğümüzden daha güzelini tasavvur etmek bile mümkün değildir. Görünen her şey en güzeldir” demiştir. Atomlardaki câzibe kanunlarından güneş sistemine ve galaksiler arasındaki genel çekime kadar umum incizaplar, cezbeler ve câzibeler hep muhabbet-i İlâhinin başka şekillerdeki tezâhürleridir. Bediüzzaman Hazretleri atomlar arasında var olan bir aşk-ı kimyevîden bahseder. Meselâ, karbon ile oksijen atomu arasındaki aşk sebebiyledir ki, her iki atom birbirine yakın oldukları vakit hemen imtizaç eder ve karbondioksit hâline dönüşür. Güneş ile gezegenleri arasındaki çekim kanunu da dikkatle bakılması gereken bir durumdur. Bir âile kurumunda eşler ve çocukları arasında sevgi ve ilgi yoksa, o âile hayatında nizam, intizam ve âhenk derhal bozulur. Kezâ, bir milletin tabakaları arasında, inanç ve sosyal yardımlaşmadan kaynaklanan sevgi, saygı ve itaat yoksa, o millet hep bir keşmekeş ve huzursuzlukla boğuşmak zorunda kalır. Kezâ, bir devlet, korumak zorunda olduğunu hissettiği resmî ideolojisi için, milletini potansiyel bir tehlike olarak görüyor ve demir yumrukla ülkeyi yönetmeye çalışıyorsa, orada devlet millet kaynaşması asla gerçekleşemez. Millet devletine “Devlet Baba” gözüyle bakabilmesi için, devleti yönetenlerin milletine baba şefkatiyle muâmele etmesi gerekir. Genel anlamda orada da sevgiye ihtiyaç vardır. Kezâ, bir cemaate mensup fertler arasında mutlaka ve hakikî anlamda muhabbet olmalıdır. Aksi takdirde ve çeşitli sebeplerle sevgi ve ilgi zedelenmişse, zamanla nefret tohumlarının yeşillenmesiyle, araya soğuk rüzgârlar girer ve belli bir zamandan sonra da ihtilâf ve ayrılık uçurumlarına düşmek söz konusu olur. Bütün bu misâllerden söylemek istediğimiz hakikat şudur: Muhabbet, sevgi ve ilgi her şeyin başıdır. Hususan, kudsî bir dâvâya gönül vermiş dâvâ adamlarında bulunması gereken en bâriz vasıflar bunlardır. Kâinatın Efendisi (asm), etrafında pervane olan ve “Anam babam sana fedâ olsun ya Resûlullah!” diyen sahabilerini bu vasıflarıyla kazandı. Onun yolundan giden bütün büyük zatlar hep bu vasıfları öne çıkardı. Asrın mânevî sahibi ve son müceddid olan Bediüzzaman Hazretleri de talebelerine hep sevgi ve ilgi gösterdi. “Aziz, sıddık, sebatkâr, fedâkâr ve sarsılmaz kardeşlerim!” diyerek her zaman onlarla iftihar etti. Böylece yüz binlerce talebesi meydana geldi. Üniversite kayıtlarının yapıldığı şu günlerde, Anadolu’nun her tarafından değişik örf, âdet ve geleneklere sahip nice gençler bizlere müracaat ediyor. Hizmet merkezlerimizde kalmak istediğini söylüyor. Eğer, samimî bir sevgi, ilgi ve şefkatle, okula başlamasından bitimine kadar onlara hizmet eder ve ufak tefek kusurlarına nazar-ı müsamaha ile bakarsak, onlar da birer dâvâ adamı olup, kendinden sonra gelenlere samimî hizmet ederler. Çok iyi bilmemiz lâzım ki, bizden ne görürlerse aynısını tatbik ve icrâ edeceklerdir. Bu konuda bilhassa bu kudsî dâvâya hayatını vakfetmiş hizmet elemanlarına daha çok iş düşüyor. Bu hizmetin sevabı da çok, vebali de çoktur. 02.09.2009 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Zekât ve nefis terbiyesi |
Remzi Bey: “Zekâtın nefis terbiyesine katkısı nedir?”
Zekât veren kişi, malının bir kısmını bir başkasına veriyor. Her ne kadar verdiği zekât ona bolluk, bereket, rahmet ve sevap gibi maddî ve manevî değerlerle yüklü biçimde dünyada ve ahirette geri dönüyor olsa da, başlangıçta, kasasından bir miktar eksiliyor. İşte bu miktar, kimi zaman şeytanın ağzına sakız yaptığı ve zekât mükellefini zekâttan caydırmak için yeterli bir değer olabiliyor. Kur’ân bu noktada diyor ki: “Şeytan sizi fakir düşmekle korkutur da, cimriliğe ve kötülüğe teşvik eder. Allah ise kendi hazinesinden size mağfiret ve bolluk vaad ediyor. Allah’ın ihsanı geniştir. Ve O her şeyi hakkıyla bilir.”1 İnsan mala ve servete düşkün yaratılmıştır. Öyle ki, bazen mal candan ileri geçebiliyor. Küçük malî kayıplar sonrasında büyük üzüntü ve depresyon yaşayan insan çok görürüz etrafımızda. Tıpkı atalarımızın söylediği gibi, “mal canın yongası” olur çoğu zaman. Yani maldan giden, sanki candan giden gibi algılanır ve depresyon verir. Ne var ki Cenâb-ı Hak, insanoğlunu bazen maldan eksiltmekle, mala verdiği bir zayiatla, telefle, iflâsla imtihan ediyor. Nitekim buyuruyor ki: “And olsun ki, Biz sizi bir takım korkularla, açlıklarla, mal, can ve mahsul eksikliğiyle imtihan edeceğiz. Sabredenlere müjdele.”2 Öyleyse, mal ve mahsul eksikliği kişinin sabrını ölçen, kişinin Allah’a olan güvenini ve tevekkülünü tazeleyen, âdeta imanını teraziye koyan imtihanların başında gelmektedir. Bakalım mal sahibi, malını nereye koyuyor? Kişiliğini nereye koyuyor? İmanını nereye koyuyor? Allah’a tevekkül ile malı arasında nasıl bir tercih yapıyor? Allah’ın rızasını mı, malını mı önemsiyor? Bakalım, bir Allah emri malını canından koparabiliyor mu? Bakalım zekât, sadaka, hayır ve hasenat gibi ibadet şekilleriyle başkaları lehine infak yapabiliyor mu? Bakalım, başkalarını kendi nefsine tercih edebiliyor mu? Bakalım yaptıklarını yalnız Allah için mi yapıyor, yoksa cömert desinler diye mi, alkış almak için mi, bravolar için mi yapıyor? Bakalım kapılarını başkaları için sıkı sıkıya kapatıp, içine kapanacak ve malını yığmaya mı davranacak? Yoksa elini Allah emrinin olduğu yerlere açacak mı? Evinde altı dirhemden başka parası olmayan, onun da bir dirhemini bir fakire sadaka olarak vermek isteyen Hazret-i Ali (ra), oğlunu eve gönderiyor ve annesinin bir dirhemi göndermesini istiyor. Annesi ise, “altı dirhemi un almak için sakladım” diye cevap gönderiyor. Bunun üzerine Hazret-i Ali’nin (ra) muhterem anneye gönderdiği cevap bir hayli manidardır: “Tahkikî iman sahibi kişi, Allah’a, elindeki paradan daha çok güvenir! Altı dirhemin hepsini göndersin.” (Gerisi malûmdur: Hazret-i Ali, altı dirhemi fakire veriyor ve aynı gün içinde bereketli bir ticaretle altmış dirhem kazanıyor.) 3 Unutmayalım ki, kişinin iman derecesini ölçen sıkı ölçütlerden birisi mal bağımlılığıdır. Aşırı derecede mala bağımlı olan, durmadan mal biriktiren ve mal düşkünlüğü yüzünden Allah’ın emirlerini kulak ardı eden, halka da yardımcı olmayana cimri insana Cenâb-ı Allah’ın çetin uyarısı vardır: “Malı biriktirip de sayar durur. Sanır ki, malı onu ebediyen yaşatacak! Heyhat! O elbette hutameye atılacak! Hutamenin ne olduğunu bilir misin? Allah’ın emriyle tutuşturulmuş bir ateştir. Öyle bir ateş ki, kalpleri saracaktır. Üzerlerine bütün kapılar kapatılacaktır. Ateşte uzun sütunlara bağlanacaklardır.”4 Keza Kur’ân çok net konuşuyor: “En sevdiğiniz şeyden vermedikçe tam mânâsıyla hayra ermiş olmazsınız. Ve siz her ne bağışta bulunursanız, muhakkak Allah onu bilir.”5 İşte zekât az, ama kazandıkça devamlılık arz eden oranıyla kişiyi mal bağımlılığı gibi bir hastalıktan kurtarıyor. Kişinin nefsini mal ve servet düşkünü olmaktan alı koyup doğrudan Allah’a bağlıyor. Allah’ın rızasına erdiriyor. Nefis malı canının yongası bilirken, bir miktar malı alıp başkasına hibe etmekle malın hiç de candan bir yonga sayılmadığını, pekâlâ Allah için harcanabileceğini, malın Allah’ın rızasını ve insanların duâsını kazanmak için bir araçtan başka bir değeri olmadığını insan zihnine perçinliyor. İnsan nefsi böylece mal sevgisinden elini eteğini çekip, Allah’a yönelmeyi başarabiliyor. “Mal benimdir.” demekten vazgeçip; “mal bana Allah’ın emanetidir.” demeye başlıyor. Çünkü biliyor ki, mal kendisinin olsaydı, malı üzerinde herhangi bir emir dinlemek zorunda kalmayacaktı. Anlar ki, mal başkasının. Anlar ki, kendisi sadece emir dinleme ve yapma konumunda. Anlar ki, mal sahibi malı için emretme hakkına sahiptir. Ve zekât emriyle nefis anlar ki, mal sahibi emredince, hiç çare yok, yapılacak! Bu anlayışla, zekâtını doğru hesaplayıp verdikçe, mala sadece bir araç ve emanet gözüyle bakmaya başlıyor. Geçici dünya malı yerine, ebedi ahiret malına talip oluyor. Böylece nefis, zekât emriyle gerçek imtihanını veriyor. Kendisini terbiyeye alıyor. Kendi kendisini eğitiyor.
Dipnotlar:
1. Bakara Sûresi: 268., 2. Bakara Sûresi: 155., 3. El-Kenz, 3/311., 4. Hümeze Sûresi: 2-9., 5. Âl-i İmran Sûresi: 92. 02.09.2009 E-Posta: [email protected] |
Şaban DÖĞEN |
|
Cezbeden hakikatler |
Kur’ân’ın çağımıza bakan güçlü ve etkili bir tefsiri olan Risâle-i Nur dünya kamuoyunda, özellikle ilim çevresinde ilgileri çekmeye devam ediyor. Söz cevherlerinin kıymetini bilen nice ilim adamı, düşünen kafa onu görür görmez cazibesine kapılıyor. 43 dünya diline çevrilen, hakkında beş yüzden fazla tebliğ sunulan Risâle-i Nur Münih (Almanya) Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi çatısı altında kurulmuş bir diyalog derneği olan Occurso’nun gündemine de gelmiş. Münih’ten Hafize Kaya kardeşimizin bildirdiğine göre derneğin kurucularından Prof. Dr. Anne Koch’dan gelen bir teklif üzerine “Nurculuk ve Risâle-i Nur nedir? Ve İslâmda ekonomi“ hakkında konuşmak üzere Münih Nur Cemaatinden Oğuz Ataoğlu, Ertuğrul Kaya ve Esra Ataoğlu kardeşlerimiz programa katılmışlar. Toplantı sunum ve soru cevap olmak üzere iki bölümden meydana geliyor. Açılış konuşmasını yapan Oğuz Ataoğlu programın muhtevasından bahseder. Ertuğrul Kaya “Bediüzzaman Said Nursî kimdir ve Risâle-i Nur nedir?” konularını işleyip Risâle-i Nur’dan çarpıcı vecizeler nakleder. Esra Ataoğlu’nun “Risâle-i Nur’un Gözüyle İktisat” konusu ile sunum sona erer. Programın ikinci bölümünde Alman eğitimcilerinin duygulandırıcı, göz yaşartıcı ilginç tesbitleri yer alır. Almanca öğretmeni Bayan Neumann daha önce katıldığı bir toplantıyla o gün izlediği toplantı arasında dağlar kadar fark bulunduğunu belirtir. Önceden ölüm konusu çok korkunç, ürkütücü, itici bir şekilde anlatılırken, o gün ise ölümle ilgili dinledikleri karşısında ölümü bile sevmeye başladığını heyacanla anlatır. Öte yandan diğer bir Alman öğretmen “Hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya, yarın ölecekmiş gibi de ahirete çalışın” Peygamber tavsiyesini duyduğu zaman âdetâ çarpılır, “Harika! Süper!“ demekten kendini alamaz. Programa katılan profesörün program başlamadan bir saat önce gelip Risâle-i Nurla ilgili ön bilgi alması da ilginç. Program öncesi öğrencilerden birine “Bediüzzaman Said Nursî kimdir?” isimli bir araştırma ile görevlendirip ve bütün öğrencilere bir sunum yaptırır. Profesörün Üstad ve Risâle-i Nur hakkında yapılan sohbet, profesörün bu hususlardaki bilgileri de şaşırtıcı gelir arkadaşlara. Uzun bir soru-cevap bölümünden sonra emekli bir Alman öğretmenin buradaki Müslüman çocukların kendilerini kaybetme sebeplerinden bahsedip bu hususta özel çalışmalar yaptığını dile getirmesi, yardım ettiğini ifade etmesi ve samimiyeti arkadaşların gözlerini yaşartır. Program dinleyicilerde o kadar olumlu sonuçlar meydana getirir ki Bayan Neuman ve Prof. Anne Koch Almanca Risâle-i Nur dersleri alma teklifinde bulunurlar. Programdan bir süre sonra Prof. Anne Koch teşekkür e-maili gönderip bütün katılımcıların çok memnun olduklarını ve sürekli kontakt altında olmayı istemesi ise seminerin diğer olumlu, sevindirici bir yönü. Demek ruh, kalp ve akılları cezbeden, doyuran bu yüce hakikatlere herkesin ihtiyacı var. 02.09.2009 E-Posta: [email protected] |
M. Latif SALİHOĞLU |
|
Bardakçı'nın hesaba katmadığı |
—Dünden devam—
Haber Türk yazarı tarihçi–yazar Murat Bardakçı'nın Said Nursî hakkındaki yazısında soru işaretlerine sebep olan noktalara açıklık getirmeye devam ediyoruz. Sayın Bardakçı, eline geçen Said Nursî'nin 1935 tarihli Isparta ve Eskişehir'deki sorgulama metni ile Tarihçe–i Hayat'ta yer alan aynı dâvâya dair müdafaa metinleri arasındaki üslûp farkından söz ediyor ve özellikle şu noktayı vurguluyor: "Said Nursî'nin zabıtlardaki ifadesi ile yayınladığı kitaptaki ifadesi farklı. Kitabında sert bir üslûp kullanıyor; ancak, zabıtlarda daha yumuşak bir dille hakimlere hitap ediyor." Dünkü yazımızda, bu noktaya kısmen açıklık getirmeye çalıştık. Esasında, sayın Bardakçı da yazısında şayet şunu ifade etmiş olsaydı, zihinlerde soru işaretine yer kalmayacak ve mesele büyük ölçüde vuzûha kavuşacaktı: "Benim elimdeki belge bir sorgulama metnidir; Said Nursî'nin Tarihçe–i Hayat'ındaki ifadeleri ise, daha sonra yapılan mahkeme müdafaatındaki metinlerdir." Doğrusu da budur zaten. Aslında, sayın Bardakçı'nın Tarihçe–i Hayat'tan iktibas ettiği meselâ "Ey heyet–i hakime!" şeklindeki hitabın sorgulama zaptında olmaması gayet normaldir. Zira, "hakim heyeti" sorgulamada değil, mahkeme duruşmalarında olur. Ayrıca, şunu da vurgulamakta fayda var: Bırakın bundan 70–80 sene öncesini, bugün bile sorgulama metni ile mahkemede söylenenlerin tıpatıp aynı olduğu söylenemez. Aralarında mutlaka bazı nüanslar var. Bütün bunlar bir yana, tarihçi–yazar Murat Bardakçı'nın takıldığı nokta gibi, Said Nursî, o gün ve istikbâlde de gelecek bilumum suâllere, tenkitlere ve takılmalara cevap teşkil edecek bazı izahlarda bulunuyor. Yani, Bediüzzaman Said Nursî'nin bizzat kendisi tâ yetmiş beş sene öncesinden hem o günün insanlarına, hem de istikbâl nesline tarihî cevaplar veriyor. Kendi tabiriyle "müskit", yani susturucu cevaplar. Osmanlıca teksir Lem'alar isimli eserinin 27. Lem'a bölümünde Eskişehir Mahkemesinin safhalarından (toplam sekiz safha) söz eden Üstad Bediüzzaman, tam da Murat Bardakçı'nın elindeki sorgulama zaptından bahsediyor ve aynen şu ifadeyi kullanıyor: "Bu safha, sorgu hakimlerinin suâllerine cevaplardır. Bu kısım onların zaptına geçmiştir. Fakat, biz kaleme alamadık." Yani, ayrıca kaleme almak için bu zabıt metninin kendilerine verilmediğini ifade ediyor. Bediüzzaman, Eskişehir Mahkemesindeki bütün suâllere cevap mahiyetindeki asıl müdafaasının ise, Tarihçe–i Hayat'ta yer alan "Son Müdafaat" ile "Son Müdafaatın Tetimmeleri" olduğunu, bu Osmanlıca Lem'alar nüshasında açıkça ifade ediyor. Bu bilgilerin detayını, ayrıca kupürünü orta sütuna koyduğumuz belgenin altında görebilirsiniz.
NOTLAR 1) Said Nursî'ye ait bu eserin de dahil olduğu Nur Külliyatı, 1935'ten 1985'e kadar, yani elli sene müddetle yüzlerce mahkemeden geçtiği halde, burada yer alan bilgilere hiçbir mahkeme itiraz etmemiş ve bahsedilen mahkeme safhalarını yalanlama cihetine gitmemiştir. Gerek mahkemelerde ve gerekse kamuoyu nezdinde temyiz edilen bu ifadelere, dün olduğu gibi bugün de kimsenin bir itirazı olmasa gerektir. 2) Sayın Murat Bardakçı, daha geniş imkânlara sahiptir. Şayet, Said Nursî'nin zapta geçen Eskişehir Mahkemesindeki "Son Müdafaat"ının metnine de ulaşıp bunu yayınlarsa, bundan sadece memnuniyet duyacağımızı ifade etmek isteriz. 3) 1935 yılının—özellikle Said Nursî açısından—olağanüstü şartlarını da dikkate alarak değerlendirme yapmak gerekiyor. Meselâ, dün kupürünü yayınladığımız TAN gazetesinin manşet haberinde, Binbaşı Asım isimli talebesinin 7 Mayıs 1935'teki sorgulamadan kısa bir süre önce, hem yalan söylememek, hem de Üstad'ını sıkıntıya sokmamak için "Yâ Râb! Canımı al!" diyerek oracıkta teslim–i ruh etmesi, aynen şu ifadelerle anlatılıyor: "Bir binbaşı mütekaidi suçlu (mürteci), ifadesi alınırken, birdenbire düştü, öldü." Ne tuhaf değil mi? Kırk yıl askerlik yapmış bir şerefli Türk subayı, mürteci diye damgalanıyor ve daha ifadesi bile alınmadan "suçlu" diye ilân ediliyor. 02.09.2009 E-Posta: [email protected] |
Rifat OKYAY |
|
Damlalar ve yağmurlar |
Tek tek düşen damlaları kim görmüş, kim faydalanmış… Yalnız başınıza istediğiniz kadar bağırıp çağırınız kim duyar, kim koşar… Parmağınızın ucuyla toprağı kazınız ancak parmak ucu tesirini ve çukurunu görebilirsiniz… Allah insanı iki omuzlu yaratmış, birbirine kuvvet verdirip, kuvvet aldırıyor… Ve insana dimdik ayakta her işini asan ediyor, kolayca yapabiliyor… Düşünelim iki omuzun yanına iki omuz gelse onların yanına iki daha gelse… Yapılacak, başarılacak, muvaffak olunacak işleri düşünelim… Gelecek sese ve neticeye bir bakalım… Elbette ki muazzam olacaktır. Vahdet, birlik bu zamanın insanın en çok muhtaç olduğu, ihtiyaç hissettiği ve yapılması lâzım gelen bir mânâ ve kural olarak ortaya çıkmıştır. Bunu kavram olarak bilmek yetmiyor muhakkak hayatta tatbiki gerekiyor her halde… O zaman tesirini ve gücünü görebiliriz… Evvelâ insan kendisini şahsî ve nefsi birliğini, gücünü ve kuvvetini iman ve inanç kalelerini fethederek gösterebilmelidir. Başka birilerinin, kendisi gibi iman ve inanç noktasından güçlü birilerinin yanında ancak o zaman yer alabilir ve birler birliği, beraberliği ifade ederler… Kendimizi zora sokmadan, ağır ve güçlü başka fikirlerin altında ezilmeden elbette birliği kendimize hedefleyerek, yine kendimizi kurtarabilir, rahatlatabiliriz. Bu birlik öyle bir birlik olmalı ki iman ve inanç sistemi olarak herkesi kucaklamalı ve herkese yardım edebilmelidir… İslâm birliği, Kur’ân birliği, amel ve itikat birliği, hemen akla gelebilen şemsiye birliklerin başında sayılabilir… Elbette ki en önemli birlik insanın kalbi, ruh ve akıl noktasından iman etrafında ki birliktir. Ve esas müteharrik güç ve kaynakta budur zaten. Ayrılığa düşmek, iftirak karanlıklarında kaybolmak ve parçalanmak kimseye bir faide getirmez ve kazandırmaz… Şimdiki zaman fikriyatı aç bir canavar gibi tek tek düşen damlaları iman zaafiyatı ve inanç noksanlığını noktalardan yutarken bulutlardan sağanak sağanak yağan yağmur damlalarına ve gücüne karşı bir şey yapamayacak kadar acze düşmektedir. Önemli olan yağmurlar misali cemaatin gücünün, kuvvetinin ve manevî tesirlerinin altında ve içinde olmaktır. Birlik ve vahdet işte bunun ifadesidir. 02.09.2009 E-Posta: [email protected] |
H. İbrahim CAN |
|
Türkiye, Irak-Suriye krizini başarıyla çözebilir mi? |
Türkiye, Irak ile Suriye arasında çıkan krize arabuluculuğa soyunuyor. Dışişleri Bakanı Davutoğlu önceki gün iki ülkeyi de ziyaret ederek görüşmeler yaptı. Geçen Çarşamba günü Bağdat’ta aynı zamanda yapılan bombalı saldırılarda üç bakanlık hedef alınmış ve resmî açıklamalara göre 105, gayrıresmî rakamlara göre üçyüzden fazla kişi vefat etmişti. Irak hükümeti bu saldırılarla ilgili olarak yakalanan Wissam Ali Kadim İbrahim isimli bir şüphelinin ses kayıtlarını yayınladı. Buna göre Kadim İbrahim saldırı emrini Suriye’de yaşayan Baasçı muhalif lider Sattam Ferhan’ın verdiğini söylüyordu. Bunun üzerine Irak hükümeti Sattam Ferhan ile saldırılara karıştığı ileri sürülen diğer şüpheli Muhammed Yunus el Ahmed’i Suriye’den istedi. Suriye ise bu kişileri iade etmeyi kabul etmedi ve saldırı emrinin Suriye’den verildiği iddialarını reddetti. Her iki ülke karşılıklı olarak büyükelçilerini geri çektiler. Şimdi Davutoğlu bu krizde arabuluculuk yapıyor. Aslında Türkiye ile bu iki ülke arasında çözülmesi gereken başka sorunlar da var. Bunlardan ilki su meselesi. Dicle ve Fırat’ın suyu Türkiye’den sonra Suriye ve Irak’tan geçiyor ve bu iki ülke için hayatî önem taşıyor. Son dört yıldır Irak’ta yaşanan kuraklık bu önemi daha da arttırdı. Tarımsal üretim bütün zamanların en kötü düzeyine düştü. Türkiye saldığı su miktarını arttırmasına rağmen, Irak Fırat’tan salınan suyun yarısı kadarını alabildiğini ileri sürüyor. Bu mesele önümüzdeki yıllarda daha da büyük bir soruna dönüşecek. İkinci sorun Türkiye ile Suriye arasında: PKK’daki Suriyeli militanlar. PKK tasfiye edilirse, bu örgütteki Suriyeliler ne olacak? Suriye onları kabul edecek mi? Etmezse ne olacak? Peki bu militanlar Suriye’ye dönmek isteyecekler mi? Dönmezlerse Kuzey Irak’ta kalmalarına Kuzey Irak Yönetimi müsaade eder mi? Türkiye orada kalmalarını ister mi? Bu konunun da Suriye ile konuşulması gerekiyor. Suriye ile Irak arasındaki en önemli sorun ise Suriye’de yaşayan ve hâlâ sayıları bir milyonun üzerinde olduğu tahmin edilen Iraklı mülteciler. Bunların arasında eski Baasçılar ağırlıkta. Çünkü Suriye’de de Baas Partisi egemen. Bu yüzden hem mültecilerin sıkıntıları hem de Baasçılardan kaynaklanan Irak yönetimine yönelik tehditler iki ülke arasındaki ilişkileri kötüleştiriyor. Türkiye ile Irak arasında da PKK, boru hatları, bu ülkedeki Türk müteahhitlerin sorunları gibi çözümü bekleyen bir çok mesele var. Peki bu durumda Türkiye’nin arabuluculuğu başarılı olabilir mi? Bu soruya ‘evet’ cevabını vermek zor görünüyor. Şu anki krizde yumuşama sağlanması başarılsa bile, mülteciler ve Baasçılar orada durdukça sorun tekrarlanacak. Ayrıca Türkiye’nin başarılı arabuluculuğunun önüne hep su meselesi çıkarılacak. Bu sene yağışlar işimizi kolaylaştırdı. Ancak gelecek yıllar ne olacağı belirsiz. Temennimiz ülkemizin bölgenin şekillenmesinde üstlenmeye niyetlendiği öncülük ve arabuluculuk rolünde başarılı olabilmesi. Ancak İsrail-Suriye meselesindeki arabuluculukta görüldüğü üzere, bu başarının önünde çok engeller var. 02.09.2009 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
"Açılım" fiyaskoyla kapanmasın... |
Başbakan’ın “ulusa sesleniş” konuşmasında “açılım” için “ortaya bir çerçeve çizmiş değiliz” demesinden sonra İçişleri Bakanı Atalay’ın, “ortak akıl” çağrısı, iktidarın “açılım”a ciddî bir hazırlığının olmadığını açığa çıkardı. “Açılım”ın önemini, birlik ve beraberlik içinde ortak çözüm arayışının değerini uzun uzun anlatan Başbakan, “açılım”ın muhtevasını “Bu işle ilgili Bakanım açıklayacak” demişti. Ne var ki bu güne kadar yapılan “açılım çalışmaları” hakkında basına bilgi veren “açılım koordinatörü” Bakan’ın da tıpkı Başbakan gibi, daha belirlenmeyen “bu çerçevede işte bu tür ortak aklı bularak bunları olgunlaştırmaya çalışıyoruz’’ cümlesi, bunun açık ikrarı. Atalay’ın, konunun Bakanlar Kurulunda ve parti grubunda görüşülmesi gerektiğini belirtip, “Ekip çalışması devam edecek; bizim niyetimiz, mümkün olabildiğince parlamento yasama yılı başlayana kadar çalışmaları belli bir seviyeye getirmektir. Bu tekliflerin ilk açıklanacağı yer Meclis’in çatısının altı olacaktır” sözü, “açılım”ın en az bir ay daha ortada kalacağının işâreti oldu. Ve İçişleri Bakanı’nın açıklamalarının da içi boş çıkmasının ardından bu kez “açılımın içindekileri”ni Başbakan’ın Meclis’te açıklaması “tarihi” verildi; şâyet “çalışmalar belli bir seviyeye gelirse…”
“AÇILIM” ÇELİŞKİSİ… Gerçek şu ki siyasî iktidar kamuoyunu oyalama oyunu içinde. Daha önce 33 askerin PKK’ca şehid edildiği Eruh katliâmının yıldönümü olan 15 Ağustos’ta İmralı’daki terörist başı Öcalan’ın “yol haritası”nı açıklayacağına karşılık, “açılım çalışmaları”nı açıklamasıyla “ön almaya” çalışan hükûmet, hâlâ taktik peşinde. Öcalan’ın “yol haritası”nın okunacağı 1 Eylül “dünya barış günü”nde DTP’nin Diyarbakır’da yapacağı mitinginden bir gün önce, İçişleri Bakanı’nın açıklaması “açılımın önemi”ni vurgulayan mâlum açıklaması da bu taktiğe yönelik. İşin bir başka garâbeti, sözkonusu bir aylık sürede “demokratik açılım” çalışmaları kapsamında değişik siyasî parti temsilcileri, 22 sivil toplum kuruluşu, 11 meslek örgütü, şehit ailelerini temsil eden 24 dernekten gelenlerin yanı sıra bireysel görüşmelerin yapıldığını anlatıp ısrarla “açılım”ın bir “demokratik açılım” olduğunu bildiren Atalay’ın, anayasa değişikliğinin gündemlerinde olmadığını söylemesi... Belli ki siyasî iktidar, bunca iddia ve lâftan sonra hâlâ topyekûn özgürlükleri kapsayan gerçek bir demokratikleşmeden kaçınıyor. Yine günübirlik makyaj “düzenlemeler”le konuyu savma peşinde. Bundandır ki, bir yandan ziyaret ettiği siyasî partilerin ve sivil toplum kuruluşlarının Türkiye’de sivil olmayan bu anayasanın değişmesi yönündeki temenni ve taleplerini aktarıyor, “mevcut anayasanın değişmesiyle ilgili çok yüksek bir talep var, İnşallah siyaset kurumumuz, parlamentomuz bunu dikkate alır” diyor; diğer yandan, “dikkate almak” bir yana, “Bizim şu anda bu süreçle ilgili bir anayasa değişikliği gündemimizde yok” çelişkisine düşüyor…
“DARBE ANAYASASI”YLA DEMOKRATİKLEŞME! Hatırlanacağı üzere, muhalefetin 12 Eylül’ün yargılanmasına dair teklifine Başbakan Erdoğan, “sulu şaka” tepkisiyle karşı çıkmıştı. Sormak lâzım; “hiçbir faaliyetin (…) Atatürk milliyetçiliği, ilke ve inkılâpları ve medeniyetçiliğinin karşısında koruma göremeyeceği” dibacesiyle başlayan 12 Eylül ihtilâli ürünü anayasa ile nasıl bir “demokratik açılım” yapılacak? “Egemenlik kayıtsız ve şartsız milletindir; yasama yetkisi Türk milleti adına Türkiye Büyük Millet Meclisinindir, bu yetki devredilemez” denildikten sonra “bu egemenliğin yetkili organlar eliyle kullanılacağını” hükme bağlayan bir Anayasa ile Bakan’ın sözünü ettiği demokratik standartları yükseltmek ve “çözüm”ü sağlamak mümkün mü? Üzerinden 29 yıl geçtiği halde hâlâ darbeleri dayatıp silâh zoruyla millet irâdesinin temsilcisi Meclis’i kapatarak meşru hükûmetleri devirenler hakkında “her türlü cezaî, malî ve hukukî sorumluluk iddiası ileri sürülemeyeceği” geçici maddesini barındıran, darbeleri ve darbecileri koruyup kollayan, yargılanmalarını yasaklayan “darbe anayasası” ile hangi “demokratik çözüm”e ulaşılır? Gerçekten merak konusu; “darbe anayasası” da mı İçişleri Bakanı’nın sözünü ettiği “tartışılmaz temel ilkeler”den? Oysa mesele, demokrasinin tahkimi, Ankara’nın AB müzâkere sürecinde taahhüd ettiği demokratik refomların yapılması, temel hak ve hürriyetlerde ilerlemesi… Bir defa daha dağ fare doğurmasın ve alây-ı vâlâ ile ortaya atılan bu “açılım” da fiyasko ile kapanmasın. Temennimiz bu… 02.09.2009 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Neyin ‘pim’i çekildi? |
Yıllık iznimizin bir bölümünü kullanmak üzere memleketimiz Karadeniz’e gittik. Bu vesile ile sıla-i rahim yapma imkânı bulduk. Bu süre zarfında yazılarımız da düzensiz yayınlanabildi. Çayeli’nin sakin bir köyünde geçirdiğimiz o günlerde yaşanan en önemli hadise, belki de bir ‘pim’in çekilmesi hadisesiydi. Hatırlanacağı üzere; Elazığ’da vazife yapan bir askerimizin eline, komutanı tarafından ‘pim’i çekilen bir “el bombası” verilmiş ve neticede bomba patlamış ve 4 askerimiz şehit olmuştu. Bu üzücü ve sarsıcı hadisenin, tam da ‘Zafer Bayramı’ arefesinde yaşanmış olması acaba sadece tesadüf müdür? “Pimi çekilen bomba” hadisesi, Türkiye’yi idare edenlerin o günlerde yaptığı “cesur” konuşmaları berhava etmiş olmadı mı? Bu üzücü ve bir o kadar da dehşet verici olan hadise üzerine elbette çok önemli değerlendirmeler, yorumlar ve tesbitler yapıldı. Fakat aradan geçen bunca zaman sonra, kimilerinin ‘hiçbir şey olmamış’ gibi davranmaya devam etmesi, söylenenlerin yeterli olmadığını akla getiriyor. “Ölüme sebep olan kişi ya da komutan tutuklandı, yetmez mi?” sorusu akla gelebilir. Bir bakıma yeter, bir bakıma yetmez. Elbette 4 askerimizin şehit olmasına sebep olan kişinin tutuklanması adaletin tecellisi için ilk adımdır. Bu yönüyle ‘yeter.’ Fakat hadiseyi “sadece bir kişinin şahsî hatası” olarak görmek ve öyle davranmak ‘yetmez.’ En başta, bu üzücü ve vicdanları derinden sarsıcı hadise karşısında “hiçbir şey olmamış” gibi davranan, hadiseyi basite alan ve örtmeye çalışan anlayıştan kurtulmak gerekir. Çünkü Elazığ’da çekilen ‘pim,’ sadece bir ‘el bombası pimi’ değildir. Ne yazık ki orada; insafın da, iz’anın da, şefkatin de, adaletin de, hakkaniyetin de ‘pim’i çekilmiştir. Türkiye’yi “idare edenler”in bu ‘pim’ çekme hadisesine daha ciddiyetle eğilmesi gerekirdi. Acaba yaşanan bu hadise “nev-î şahsına mahsus” bir hadise midir? Benzer hadiseler başka yerlerde ve başka zamanlarda yaşanıyor mu? Bu soruların doğru cevaplarının öğrenilmesi, hadisenin ciddiyetle araştırılmasıyla mümkün olur. Sadece ‘resmî açıklamalar’la iktifa etmek millet nezdinde itibar kaybına sebep olur. Hâlâ yaşanan bu sarsıcı hadiseden ziyade, “bu hadisenin medyaya, kamuoyuna yansımasının sorumlularını bulmaya” gayret sarfedenleri kamuoyu ibretle izliyor. Bundan sonra böyle sarsıcı hadiselerin yaşanmaması için ne gerekiyorsa yapılmalıdır. Her halde bunu temin etmek de, bu güne kadar yaşanan benzer hadiselerin de yeniden araştırılmasından geçer. Hadisenin duyulmasından rahatsız olmak yerine, sorumluların adalet önüne çıkarılması için emek sarfedilmeli. Netice olarak, Elazığ’da çekilen ‘pim’in sadece bir ‘el bombası pimi’ olmadığını bilmeliyiz. Ve o ‘pim’in yeniden yerine takılmasının imkânsız olduğunu da görmeliyiz. Acaba Türkiye’yi idare edenler, mes’elelerin nutuk atarak çözülemeyeceğini ne zaman anlayacak, kavrayacak ve ona göre davranacak? Gerçeklerin görülmesi için yeni ‘pim’lerin çekilmesini beklememek lâzım vesselâm... 02.09.2009 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Millî birlik ve demokrasi |
Bediüzzaman’ın yüz sene önce Kürtlere yaptığı telkinlerde üzerinde durduğu hususlardan biri de ittihad-ı millet. Kürtlerin şimdiye kadar iki cihette esir olduğunu; birinin müstebit hükümetten sâdır olan zalimane vergi ve yükümlülükler, diğerinin başka bazı zalimlerce yapılan gasp, yağma ve tecavüzler şeklinde ortaya çıktığını; hürriyet inkılâbıyla bu esaretlerden âzad olduklarını; artık her ferdin meşru hükümete itaat ve başkasının hukukuna zarar vermemek şartıyla birer padişah gibi davranabileceğini; bu “saltanat-ı şahsiye”nin muhafazası gereğini ifade ettikten sonra “Teşebbüs-ü şahsî ile ellerinizden geldiği kadar bu ittihad-ı millete ve meşrutiyete her cihetle hizmet ediniz” çağrısı yapması da anlamlı. (a.g.e., s. 191) İttihad-ı millet ve meşrutiyet; bugüne tekabül eden karşılıklarıyla millî birlik ve demokrasi: sorunları çözüp her alanda gelişmenin iki anahtarı. Bu çerçevede meşrutiyeti “millet hakimiyeti,” hükümeti milletin seçtiği meb’usların nezaret ve kontrolünde çalışan bir hizmetkâr olarak tanımlayan Said Nursî, Kürtlere “Öyle ise kendinizden teşekkî (şikâyet) ediniz. Her kabahati hükümete ve Türklere atmakla aldanırsınız.” (Münâzarât, Eski Said Dönemi Eserleri, s. 225) diye sesleniyor. Böylece, her fırsatta vurguladığı “teşebbüs-ü şahsî”nin, yani inisiyatif alan cesur ve girişken tavrın, sorunları çözme ve gelişme yolunu açma bahsinde de büyük önem taşıdığını, oturduğu yerde herşeyden şikâyet etmek dışında hiçbir şey yapmama alışkanlığının yanlışlığını ifade ediyor. Ve çeşme-pınar-havuz örneğiyle konuyu daha da anlaşılır kılıyor. Buna göre, her tarafa şubeler salmış bir çeşmeden akan su bozulursa diğerlerine de sirayet eder. Ama yüz pınarın buluştuğu bir havuz öyle değil. Havuzdaki su bozulsa bile pınarlardan gelen taze suyla yine temizlenebilir. İstibdat devrinde hükümet çeşme başıydı; oradaki bozulma her tarafa zarar veriyordu. Ama hürriyet ve meşrutiyetten sonra hükümet merkezi havuz oldu, pınarlarsa bizde ve öyle olmalı.
Okumak, okumak, okumak... Sonrasında Üstad şöyle devam ediyor: “Ey Kürtler! Görüyorum ki, bizde pınar yoktur, onun için, uzaktan gelen, taaffün eden (kokuşmuş) bir suyu içiyoruz. Eskisi gibi istibdadı görüyoruz. Öyle ise, gayret ediniz, çalışınız; (...) şu yerlerde de bir küngân (su borusu) atınız, tâ bir kemalât pınarı bizde de çıksın. Yoksa daima dilenci olacaksınız, ya susuzluktan öleceksiniz. (...) Eğer siz insan olsanız, hükümet ve İstanbul ve Türkler nasıl olsalar olsunlar, size fenalıkları dokunmaz, fakat iyilikleri gelir...” (a.g.e.) Münâzarât’taki diğer izahlarında da aynı paralelde mesajlar veriyor Üstad. Meşrutiyeti, demokrasiyi ilim, fazilet ve ahlâk altyapısıyla takviye etmelerini; ancak böyle yaparak hürriyetin gelişini çabuklaştırabileceklerini; oturdukları yerde başkalarından şikâyet ederek, birilerini suçlayarak, birbiriyle didişerek vakit geçirmek yerine, bizzat gayret göstermelerini tavsiye ediyor. İşte şu çağrılar da bunun bir başka örneği: “Ey Kürtler! Bizim üç cevherimiz vardır ki, bizden muhafazalarını isterler. Bunların birincisi İslâmiyet, ikincisi insaniyet, üçüncüsü de millî meziyettir. Ayrıca üç de düşmanımız vardır. Bunlar da fakirlik, cehalet ve ihtilâftır ki, bizi harap ediyorlar. Bu üç düşmana karşı, üç elmas kılıncı elimize alıp, bunları üstümüzden atmalıyız. “Birincisi, adalet, maarif ve okuma kılıcıdır. “İkincisi, ittifak ve millî muhabbettir. “Üçüncüsü, sefiller gibi yaşamamak için teşebbüs-ü şahsîdir (şahsî girişim ve inisiyatif). “Son tavsiye ise okumak, okumak, okumak; el ele vermek, el ele vermek, el ele vermek...” (Osmanlıca Nutuk, İstanbul: 1912, s. 22) Bu değerli tavsiyeler bundan yüz yıl önce dile getirilmişti; gereğine uyulmaması bizi bugünkü sıkıntılarla karşı karşıya bıraktı; ve geçerlilik ve güncelliğini hâlâ koruyan bu çok önemli mesajlar, hâlâ samimiyetle kulak verilmeyi bekliyor... 02.09.2009 E-Posta: [email protected] |