28 Haziran 2009 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Dergilerimiz

Hasan GÜNEŞ

Sarayın efendisi


A+ | A-

Diğer canlıları ve eşyayı rahatça tanıyıp tarif eden insanoğlu, en çok kendisini tarifte zorluk çekmiştir. Bu zorlukta her ne kadar bakış açısının objektif olmaması önemli bir faktör ise de, esas zorluk insanın çok kompleks ve sofistike ve o kadar da farklı seviye ve mertebelerde olmasından kaynaklanmaktadır. İnsanlar, kabaca bazı gruplara ayırmak mümkün ise de, gerçekte fertleri adedince mertebeleri olan ve yine insanlar adedince ayrı birer âlem olan bir varlıktır.

Yeryüzündeki her bir canlı türü için çok kolaylıkla istifade edilecek ya da sakınılacak yönlerine veya kıymetine kadar her şeyi bir çırpıda belirtmek mümkün iken, insanoğlu için bırakın tür olarak, bir insan için bile net bir şey ifade etmek kolay değildir.

Bir hayvan bütün duygu ve istidatlarıyla tâbiri caiz ise tek bir şahsiyet iken; insan, her bir duygu ve istidadı sanki ayrı bir canlı, ayrı bir şahsiyet gibidir. Bunun için olsa gerek; insanlar, hayvanları konuşturan fabl ya da masallarda her bir tarz yaşantı ve anlayışta kendilerini bulmuşlar, sembolik de olsa bazı ortak noktalar tesbit etmişlerdir. İnsanın insanlığı ya da değeri gerçekte, bu şahsiyetleri uygun bir sıralama ve silsileye yerleştirmekle mümkündür. Yine en az bu silsile kadar da önemli olan her makamın kendi vazifesini yapması ve yönetimde hiyerarşiye riâyet etmesidir. İşte insan bu silsileye ve hiyerarşiye riâyet ettiği miktarca yüksek makamlara yükselir, organizasyon karıştığı nispette de aşağı seviyelere sukut eder, düşer. Kalb, ruh ve akıl sanki bir orkestra şefi gibi diğerlerini idare etmeli, insaniyete lâyık bir seviyeye çıkmalıdır. Bu sebeple insanın kendisini idaresi, bir ev, bir şehir ya da memleket idaresi gibi mertebesi farklı da olsa bir yönetim modeli ister. Benzer zorluklara sahiptir ve benzer maharetler ister. Kim bilir belki de siyasî ve içtimâî sahadaki pek çok başarısızlıklar, kişinin kendisi için gerçek bir yönetim modeline sahip olmamasından ileri gelmektedir.

Hatırlanacağı üzere, Yirmi Üçüncü Söz’de insan bir saraya benzetilir. Kapıcıdan efendiye kadar olan saray halkı ya da görevlileri ise insanın duygularını ve cihazlarını temsil eder. Şimdi oradan bir bölüm aktaralım:

“Ben büyük bir şehre giriyorum. Baktım ki, o şehirde büyük saraylar var. Bazı sarayların kapısına bakıyorum, gayet şenlik, parlak bir tiyatro gibi nazar-ı dikkati celbeder, herkesi eğlendirir bir cazibedarlık vardı. Dikkat ettim ki, o sarayın efendisi kapıya gelmiş, it ile oynuyor ve oynamasına yardım ediyor. Hanımlar, yabani gençlerle tatlı sohbetler ediyorlar. Yetişmiş kızlar dahi, çocukların oynamasını tanzim ediyorlar. Kapıcı da onlara kumandanlık eder gibi bir aktör tavrını almış. O vakit anladım ki, o koca sarayın içerisi bomboş. Hep nazik vazifeler muattal kalmış. Ahlâkları sukut etmiş ki, kapıda bu sûreti almışlardır.”

Demek ki, en üst seviyedeki insânî duygularla en alt seviyedeki hayvânî duygular arasında mutlaka bir mesafe olmalı, her birim kendi vazifesini hakkıyla yapmalı. Efendi, görev yerini terk eder ve bütün hiyerarşiyi alt-üst edip it ile oynarsa saray halkı da vazifelerini terk edecek, en nihayetinde koca sarayın içinin boşalması kaçınılmaz hale gelecektir.

Sarayın efendisi neden kapıdaki it ile oynar, neden böyle bir seviyeye düşer? Bugünkü medeniyet çarşısında değerlerin değişmesinden dolayı, kapıda görünen efendiler, daha çabuk şöhret kazanıyor. Basit işlerle ilgilenmek de daha kolay. Belki de en önemli sebep: Hakiki vazifelerin unutulması ve ehemmiyetinin idrak edilememesi. Evet sebepler çok.

Aslında oyun ve eğlenceye düşkünlükte insanın yaşının önemli bir faktör olması, soruya cevap bulmamızda bize yardımcı olabilir. Küçük yaşlarda hayatın gerçeklerini tam olarak kavrayamamak, insana, hayatın “oyun ve eğlenceden ibaret” olduğu zannını verir. Sorumluluklar arttıkça, ciddî işlerin çokluğu fark edildikçe, insanın oyuna ayırdığı zaman hem azalır, hem de oyunun şekli değişir.

İçi boş bir sarayda gerçekte, insan, nefsânî duygularla mı oynuyor, yoksa nefsânî duygular insanla mı oynuyor? Yani “Efendi it ile mi oynuyor” yoksa “İt efendi ile mi oynuyor?”. Nitekim cümledeki “oynamasına yardım eder” ifadesi efendinin ya da insanın yanılgısını ilginç bir şekilde ortaya koyar. Ayrıca sadakat ifade eden “köpek” kelimesinin yerine daha farklı mânâlara gelen “it” kelimesinin kullanılması da ilginçtir.

Meşhur filozof Montaigne’den de oyun üzerine bir ifade nakledelim: “Kedimle oynuyordum, daha sonra anladım ki, o benimle daha fazla oynuyor.” Evet insan, “Boş zamanlarımı değerlendiriyorum veya hayatın her türlü zevk ve lezzetini almaya çalışıyorum, ya da zamana ve çağa ayak uyduruyorum” diye nefis ve şeytanın oyuncağı ve maskarası olmamalı.

Gerçekte her insan kendi sarayında yaşayan, nefisten, kalb, ruh ve akıl gibi cihazlara kadar mühim sakinlerin hangi konumda, nelerle meşgul olduğunu sık sık sorgulamalı. Bir saraya, efendiye ya da bu sarayı her bir taşında binler maddî ve mânevî ince nakışlarla ve hikmetlerle halkederek bize emanet ecen Cenâb-ı Hakk’ın halifesine yakışır bir yaşantımız var mı?

28.06.2009

E-Posta: [email protected]



Şaban DÖĞEN

Bu millete yapılabilecek en güzel hizmet


A+ | A-

Üstadı niçin yirmi sekiz sene il il, kasaba kasaba dolaştırmış; sürgünlerden sürgünlere, hapishanelerden hapishanelere göndermişlerdi?

Üstad hakkında evhamlar vardı. Onu potansiyel bir tehlike olarak görüyorlardı. Bediüzzaman ise din, iman, İslâm, Allah, peygamber, ahiret demekten başka birşey yapmıyordu.

Oysa kalplere bunları yerleştirmekle kişiler kötülüklerden uzaklaşır; barış, kardeşlik, huzur ve mutluluk dolu bir dünya kurulurdu. Böyle bir dünyada kimse kimsenin ayağının altına karpuz kabuğu koymaz, aksine birbirlerini kardeş görüp yardımlarına koşarlardı.

Bediüzzaman, “Âlâ birşey bozulduğunda adi birşeyin bozulmasından daha bozuk olur” diyordu. Meselâ tereyağı bozulduğunda sütün bozulması gibi olmaz, bütünüyle zehir olur, daha istifade edilmezdi. Bir Müslüman bozulduğunda da tereyağının bozulması gibi bozulur; ya anarşist olur, ya da toplum hayatı için bir zehir gibi zararlı hâle gelirdi. Şöyle diyordu Bediüzzaman: “Kalb-i insanîden hürmet ve merhamet çıksa akıl ve zekâvet o insanları gayet dehşetli gaddar canavarlar hükmüne getirir; daha siyasetle idare edilmez.”1

Bu fedâkâr millet bin yıldır Kur’ân hakikatleriyle ayakta kalmış, bütün ruh u canıyla Kur’ân’ın hizmetinde emsâlsiz kahramanlıklar göstermişti. Eğer bu hayatî temel unsur terk edilirse, elli sene sonra parlak mazisini lekedar edecek, belki mahvedecek bir nesil yetişirdi. Yetişen bu yeni neslin eline Risâle-i Nur gibi Kur’ân hakikatlerini verip onları dehşetli düşüşten kurtarmak kadar büyük bir görev olabilir miydi? Bir Müslüman başkalarına benzemezdi. İslâmdan çıkan insan mutlak sapıklığa düşer, anarşist olur, idare edilemezdi.2

İşte Risâle-i Nur insanı insan, üstelik sultan yapan, kötülüklerden uzaklaştıran, bütün güzelliklerin kaynağı olan imanı kalplere yerleştirmekle vatana ve millete en büyük hizmeti yapmaktaydı. Serapa ihlâs ve samimiyetin eseri olan 130 parçadan ibaret Külliyat’ıyla dün yanlış anlaşılmaktan kurtulamayan Bediüzzaman’ın eserleri bugün 43 dünya diline çevrildi, dünyanın 53 ülkesinde okunuyor; anarşi ve terörün acı faturasını ödemek zorunda kalan Türkiye de, artık yıllar öncesinde böylesine anlamlı ve ilerigörüşlü tespitlerde bulunan Bediüzzaman’ı anlamaya başladı.

İşte Kozaklı Vadiibis Otel’de 20-21 Haziran’da toplanan yeni Asya Temsilcisi arkadaşlarımız da Risâle-i Nur’un bu önemli hizmetinin geniş kesimlere ulaşması için gazete yoluyla bir hamle başlatmışlardı. İzmirli arkadaşların da benzer bir toplantıyla İzmir ve havalisinde ayrıca bir istişare halkası kurmaları takdire şayan.

“Hizmet zamanı. Atalete yer yok!” deyip güzel çalışmalara soyunan bütün arkadaşlarımızı tebrik ediyoruz. Allah muvaffak eylesin.

Dipnotlar:

1- Şualar, s. 508.

2- Emirdağ Lâhikası, s. 20.

28.06.2009

E-Posta: [email protected]



Hüseyin GÜLTEKİN

Okumak, onun hayatının en önemli parçası


A+ | A-

Tanıdık çevresi, onu hep işsiz-güçsüz, boş boş gezen, evinde de hep boş oturan veya malayani, faydasız işlerle zamanını geçiren bir adam zanneder.

Onu her gördüklerinde ne yaptığını, zamanını nasıl geçirdiğini sorar, hatta bazıları da “Sakın boş boş gezme, mutlaka bir işin olmalı, yoksa bunalıma girersin” şeklinde tavsiyelerde bulunurlar.

Yine bu meyanda “Emeklilikte ne iş yapıyorsun?” suâline muhatap olunca, “Kitap okuyorum, namaz kılıyorum, Kur’ân ve Cevşen okuyorum, dinî ders ve sohbetlere katılıyorum...” deyince, muhatabı onun bir şaka yaptığını zannederek, “Yahu latife mi yapıyorsun? Bunlarla zaman mı geçer? Para getirecek bir işin olmalı. Üç-beş kuruş getirecek bir meşgalen olmalı. O saydıkların da iş mi? Onlarla zaman mı geçer?” der.

Toplumun genel anlayışı böyledir. Onların nazarında; iş ve meşgale deyince hemen ilk akla gelen, dünyaya bakan ve maddî bir karşılığı olan meşgalelerdir. Uhrevî hayata bakan, namaz-niyaz, ibadet-taat gibi işler işten sayılmaz. Gazete, kitap okumak bir nevî fazladan işlerdir. Dinî sohbetlere katılmak, işi olmayanların zamanlarını geçirmek için meşgul oldukları alışkanlıklardandır.

Çoğu insanın anlayışı böyle olduğundan, o da bu nevî suâlleri artık pek yadırgamaz olmuştu. Zamanın çoğunu ibadete, sohbete ve kitap okumaya ayırmıştı. Ömrünün artık güzünü yaşamaktaydı ve zamanını en güzel, en verimli kullanmanın böyle olduğuna inanmıştı. Aklı tatmin etmenin, ruh ve kalbi sükûneti erdirmenin en kestirme yolunun böyle olduğunu bildiğinden, bu hayat tarzını tercih etmişti.

Yıllar önce de iyi bir kitap okuyucusu idi. Risâle-i Nur’u tanıdıktan sonra bu okuma merakı ve iştiyakı artarak devam etti. Kırmızı kaplı kitapların çekiciliği, verdiği zevk ve iştiyak onu artık kopmaz bir bağ ile kitaplara bağladı.

Aynı zamanda bir düzen, bir intizam adamıdır o. Hususî hayatında belli bazı kural ve prensipleri vardır. Fevkalâde bir mani, bir sebep çıkmadıkça, bu kurallarından taviz vermez. Meselâ ne pahasına olursa olsun, günlük okumalarından vazgeçmez; Kur’ân’dan, Risâlelerden, Cevşen’den her gün kendince belirlediği miktarda okumadıkça uyumaz, başka işlere dönüp bakmaz. Çok âcil bir işi çıksa veya hasta da olsa, bu okuma programını aksatmamaya çalışır. Yolculukta, misafirlikte, bir düğün yerinde veya bir taziye mekânında dahi mutlaka bir fırsatını bulup, okuma programlarını aksatmaz.

Aynı derecede olmasa da, onun hane halkı da iyi birer okuyucu sayılabilirler. Yılın hemen her gününde, evinde, şu veya bu şekilde bir okuma programı devam ediyor desek mübalağa sayılmaz. Çünkü onlar okumadan duramazlar. Kitaptan, okumaktan uzak bir yaşantının anlamsız, boş bir hayat olduğuna inanırlar. Mutlu ve huzurlu bir hayatın Furkan-ı Hakîm, Nurlar ve Cevşenü’l-Kebir’le haşir neşir olmaktan geçtiğini bilirler. Bunları okumanın, bunlarla hemhâl olmanın, bu dünya saadetini ve huzurunu dahi netice verdiğini bilirler. Bu mânevî gıdayı almak onlar için bir ihtiyaç hâline gelmiştir.

Onun bu durumunu bilen yakın dost ve akrabaları, gerek ona misafirliğe gelirken, gerek onu misafirliğe dâvet ederken dahi, onun günlük okuma saatlerini veya akşam sohbetlerini göz önünde bulundururlar. Çünkü derslerinin olduğu akşamlarda misafir kabul etmeyeceğini ve misafirliğe gitmeyeceğini bilirler. Aynı zamanda günlük okuma işlerini bitirmeden de çok mecbur olmadan kimse ile görüşmediğini veya başka işlere zaman ayırmadığını iyi bilirler.

Tanıdık çevresi onun bütün bu hassasiyetlerini bilse de, kendisini uzaktan tanıyanlar her rastladıklarında “Emekli olunca mutlaka bir işle meşgul olmalı... Sakın boş durma...” gibi tavsiyelerde bulunmaya devam ededursunlar; onun hâlâ okumak için daha fazla zamana ihtiyacı vardır.

28.06.2009

E-Posta: [email protected]



Yasemin GÜLEÇYÜZ

Kadınlar tesettürü yeniden keşfederken!


A+ | A-

Bediüzzaman Hazretleri Tesettür Risâlesi isimli eserinde “Kur’ân’ın tesettür emri fıtrîdir. Kadınların fıtratı tesettürü iktiza ediyor. Tesettür emr-i İlâhîsi kadınların özgürlüğüdür” ana fikri altında toplayabileceğimiz kavramları son derece orijinal bir şekilde tek tek açar. Bu eğlence ve hazzı esas alan sefih medeniyetin “Tesettür, kadınları esaret altına alıp köleleştiriyor” söylemini temelinden sarsan, adeta belini kıran bir bakış açısının iman ve Kur’ân hakikatleri ışığında asrın anlayışına, hastalıklarına uygun reçetesidir de aynı zamanda.

Bu haftaki Satır Arası’nda arşivimde yer alan, muhtelif zamanlarda Bizim Aile dergimizde de yayınladığımız ve “Tesettür kadınların yapısına uygundur” hakikatini bir kez daha teyit eden kadınların dünyasından haberleri sizlerle paylaşmak istiyorum.

Bu sıcak yaz günlerinde tesettür emrinin kadınlar için fıtrî olduğunu bir kez hatırlamak içimizde uhrevî bahar meltemleri estirecek.

(Yeri gelmişken Kur’ân’ın kadınlara olduğu kadar erkekler için de tesettür ölçüleri olduğunu hatırlatalım.)

Said Nursî haksız değil!

Gazeteci Tuba Akyol, “Said Nursî’den ‘sıfır beden’ baskısı” başlığını taşıyan 30.9.2007 tarihli Milliyet Pazar gazetesinde Bediüzzaman Hazretlerine hak vererek bakın neler anlatıyor:

“Feminist kadın dergisi Pazartesi’den Handan Koç(1) geçen gün televizyonda Said Nursî’nin ‘Risâle-i Nur’undan bir bölüm okuyordu. Enteresandı. O yüzden aradım buldum...”

“Risâle-i Nur, 24’üncü Lem’a:

“‘Tesettür, kadınlar için fıtrîdir (doğuştan) ve fıtratları iktiza ediyor. Çünkü kadınlar hilkaten (yaradılış olarak) zayıf ve nazik olduklarından, kendilerini ve hayatından ziyade sevdiği yavrularını himaye edecek bir erkeğin himaye ve yardımına muhtaç bulunduğundan, kendini sevdirmek ve nefret ettirmemek ve istiskale maruz kalmamak için fıtrî bir meyli var.

‘Hem kadınların on adetten altı yedisi ya ihtiyardır ya çirkindir ki, ihtiyarlığını ve çirkinliğini herkese göstermek istemezler. Ya kıskançtır, kendinden daha güzellere nispeten çirkin düşmemek veya tecavüzden ve ittihamdan korkar; taarruza maruz kalmamak ve kocası nazarında hıyanetle müttehem olmamak için, fıtraten tesettür isterler. Hattâ dikkat edilse, en ziyade kendini saklayan, ihtiyarlardır. Ve on adetten ancak iki üç tanesi bulunabilir ki, hem genç olsun, hem güzel olsun, hem kendini göstermekten sıkılmasın.’

“İşin acıklı tarafı, Said Nursî haksız da değil. Boy boy model fotoğrafları, güzellik takıntısı, sıfır beden falan derken, nerede öyle 10 kadında 3’ü gibi bir bolluk, son araştırmalara göre bugün artık neredeyse 100 kadından ancak 1’i kendini ‘yeterince güzel’ buluyor.

“Doğuştan değil ama sonradan; kadınlar giderek bakılacak bir şeye dönüştürüldüler çünkü….”

Bıktım özgürlükten!

‘Hindu asıllı bir ateist’ iken 1999’da Müslüman olan dünyaca ünlü Hint şairi ve yazarı Kamala Das, The Times of India gazetesine verdiği beyânâtında tesettürün kadınlar için fıtrî olduğunu bakın nasıl anlatıyor:

“İslâmı seçmemde tesettürün büyük rolü var. Tesettürü seviyorum. Müslüman kadının hayat tarzını seviyorum. Erkekler, mesture bir hanıma dönüp bakmazlar. Tesettür emniyettir. Batı kültürünün kadına tanıdığı özgürlük beni cezbetmiyor. Bilhassa, erkeklerin arzularını kabartan özgürlüğü kastediyorum. Delhi’deki kitap fuarında yayıncılar müşteri çekmek için yarı çıplak mankenler kullandılar. Utanç verici bir şey. Kadın vücudu Hindistan’da bile ticarî meta haline geldi.

“Ben özgürlük istemiyorum. Bıktım özgürlükten. Bütün samimiyetimle söylüyorum, özgürlük benim için bir yük haline geldi. Hayatımı düzenleyecek kurallar olsun istiyorum. Özgür olmayı değil, korunmayı arzu ediyorum ben.

“24 yıl boyunca tesettürü tekrar tekrar denedim. Müslüman olmadığım halde Müslüman kadınlar gibi giyinip marketlere, konserlere, sinemalara gittim, seyahatlere çıktım. Gördüm ki mesture bir hanım her yerde saygı görüyor. Kimse dokunmuyor sana; laf atmaya bile cür’et edemiyor. Tesettür içinde tamamen emniyettesin.

“İslâmın ilkeleri kadına kâfî derecede özgürlük alanı bırakıyor. Kadının kocasına veya daha yüksek bir otoriteye boyun eğmesini özgürlüğe aykırı bulmuyorum. Bunları dışlayan özgürlüğü fazlasıyla yaşadım, artık istemiyorum.”

(Kaynak: 22.09.2007 tarihli Yeni Şafak gazetesi)

Tesettür, emniyet ve güçtür!

“Müslüman ülkelere yaptığımız seyahatlerde cami ziyaretlerinde saygıdan dolayı başımı örtüyordum. Ancak Amerika’da toplum içine başörtüsü ve pardesü giyerek çıkmak ilk anda beni endişelendirdi. Ama projem için yapmam gerektiğine inanıyordum. Dışarı çıktığımda kendimi güçlü ve emniyette hissettim. Sanki kendime güvenim daha da artmıştı. Örtülü hanımların kuvvetli bir karaktere sahip olduklarını fark ettim. Batılıların düşündüklerinin aksine, onların hiç de baskı altında olmadıklarını anladım. Kendilerinden emin ve kıyafetlerinden dolayı gurur duyduklarını hissettim.” (3 Mayıs 2009, Zaman Pazar)

Bu sözler, Washington Üniversitesi’nde “Müslümanların Amerikan Toplumundaki Yeri” konusunda proje çalışmasını götüren beş öğrenciden biri olan Hailey Woldt’a ait. Hailey, 8 ayrı ülkeyi ziyaret ederken sıra Türkiye’ye geldiğinde başörtülülerin üniversiteye alınmadığına şahit olmuş. Ama Amerika’nın çeşitli şehirlerinde tesettürlü bir hanım olarak hiçbir baskı görmeden yaşamış.

Dipnot:

1- Handan Koç önceki yıl Risâle-i Nur Enstitüsünün organize ettiği panel dolayısıyla Bediüzzaman Hazretleri hakkında Radikal gazetesi’nde yer alan bir yazı kaleme almış, özellikle Tesettür Risâlesi üzerinde hassasiyetle durmuş, bazı noktaların bu eserleri okuyanlarca açılmasını beklediğini ifade etmişti. Koç’un bu yazısını okuduğumuzda Tesettür Risâlesi üzerine “şerh” diyebileceğimiz “Tesettür Risâlesi Keşfedilirken” başlıklı 18 bölümlük bir diziden oluşan araştırma çalışmamızı meyve vermişti.

28.06.2009

E-Posta: [email protected]



Süleyman KÖSMENE

Doğruluk ve namaz


A+ | A-

Bayram Bey: “İşârâtü’l-İcaz’da 87 ve 93. sayfalarda geçen yalan ve sıdk ne demektir?”

Kur’ân yalan söylemeyi haram kılmıştır. Sıdk, yani doğruluk ise Kur’ân’ın, Allah’a imandan sonra birinci derecede emri olan bir davranıştır. Yalan söylemek büyük günah olduğu gibi, bilhassa dîn hususunda yalan söylemek, inanmadığı halde inandığını söylemek günahı katmerleştirir. Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: “Allah’ı ve mü’minleri güya aldatmaktadırlar. Hâlbuki onlar yalnız kendilerini aldatırlar da farkında bile olmazlar. Onların kalplerinde nifak hastalığı vardır. Âyetler peş peşe inip İslâm inkişaf ettiği halde inanmadıklarından, Allah da onların hastalıklarını artırmıştır. Âyetlerimizi yalanlayıp durmaları yüzünden onlara pek acı bir azap vardır.”1

Bu âyetlerin tefsirinde Üstad Hazretleri Kur’ân’ın yedi derecede yalan söylemeyi ve nifakı gayet çirkin gösterdiğini kaydeder. Bu dereceler şunlardır:

1- Allah’ı kandırmak gibi imkânsız bir şey yapmak istediklerinden dinde yalan söylemeleri ahmaklıktır.

2- Yalanda menfaatleri bulunduğunu zannettikleri için sefihtirler, akılsızdırlar.

3- Yararı zarardan ayırt edemedikleri için cahildirler.

4- Tıynetleri pis, sıhhatlerinin madeni hasta, hayat kaynakları ölmüş olduğundan rezildirler.

5- Şifâ talep ettikleri halde hastalıklarını artırdıkları için zillet içindedirler.

6- Elemden ve acıdan başka bir şey vermeyen acıklı bir azaba müstehaktırlar.

7- İnsanlarca alâmetlerin en çirkini olan yalancıdırlar.2

Yalan söylemek hangi hâl ve şart olursa olsun caiz değildir. Şeriatın izin verdiği kısım doğrudan yalan söylemek değil; “kinaye” sûretiyle kapalı ve yoruma açık konuşmaktan ibarettir.

Öyleyse yol ikidir: Ya susmaktır, ya da doğruluktur. Yalan söylemek İslâmiyet’in tercihi değildir. İslâmiyet’in esası doğruluktur. İmanın en özel niteliği doğruluktur. Bütün kemâlât kapılarını açacak olan da doğruluktur.3

Allah doğruların yardımcısıdır.

***

İbrahim Bey: “Sabah namazında uyanmak ve namazı zamanında kılmak için ne yapmalıyım?”

Sabah namazı süre itibariyle en az, şekil ve uygulama bakımından en kolay ve en rahat olan, aslında eğer mesele yalnız, bizi kötülüklere sürüklemesine rağmen nefsimizde bitse yine de hiçbir problem yaşanmaması gereken bir sabah ibadetidir. Bir abdest ve dört rek’atlik bir namaz. Hepsi, hepsi beş dakikalık bir ibadet! Yazık sana ey nefsim! Haşir uyanışına benzer her sabah uyanışında beş dakikalık bir ibadetle Rabbine dönmek sana neden zor geliyor? Neden tembelleşiyorsun? Neden rehavet basıyor? Kılmamakla ve rehavetle ne kazanıyorsun?

Ama yok; iş nefsimizde bitmiyor. Bu konuda nefsimiz de kukla; birisinden emir alıyor! Şeytan’dan... Yoksa sabahın o günahlardan uzak vaktinde, o temiz ve Allah’a yakın saatlerinde, o uyanış ve diriliş zamanında, kolayca da kılınabilecek bir uyanış ve diriliş namazı olan sabah namazı, her ne kadar kötülükleri emredici de olsa, nefse neden zor gelsin? Allah’ın kulu olduğunu idrak eden nefisler için bunun problem olmaktan çıkması lâzım!

Ama demek kazın ayağı öyle değil ki, bu iş şeytanın ağzına bakan nefse zor geliyor. Çünkü bu beş dakikalık ibadette Allah’ın öylesine rızası ve hoşnutluğu gizli ki, Allah’ın öylesine rahmeti ve mükâfatları gizli ki, şeytan bunu hissettikçe çıldırıyor! Nefsimizi de aldatıyor ve baştan çıkarıyor. Nefis zaten his ve duygularından dolayı yarını göremiyor, geleceğe akıl erdiremiyor, uzakları düşünemiyor; günübirlik yaşıyor… Günübirlik yaşadığı için de, şeytanın verdiği küçük bir rehavet, nefsin hakkından geliyor.

Oysa bu küçük rehaveti yeniversek, alarm çaldığında fırlayıp kalkıversek ve Allah’ın huzurunda el pençe divan dursak, o sabah namazının az olan şekilleri, kolay olan hareketleri ve rahatça yapılabilen rükünleri içinde öyle bir rızaya, öyle bir hoşnutluğa, öyle bir mağfirete, öyle bir merhamete ereceğiz ki, derecesini, mertebesini, makamını, ne göz görmüş, ne kulak işitmiş, ne hayal yetişmiş!

İşte bu şeytanı baştan çıkartıyor, şeytanı çıldırtıyor, şeytanı kudurtuyor! Az bir ibadete, sonsuz bir sevap ve feyiz şeytanın aklını başından alıyor. Onun için nefsimize rehavet veriyor, yatağı daha sıcak, uykuyu daha cazip göstermeye ve bizi namazdan alıkoymaya çalışıyor.

Biz akl-ı selimle düşünerek, sabır ve sebatla hareket ederek bu rehavetin üstesinden gelebiliriz. Hiç ümitsiz olmayalım. Kendimizden emin olalım. Nefsin hiçbir tembelliğine kulak asmayarak ve haklılık da vermeyerek alarm çaldığında yorganı tepelim. Kalkalım ve Allah emrini yerine getirelim. Nefsin hiçbir bahanesini dinlemeyelim. Şüphesiz, erken yatma tedbirini de ihmal etmeyelim.

Dipnotlar:

1- Bakara Sûresi, 2/9, 10

2- İşârâtü’l-İ’câz, s. 87

3- İşârâtü’l-İ’câz, s. 93

28.06.2009

E-Posta: [email protected]



Faruk ÇAKIR

Halk 12 Eylül’ü zaten mahkûm etmiş!


A+ | A-

Hikâyeden ve hikâyecilerden çok özür dilerim, ama ihtilâlciler millete ‘hikâye’ anlatmaya devam ediyorlar. Aradan bunca yıl geçtiği halde—sıkılmadan—hem ihtilâlleri övüyor, hem de bir anlamda “İmkân olsa yine ihtilâl yaparım” demeye getiriyorlar.

Hatırlanacağı üzere son günlerde bilhassa “12 Eylül’ü yapanlardan hesap sorulsun” talepleri dile getiriliyor. Bu talep aslında bu günün talebi değil. Millet ekseriyeti yıllardan beri bu talebi dile getiriyor, ama ne hikmetse Türkiye’yi “idare edenler” bu talepleri dikkate almıyor. Neyse ki, alışılmadık bir sûrette CHP Lideri Deniz Baykal da 12 Eylül’ü yapanlara hesap sorulmasını istedi. “CHP’nin bu talebi dile getirmesi samimi midir, değil midir?” tartışması bir yana, her şeye rağmen dile getirilmesi yine de faydalıdır. Belki onlar bu talebi dile getirerek, Anayasa’daki geçici maddeyi ‘değiştirilemez madde’ hâline getirmek istiyorlar, ama olsun. Millet işe ciddiyetle sahip çıkarsa, onlar da kurdukları tuzağa düşebilir...

12 Eylül ihtilâlini yapan ‘ihtilâl konseyi’nin bazı üyeleri, geçmiş yıllarda ölüp ‘hesap dünyası’na gitti. Hayatta olanların en kıdemlisi olan Kenan Evren ise, halkı yanıltmanın peşinde. İhtilâlcilerin sarıldıkları çürük dal şu: “Biz anayasayı hazırladık. Millet de yüzde 92 nisbetinde ‘evet’ oyu verdi. O halde bize kimse hesap soramaz.”

“Ya Sabur” çekerek, belki de yüz defa hatırlattığımız bir gerçeği tekrarlayalım: Doğru, halkın yüzde 92’si ‘evet’ oyu verdi, ama yapılan referandum âdil ve serbest bir referandum muydu? ‘Hayır’ demenin yasak olduğu bir referandum; hakka, huhuka, adalete ve demokrasiye uyar mı? Böyle şaibeli bir ‘seçim’i seçim olarak kabul etmek mümkün mü?

Belki gençler bilmez, ama yaşı müsait olan herkes biliyor ki o tarihte yapılan referanduma ‘hayır’ demek resmen yasak idi. ‘Hayır’ oyunu akla getiren renkten bahsetmek bile suç idi. Bunun aksini iddiâ etmek mümkün mü? Şahsım dahil olmak üzere yaşı müsait olan herkes bunun şahidi değil mi? O halde aradan bunca yıl geçtikten sonra millete özür dilemek varken, hâlâ yalan, yanlış ve yanıltıcı bilgilere başvurmanın âlemi var mı?

Tabiî kimse ‘Ayranım ekşidir’ demez. Suç sadece ihtilâli savunan ihtilâlcıbaşı Evren’in değil. Ona bu ‘çanak soru’ları sorup sonra da manşete çeken sözümona gazetecilerindir. Sorsaydınız ya, “Paşam bu referandum, bu seçim yasaklarla yaralı-bereli değil miydi?” Bakalım bu soruya ne cevap verecekti?

Çok önemli bir nokta daha var ki bu da milletin gözünden kaçırılmaya çalışılıyor: Diyelim ki millet yüzde 92 nisbetinde ‘evet’ diyerek anayasayı kabul etti. Peki, hemen akabinde yapılan genel seçimlerde kime oy verildi? İhtilâlciler ve onların işaret ettiği ve genel başkanının da ‘emekli orgeneral’ olduğu ‘Horoz Partisi’ ne oldu? Yüzde kaç oy aldı?

Sadece o seçim bile milletin ihtilâlcileri mahkûm ettiğini görmeye ve göstermeye yeter ve artar bile. İhtilâlden sonra yapılan ilk seçim ve devam eden sonraki her seçimde ortaya çıkan netice, milletin ihtilâlleri ve ihtilâlcileri mahkûm ettiğinin delilidir. Daha doğrusu millet, “ihtilâlcilere hesap sorulsun” diye partilere oy vermiştir, ama maalesef partiler ve siyasetçiler bu güne kadar bu talebi karşılayamamışlardır. Vatandaşın kendi başına ihtilâlcilere hesap sorma imkânı olmadığına göre, hesabı—haklı olarak—sandıkta sormayı tercih ediyor.

Tamam, bu tartışma burada bitmez; ihtilâlcilere kanun önünde hesap sorana kadar sürecek ve sürmeli...

28.06.2009

E-Posta: [email protected]



Mehmet KARA

Mahinur ve Şeymanur


A+ | A-

Mahinur Özdemir, Avrupa’nın ilk başörtülü milletvekili olarak Belçika Parlamentosu’na seçildi ve yemin etti.

Özdemir’in seçilmesinin ardından Türkiye’de bazı kesimleri bir merak sardı ki, sormayın gitsin. “Başörtüsüyle Meclis’e girecek mi, girerse kriz olur mu?” diye günler öncesinden yayın yapmaya başladılar.

Bazı televizyonlar yemin töreninin olduğu gün, “Kriz çıksın” diye boşuna beklediler. Yemin töreni öncesinden başlayan “Belçika’da türban krizi” anonslarını ekranın altında tuttular, ama ne kriz çıktı, ne de bir protesto. Aksine yoğun alkışlarla yemin etti.

Onlar geçmişte Türkiye’de Merve Kavakçı’ya yapıldığı gibi Özdemir’e de “haddini bildirecek” birilerini bekledi. Ancak, Belçika parlamentonda kimse ona haddini bildirmedi. Aradaki tek benzerlik alkışlardı. Türkiye’de “dışarı dışarı” diye alkışlarla tempo tutulmuştu. Orada yemin töreninde ‘tebrik’ alkışlar vardı.

İşin özeti: Mahinur Özdemir AB’nin başkentinde başörtüsüyle yemin etti… Bir takım insanlara da ders almak düştü. Bu olayda da gördük ki, özgürlükler için daha çok yol kat etmemiz gerekiyor.

Şeymanur’a gelince. Şeymanur Örs, Konya Fen Lisesi 2. sınıfında okuyan bir öğrenci. Şeymanur da başörtüsü yasağının yanlışlığını söyleyenlerden. CHP’nin açılımcı belediye başkan adayı ve Grup Başkanvekili Kemal Kılaçdağlu’nun yasak konusunda sıkıştıran görüntüsü ile Türkiye onu tanıdı ve alkışladı. Öyle konusuna hâkimdi ki, Kılıçdaroğlu’nu bile sıkıştırmayı başardı. Şeymanur, Kılıçdaroğlu’na başörtüsü sorununun çözümü noktasında partisinin neler yapacaklarını sordu ve “CHP iktidar olduktan sonra böyle bir sorunun kalmayacağı” sözünü aldı. Şeymanur inandı mı bilemeyiz, ama geçmişi belli CHP için bize pek inandırıcı gelmedi.

Şeymanur yasakçılara da şu dersi verdi: “Taviz tavizi doğuruyor. Sonra biz başımızı açıyoruz. Daha sonra başka tavizler geliyor.” Başka söze gerek var mı?

Ümit ediyoruz ki, bu iki örnekten sonra yasakçılar da derslerini almış olurlar.

* * *

“BALANS AYARCI” DA İFADE VERİR

28 Şubat sürecinin başaktörü Çevik Bir’in Ergenekon savcılarına “şüpheli” olarak ifade vermesi önemli bir haber. Ergenekon iddianamelerinde çok yerde ismi geçen Bir’in savcı ile kaç saat görüştüğü ise gazeteler arasında anlaşmazlığa yol açtı. Kimisi 1.5, kimisi 2, kimisi 3, kimisi de 5 saat dedi.

Bir’in ifade verdikten sonraki tavırları da dikkatlerden kaçmadı. Hayli şaşkın olduğu yüzüne ve hareketlerine vurmuştu. Çünkü öğlen saatlerinde açıklama isteyen gazetecilere “iyi akşamlar çocuklar!” deyiverdi.

Tıpkı, daha önce de savcıları ifade verenlerin, önceleri çokça basında yer almalarına, çokça konuşmalarına rağmen şimdi sustukları gibi… Açıklama yapma merakı olan Bir’in de sadece iki kelime ile geçiştirmesi bize bunları hatırlattı.

* * *

CHP’YE BİRŞEYLER Mİ OLDU?

12 Eylül darbesini yapanların yargılanmasına engelleyen anayasanın geçici 15. maddenin değiştirilmesi ile gelişmeler hız kazandı fakat Meclis tatile girerken gündeme geldiği için Ekim ayından sonraya kaldı gibi gözüküyor.

Bu işin en ilginç yanı CHP’nin bu konuyu gündeme getirmesi. Baykal’ın konuşmasından sonra Grup başkanvekillerinin hemen harekete geçmesi de bu ilginçliği arttırdı. Baykal o kadar ileri gidiyor ki, 28 Şubat’ın bile yargılanabileceğini(!) söylüyor.

CHP’nin bu önerisine AKP’li yöneticiler değerlendirirken, Başbakan Erdoğan pek sıcak bakmıyor. Bazı gerekçelerle Baykal’ın bu önerisine soğuk yaklaşıyor.

Burada şunu da söylemek lâzım: Bazıları bu işi sulandırma gayreti içinde. Bu maddenin kaldırılmasının bir anlam ifade etmeyeceğini, 12 Eylül darbesini yapanların çoğunun hayatta olmadığını söyleyerek hafife alıyorlar. Ancak bu iki anlamda doğru değil. Birincisi hayatta olanlar var. Madde kaldırılırsa sadece darbeyi yapan 5 general değil o dönemdeki hükümet üyeleri, danışma meclisi üyeleri olmak üzere pek çok kişi yargılanabilir. İkincisi de, yargılanacak kimse kalmasa da bundan sonra aklından darbe geçenlere gözdağı olur.

Samimî olunmasa da düşünülmesi dahi iyi ve olumlu bir gelişme. Bakalım sonu nereye varacak?

28.06.2009

E-Posta: [email protected]



Suna DURMAZ

Mısırlı artist Şems Barûdi’ye Fâtiha Sûresiyle gelen hidâyet


A+ | A-

Bir şeyin birden fazla isminin veya sıfatının bulunması, o şeyin ulvî değerlere sahip olduğuna delâlet eder. Kur’ân sarayının kapısını açan Fâtiha Sûresinin bir rivâyete göre 20 isim veya sıfatı vardır. Ümmü’l Kitâb, Ümme’l Kur’ân, el-Esâs, el-Vâfiye, el-Kenz, eş-Şifa, eş-Şâfiye, el-Kâfiye, Seb’ul Mesâni isimlerini Fâtiha Sûresinin en meşhur isimleri olarak zikredebiliriz.

Bunlara ilâveten, geçenlerde bu mübârek sûrenin bir ismini daha öğrendim; o da, el-Hâdi. Yani, istikâmet yolunu gösteren. Hakikaten de; Fâtiha Sûresi, darda kalmışlara, yolunu şaşıranlara, gaflete dalıp zifiri karanlıklara düşenlere nurlu bir meş’aledir. Bu yazıda, Fâtiha Sûresinin el-Hâdi ismini öğrenmeme sebep olan olayı, daha doğrusu bize anlatılan bir hatırayı anlatacağım. Ben şahsen bu olaydan veya hatıradan ders aldım ve Fâtiha sûresini daha dikkatli okumaya gayret göstermeye başladım. Umarım sizlere de faydalı olur.

İki hafta önce Srilankalı bir arkadaşımın evinde yapılan bir sohbete katıldım. Sohbeti yapan Mısırlı hanım yanında bir konuk getirmişti. Sohbet bittikten sonra, “Arkadaşlar size tanıtacağım bu arkadaş, altmışlı yıllarda Mısır’da açık-saçık filmlerle meşhur olan sinema artisti Şems Barûdi’nin hidâyetine sebep olmuştur. Bunu bana Şems Barûdi’nin kendisi söyledi. Kuveyt’te oturduğumu öğrenince “Hidâyetime sebep olan Arva da Kuveyt’te oturuyor. Adresini vereyim de onunla görüş” dedi. Ben de, bu güzel hatırayı anlatsın diye Arva’yı sizlere getirdim.”

Arva: “Öncelikle hidâyeti veren yüce Rabbimizdir. Biz sadece sebep olduk, o kadar. Ben küçük iken, babam daima şu sözü tekrarlardı: ”Yavrum, Allah rızasını hayırlı amellerde saklamıştır. Hayırlı olan amellerden hiç birini küçük görme. En ufak bir amel seni Cennete götürebilir. Gadabını da, kötü ameller içinde gizlemiştir. Kötü olan hiç bir ameli küçük görme. ‘Ne önemi var’ dersin ama, o küçücük saydığın amel seni Cehenneme götürür. Velilerini de kullarının içinde gizlemiştir. Hiç bir insanı hakir görme. Hakir gördüğün insan Allah’ın çok sevdiği veli kulu olabilir.”

Babamın bu nasihati, hayatımın her anında bana mürşid olmuştur. Şems Barûdi’nin hidayetine sebep olmam da bu sözlerin irşâdiyle olmuştur. Bir defasında Umre’ye gitmiştim. Önce Medine’ye gittim. Mescid-i Nebevi’de namaz kılarken arkamdan ağlama sesi işittim. Dönüp bakınca ağlayan kişinin Şems Barûdi olduğunu gördüm. Ona hiç bir şey söylemeden kıbleye döndüm ve ”Ya Rab! Şems’in hidâyeti benim elimle olsun. Ne olur Ya Rab! Duamı kabul et” diye yalvardım. O gün Mekke’ye gideceğimi bile bile Şems’in hidâyetine sebep olmam için israrla dua etmeye devam ettim. Mekke’ye gittikten bir kaç gün sonra, bir de baktım Şems yanımda. “Fe Sübhanallah! Bunda muhakkak bir hayır var” dedim. Şems’e yakınlaşmanın yollarını aradım. Aklıma Kur’ân-ı Kerim geldi. Şems’e “Benim ezber dersim var. Birine dinletmem lâzım. Acaba siz Kur’ân’dan beni takip edebilir misiniz” dedim. O da “Tabii ki niye olmasın?” diye cevap verdi. Böylece arkadaş olduk. Her gün Harem’de buluşuyor, beraberce Kur’ân okuyorduk.

Bir defasında “Şems Mısır’a dönünce kapanacak mısın?” diye sordum. Şems “İsterim, ama kapanamam. Kapanırsam, parayı görünce dayanamam açılırım diye korkuyorum“ diye cevap verdi.

Arva: ”Dua et!”

Şems: ”Benim duam kabul olur mu!?”

Arva: ”Niye olmasın!? Namaz kılıyorsun. Bak, bakalım günde kaç defa Fatiha okuyorsun? Tam 38 defa okuyorsun. Fâtihada bak ne deniyor: Çok acıyan anlamında olan “Errahmân ve Errahîm” deniyor. Rahmân ve Rahîm olan, kullarının duasını kabul etmez mi hiç!

Şems: “Benim duam kabul olmuyor.”

Arva: “O halde bir aksilik var. Bak aynı sûrede “İyyâke Na’budu ve İyyâke Neste’în” deniyor. Tekil şahıs zamiri olan “Ene” kullanılmayıp cemaate işaret eden “Na” kullanılmış. Yani “Yalnız Sana kulluk ederim ve Sen’den yardım alırım ” değil de, “Yalnız Sana kulluk ederiz ve Sen’den yardım alırız” denmiş. Bunda bir hikmet yok mu? Bir düşün bakalım...”

Arva: ”Tek başına namaz kıldığında dahi bir cemaatin (müminler ve melekler) parçası olduğunu manen düşünmen lâzım. Efendimiz Aleyhisalâtü vesselam; bir Hadis-i Kudsîde, Fâtiha Sûresinin ilk 3 âyetinin Cenab-ı Hakka mahsus olduğunu, “İyyake Na’budu ve İyyake Nestaîn“ âyetinin ise Allah ve kul arasında olduğunu, Rahman ve Rahim olan Allahu Teâla’nın “Bu kelimenin ilki bana, ikincisi kuluma aittir. Ve kuluma ait olan isteği verilecektir” diye buyurduğunu söylüyor.”

Şems: ”Nasıl yani?”

Arva: “Yani senin gibi düşünen insanlarla beraber ol. Onlarla beraber kulluk yap. Allah bizi cemaat olmaya davet ediyor. Gün de 5 vakit kılınan namazlarımızı cemaatle kılmamızı istiyor. Cuma namazı, bayram namazı, Ramazan orucu, Hac hep cemaatle yapılıyor. Kulluk konusunda sana yardımcı olacak arkadaş bulman lazım. Dindar olan hiç arkadaşın yok mu?”

Şems: “Şuan içinde bulunduğum sanat çevresinde yok. Ama lisede okurken bir arkadaşım vardı. O dindardı. Belki onu bulabilirim.”

Arva: ”Hârika! O arkadaşını hemen bul. Beraberce bir ders başlatın. Ezher şeyhlerinden birini evine davet et. Dersleri o yapsın. İçinde dine karşı muhabbet besleyen arkadaşlarını davet et bu derse. Senden gayret, tevfikte Allah’tan. Gör bakalım neler olacak! Bana öyle geliyor ki, önce kendin doğru yola kavuşacaksın; sonra da, bir çok sanatçının hidâyete kavuşmasına sebep olacaksın.”

Arva: Şems’le olan hatıram kısaca böyle. Şems benim kendine nasihat ettiğim gibi, Umre dönüşünde evinde tefsir dersleri başlattı. Ve bu derslere bir çok sanatçının katılmasını sağladı. Çok geçmeden de örtünüp sanat faliyetlerini bıraktı. Kendini dini ve içtimâi hizmetlere adayarak bir çok sanatçıya güzel örnek oldu.”

28.06.2009

E-Posta: [email protected]@hotmail.com



H. İbrahim CAN

Dünya Michael Jackson’a da kalmadı!


A+ | A-

Dünyaya ibret nazarıyla bakanlar için her şeyde dersler yok mudur? Bu Pazar sizinle geçen Perşembe gün hayata gözlerini yuman pop yıldızı Michael Jackson aynasından yansıyanları ibret nazarıyla bakarak paylaşmak istedim.?

Ailesinin yedinci çocuğu olarak dünyaya geldi. 11 yaşında profesyonel müzik yapmaya başladı. Pop müzikte zirveye çıktı. 13 Grammy ödülü aldı. Plakları 750 milyon adet sattı. Lüks ve israf içinde yaşadı. İçinden tren geçen Neverland adlı malikanesinde kalp krizi geçirerek öldü.

Kendisiyle hiç barışık olamadı. Ten rengiyle mutlu değildi. Rengini açma çabaları yüzündenmidir bilinmez, ten rengini beyaza dönüştüren ‘vitiligo’ hastalığına yakalandı. Cilt kanseri oldu. Hayatı çalkantılarla, olaylarla dolu geçti. En sıkıldığı dönemde Bayreyn’e gidip uzun süre kaldı. Orada Müslümanların yaşamını gördü; inançlarını tanıdı. Kalbinin İslâma ısındığı, hatta bir cami yaptırma teşebbüsünde bulunduğu söylendi.

Bu arada kardeşi Jermaine Müslüman olmuştu. Hac dönüşü getirdiği kitaplar Michael’in ilgisini çekti. İki kardeş uzun sohbetler yaptılar. Bayreyn’deyken İslâmın beş şartını yerine getirdiğini, Müslüman olacağını söyledi. Çünkü bir dönüm noktasına gelmişti:

“Aynadaki adamla başlıyorum,

Ondan tarzını değiştirmesini istiyorum.

Ve hiçbir mesaj daha açık olamaz

Eğer dünyayı daha iyi bir yer yapmak istiyorsan

Kendine bak ve bir değişiklik yap!”

Sonra bazı rivayetlere göre İngiliz Şarkıcı Yusuf İslâm’ın da şahitliğinde Müslüman oldu. Hatta “Mikail” ismini almıştı.

Onun Müslüman olması İslâma herhangi bir şey katmazdı. Yalnızca iman etmişse ahretini kurtarabilirdi.

Zaman zaman yardım kampanyalarına öncülük etti; uyanışlar yaşadı. “Aynadaki Adam” adlı şarkısında şöyle diyordu:

“Çocuklar görüyorum sokakta, yiyecek ekmekleri olmayan

Ben kimim, kör müyüm? Onların ihtiyaçlarını görmeyecek!”

Yaşadığı ihtişam ve israf dolu hayatı ona mutluluk vermemişti. Teskin edici ilaçlar ve ağrı kesicilerle yaşıyordu son yıllarında. Ama israftan vazgeçememişti. Öldüğünde 500 milyon dolar borç bıraktı geriye.

Ecel gelince zenginliği fayda etmedi. Özel kardiyologu da yetmedi. Ambulansta hastaneye götürülürken telsiz anonsunda adı pop kralı olarak geçmiyordu: “50 yaşında, erkek, nefes almıyor”.

İmtihan bitti. Krallık bitti.

Götürebildiği tek şey yoksullar için, kimsesizler için yaptığı yardımlar, yaptığı ibadetler ve hayırlı işleri olacak.

Geriye aslında ibret dolu bir hayat hikâyesi bıraktı. Nefsin ve şeytanın oyunlarına kurban olmanın, dünyayı ebedi sanmanın insanı mutlu etmeye yetmeyeceğini gösterdi Amerikan gençliğine.

Kimsenin akibetini biz bilemeyiz. Yaptığı her zerre işin hesabını ahirette verecek. Umarız ki; Müslüman olmuştur; dileriz ki imanlı gitmiştir.

Bize düşen ise ibret alıp, nefsimizi “ben kimim, ne yapıyorum?” hesabına çekmek.

Kolay hesap verebileceklerden olmak duasıyla.

28.06.2009

E-Posta: [email protected]



Osman ZENGİN

Sultan Hasan Camiinden, Fatih Sultan Mehmed Camiine


A+ | A-

“İnsanoğlu kuş misalidir; bir oraya, bir buraya konar” derler ya, gerçekten de öyle. Bunu az önce eda eylediğim Cuma namazını kıldığım esnada tahattur ettim. Bir önceki Cuma namazını başka bir kıt’a da, Mısır’ın başkenti Kahire’deki Sultan Hasan Camiinde kılmışken, bu haftaki namazımızı güzel Bursa’mızda, Fatih Sultan Mehmed Camiinde kıldık.

Sultan Hasan Camii; Memlûklu sultanlarından Hasan adına yapılmış tarihi bir camii. Mahallemizdeki camii ise; Osmanlı padişahlarından Fatih Sultan Mehmed Han’ın adını taşıyan birkaç senelik bir camii.

Aslında, dünyanın her yerinde Müslümanların ibadet yeri olan camii ve mescidler esasta birdir, aralarında farklılık yoktur. İbadete müteallik bütün kısımlar birbirine benzer. Fark, genellikle inşaa ve mimari usul tarzındadır. Fakat, Müslümanların mezheplerinden dolayı, yine esasta, asılda fark olmamasına rağmen fer’i mes’elelerde, teferruatta farklılıklar vardır. Bunu da, dinî bilgisi iyi olanlar pek dert etmez, ama bazıları maalesef kendi mezhebinden olmayan dindaşlarının da, kendi mezheblerine göre, (özellikle de namazlarda) ibadet yapmasını istiyorlar.

İşte bu halleri biz Mısır’da yaşadık. Evimizin bulunduğu mahalle mescidinde yani camiinde yaşadık. Tabiî, çoğunluğu Şafii olan Mısır’lılar, namazın selâm verme kısmında imamın sağa ve sola selâm vermesi bittikten sonra selam veriyorlar. Hanefi mezhebine tabi olan bizler ise, imama iktida ettiğimizden, selâmda da imamın hemen peşinden selâmlarımızı veriyoruz. Bu ise onlara çok ters geliyor. Birkaç defa beni neredeyse sıgaya çektiler.

Camilerindeki temizlik de, maalesef bizdeki gibi değil. Hatta Safsafi Hoca ile görüşmemizde kendisine de biraz latife yollu söylemiştim bunu. “Hocam, ‘temizlik imandandır’ hadis-i şerifi burada bilinmiyor galiba” diye. Ayrıca, Ayn-Şems Üniversitesinin mescidinde namaz kıldığımız zaman, bunu Mısır’lı, Türkoloji talebelerine de söylemiştim. O talebelerden şu anda İstanbul’da bulunan Muhammed Samir bana dedi ki, ”Ağabey, siz bize o zaman söylemiştiniz ya, burada sizin camilerinizin temizliğini görünce anladım ne demek istediğinizi...”

Mısır’daki camilerin hepsinin içinde su sebilleri bulunmakta, susayanlar buradan soğuk su içmektedir. Ayrıca, kâğıt peçete de camilerde bulunan şeyler arasındadır, ihtiyacı olan kullansın diye.

Namaz esnasında, genellikle açık olan cep telefonları çaldığında, cebinden çıkarıp eline alıyor, bakıyor sonra kapatarak namaza devam ediyorlar. Bizim namazdaki huşumuz ve hürmetimiz daha başka tabiî. Hele hele, bizde Kur’ân’a hürmetinden dolayı onu göbek altı mesafesinin üzerinde tutması orada pek yok. Yere rahatlıkla koyup, sonra namaza durabiliyorlar.

Fakat her şeye rağmen oradaki dinine bağlı Müslümanlar ibadetlerini aksatmıyorlar. En büyük düşmanlarımızdan biri olan cehaletin yok olmasıyla bütün menfilikler son bulup daha iyi durumlar da meydana gelecektir İnşaallah.

28.06.2009

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H. İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Gazetemiz İmtiyaz Sahibi Mehmet Kutlular’ın STV Haber’deki programını izlemek için tıklayın.
Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.