29 Haziran 2009 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Dergilerimiz

Ahmet ÖZDEMİR

Âdetleri ibadetlere çevirmek


A+ | A-

Maddî âlemde bahar mevsimini geride bıraktık. Şimdi yaz mevsiminin sıcaklığını yaşıyoruz. Gölgeler bile terletiyor. Formalarını giyen bitki ve hayvan kafileleri, gözlerimizin önünden resmi geçit yapmaya devam ediyorlar. İnsanlar ise heyecanla onların geçidini seyrediyorlar. Kimilerine gülüyorlar, kimilerine ağlıyorlar.

Bakışlar mânâ-i harfiyle mi, yoksa mânâ-i ismiyle mi?

Şimdi manevi âlemde bahar mevsimini yaşıyoruz. Her an bahçemizde çiçekler açıyor. Mübarek üç aylara girdik, Regaib kandilini ihyâ ettik. Bu mevsimde kazançlar bire binler kazandırıyor.

Diğer taraftan okullar kapandı, milyonlarca öğrenci tatile girdi. Çantalar, formalar, kitaplar evlerin bir köşesinde terk edilmiş vaziyetteler.

Peki, tatil nedir?

Tatil, sözlükte çalışmaya ara verme, çalışmayı durdurma, izine başlama, kesme, işi durdurma gibi anlamlarına gelmektedir. Benim anladığım tembellik anlamında kullandığımız “atalet” kelimesi de tatille aynı kökten gelmektedir. Demek ki, tatil ve atalet kelimelerinin çıkışı aynı yere dayanmaktadır. Buradan tembel insanlar tatil yapar anlamı da çıkarılabilir. Her ne ise…

İnsan vücudu çok çalıştığı ve yorulduğu zaman dinlenme ihtiyacı hisseder. Bir bakıma her gün yaptığı işten belli bir süre uzaklaşmak ister. Böylece zihnen ve bedenen ortam değiştirmiş olur. Bunu eskilerin tabiriyle “tebdil-i mekânda ferahlık vardır” sözüyle ifade edebiliriz. Herhalde mekân ve yer değişikliği yapmak boş olmak veya avâre kalmak demek değildir. Duruma göre o süreyi yine makul ve mantıklı olarak başka şeylerle değerlendirmek gerektir.

Bir iş yerine veya devlet dairesine gittiğinizde görevlinin izinli olduğu söylenir. İzinle özür arasında genellikle bir ilişki olduğunu düşünürüz. Halbuki çok defa izinli kişi tatildedir.

Vücudumuzda gece-gündüz demeden sürekli çalışan organlarımız, milyarlarca hücremiz vardır. Acaba onların dinlenmeye, tatil yapmaya ihtiyacı yok mudur?

Meselâ, kalb tatil yapmak istese, kanı pompalamayı kısa bir süre durdursa ne yaparız?

İlim, iki kalb atışı arasında kalb dinleniyor dese de!

Ciğerlerimiz, “Yoruldum, biraz dinlenmek istiyorum” dese halimiz ne olurdu?

Mide gece-gündüz çalıştığını iddia ederek greve gitse yapacak bir şeyimiz var mı?

İnsan vücudu muazzam bir fabrika! İç içe pek çok sistem çalışıyor; dolaşım, sindirim, solunum, sinir, boşaltım…

Gecesi yok, gündüzü yok, yazı yok, kışı yok; bir ömür boyu sürekli çalışıyor. Bizim bu çalışmalardan haberimiz var mı?

Vücudumuzdaki sistemler bizim için, biz ise kim için çalışıyoruz acaba?

Vücutta çalışan sistemlerle ne kadar ilgileniyoruz? Onları nereden aldık? Bunların şükrünü ödeyebiliyor muyuz?

Biz sadece Allah’ın önümüze dizdiği sofralardan irademizi kullanarak lokmayı ağzımıza atıyoruz. Bazen mide kapıcısına fazla rüşvet veriyoruz. Arkasından hastalıklar sıraya geçiyor. Sonra aman ne yaptık, diyoruz. Belki de kafamızı taştan taşa vuruyoruz.

Bediüzzaman Said Nursî’nin dediği gibi, “Hastalık iki kısımdır. Bir kısmı hakikî, bir kısmı vehmîdir.”

Elbette hasta olduğumuzda Allah’ın Şâfî isminin kapısını çalacağız. Oradan dertlerimize derman arayacağız. Çünkü Allah, kâinat eczahanesinde her derde lâzım bir ilâç yaratmış. Arayıp bulmak bizim işimiz. Tedavi için ilâçları kullanmak meşrudur, doğru bir yoldur. Ama tesiri ve şifayı onlardan değil, Allah’tan bilmek gerektir. Derdi veren Allah dermanı da veriyor. Yeter ki, aramasını bilelim.

Hastalıkların kaynağı çok defa kötü kullanmalar, perhiz yapmamak, israf ve sefahetten gelmektedir. Dindar ve mütedeyyin bir doktor elbette meşrû dairede nasihatlerde bulunur.

Vehmî hastalığın en etkili ilâcı, “ehemmiyet vermemektir. Ehemmiyet verdikçe o büyür, şişer. Ehemmiyet vermezse küçülür, dağılır. Nasıl ki arılara iliştikçe insanın başına üşüşürler; aldırmazsan dağılır. Hem karanlıkta gözüne sallanan bir ipten gelen bir hayale ehemmiyet verdikçe büyür, hattâ bazen onu divane gibi kaçırır. Ehemmiyet vermezse, âdi bir ipin yılan olmadığını görür, başındaki telâşına güler.”

Günümüzde evham ve vesvese türünden hastalıklar daha çok yaygındır. Bu tür hastalıklara mübtelâ olanların daha çok manevi hayatlarının tehlikeye girdiklerini görürüz.

Bu vehmî hastalık çok devam etse, hakikate inkılâp eder. Vehham ve asabî insanlarda fena bir hastalıktır; habbeyi kubbe yapar, kuvve-i mâneviyesi kırılır. Yani ilgiye, alâkaya değmeyen çok küçük bir şey büyütülür. Bir tohum bir dağ gibi olur.

Bediüzzaman’ın bu konudaki tespiti dikkate değer: “Hususan merhametsiz yarım hekimlere veyahut insafsız doktorlara rast gelse, evhamını daha ziyade tahrik eder. Zengin ise malı gider; yoksa ya aklı gider veya sıhhati gider.”1

Halk arasında söylenen “Yarım doktor candan eder” deyimini bilmeyenimiz, duymayanımız yoktur. Günümüzde üzülerek belirtmek gerekir ki, insafsız doktorlar da vardır. Biraz paranın kokusu varsa, onu ele geçirmenin yollarını kolaylıkla bulur. Önce kişinin zenginliği, sonra aklı veya sağlığı gider.

Dinlenmek nedir?

Avâm tabiriyle “yan gelip yatmak” mıdır?

Ya da hiçbir iş yapmamak mıdır?

Halbuki, bu durumlar “Çalışan, Allah’ın sevgili kuludur” prensibine aykırıdır. Yine “İki günü bir olan zarardadır” hadis-i şerifine terstir.

Öyleyse ne yapalım?

Tatilleri, izinleri fırsatlara dönüştürsek olmaz mı?

Nasıl mı?

Okuyarak!

Öğretmenler ve öğrenciler “Yıl boyu okuduk” diyebilirler. Madem ki, okumaya alıştınız. Bu alışkanlıkları farklı şekillerde yaz tatilinde de devam ettirebilirsiniz. Nasıl mı?

Âdetlerimizi ibadete çevirmek elimizde. Kendimize bir okuma programı yapabiliriz.

Okuma programında kâinat kitabı ve Kur’ân-ı Azimüşşan başta olsun. Sonra bu kitapların tefsiri olan Risâle-i Nurlar elimizde olsun. Günlük en az meselâ 20 sayfa okusak, ayda 600, üç ayda 1800 sayfa okumuş oluruz. Bunu iki katına çıkarabilirsek, Külliyat’ın çoğunu okumuş oluruz. Okumayı her namazdan sonra yapsak ve 5-10 sayfa ile devam ettirsek ne güzel olur. Bu da hiç zor gelmez.

Bunu yapmakla tefekkür ibadetini de yerine getirmiş oluruz. Yani “Bir saat tefekkür, bir sene nafile ibadetten hayırlıdır” hükmüne uymuş oluruz. Ne kadar kârlı bir ticaret değil mi?

Kur’ân-ı Kerim’de Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır:

“Muhakkak ki, göklerde ve yerde mü’minler için Allah’ın varlık ve birliğine, kudret ve rahmetine işaret eden deliller vardır.”2

Göklerde ve dünyada Allah’ın varlık ve birliğine olan delilleri yaz mevsiminde okumak daha kolaydır. Eşyanın yaratılmasında karışıklığı gerektiren ve düzensizliğe sebep olan cömertlik ve bolluk, son derece uygunluğu ve düzeni gösteriyor. İşte yeryüzünü süsleyen bitkilere bakınız.

Hızlı yapılan işlerde kabalık ve ölçüsüzlük vardır. Halbuki, bahar mevsiminde dünyayı süslendiren meyvelere bakınız, ne kadar ölçülü ve düzgün değil mi?

Gayet kolay yapılan sanatlarda basitlik vardır. Halbuki yeryüzündeki ağaç ve bitkilerin programları ve tarihçe-i hayatlarının kutucukları hükmünde olan bütün tohumlar ve çekirdekler sanat harikasıdır.

Hem, karışmayı ve bulaşmayı gerektiren karışıklık, bilâkis mükemmel bir ayrıcalık içinde görünüyor. İşte bütün yeraltına karışık atılan ve madde itibâriyle birbirine benzeyen tohumların sümbül vaktinde farklı olmaları; ve ağaçlara giren değişik maddelerin yaprak, çiçek ve meyvelere, karışmadan dağılmaları; ve mideye giren karışık gıdâların farklı organ ve hücrelere göre mükemmel şekilde ayrılmalarına bakınız, hikmetin mükemmelliği içinde kudretin mükemmelliğini görünüz.

Hem, ehemmiyetsizliği, kıymetsizliği gerektiren gayet derecede bolluk ve son derecede ucuzluk dahi, yeryüzünde masnuâtça, san’atça son derecede kıymettar ve pahalı bir keyfiyette görünüyor. İşte o sayısız san’at içinde, yeryüzünün Rahmânî sofrasında yalnız kudretin şekerlemeleri olan dutların nevilerine bakınız, rahmetin mükemmelliği içinde san’atın mükemmelliğini görünüz.

Bediüzzaman’ın kâinat kitabını okuyuşuna bir bakalım:

“Bütün rûy-i zeminde gayet kıymettarlık ile beraber hadsiz ucuzluk; ve hadsiz ucuzluk içinde hadsiz ihtilât ve karışıklık ile beraber hadsiz imtiyaz ve tefrik; ve hadsiz imtiyaz ve tefrik içinde gayet uzaklık ile beraber son derece muvâfakat ve benzeyiş; ve son derece benzemek içinde gayet derecede suhûlet ve kolaylık ile beraber gayet derecede ihtimamkârâne yapılış; ve gayet derecede güzel yapılış içerisinde sür’at-i mutlaka ve çabuklukla beraber gayet derecede mevzun ve mîzanlı ve israfsızlık; ve gayet derecede israfsızlık içinde son derece çokluk ve kesret ile beraber son derecede hüsn-ü san’at; ve son derece hüsn-ü san’at içinde nihayet derecede sehâvet ile beraber intizam-ı mutlak, elbette, gündüz ışığı, ışık güneşi gösterdiği gibi, bir Kadîr-i Zülcelâl’in, bir Hakîm-i Zülkemâl’in, bir Rahîm-i Zülcemâl’in vücûb-u vücuduna ve kemâl-i kudretine ve cemâl-i rubûbiyetine ve vahdâniyetine ve ehadiyetine şehâdet ederler, ‘En güzel isimler Onundur’3 sırrını gösterirler.”4

Evet, yeryüzünde çok değerli olmakla beraber son derece ucuzluk var. Son derece karışıklık içinde son derece farklılıklar bulunmaktadır. Kâinat kitabında bu gördüklerimiz Allah’ın güzel isimlerini okutturmaktadır.

Şu kısa dünya hayatında âdetlerimizi ibadete çevirebilir miyiz?

Tatil yapma düşüncelerimizi sevaplı ve kazançlı hâle dönüştürebildik mi?

Öyleyse şimdi oku, kabirde okuyamazsın!

NOT:

Bütün dost ve kardeşlerimin üç aylarını ve mübarek gecelerini tebrik eder, İslâm ve insanlık âlemi için hayırlara vesile olmasını Cenâb-ı Hak’tan niyaz ederim. A.Ö.

Dipnotlar:

1- Bediüzzaman Said Nursî, Lem’alar, s. 493-494

2- Casiye Suresi: 3

3- Haşir Suresi: 24

4- Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, s. 1085-1086

29.06.2009

E-Posta: [email protected]



Şaban DÖĞEN

Herşeyin bir vakt-i merhunu var


A+ | A-

Firavun, ‘tanrılık’ dâvâsında bulunacak kadar zorba bir zalimdi. Masum İsrailoğullarını köle gibi çalıştırır, zulmederdi.

Allah’ın, böyle bir zorbanın hakkından gelebilecek, Hz. Musa gibi izzet ve heybet sahibi bir peygamberi gönderdiğini görüyoruz. Kaderin cilvesine bakın ki Hz. Musa bu zalimin sarayında büyüyecek, sonra da zulmünü sona erdirecekti.

İnsan yeryüzünün halifesiydi; Allah’ın yeryüzünde vekili olarak, Onun adına tasarruf edecek, güzel isimlerine ayna olacaktı. Allah âdildi; o da âdil olacaktı. Allah rahmet sahibiydi; o da merhametli olacaktı. Allah hakimdi; o da boş, lüzumsuz iş yapmamak, faydalı şeylere koşmakla bu isme tecelligâh olacaktı. Bu da ancak Allah’ın emir ve yasaklarna uymakla gerçekleşebilirdi.

Hz. Musa, Firavunun zulüm ve esareti altında inleyen o günün inanan insanlarına bu minvalde öğütler veriyordu: “Musa, kavmine dedi ki: ‘Allah’tan yardım dileyin ve sabredin. Şüphesiz ki yeryüzü Allah’ındır; kullarından dilediğini ona varis kılar. Âkıbet ise, Allah’ın emir ve yasaklarına karşı gelmekten sakınanlarındır.’”1

Onlar Allah yolunda idiler; dişlerini sıktılar, Allah’tan yardım dilediler. Akibet onların oldu. Nitekim Kur’ân, “Onları İsrailoğullarının peşine düşürüp bahçelerinden, ırmaklarından, hazinelerinden ve şerefli makamlarından böylece çıkardık. O nimetlere de İsrailoğullarını varis kıldık”2 buyurarak bu güzel akibete Hz. Musa ve beraberindeki inananların konduğunu bildiriyordu. Az şey miydi böylesine zorba Firavundan kurtulup onun mülküne varis olmak! Ama Allah emirlerini tutan salih kullarına böylesine önemli ve büyük nimetleri ihsan ediyordu.

Çiçeklerin açması, arzın yeşermesi için baharı beklemek lâzımdı. Kışta ise bahar beklenmezdi. Demek herşeyin bir vakt-ı merhunu, yani belli bir olgunlaşma vakti vardı. Nimete liyakat kesbedince nimet ihsan ediliyordu. Demek bu bir İlâhî kanundu.

Hizmetlerimizin inkişafı için de aynı kanun geçerli değil midir? Aşk ve şevk olduğu, yeni yeni atılımlar yapıldığı, geniş kesimlere ulaşma gayreti içine girildiğinde Allah yeni yeni kapılar açacaktır. “Bizim yolumuzda cihad enlere biz yollarımızı gösteririz”3 buyurmuyor mu?

Gazetemizin başlattığı kitap kampanyasına bu açıdan baktığımızda gayret ve faaliyetlerimiz ölçüsünde Cenab-ı Hakkın ummadığımız kapılar açacağı açıktır. Gayret bizden tevfik Allah’tan.

Dipnotlar:

1. A’raf Suresi: 128.

2. Şuara Suresi: 57-59.

3. Ankebut Suresi: 69.

29.06.2009

E-Posta: [email protected]



Ali FERŞADOĞLU

Cin çarpması


A+ | A-

Elektrik bizi çarptığı gibi, enerji boyutlarının lâtif kısmından yaratılan cinlerin de çarpması mümkündür. Ne var ki, her cin, her istediği zaman, her insanı çarpmaz, çarpamaz...

Hiç şüphesiz insan ruhu, cinden daha üstün, daha güçlü, daha mükemmeldir. Zekâ, hafıza, idrak, şuur ve sâir istidat ve kabiliyetler açısından da bu böyledir... Vücudumuzda elektromanyetik akımlar, enerji boyutları vardır. Cinler de, farklı enerji türlerinden yaratıldıklarından, her istedikleri zaman, istedikleri âleme geçemezler. Herkese musallat olmazlar, olamazlar. Tıpkı elektriğin herkesi çarpmaması, çarpamaması gibi...

Cinler enerji türlerinden yaratıldıklarından, zayıf karakterli, kimliğini bulamamış, yalnız başına yaşayan insanlara musallat olabilirler.

İnsanın cinden çok üstün olduğunu ifade etmiştik. Dolayısıyla kendisinden basit bir varlıktan korkmasına gerek yoktur. Ancak korkulacak bir şey varsa, cehalet ve evhamdan kaynaklanan yersiz korkudur.

İnsanlar elektrikten korkmamalıdır. Fakat onun mahiyetini bilmemesi ve tedbirsiz davranmaları büyük zararlara, hatta ölümlere sebebiyet verir. Elektrik cahil ve tedbirsiz insanları çarpar. Cinler de öyledir. Genelde karakter ve şahsiyeti gelişmemiş, duygularını kontrol edemeyen, bünyesi zayıf, cahil insanlara musallat olacakları gayet açıktır. Bunlar arasında aşırı vesvese, şüphe, sıkıntı, endişe, ürperti, heyecan, korku yer alır. Bunlara bağlı olarak da sefahet ve dalâlete atmaya, ibadet ve istikametten saptırmaya çalışırlar. Yaydıkları enerjiyle de, insanın beynini ve sinir merkezini etkilerler. Manyetik dengesini bozabilirler.

Cinler hiçbir alâka yok iken kimseye musallat olmazlar. Elektrik havada vardır, kabloların içinde de var. Ama elektrikle uğraşmayanı, meşgul olmayanı elbette çarpamaz. Öyle ise onlardan korkmaya gerek yoktur. Kim elektrik yüklü kablolarla uğraşır ve meşgul olursa veya elektriğin mahiyetini bilmese, onları çarpması gibi, cinler de öyledirler. Bünyesi, akıl ve muhakemesi, inancı, ruhî dengesi yerinde olan ve cinlerin kanalına, yoluna girmeyen kimseleri çarpmayacakları kesindir. Cinler genelde psikolojisi bozuk, içine kapanık, korkak, pısırık, şizofren ve benzeri rûhî rahatsızlığı bulunanlara musallat olurlar.

Bedenî hastalıklar da öyle değil mi? Mikroplar bile, morali bozuk, düşük şahsiyetlerle uğraşıp zarar vermez mi?

Cin çarpması lâtif enerji boyutunda cereyan ettiğine göre, korunması, tedavisi de, o cinsten olacaktır. Elektrikten korunma, iletken olmayan eldiven, elbise veya el âletlerini kullanarak mümkün. Cinlerin de çarpmaması için, mânevî enerji kalkanı oluşturmalı.

***

Yalnız bazıları, “Yok canım, cin min yok, çarpması da yok!” diyebilir. Kimi sıkıntılarımız, hissettiğimiz baskılar insî ve cinnî şeytanların çarpması olmasın!

İnsan, düşünceleri, gözleri, elleriparmakları ve bilhassa nefesiyle dalga ve enerji yayar. Vücudun biomanyetik dengesinin enerjiyle bozulması imkân dâhilinde ise; düşünce, göz, el ve nefesle tedavi etmek de niye mümkün olmasın!

Şu hususlar da birçoğumuzun yaşayarak kabul ettiği gerçeklerdir: Sıkıntı/üzüntü/stres gibi mânevî frekanslar, ülser/damar sertliği/şişmanlık gibi maddî hastalıklara sebep olur. Aynen öyle de, cin çarpması da (lâtif bir enerji akımı olduğunu belirtmiştik) hücre yapısını tahrip ederek, maddî hastalıklara inkılâb edebilir. Artık bu durumda nefes, okuma, duâ enerjisi, o hastalığı tedaviye yetmeyecektir. Çünkü hastalık maddiye inkılâb etmiştir ve tedavi de maddî olmalıdır.

“İşte, ey ehli hak ve ehli hidayet! Şeytânı ins ve cinninin mezkûr desiselerinden kurtulmak çaresi: Ehli Sünnet ve Cemaat olan ehli hak mezhebini karargâh yap ve Kur’ânı Mu’cizü’lBeyan’ın muhkemât kalesine gir ve Sünneti Seniyye’yi rehber yap, selâmeti bul.”1

Dipnot:

1 Lem’alar, s. 8.

29.06.2009

E-Posta: [email protected] [email protected]



M. Latif SALİHOĞLU

Terörü Doğuran Irkçılığın Panzehiri (5)


A+ | A-

Kargaşaya yol açan usûl hataları

Cehalet, Hamidilikle geçmez

1890'lı yıllarda sömürgeci ve emperyalist devletlerin Şarkî Anadolu'ya olan yoğun ve yakın ilgisi, Sultan II. Abdulhamid'in dikkatini çekmiş ve onu bir hayli düşündürmüştü,

Sultan Abdülhamid, Osmanlı devleti bu bölgede güçlü kılmak ve aşiretlerden askerî yönden de faydalanmak için, Hamidiye Alayları'nı kurdurmuştu. Böylece, belirli bir nizam ve disiplin içinde aşiretlerin bir kısmının teşkilâtlandırılması sağlanacaktı.

Uygulanan bu yeni politikadan, şu faydaların sağlanacağı hesap edilmişti:

1) Merkezi otoritenin sağlamlaştırılıp devletin daha etkili olabileceği yeni bir sosyo–politik denge kurmak.

2) İngiltere ve Rusya'nın saldırılarından bölgeyi korumak ve bir güç dengesi oluşturmak.

3) Ecnebilerin kışkırtmasıyla çabuk tahrik olan ve büyük bir potansiyel tehlike arz eden Ermenilerin yıkıcı faaliyetlerine de engel olmak.

4) Bu tedbirlerle otoriter yönü ağır basan Pan–İslâmîzm politikasını daha rahat yürütebilmek.

Konu ciddî, niyet iyi, gayet güzel, yapılan düzenleme de fena değil.

Ancak, işin uygulama safhasına ve hasıl olan neticeye bakıldığında, faydanın mı, yoksa zararın mı daha çok olduğuna hükmedemiyorsunuz..

Esasında, "Hamidilik" uygulamasının, umum Şark'ın ve hasetsen Kürt nüfusunun en çok muztarib olduğu "cehalet, zaruret, ihtilaf" hastalıklarının hiçbirine çare olmadığını söylemek mümkündür. Aksine, yaranın daha da azdırılmış olduğu savunulabilir. Çünkü Hamidiye ağaları ve paşalarının zulümkârlıkları, bu sayede daha da sistemli ve adeta dokunulmaz bir hal almştır. (*)

1914 yılında l. Dünya harbi patlak verince, Kürdistan coğrafyasının muhtelif yerlerinde de birtakım muharebeler cereyan etti. Kontrolsüz gelişen bu fırtınadan, Kürt toplumu da elbette ki nasibine düşeni aldı. Osmanlı kuvvetleri Kafkas Cephesi'nde mağlûp düşünce, Rus kuvvetleri Erzurum ve Van'a kadar yayıldılar. Ta Bitlis'e kadar gelip Anadolu'nun bağrına dayandılar.

1917'de meydana gelen büyük Ekim Devrimi sebebiyle, (Bolşevik ihtilâli) Ruslar bu bölgelerden çekilmek zorunda kaldı. Fakat, bu boşluğu doldurmak üzere, İngilizler tez elden harekete geçti. Lord Curzon: "Hindistan'ın Batı sınırı Fırat'tan geçer" sözleriyle niyetlerini açığı vurdu. Hindistan, İngiliz sömürgesi idi.

Yedi cepheden gelen şiddetli taarruzlara kaşı, Osmanlı Devleti adeta canını dişine takarak çarpışıyordu. Ancak, yine de mağlûbiyet mukadder oldu. Neticede "Ermeni mezalimi"ni de hesaba katarsak, savaş, diğer bölgelerde olduğu gibi, Kürt bölgesinde de büyük bir sarsıntı ve tahribat meydana getirmiş oldu.

Sonuç olarak, bilinen tarihi seyri içersinde büyük bir Kurtuluş Savaşı verildi ve önemli bir zafer kazanıldı.

Şeyh Said'in niyet ve hareketi

Cumhuriyet'in ilanıyla birlikte İttihat ve Terakki'nin uzantısı sayılabilecek yeni siyasi yapılanma bir dizi kararı uygulamaya soktu. Hilafet lağvedildi; tekke ve medreseler kapatıldı; ilk anayasa metninde yer alan "Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin dinî, din–i İslâmdır" maddesi kaldırıldı. İslâmî değerler, elitlerin gözünde hafife alındı.

Bu din dışı gelişmeler halkın üzerinde, özellikle bu dinî yönden daha hassas olan Doğu ve Güneydoğu Anadolu'da yaşayanlar üzerinde büyük üzüntü ve derin tesirler husûle getirdi.

Hatta, Şeyh Said'i harekete geçiren en önemli saik de–bazı iddiaların aksine–Kürtlerin millî kıyam arzu ve talebi değil, özellikle yeni kurulan hükûmetin hem Osmanlı'ya zıt hem de İslâma muarız durumdaki fikir ve politik tavrıydı.

Şeyh Said'in ortaya çıkıp "din adına karşı koyma içtihadı"nda bulunması, gerek usûl ve gerekse esas itibariyle yanlıştı. Zira, şeriata göre bir İslâm toplumunda hem "dahilde kuvvet kullanılmaz"dı, hem de kuvvetin kullanılması halinde her iki taraftan da özellikle mâsumların zarar göreceği muhakkaktı.

İki yanlıştan bir doğrunun çıkmadığı mâlum. Şeyh Said de, bir yanlışa karşı çıkayım derken, bir başka yanlışa düşüyordu. Nitekim, netice de gösteriyor ki, o kalkışmanın ne Türklere, ne Kürtlere, ne de Türkiye Müslülanlarına hiçbir faydası dokunmamış, bilâkis büyük zararı görülmüştür.

Şeyh Said, "iyi niyetli" bir girişimde bulunmuş olabilir. Tıpkı, Sultan Abdülhamid'in "Hamidiye Alayları"nı kurmaktaki niyeti gibi.

Ancak, şu da kesin bir gerçektir ki, her iyi niyetten iyi netice çıkmıyor. Esastaki doğruluk kadar, usûldeki doğruluk da önemli. Hatta, prensip olarak usûl esastan önce gelir. Yani, esasa gitmek için, öncelikle doğru bir usûle riayet etmek gerekir.

..................................

(*) Bu hususta Üstad Bediüzzaman'ın Cizre'deki Hamidiye kumandanı Miran Aşireti reisi Mustafa Paşa ile hatırası örnek verilebilir. (Bkz. Nursi, Said, "Tarihçe–i Hayat", Yeni Asya Neşriyat, İst. 1996 s. 38)

29.06.2009

E-Posta: [email protected]



Süleyman KÖSMENE

Musibete sabır


A+ | A-

Abdullah Bey: “Buluğ çağından önce çocuğu vefat etmeyen aileler Cennette çocuk sevgisinden mahrum mu kalacaklar?”

Cenab_ı Hak kulunu bazen sabra davet eder. Kulun gösterdiği sabır cinsinden de mükâfatını lütfeder. Bu O’nun Şekûr oluşunun, yani her amelin karşılığını tastamam verişinin gereğidir.

Her kulun bir çilesi, bir belâsı, sabretmesi için kendisine yazılan bir zorluğu, katlanmasını gerekli kılan bir sıkıntısı vardır, olmuştur veya olacaktır. Allah sevdiği kullarını bazen sabır konusunda yoklar. Onların sabırlarını ölçer ve sonucu ebedî hayat hesabına yazar. Allah’ın ebedî hayatta hazırladığı ikramları ve ihsanları ne göz görmüş, ne kulak işitmiş ve ne de insan hayaline düşmüştür!

Allah’tan belâ istenmez, musibet istenmez. Fakat Allah’ın verdiği belâya ve musibete sabredilir. Allah’tan sabır istenir. “And olsun ki Biz sizi bir takım korkular ve açlıklarla ve mal, can ve mahsul eksikliğiyle imtihan edeceğiz. Sabredenleri müjdele. O sabredenler ki, başlarına bir musibet geldiğinde, ‘Biz Allah’ın kullarıyız; sonunda yine O’na döneceğiz.’ Derler. İşte Rablerinin mağfiret ve rahmeti onların üzerinedir. Doğru yola ermiş olanlar da onlardır”1 ayetinde buyurulduğu gibi, Cenab_ı Hakkın verdiği musibete sabredenler, sabırlarının karşılığını en güzel şekilde görürler.

Bir kimsenin çocuğunun vefat etmesi bir musibettir, bir dünyevî belâdır. Fakat bu musibete ve belâya sabretmek şartıyla, yani bu çocuğu Allah’ın verdiğini ve Allah’ın aldığını düşünerek Allah’ın takdirine boyun eğmek ve teslim olmak şartıyla, çocuğu vefat edenlerin, Cennette ebedî olarak çocuk sevme lezzetine kavuşacakları müjdelenmiştir.2

Peki, başka musibetlerin ve belâların mükâfatları söz konusu edilmemiş midir? Başka belâlara da başka mükâfatlar gündeme getirilmiştir şüphesiz. Ve onlar da birbirinden câziptir ve güzeldir! Meselâ;

Bir hadis_i kutsîde Cenab_ı Hak şöyle müjdelemiştir: “Ben kulumu iki gözünden mahrum etmekle imtihan ettiğim vakit sabrederse, ona, gözlerine karşılık Cenneti veririm.”3

“Bir Müslüman’a yorgunluk, ağrı, kaygı, keder, acı ve tasadan diken batmasına varıncaya kadar her hangi bir şey isabet etse, Allah buna karşılık onun günahlarını bağışlar.”4

“Mükâfatın büyüğü, belânın büyüğü ile beraberdir. Allah bir kavmi severse, bir derde uğratır. Kim kadere razı olursa, Allah’ın rızasına ulaşır. Kim kaderinden dolayı Allah’a öfkelenirse, Allah’ın gazabına uğrar.”5

“Musibetler, yüzlerin karardığı Kıyamet Gününde sahibinin yüzünü ak eder.”6

“Allah bir kulunu severse, dua ve niyazını işitmek için ona musibet verir.”7

“Şu üç şeyle kul, dünyanın ve âhiretin bol nimetlerine kavuşur:

1_Belâya karşı sabır, 2_Kadere rıza, 3_Refah ve bollukta dua.”8

Bunlar, büyük müjdelerden sadece bir kaçı. Dikkat edilirse, burada vaad edilen müjdelerden hiç birisi bir diğerinden küçük veya önemsiz değildir. Şüphesiz Allah’tan Cennet nimeti istenirse de, dünya musibeti istenmez. Meselâ evladı vefat etmiş olsun olmasın, bir kişinin Cennette çocuk sevme lezzeti istemesinde bir sakınca yoktur. Fakat bunu temin için o kişi, “buluğ çağına ulaşmadan çocuğumun canını al” diyemez.

Şunu da takdir etmek lazım: Evlâdı vefat etmek, sabır olmadığında dayanılır acılardan değildir. Allah evlâdı vefat edenlere en güzel sabırlar lütfetsin. Bu sabırlarının karşılığında, evlatlarını onlara Cennette lütfetsin. Âmin.

Hiç şüphesiz, Allah’ın takdir ettiği diğer musibet ve belâlar da sabır olmadığında insana dayanılmaz acılar verirler. Burada bize düşen, bizim, musibet istemeksizin Allah’ın verdiği musibetlere sabır göstermemiz ve kaderimizden razı olmamızdır. Cennette ise her mü’minin sınırsız bir istek hakkı olacaktır. Cennette mahrumiyet yoktur.

Her Cennet meyvesi güzeldir. Çünkü her Cennet meyvesi, Allah’ın, kâh kullarına amellerinin mükâfatı olabilecek biçimde ve amelleri cinsinden takdir ettiği, kâh kendi sonsuz keremiyle lütfettiği ikramlar ve ihsanlardır.

1 Bakara Sûresi: 155, 156, 157

2 Sözler, s. 591

3 Riyâzu’s_Sâlihîn, s. 60

4 Riyâzu’s_Sâlihîn, s. 61, 62

5 Riyâzu’s_Sâlihîn, s. 64

6 Câmiü’s_Sağîr, 4/1617

7 Câmiü’s_Sağîr, 1/124

8 Câmiü’s-Sağîr, 2/867

29.06.2009

E-Posta: [email protected]



Faruk ÇAKIR

İhtilalciler, özür dileyin!


A+ | A-

Herkesin bildiğini bir defa daha tekrarlayalım: Türkiye’nin ‘düz’lüğe çıkabilmesi için er ya da geç, ihtilalciler, darbeciler ve ‘andıççılar’ yargılanabilmelidir. Bu yargılama yapılmadan, bundan sonraki muhtemel ‘darbeler’i engellemek kolay değil.

Tabiî bu yargılama için sadece kanun değişikliği yapmak mümkün değil. Elbette kanunların da değişmesi lâzım, ama en başta ‘zinniyet’lerin değişmesi gerekir. 2009’u yarıladığımız şu günlerde bile hâlâ ihtilaller ve ihtilalcilerden medet uman ‘aydın’ ya da öyle bilinen insanlar varsa, darbeciler aleyhinde kanun hazırlamak yeter mi?

Ömürleri darbe planlarıyla geçmiş kişilerin darbeleri savunmasını bir yere kadar anlayabiliriz. Fakat, darbeye karşı olmaları gereken, darbelerden maddî ve manevî zarar gören bazı insanların “darbe şakşakçılığı” yapmasını anlamak mümkün değil. Dünya alem biliyor ki, darbeler maddî anlamda da Türkiye’ye zarar verdi. Hâlâ maddî sıkıntılar çekiyorsak, mesela; kendimize has ‘yerli’ otomobilimiz yoksa, güçlü sanayimiz kurulamamışsa bundan dolaylı olarak ihtilaller ve ihtilalciler de sorumlu değil midir? Her bir ihtilalin Türkiye’yi 20 ya da 30 yıl “geriye” götürdüğü kesin değil midir?

27 Mayıs 1960 kanlı ihtilalinden sonra her defasında “Türkiye’yi ‘gericilik’ten kurtarma” iddiasıyla yapılan ihtilaller, hem maddî hem de manevî anlamda ülkemizi “geri”ye götürmüştür. O halde ihtilalcilerin ve onları destekleyen bilumum ‘alkışçı’larının bu millete karşı ciddî bir özür borucu yok mudur?

Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ, 26 Haziran 2009 tarihinde yaptığı ve TV’lerden canlı olarak yayınlanan basın toplantısında mealen şöyle diyordu: “TSK, demokrasiye bağlı ve saygılıdır. Bu ilkelere aykırı düşünce içinde olan personeli TSK içinde barındırmaz. Bunu kim söylüyor, Anayasamızın 114. maddesine göre TSK’nin komutanı, yani ben söylüyorum. Bu ifade en büyük teminattır. Başka şeyler aranmasını anlayamıyorum.”

Elbette bu ‘teminat’a inanmak isterdik, ama bu teminat Türkiye geçrekleriyle örtüşüyor mu? Tarihinde bunca darbe, müdahele ‘andıç’ın yer aldığı bir kurumun “demokrasiye bağlı ve saygılı” olduğu nasıl anlaşılır? Bunun yerine, geçmişteki ihtilaller sebebiyle milletten samimî ve ‘özde’ bir özür dilense ve “Bundan sonra demokrasiye bağlı ve saygılıyız” denilse neyse...

“Tecrübeli ihtilalciler”e bakıldığında böyle bir “özür” niyeti olmadığı anlaşılıyor. Mesela, 12 Eylül 1980 ihtilalinin lideri Kenan Evren, güya 12 Eylül ‘şartları’nı anlatırken şöyle demiş: “Türkiye’de her gün 10, 15, 20 genç öldürülüyordu. Sağdan da soldan her gün gençlerimiz hayatlarını kaybediyordu. Biz ne yapacaktık? Bu durumu seyredecek miydik? Seyredemezdik. Başka ne yapabilirdik?” (Milliyet, 26 Haziran 2009)

Bu bakış açısında “İmkân olsa yine ihtilal yaparız, iyi ki yapmışız!” anlamı çıkmaz mı? Bu anlayış ve yaklaşımın neresinde “demokrasiye bağlılık ve saygı” vardır?

İhtilalciler hiç vakit kaybetmeden ve gecikmeden milletten samimî bir özür dilemeli ve millete tepeden bakma alışkanlığına da son vermelidirler. Ancak ondan sonra “demokrasiye bağlı ve saygı”lı oldukları iddiası taraftar bulabilir. Aksi halde ‘inandırıcılık problemi’ ile başbaşa kalırlar...

29.06.2009

E-Posta: [email protected]



Cevher İLHAN

“Pinoche zihniyeti” yargılanmalı…


A+ | A-

Ankara geçtiğimiz haftayı da “belge” tartışmalarıyla geçirdi. Ancak başta 12 Eylül darbecilerini koruyan ve kollayan 27 yıldır yürürlükteki “Anayasanın Geçici 15. maddesi”nin kaldırılması, “darbe lideri” Evren Paşa’nın “intihar ederim” şantajı ve 28 Şubat’ın başaktörü Çevik Bir’in “Amerikancı darbe girişimi”den dolayı ifâde vermesi, Türkiye’de darbe dönemlerinin ve darbecilerin yargılanmasını ciddî olarak gündeme getirdi.

Bu açıdan Başbakan Erdoğan’ın 12 Eylül darbecilerinin yargılanmasını engelleyen maddenin kaldırılması “ciddî teklifleri” daha baştan “sulu bir şaka” olarak yorumlaması dikkat çekici.

Belli ki Erdoğan, salt 2003’ten bu yana AKP iktidarı dönemindeki “darbeye ortam hazırlamalara” ve “darbe teşebbüsleri”ne dair “belge”lerin soruşturulmasının ötesine geçmesinden pek yana değil. Oysa Türkiye’nin gerçek bir demokrasiye geçmesi ve antidemokratik zihniyetin devletten tasfiyesi için 27 Mayıs’tan 28 Şubat’a “başarılan”-başarılmayan, olan-olmayan bütün darbelerin ve darbe teşebbüslerinin, andıçların, “darbe günlükleri”nin tek tek yargılanması gerekli…

Evren’in “intiharı”na gerek yok. Çünkü mesele, 92 yaşındaki Evren’in bir “Pinoche” olarak hayattaki iki Millî Güvenlik Konseyi arkadaşı ile birlikte yargılanması da değil. 12 Eylül ihtilâli hükûmetlerinde görev alanların, darbenin Danışma Meclisi üyelerinin ve üst düzey sorumlularının yargı önüne çıkarılması, Türkiye’de sistemin içindeki ayrıkların temizlenmesi ve demokrasinin arınması açısından büyük önem taşıyor…

Bu konuda, “92 yaşıma geldim, artık fazladan yaşıyorum” diyen Evren Paşa’nın, “Beni yargılamak isteyenlere, memleketin o günkü halini hatırlatmak isterim; günde 20-25 kişi öldürülüyordu” deyip “biz durup dururken mi bu işe girdik” demesi, darbelerin ve darbecilerin sakat mantığını ortaya koyuyor.

Belli ki Evren, darbe için kargaşa ve kaos ortamına zemin hazırlamak hesabına dahilî ve hârici mihrakların işbirliğiyle alevlendirdikleri anarşi ve terör fitnesini darbeye “gerekçe” gösteriyor. Yani kerâmeti kendinden menkul.

Oysa sıkıyönetimle her türlü yetki ve imkân verilen askerlerin anarşiyi durdurmak yerine darbe ile yönetime el koymalarının hiçbir hukukî ve yasal dayanağının olmadığı, anarşi ve terörün hiçbir zaman “darbe”ye gerekçe olamayacağı, gün gibi ortada.

Evren Paşa’nın bütün darbeciler gibi, “TSK İç Hizmet Kanununun 35. maddesi”ni ileri sürmesi, doğrusu tam bir çarpıtma. Gerçekten, “Silâhlı Kuvvetlerin vazifesi; Türk yurdunu ve Anayasa ile tayin edilmiş olan Türkiye Cumhuriyetini kollamak ve korumaktır” ibâreli madde ile öncelikle Anayasa’nın ilgâsının mantığı nedir?

Sözkonusu yasanın da meşruiyetini aldığı Anayasayı ortadan kaldırma garâbeti nerede görülmüş? Bir “yasa maddesi”yle millet irâdesinin temsilcisi Meclis’in tasfiyesi, meşru hükûmetlerin alaşağı edilmesinin hangi “yasal” dayanağı olur?

Keza Evren’in, “1982 Anayasasının halkın oyuyla kabul edildiği” iddiasının da altı boş. Zira 82 Anayasasının ne tür demokrasi dışı baskılarla “kabul edildiği” hâlâ hâfızalarda. Anayasa taslağını eleştiren gazete ve mecmuaların kapatıldığı, yazıların cezâlandırıldığı, aleyhte yazanların ve konuşanların derdest edildiği arşivlerde. “Referandum” sürecinde silâh zoruyla devletin başına geçmiş bir “devlet başkanı”nın, “hayır” demenin yasak olduğu “tek yanlı propaganda”yla devletin bütün mekânizmalarını âlet etmesi, devletin tek kanalı TRT’yi tek yönlü olarak kullanması, göz göre göre halka yapılan tehditler ve şantajlar zihinlerde.

Gerçek şu millet, darbeciler eliyle topyekûn bir devlet kuşatması ve tehdidiyle karşı karşıya kalmış; ve “darbeciler biran önce gitsin” diye “def-i belâ” kabilinden ortaya koydukları ve “ihtilâl lideri”ni de otomatikman “Cumhurbaşkanı” yapan “komedi”ye “evet” diyerek güyâ başından savmış!

Kısacası Bediüzzaman’ın, “Evet, kahr (zorlama) ve cebir (baskı) ile zâhirî bir hâkimiyet, sathî bir tahakküm, kısa zamanda ibkâ edilebilir (sağlanabilir.) Tehditlerle, korkularla, hîlelerle, efkâr-ı ammeyi başka bir mecrâya çevirtmek mümkün olur. Fakat, tesiri cüz’idir, sathîdir, muvakkat (geçici) olur; muhâkeme-i akliyeyi az bir zamanda kapatabilir” hakikati tecellî etmiş. (İşârâtü’l-İ’câz, 164)

Gelinen noktada “çok geç” de kalınsa, 15. maddeden yargılanacak sanık bulmakta zorluk da çekilse, kala kala Pinoche gibi Evren ve iki arkadaşı da kalsa, 12 Eylül’den başlanarak bütün darbelerin ve darbeciliğin yargılanması, demokrasinin geleceği açısından oldukça önemli.

Ankara bu fırsatı iyi değerlendirmeli. Aksi halde sivil yargıya intikal eden “belge” ile başlayan tartışmaların “Ergenekon iddianâmesi” çerçevesinde darbelerin ve darbecilerin hesap vermesi safhasına gelmesi fırsatının değerlendirilmemesi büyük bir vebâl olacak…

AKP iktidarı, bu fırsatı, günübirlik politik hesaplarla heba etmemeli…

29.06.2009

E-Posta: [email protected]



Recep TAŞCI

IMF’siz yola devam


A+ | A-

Öyle bir hava estiriliyor ki sapla saman birbirine karışıyor, gerçekler ters düz ediliyor. Kara ak, ak kara gösteriliyor. AKP’ye AK Parti denmesini kastetmiyoruz. Kimse üstüne alınmasın. Mevzu ekonomi.

Bir yılı aşkın süredir IMF ile görüşülüyor. Geçenlerde Bodrum’da IMF Başkan Yardımcısı Lipsky ile Babacan buluştu. Sonuç yok.

Olabilir. Bunun eleştirisini ayrıca yaparız, bir kaç yazımızda yaptık da.

Takıldığımız,anlayamadığımız nokta şu: Para isteyen kim, krediyi açacak olan kim?

Belli değil.

Bizim taraf ikide bir aslanlar gibi kükrüyor, manşetlere taşan demeçler veriyor.

“Millî menfaatlere aykırı isteklere evet demeyiz,” ”IMF olmazsa ölecek miyiz?”, ”Ümüğümüzü sıktırmayız” daha nice kabadayılıklar.

Sanki parayı verecek olan Türkiye tarafı.

Tuhaf bir durum. Roller tersine dönmüş.

Siz hiç hem borç isteyip, hem de efelenen gördünüz mü?

Böylesine ne derler?

Artık siz karar verin...

Türkiye IMF ilişkileri aynen bu minvalde cereyan ediyor.

Adamlar borç vereceğiz diye kapımıza dayanmadılar.

Türkiye’ye çağıran biz.

Borç isteyen biz.

Bağırıp çağıran yine biz.

Borç verecek olanın sesi soluğu çıkmıyor.

Sizce de garip değil mi?

İşinize gelmiyorsa vazgeçin, insanları, piyasaları meşgul etmeyin, kestirip atın.

Kimse kimseye zorla para vermez. Gürültüye patırdıya gerek yok.

Bakın bir yıldır IMF’siz idare ediyoruz.

Dolar fırlamadı, borsa toparlanıyor, faizler düşüyor, carî açık kapanıyor.

İtiraf edelim ki bunu beklemiyorduk.

Anlaşma sağlanmazsa “dengeler bozulur” beklentisi vardı.

Şimdilik olmadı.Temennimiz hiç bozulmaması.

Yalnız bir çekincemizi belirtmeliyiz. Son aylarda Türkiye’ye kaynağı meçhul 20 milyar dolara yakın bir para akışı olduğu gözlemleniyor.

Bunu bir açıklasalar da öğrensek.

İşin sırrı bu parada mı yatıyor?

Her neyse şunu artık öğrenmeliyiz:

Dövizin kadar harca.Temel sorun bu. Yani ayak-yorgan hikâyesi.

Ne var ki 50 yıldır bunu beceremiyoruz.

Bugüne kadar İMF ile 19 anlaşma imzalandı.

Bir türlü kısır döngüden kurtulamıyoruz.

Neden?

Çünkü ürettiğimizden çok tüketmek gibi bir hastalığımız, ihtirasımız var.

Bunu yenmeliyiz.

İşte Brezilya. Düne kadar bizim gibi IMF’nin kapılarını aşındırıyordu.

Şimdi IMF’ye borç veriyor. Çin, Hindistan, Rusya aynı şekilde.

Türkiye de başarabilir.

Kriz bunun için bir şans olabilir.

Üretimin önündeki engelleri kaldırın.

Neler mi bunlar, saymakla bitmez;

Pahalı enerji, alt yapı sorunları, bürokrasi, adaletsiz vergi rejimi, çarpık sigorta mevzuatı, finansman darboğazı, yüksek faiz, kalifiye eleman sıkıntısı, istikrarsız ekonomik yapı...

Özetle kısa ve orta vadede bu sorunlar çözülürse Türkiye genç nüfusuyla dünya arenasında hakettiği yerde olacak ve yoluna IMF’siz devam edecektir.

29.06.2009

E-Posta: [email protected]



Şükrü BULUT

Nurlanan beyaz geceler…


A+ | A-

Dünyanın bu denli küçüleceğini nereden bilebilirdik ki… Kulağımıza hoş gelen menkibeleri yaşayacağımızı… Coğrafya kitaplarıyla özleşeceğimizi… Doğu ile Batının bu kadar iç içe yaşanacağını… Mesafelerin masalardaki gibi kaybolacağını… Dört mevsimi aynı günde ruhumuzda yaşadığımız çok olmuştur. Fakat Dünyanın yedi ikliminin havasını ve suyunu soluyacağımızı, meyvelerinden yiyeceğimizi, senenin en uzun ve en kısa gecelerini yaşayan sesleri bir arada duyacağımızı… Avrupa´da baharı, Anadolu´da sıcacık yazı yaşarken Okyanusya´da kışı aynı dilimde tadacağımızı rüyalarımızda görememişken yaşamanın şaşkınlığını üzerlerinden atamıyanlar yalnızca biz miyiz?

Kısmetimize Avrupa´nın şimali düştü. Artık baharın beyaz geceleriyle kışın upuzun gecelerini Tolstoy ve Dostoyevski´den öğrenmeğe gerek kalmadı. Bu Haziran’ın dördüncü haftasında şu gurbette “üç aylara” başlayan mü´minlerden soracağız, imsak ile iftar arasındaki uzun zamanları… Gecenin ikisinden önce son yudumlarını alanların, İstanbul yatsılarındaki vakitlerde iftar etmelerini yaşamak isteyenler, Avrupa Şimaline buyursunlar… İskandinavya, Petersburg ve Yakutistan´a ne hacet… Kuzey Almanya´da da yaşanır, İmam-ı Ali’nin (r.a.) özlediği oruç zamanları: sıcak, uzun bahar ve yaz geceleri…

Bir yönüyle Al-i Beytten sayılırız. Al-i Beyt denilince, zamanımızdaki temsilcisi Bediüzzaman Hz.lerinin Şimal ile ilgili bir mektubu hatıra geldi. Tarih denilince, döner maziye bakarız, biz. Al-i Beyt´in temsilcileri mâzi ile istikbali aynı aynada görürüler. Hakikatin tarihi isitikbalden onlara yansımada bulunur. Said Nursî Hz.leri, tevhid ve Risalet-i Ahmediyeyi (a.s.m.) gurbete taşayanların bugününü görerek yazmış mektubunu:

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Şimalin İsveç, Norveç, Finlandiya, Kur’ân-ı mekteplerinde en büyük halâskâr bir kitap olarak kabul ettikleri gibi, şimdi erkân-ı İslâmiyenin birincisi olan Ramazan sıyamını tutmak niyetiyle Camiü l-Ezhere “Şimalin pek uzun günlerinde bir çare-i tahfifi ve tehiri yok mu?” diye sormuşlar. Demek Avrupanın yalnız o küçük hükumetleri değil, belki siyaset mânâsı verilmemek için kendini izhar etmeyen, eskide büyük ve dünyanın yüksek mevkiini tutmakla beraber, gayet dehşetli bir tarzda dünyanın fena ve faniliğini dehşetli tokatla o yüksek mertebelerin hiçe indiğini görmekle hakiki teselli, yalnız ve ancak hakaik-i Kur’âniyede bulmasıyla, o küçüklerle manen beraber tahmin edilebilir. (Emirdağ Lahikâsı S 210)

1946´dan 2009´a… İsitikbal tarihinin veciz, beliğ ve muhteşem analizi. İşte biz, Kur´ân’a tarafgiriliğin gizlemek zorunda bırakılan bir ülkeyi vatan edinerek size, “nurlanan zaman ve mekânların” hikâyesini aktarmaya çalışıyoruz. Oslo, St. Petersburg, Stockholm ve Malmö´den, Kopenhaag, Kiel, Warşowa, Hamburg ve Berlin´den önce Anadolu´ya, sonra da Haleb´e, Şam-ı Şerif, musibetzede Bağdat, Kerbela ve nihayet Medinetün Nebi´ye ve dünyanın kalbine selâm göndermeye çalışan dünün gurbetzedeleri ve günümüzün Avrupalılarıyız.

Sizler “Şimal” kelimesini çoğunlukla menfî mânâlarla duymuşsunuzdur. “Şimal cereyanı” tabiri sizi hep tedirgin edegeldi. “Seyf-i Osmanî ibre-i mıknatıs gibi hep semt-i şimali gösterir” darb-ı meseleni hafızanıza yazageldiniz… Belki duymuşsunuzdur. II. Cihan harbinin kışları buralarda çok şeyi değiştirdi. İsevî ve insaniyetperver Avrupa´nın yardımyla şimal cereyanın yurdunda ezanların yüzlerce minarelerden yükseldiğini şu üç aylarda size hatırlatmak, belki bir müjde yerine geçer. “Düşünür ve şairlerin coğrafyasındaki” mütefekkirler; Kur´ân´ı ve Peygamber’in (a.s.m) Şeriatını tekîkle meşguller.

Şimalin Ahirzaman çatışmalarına dayelik ettiği bir vakıadır. Fakat dünü bilmeyenleri, hadiseler bugün de gafil avladı. Düşmanın ters ateşine aldananların bakışları hâlâ Atlas ötesini tarıyor. Ahirzamanın tarihçesini ve coğrafî atlasını bilenler, hep şimale dikkat kesildiler. Çok garip manzaralar yaşanıyor, bu diyarda. Üç beş yaşındaki masumlara varıncaya kadar Regaip´lerde mescidleri, medrese, tekye ve dershaneleri dolduran mü´minlerin karşısında, yine pür silah şimal cereyanı siperde dikkat kesilmiş, bekliyor. Habis Avrupa Medeniyetiyle Şeriat-ı Ahmediye arasındaki garip mücadelenin velvelesi, kuzeyin her bucağını tutmuş. İsevî âlem ile şimal cereyanı arasındaki harbin komutunu, sanki Efendimiz (a.s.m.) bizzat kendisi veriyor. Stratejiler, yardımlar ve servisler ise, onun zamanındaki vekilinden… İçerden bakabilenler büyük acaipliklerle karşılaşıyorlar.

Varsın, ülfet çadırına toplanan Müslümanlar, mücadeleyi sıradan görsünler. On değil, elli değil; tam yüz sene önce şimal cereyanı mensuplarınca fitili çekilmiş bu şavaşın boyutlarını görebilmek için asrın ruh mimarını okuma mecburiyeti var. Hürriyet ve demokrasiyi yanlış anlamış bu kuzeylilerin hedefinde önce İsevîler, sonra insaniyetperveler ve sonunda Müslümanlar geliyor. Fakat Anadoludan buraya yapılan stratejik yardımlar, bilvesile bizi ilk hedefe koydurmuş. Güneşin haftalarca ve bazen aylarca batmadığı diyarları yaşamaktan daha acîb ve garîp şeyleri görmek ve yaşamak isteyenler de şimale teşrif edebilirler. Ön şartı ise; hayata içerden bakacak kadar nurlarla mücehhez olmak.

Şimaldaki zamanlara alışıp alışmadığımızı da merak ediyorsunuzdur. Aramızda mahremce kalsın. Bizler, hadd-i büluğu şarkta yaşamışlar; ne kışların uzun gecelerine, ne de bahar ve yazların beyaz gecelerine bir türlü alışamadık. Geceyi on - oniki saatle tanıyan birinci nesil, Anadolu gecelerinin refleksi ile kıvranıyor; İbadette, yemede, istirahat ve diğer işlerinde şaşkınlığını gideremiyor. Bu coğrafya ile iltiyam, ancak bu coğrafyada doğup büyümekle olurmuş. Çocuklarımız şimdilik bunu isbat etmeye çalışıyorlar.

Îman ile küfür, şeriat ile lehviyat, madde ile mânâ ve gece ile gündüz arasındaki uzun mesafeleri med–cezirlerle bize yaşatan şimdi izahın zorluğunu kendiniz gördünüz… Bir de burada yaşanların hâlini… Şuhur-u selâsedeki dualarımıza ne denli muhtaç olduğunu elbette anladınız. Selâm ve dua ile…

29.06.2009

E-Posta: [email protected]



Umut YAVUZ

İran’da yaşananlar ve Orta Doğu sorunu


A+ | A-

İran’da seçim gerginliği yavaş yavaş sona eriyor. Böylece İsrail’in ve Batılı ülkelerin iddia ettiği gibi rejime yönelik herhangi ciddî bir tehdit olmadığı ortaya çıkmış oldu.

Nitekim İran’da seçimden sonra meydana gelen olaylar rejime yönelik değil, seçim sonuçlarına yönelik bir itirazın tezahürüydü. Seçimden mağlûbiyet ile çıkan Musavî ve diğer muhalif adaylar sonuçların şaibeli olduğunu iddia ederek taraftarlarını sokaklara döktüler. Demokrasilerde gayet tabiî olabilecek bu türden olaylar ne yazık ki İran yönetiminin sert ve baskıcı müdahalesiyle kaosa dönüştü. Ancak şimdi ortalık duruldu denilebilir. Şimdi mücadele yasal yollardan devam ettirilmek isteniyor. Sözgelimi Musavî seçimleri araştırmak için ‘’hakemler kurulu’’ oluşturulmasını istedi. Musavî, Anayasayı Koruyucular Konseyine gönderdiği mektupta, ‘’tüm adayların benimseyeceği ve dini liderlerin onaylayacağı bağımsız ve yasal bir komitenin sorunları çözebileceğini’’ belirtti.

Zaten Anayasayı Koruyucular Konseyi de seçime ilişkin tüm gelişmeleri araştırmak için herkesin güvenini kazanmış 6 uzman ile Musavi ve Kerrubi’nin temsilcilerinden oluşacak ‘’özel komisyon’’ kurulabileceğini açıklamıştı. Konsey, 6 ismin belirlendiğini, Musavî ve Kerrubi’den de kendi temsilcilerini açıklamalarını istemişti.

İran’da seçim sonuçları kesinleşti ve onaylandı. Bu saatten sonra sonuçları değiştirecek herhangi bir gelişmenin yaşanması imkansız. Ancak bütün bu yaşananlar İran’da demokrasi ve seçim sistemi kavramlarının gerçek manada anlamını bulamadığını ve yerleşemediğini ortaya koydu. Bizim Türkiye’de 50’li yıllarda yaşadığımız seçim problemleriyle İran bugün yüzleşmek durumunda kalıyor. Seçmenin neredeyse yüzde 40’a yakını ise seçim sonuçlarına güvenmiyor, güvenemiyor.

İran yönetiminin bu saatten sonra kendi yapısını ciddî manada sorgulaması elzemdir. Aksi takdirde bugün rejime yönelik bir tehdit haline gelmeyen hareketler, bir sonraki adımda rejime yönelebilir. İran rejiminden rahatsız olan uluslar arası siyaset aktörlerinin ekmeğine yağ sürecek bu türden gelişmeler, İran’da rejimi sarsacak, çatırdatacak olaylara dönüştürülebilir.

İran seçim tartışmaları dolayısıyla Batı ülkeleri ile gerginleşen dış politikasında daha hırçın bir tutuma yönelebilir. Bu da zaten önümüzdeki dört yıl içinde nükleer çalışmalarını hızlandırıp, bir neticeye vardırmak isteğinde olan İran için gerekli iklimi ve vakti verecektir.

Filistin ile inandırıcı olmayan bir “ikili devlet çözümü” konusunda masaya oturmaya hazırlanan İsrail için İran rejiminin aynı şekilde varlığını sürdürmesi önemli bir koz olarak görünüyor. İsrail, İran tehdidi var olduğu sürece kemikleşen sorunların çözümüne yönelik ciddî bir adım atmayı ise düşünmüyor. Bütün bunlar ise en çok Orta Doğu’da çözüme umut olan ve sorunları çözebilecek iradeyi ortaya koyması beklenen ABD Başkanı Obama’nın işini zorlaştırıyor. Obama’nın Irak’tan çekilirken Afganistan’da içine sürüklendiği bataklığı da hesaba katacak olursak, önümüzdeki dönemde, yeni yeşeren umutların bir bir hayal kırıklığına dönüşmesi beklenebilir.

29.06.2009

E-Posta: [email protected]



Yeni Asyadan Size

Tatil ve gazeteniz


A+ | A-

Tatil ve dinlenme mevsimi olarak görülen yaz aylarında özellikle büyük şehirlerden küçük yerleşim birimlerine doğru akan bir hareketlilik yaşanır. Okulların kapanması ile birlikte başlayan turistik gezi ya da sıla-ı rahim amaçlı bu yer değiştirmeler yaz boyunca devam eder. Yayıncılar açısından bakıldığında bu hareketlilik, genelllikle gazete tirajlarına da olumsuz yönde yansır. Bu bakımdan yaz ve tatil ayları yayıncıları pek sevindirmez. Tiraj kayıplarından en çok da bizim gibi abonelik ve elden dağıtım usulüyle okuyucusuna ulaşan gazeteler nasibini alır. Okuyucu, ya tatil hengâmesiyle, ya da gittiği ücra bir yerde gazetesini bulamaz ve gazetesiyle buluşamaz.

Yaz kayıplarını önlemek ve gittiği yerde gazetemizi okuyucusu ile buluşturmak için gerekli tedbirler alındı. Abone ve Dağıtım Servisimiz, yaz münasebeti ile yer değiştirmek durumunda kalan okuyucularımızın gittikleri yere gazetesini ulaştırma hazırlığı yaptı. Okuyucularımız gittikleri yerin adresini Abone ve Dağıtım Servisine bir telefonla bildirmeleri halinde gazetelerine birkaç gün içinde ulaşmaları mümkün olacak. Servis yetkilileri, bu hizmetin Yay-Sat Dağıtım şirketi kanalıyla gazete giden yerlere verilebileceğini kaydedip, gazete istenecek yerin bayi kod numarasının önceden öğrenilmesinin gerektiğini belirtiyorlar.

Bu açıdan tatile gidecek abonelerimize bir çağrımız olacak: Lütfen adres değişikliğinizi bize bildiriniz. Bizler sizlere elimizden geldiğince ulaşmak ve beraberliğimizi kesintisiz sürdürmek istiyoruz..

***

Kampanya heyecanı

Üç kitaplık Ramazan seti ile ilgili hazırlıklar da, oluşan heyecan dalgası da gün geçtikçe hız kazanıyor. Şevke medar olan ve gönülleri buluşturan Nevşehir buluşması yurt çapına yayılıyor. Benzer formatta bir toplantı da Ege Bölgesi temsilci ve neşriyat sorumlularının katılımıyla İzmir’de gerçekleşecek. 5 Temmuz tarihinde yapılacak olan toplantıya müessesemizi temsilen Yeni Asya A.Ş. Genel Müdürü Recep Taşcı ve yazarımız Şaban Döğen de katılacaklar.

***

Ramazan sayfası

Üç ayların girmesi ile Ramazan hazırlıkları da hız kazandı. Önceki haftalarda Ramazan sayfası için bir duyuruda bulunmuştuk. Bu duyurumuzu tekrarlamak istiyoruz.

Babıali'de Yeni Asya ile birlikte başlayan güzel bir gelenek olan ve bugün pekçok gazete tarafından benimsenen Ramazan sayfamız her yıl farklı bir şekil ve muhteva ile öne çıkıyor.

Önemli bir bölümü eli kalem tutan okuyucularımızın katkılarıyla hazırlanan sayfamız için, aynı çağrıyı tekrarlamak istiyoruz. Çağrımız hem geçen yıllarda sayfamıza katkıda bulunan, hem de bu sene için hazırlık yapmış eser sahipleri için geçerli. Ramazan sayfasının mânâ ve muhtevasına uygun çalışmalarınızı Ağustos’un ilk haftasında elimizde olacak şekilde bekliyoruz. Mümkünse bilgisayar ortamında yazılmış, Ramazan sayfası formatına uygun, kısa, öz ve çarpıcı, tefekküre dayalı düz yazı, şiir ve fotoğraf çalışmalarınızı [email protected] adresine bekliyoruz.

***

Yeni Asya farkı

Medyada güven unsurunun kaybolduğu, düzmece bazı masa başı haberlerin kişi ve kuruluşların hayatını kararttığı basın dünyasında Yeni Asya “gerçekten haber vermeye” devam ediyor. Kul hakkı olarak gördüğü kişi haklarına saygıyı, insanlara hakaret etmeden fikre fikirle cevap vermeyi şiar edinmiş olan Yeni Asya doğruluk ve dürüstlüğü ile de kendisine duyulan güveni boşa çıkartmıyor. 40 yıllık mazisinin ona sağladığı itibarlı konum, basın meslek kuruluşlarınca da teyid ediliyor. Basın Konseyi, kendilerine ulaşan şikâyetlerle ilgili son beş yıllık kararları açıkladı. Yeni Asya için dört şikâyetin geldiği, dördünün de yersiz bulunduğu listede, diğer gazetelerin hatırı sayılır bir uyarı ve kınama cezası aldıkları görüldü. Bu rapor bir kere daha Yeni Asya'nın, hak ve hukuka dayanan yayın çizgisinin tasdiki oldu.

Hepinize iyi haftalar dileğiyle...

29.06.2009

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H. İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Gazetemiz İmtiyaz Sahibi Mehmet Kutlular’ın STV Haber’deki programını izlemek için tıklayın.
Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.