Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
DP, CHP değildir |
DP kongresinde Cindoruk’un adaylığı ve başkan seçilmesi, daha öncesinde bu partiyi yok sayıp ademe mahkûm eden bir kısım medya organlarında geniş yankı buldu. Bu durumun, DP’nin nihayet hatırlanıp gündeme gelmesi yönüyle parti açısından olumlu tarafı olsa da, “Doğan medyası, hattâ Cumhuriyet gazetesi Cindoruk’a sahip çıkıyor” görüntüsünün, parti tabanı ve halk nezdinde nasıl karşılanacağı da iyi düşünülmesi gereken bir nokta. Hele darbe ve Ergenekon tartışmalarının belli istikamette şekillendirdiği bir kamuoyu gerçeği karşısında işin bu cihetinin çok daha ciddî bir şekilde dikkate alınarak hesaba katılması lâzım. Bununla bağlantılı bir diğer husus, DP’nin bugün geldiği noktadaki “dibe vurma” vâkıasında, 1991’de iktidar olunduktan sonra tedrîcen devletçi bir çizgiye kayıldığı imajının, buna ilâveten 28 Şubat’ta sergilenen tavırların ve akabinde 27 Nisan sürecinde izlenen politikaların rolü enine boyuna esaslı bir şekilde içtenlikle tahlil edilmeli. Soylu’nun bu noktadaki değerlendirme ve beyanları, söz konusu özeleştiriye ciddî bir katkı olarak görülmeli ve âzamî şekilde yararlanılmalı. Partideki iniş sürecinin önemli basamaklarından biri olan 1995 seçimi öncesinde DYP, kampanyasını RP karşıtlığı üzerine bina etmiş ve bu partiyi “karanlığın temsilcisi” olarak niteleyen sloganlar kullanmıştı. Bu negatif tavır ters tepti. Seçimden sonra da aynı partiyle koalisyon kuruldu. Normal şartlarda demokratik uzlaşmanın olumlu bir örneği olarak görülmesi gereken bu manevra, o ortamda DYP açısından bir inandırıcılık probleminin ortaya çıkmasına sebep oldu. (Aslında o koalisyon, bir yönüyle, senelerdir Türkiye'nin enerjisini tüketen irtica korkusundan kurtulmak için de fırsattı, ama heba edildi.) 28 Şubat’ta DYP'nin, vaki ayrılmalarla ciddî şekilde kan kaybetmesi, iniş sürecini hızlandırdı. 27 Nisan’da yaşananlar işin tuzu biberi oldu. Gelinen noktada, AKP ile mücadele adına kullanılan söylemler ile sergilenen tavırların CHP ile örtüşen bir görüntü vermesinden kaçınılması, dikkat edilmesi gereken önemli hususlardan biri. Bunun için özellikle rejim, cumhuriyet, laiklik, din ve vicdan hürriyeti gibi hususlarda DP’nin CHP’den farkını ortaya koyan açılım ve söylemlere ve bunların inandırıcı olmasını sağlayacak samimî uygulamalara çok büyük bir ihtiyaç var. Günümüz ortamında daha da önem kazanan bir iş bu. Skalanın bir ucunda CHP çizgisi, diğerinde AKP duruşu var. DP, her ikisinden de ayrılan, laikliğe demokratik bir yorum getirirken din ve vicdan hürriyetiyle ilgili sorunları istismar etmeyip çözmeye yönelen, orijinal patenti kendisine ait yapıcı çizgisini iyice netleştirmeli. Çok ince bir nokta bu: DP, AKP’ye karşı laik düzeni savunma gerekçesiyle CHP’ye benzeme gibi bir duruma düşmemeli; ama CHP’den farkını belli ederken AKP çizgisine yanaştığı gibi bir görüntü oluşmasına da meydan vermemeli. Haddizatında Menderes’ten başlayarak DP-AP-DYP çizgisi, CHP’nin devlete hakim kıldığı katı laikçilik anlayışını yumuşatarak din ve vicdan hürriyeti üzerindeki yoğun baskıları epeyce hafifletmiş; dinî hayatın gelişmesine imkân veren politikalar uygulamış; din eğitimi ve dinî neşriyatın inkişafına zemin hazırlamış; ezanı özgürlüğüne kavuşturmuş; Ayasofya’yı kısmen de olsa ibadete açmış; başörtülülerin özgürce okuyup çalışabildiği bir ortam meydana getirmişti. 28 Şubat’ın bu çizgide sebebiyet verdiği kırılmalar, AKP'nin önünü açan en önemli sebeplerin başında geliyor. Ama aynı 28 Şubat'ın eseri ve yadigârı olan hak ihlâlleri, yedi yıllık AKP iktidarında da, üstelik katmerlenerek devam ediyor ve bu durum içten içe AKP’yi de kemiriyor. Bu noktada, DP CHP’den de, AKP’den de ayrılan ve doğru alternatifin kendisi olduğuna halkı ikna edecek orijinal çizgisiyle ortaya çıkmalı. Böyle bir çıkış, aynı zamanda ülkeyi içine sürüklendiği tünelden çıkaracak tarihî bir katkı olur... 20.05.2009 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
İş vardı da biz mi çalışmadık? |
ünya ile birlikte Türkiye’nin de ekonomik krize sürüklenmesi, eskiden beri var olan işsizlik problemini biraz daha derinleştirdi. İş verenler, krizi önce işçilere yansıttı ki bu da ilk defa olan bir şey değil. Maalesef işçiler her zaman, ‘yangında ilk kurtarılacak olanlar’ değil de, ‘ilk atılacak olanlar’ muâmelesi görüyor. İstanbul Serbest Muhasebeci Malî Müşavirler Odası ‘’Gencim, Çalışkanım ama İşsizim’’ başlıklı bir rapor yayınladı. Bu rapora göre, Türkiye’de 15-24 yaş grubundaki 1,2 milyon genç öğrenim görmüyor ve aynı zamanda da çalışmıyor. (AA, 19 Mayıs 2009) Rapora göre, Şubat ayı itibarıyla genç işsizlik oranı yüzde 28’i aşarak, her üç gençten birisi işsiz durumuna düşmüş. İşsizliğin artması mutlaka başka problemleri de beraberinde getirir ve getiriyor da. Hele hele ‘delikanlı’ların işsiz kalması çok büyük bir problemdir. İşi olduğu halde ‘delikanlı’ları muhafaza etmek zorken, işsiz kalan bir ‘delikanlı’ nasıl muhafaza edilebilir? Bu bakımdan, “Eh, ne yapalım. Bütün dünyada işsizlik var. Bu durum Türkiye’ye mahsus bir hâl değil” demekle bir yere varamayız. Elbette işsizlik bir problemin parçasıdır. Türkiye’yi idare edenlerin yapması gereken; bu problemi ciddiye almaktır. Rakamlarla oynayarak ya da gerçekleri göz ardı ederek bu kısır döngüden çıkamayız. Dikkat çekici bir nokta daha var: Bu kadar işsizlik olduğu halde, öte yandan ‘işçi arayan’ firmalar da var. Bu çelişkiyi aklı başında olanların anlaması, daha doğrusu kabullenmesi mümkün değil. Doğrudur, bir yanda işçi arayan var, öte yanda da milyonlarca iş arayan... Tabiî ki, geçmiş yıllarda olduğu gibi ‘Ne iş olsa yaparım’ diyenlerin iş bulması kolay değil. Şartlar değişti ve kalifiye, iş bilen, bir meslek sahibi olanlara iş veriliyor. Ama bu noktada da kabahatli olanlar gençler değil, onları meslek sahibi yapmayan, yapamayan yöneticilerdir. İyi kötü insanlara bir meslek kazandıran ‘meslek liseleri’nin önünü tıkayanlar her halde bu vebalden kurtulamaz. Aynı zamanda ‘aza kanaat’ etmeyi ‘ayıp’layan bir anlayış da işsizliğin büyümesine sebep oldu. Kısa yoldan zengin olmak, çalışmadan, yorulmadan geçinmeyi marifet bilmek gençleri hem işsiz bıraktı, hem de umutlarının sönmesine sebep oldu. “10 yılda 10 milyon genç” sloganları atanlar, tam da bu günlerde açıklanan ‘genç işsizler’ rakamları hakkında acaba ne düşünür? İşsizliğe bugünden yarına çare bulmak elbette mümkün değildir. Ama bu konunun ciddiyetine inanıp kalıcı çare aramakta gecikmemek lâzım. Bugünü değil, yarını düşünerek gençlerin mutlak sûrette bir meslek sahibi olmasına çalışılmalıdır. Acaba işsizliğin büyümesinde, tarım ve hayvancılık konusunun ihmâl edilmesi etkili olmadı mı? Köylerin ve yaylaların boşalmasıyla işsizler şehirlere akın etti ve problem daha da büyüdü. Toprağı, suyu, tarımı, hayvancılığı hakir görmenin bedelini ödüyoruz. “İş vardı da biz mi çalışmadık” diyen gençlere ikna edice cevap verebilecek miyiz? 20.05.2009 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
AKP, “eski”nin “yeni versiyonu” |
İktidar partisinde “kimlik” arayışı hâlâ sürüyor. Siyasî mazisini inkâr edip “hiçbir partinin devamı olmadıkları”yla yola çıkan ve bir ara “danışman” önerisiyle “muhâfazakâr demokratlık” iddiasına sarılan, peşinden bizzat Başbakan’ın “sıfır kilometre parti” ikrarıyla bunu da terk eden AKP’nin “siyasî kimliği” hâlâ belirlenmiş değil. “Kimliksizlik” o denli ki her fırsatta siyasî geçmişi retten “merkez sağ”a yeltenmeye, İsrailli Dışişleri eski Müsteşarı Alon Liel’in, devleti milletle barıştırıp buluşturan değil, dini “resmî ideoloji”yle barıştıran “Kemalizmin versiyonu Erdoğanizm”e savruluyor. AKP yedi yıldır iktidarda; hâlâ siyasî geçmişinden gelen handikapla iktidarda kalma hesabına demokratik irâde zâfiyetle ABD eksenine ve hâricî desteğe tevessül ediliyor. Resmî ideolojinin baskısına, halka rağmen halkçı dayatmacılara karşı millet irâdesine dayanmak yerine demokrasi dışı mahfilleri “memnun etme” cenderesinden kurtulamıyor. Kanunsuz başörtüsü yasağında olduğu gibi hukukun üstünlüğü, hak ve hürriyetlere sahip çıkılması ve millet irâdesi yerine Anayasa Mahkemesi’nin anayasa ve yasalara aykırı olarak yasadışı yasağı “yasal” görme girdabına girilmesi gibi… Ya da “kapatma davası”nda mahkemeye, “İmam hatiplerin gereğinin AP ve DYP döneminde de savunulduğu”nun referans gösterilmesi misali…
YASAKLARI SAVUNMAKLA “DEMOKRAT” OLUNMAZ Bu haliyle AKP, 27 Mayıs’tan 12 Mart’a, 12 Eylül’den 28 Şubat’a bir dizi darbeye ve anti demokratik dayatmaya mâruz kalan “demokrat misyon”un değil, “RP Esas Hakkındaki Savunma”da yer alan siyasî zihniyetin makyajlanmasının ötesine geçmiyor. Din eğitim ve dinî özgürlüklerdeki çekingenlik ve tâvizkâr tutumu, doğrusu “demokrat misyon”a değil, “RP’nin savunması”na benziyor… “İmam hatip okullarının açılmasının Millî Eğitim Bakanlığının kararıyla gerçekleştiği, RP’li ve daha önceki yıllarda MSP’li hiçbir milletvekilinin Millî Eğitim Bakanlığı yapmadığı”nın nazara verildiği “Savunma”da imam hatip okulu açmanın “itham olduğu”nun ileri sürülmesi, bu açıdan ibret-i âlem. “İmam hatip okulu açmak suç sayılacaksa veya parti kapatma sebebi olacaksa RP’den önce bu okulları açan ve yayan diğer bütün partilerin kapatılması gerekir” savunması, AKP’nin siyasî kökünün din eğitimi ve öğretimindeki irâde zâfiyetini açığa çıkarıyor. (s.121-272) Yine AKP hükûmetinin, Kur’ân’ın âyetlerini ve Peygamberimizin hadislerini esas alarak depreme “İlâhî ikaz” tespitinde bulunan söz ve yazıların “suç” sayılıp yargılanmasını, yazar ve düşünürlerin ceza almasını AİHM’de “resmen” savunması, kırılmanın bir başka göstergesi. YÖK’ün hak kazandığı üniversiteden uzaklaştırdığı Leyla Şahin’in AİHM davasındaki “hükûmet savunması”nda yasakçıların başörtüsünü “laikliğe aykırı”, “siyasî simge” ve “gerginlik sebebi” çarpıtmasına katılması, binlerce öğrenciyi mağdur eden yasağı “yasal ve gerekli” görmesi bunun en açık misâli.
DİNÎ ÖZGÜRLÜKLERDEKİ ZÂFİYET Aslında Türkiye’de Müslüman çoğunluğun “dinî özgürlükler sorunu” olduğu, bizzat şimdiki Başbakan Yardımcısı Dışişleri eski Bakanı Babacan tarafından itiraf edilmişti. Evinde, komşu çocuklarına meccânen Kur’ân öğretenlerin “izinsiz eğitim kurumu” açmaktan hapis cezasına varan soruşturmaya uğramalarının AKP’nin hazırladığı yeni “ceza yasası”na konulması; camilerde ve Kur’ân kurslarında 28 Şubat’tan kalma çocukların Kur’ân öğrenimlerini engelleyen “yaş yasağı”nın devamı; YAŞ’ta subay ve astsubayların hâlen “disiplin suçu” perdesinde “irticaî karakter gösteriyor” diye yargısız, sorgusuz-sualsiz mesleklerinden ihraçları, AKP’nin “icraatları”ndan… Keza bir yandan meydanlarda “yasağın kaldırılması” vaadi verilirken diğer yandan iktidar partisine mensup belediyelerde başörtülü belediye meclisi üyelerinin yine “yasadışı yasak”la toplantılara alınmaması bir diğer örnek. Ve bütün bunlar siyasî iktidarın, 571 imam hatip okulunu, onlarca yüksek İslâm Enstitüsünü, İlâhiyat fakültesini, üçbinden fazla Kur’ân kursunu hizmete açan, okullarda din derslerini okutan, Diyanet’e 40 bin imam-hatip kadrosuyla başlattığı kadro tahsisini 70 bine çıkaran, inanç ve ifâde hürriyetini, dinî özgürlükleri temin eden DP-AP-DYP’nin değil, “imam hatip okulunu” açmayı “isnad” ve “itham” kabul eden MSP-RP siyasî çizgisinin devamı olduğunu tebârüz ettiriyor. Özetle AKP iktidarında, “mayınlı arazi”den uzak durmak, ateşteki kestaneleri hep başkalarına toplatmak, demokrasi ve özgürlükler adına hiçbir bedel ödememek ürkekliğiyle demokratik direnç ve irâde gösterilmiyor. Başörtüsü yasağını ve “İlâhî ikaz”a cezayı resmen savunmaya varan “değişim ve dönüşüm”, AKP’yi MSP-RP-FP’nin versiyonu ötesine götürmüyor. Kısacası, lâfla “demokratlık” olmuyor; yakıştırma ve yeltenmelerle “demokrat” olunmuyor… 20.05.2009 E-Posta: [email protected] |
H. İbrahim CAN |
|
Sri Lanka’da kaybeden kim? |
Sri Lanka’da silâhlar sustu. 26 yıllık kanlı savaş sona erdi. Sokaklarda binlerce insan savaşın bitişini kutluyor. Dar bir kıyı şeridine sıkıştırılan Tamil Kaplanları silâh bıraktı. Liderleri Velupillai Prabhakaran, iki adamıyla birlikte bir ambulansla kaçmaya çalışırken, pusuya düşürüldü ve yanarak öldü. Diğer önde gelenleri de öldürülen Tamiller teslim oldu. Ocak ayından bu yana yedi bin sivil Tamil öldü bu güç dengesi olmayan savaşta. Savaşın başladığı 1983 yılından bu yana ölenlerin sayısı ise yetmiş bin. Sri Lanka ordusu askerî savaşı kazandı. Şimdi hükümetin önünde onbinlerce yerlerinden edilmiş, yaralı ve perişan halde sivil duruyor. Birleşmiş Milletlerin yaraları sarmaya koşma zamanı şimdi. Sri Lanka lideri Rajapaksa, Tamillere karşı mücadelesini terörizme karşı küresel mücadele kisvesine büründürmüştü. Dünyanın terörist örgüt listelerinde yer alan Tamil kaplanları, intihar saldırıları, suikastlar –en önemlisi 1991 yılında bir kadın intihar bombacısı ile Hindistan Başbakanı Rajiv Gandi’nin öldürülmesi idi-, savaş alanlarında sivilleri kalkan olarak kullanmaları ve kaçmaya çalışanları vurmaları yüzünden dünyadan pek sempati görmüyorlardı. Ancak savaşın son beş ayında yaşanan insanlık dramı herkesin yüreğini dağladı. Sri Lanka güçleri acımasızca bomba yağdırdı kaçmaya çalışan Tamil sivillerin üzerine. Uluslar arası yardım yollarını kapattı. İnsanlar üzerlerine yağan bombalar, açlık ve hastalıklardan kırıldılar. Dünya medyasına kapatılan bölgede yaşanan dram, şimdi gün ışığına çıkmaya başladı. Ağır bombardıman sebebiyle bir hastanedeki bütün sivil yaralılar, yalvaran çığlıklarına rağmen orada terk edilmişti. Peki savaş gerçekten bitti mi? Savaşı kim kazandı? Sri Lanka hükümetinin baskıları yüzünden ülkeyi terk etmiş onbinlerce Tamil var. Ailelerinin, akrabalarının acımasızca katledilişini çaresizce seyrettiler. Hepsi de aşağılanmanın, haksızlığa uğramanın öfkesini büyütmeye başladı içinde. Eğer Sri Lanka hükümeti, askerî alanda kazandığı bu savaşı, Tamillere karşı şefkatle, siyasî ve kültürel haklarını tanımakla taçlandırmazsa, yakın gelecekte yeniden silâhlı mücadelenin başlaması kaçınılmaz. Çünkü hiçbir etnik çatışma, savaşla sona erdirilemez. İnsanlar yenilir ama savaş bitmez. Aksine yeraltına iner. Asıl barış ancak uzlaşmayla, anlaşmayla varılabilendir. Tıpkı Kuzey İrlanda’da olduğu gibi. Sri Lanka için olduğu kadar, ülkemiz için de geçerli bu prensip. Otuz yıla yakın zamandır, binlerce insanın ölümüne, çocukların yetim kalmasına, ülkemizin ekonomik sıkıntılarla boğuşurken, bütçesinin önemli bir kısmını güneydoğudaki çatışmalara harcamasına sebep olan terörle mücadelenin, yalnızca askerî tedbirlerle yapılmayacağı ancak şimdi kabul edilmeye başlandı. Sri Lanka’da yaşanan acıların, dünyanın gördüğü son insanlık dramı olmasını diliyoruz. 20.05.2009 E-Posta: [email protected] |
Robert MİRANDA |
|
Batı’nın reforma ihtiyacı var |
Geçtiğimiz günlerde Başkan Obama’nın Müslüman dünyasına Mısır’dan sesleneceği duyuruldu. Obama başkanlık propagandası yaptığı sıralarda göreve başladığı ilk aylar içinde Müslüman dünyasına bir Müslüman ülkenin başşehrinden direkt olarak seslenecek bir konuşma yapma taahhüdünde bulunmuştu. Mısır bu iş için seçildi zira Obama Fransa’nın Normandiya bölgesinde D-Day yıl dönümü için ve Almanya’nın Dresden bölgesinde bulunan Buchenwald toplama kampına bir ziyarette bulunmak için bir seyahate çıkacaktı. Mısır aynı zamanda eski Dış İşleri Bakanı Condoleezza Rice’in 2005 yılında Kahire’de Orta Doğu için demokrasi ve reform gerektiği açıklamasını yaptığı yerdi. Rice bu konuşmasında Mısır hükümetinin “Kendi halkına inanması gerektiğini” söylemiş ve Mısır Cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarek’i de demokrat yanlısı göstericilere karşı şiddet kullanmamaya dâvet etmişti. Rice benzeri açıklamaları Suudi Arabistan için de yapmış ve bu ifadelerini de ABD’nin kölelik ve ırkçılık geçmişi sebebiyle “tam bir alçakgönüllülük” içerisinde yaptığını söyleyerek yumuşatmıştı. Başkan Obama’nın Müslüman dünyası hakkında söyleyecekleri, konuşma gerçekleşene kadar medya ve siyaset analistleri tarafından spekülasyon malzemesi olarak kullanılacak ve bu konuda çeşitli tahminler yapılacaktır. Mamafih, bu tarihî konuşmayı beklerken, şunu da söylememiz gerekir ki, Obama’nın konuşması muhakkak surette Batı’nın Orta Doğu yaklaşımında yeni bir siyasî yaklaşım üzerinde odaklanmalı ve Müslümanların tarihi ve dinlerine saygı ile çerçeveli bir ajanda içermelidir. Obama, Batı ile Müslüman dünya arasında bir diyalog için gözünü açmalıdır ve bu diyalog sürecinde Batı, İslâmiyet’i Müslüman dünyanın yol gösterici tek ışığı olarak tanımalıdır. Reformdan bahsettiği zaman ise İslâmiyet’in demokrasi ve ticaret çerçevesinde başarıya ulaşacağı gibi yaklaşımları dikkatlice gözden geçirmelidir. Ayrıca konuşmasını yaparken İslâm dünyasının bizim küresel topluluğumuzun bir parçası olmadığı şeklindeki yanlış fikirden olabildiğince uzak durmalıdır. İslâm büyük bir dünya dinidir ve bir milyardan fazla insan üzerinde etkisi vardır. Bush kendi yönetimi döneminde kontrolsüz bir şekilde Müslüman dünyası üzerinde adaletsiz ugulamalara izin vermiş ve bunu demokrasi, özgürlük ve bağımsızlık adı altında uygulatmıştır. Madem konuşmasının ana teması bu gibi meseleler olacak, o zaman Obama muhakkak surette Orta Doğu barış sürecinin ilerlemesi için işe yarar bir platform ihdas etmeli ve İsrail’i Gazzeli Filistinliler üzerinde tek yanlı ve orantısız askerî yaptırımlar uygulamaması yönünde uyarmalı ve buna devam ettiği takdirde hesabının sorulacağını hatırlatmalıdır. Bundan aşağı kalan her türlü konuşma ne yazık ki amacına ulaşamayacaktır. İslâmın reforme edilmesi meselesine gelince, Müslümanların ancak kendi kendilerine bir reform yapabileceğini savunanlar vardır. Dışarıdakilerin bazıları ise reformları destekleyecek ve cesaret verecek şartları kendilerinin oluşturabileceklerini düşünmektedir ancak dışardan yapılacak her türlü reformist müdahalenin İslâm dünyasında bir nev'î “batılaştırma” olarak algılanacağı unutulmamalı. Batı şunu anlamalıdır ki Kur’ân-ı Kerim refor diye bir şeye asla mahal bırakmamıştır, zira o Allah’tan gelmedir. Kur’ân’daki sözler de asla ve asla değişmez. Kur’ân’daki sözlerin anlamları da asla değişmez. İslâmiyet’te reform diye birşey olamaz, çünkü İslâm’ı reforme etmek demek, Allah’ın sözlerini değiştirmeye çalışmak demektir ki, Allah’ın sözleri asla değiştirilemez. Eğer yapılacak herhangi bir reform varsa, Batı kendi zihniyetinde bir reform yapmalıdır. Zira seküler siyaset ve ideolojiler tarafından oluşturulan baskı ve dayatmalar, Allah’ın iradesine ve rızasına karşı durmak anlamındadır. Batı bunu ancak Kur’ân’ı hakkıyla okuyarak anlayabilir ve eğer Kur’ân’ı okursa Allah’ın mesajının gerçek mânâsını da öğrenmiş olur. TERCÜME: UMUT YAVUZ 20.05.2009 E-Posta: [email protected] |
Murat ÇETİN |
|
Kalbini sev |
Kırmızı giyer misin, giymez misin bilmem, ama doğru, kalbini sev. Bir anneler, sevgili-ler ya da başka bir şeyler gününde simge olduğu için değil. Kan pompaladığı ve hayatının devamına vesile olduğu için de değil sırf. Sevdiği için sev, sevme konusunda seçici olmasa da. Heyecanlandığı için sev, neler için heyecanlandığı üzerine sonra düşünmek üzere. Çarptığı için sev, kim ve ne için çarptığını bir kenara not ederek. Korktuğu için de sev, Allah’tan korktuğu için. Sadece ağır yemeklerden sonra, heyecanlı ve sıkıntılı anlar sırasında, bir kardiyoloji servisinde beklerken hatırlama onu. Sadece yağını seçerken, “zararlı gıdalar” hakkında sohbet ederken, “sağlıklı hayat”a dair kitaplar okurken gelmesin aklına. İyiliğe, sevmeye, vicdana dair konularda da hep onu düşün. Hep tercihlerle geçen ömründe, iyiyi, güzeli, doğruyu, vicdanlıyı seçerken de hatırla. Hayatında “kalpsizlik” lekesi bırakmayı, “bugün yemeği fazla kaçırdım”dan daha fazla önemse. “Vicdansızlık” kusuruyla yaşamayı, kırmızı etten daha çok düşman bil kendine. Heyecansız bir hayatı, sürekli ritminde atan, bir gün öncesinin tekrarı bir kalpten daha zararlı gör. Neyi ya da kimi, ne için sevdiğini, neden korktuğunu, ne için ve kim için heyecanlandığını, bir ilâcın prospektüsünden daha dikkatli incele. Kalbini sev ve onu gerçek bir kalp gibi koru. 20.05.2009 E-Posta: [email protected] |
Şaban DÖĞEN |
|
“Bu din her yere ulaşacak” |
Elde edilen hangi büyük, önemli, değerli şey vardır ki sıkıntısız, çilesiz, gayretsiz elde edilmiş olsun! Büyük mutluluklar büyük çile ve ıztırap ister. “En büyük saadetler büyük ve acı felâketlerin neticesidir.” Asr-ı Saadete, özellikle İslâmın ilk yıllarına baktığımızda nice çile ve ıztırap çekildiğini görürüz. Sahabîler az mı sıkıntı çekmişlerdi? Daha bir avuç Müslümanın bulunduğu günlerde sırtı, göğsü ateşte dağlanan Habbab bin Eret’e, Allah Resûlü (asm), “Öyle bir gün gelecek ki San’a’dan Hadramut’a giden bir çobanın Allah’tan, bir de sürüsüne kurdun saldırmasından başka birşeyden korkmayacağını, böylesine bir emniyet ortamı doğacağını müjdeliyor, sabra dâvet ediyor, “Ama siz acele ediyorsunuz” diyordu. Yine kılıçların şakırdadığı, yayların kırılıp okların fırladığı, nice canların fedâ edilip kanların oluk oluk aktığı bir savaş dönüşüydü. Bunca fedâkârlık, başka birşey için değil, sırf Allah’ın dinini yaymak, insanları düşmüş oldukları sapıklık bataklığından kurtarmak, zulüm bulutlarını dağıtmak içindi. Evet, Resûl-i Ekrem (asm) işte böyle bir savaştan dönüyordu. Âdetiydi. Her savaş dönüşünde mescide gider, iki rek’ât namaz kılar, sonra da sevgili kızı Fatıma (ra) annemize uğrar, daha sonra da evine giderdi. Namazdan sonra yine Hz. Fâtıma’nın yanına uğradı. Fâtıma vâlidemiz Peygamberimizi görür görmez, ağlamaya yüzünü, gözünü öpmeye başladı. Peygamberimiz, “Niçin ağlıyorsun, ciğerparem, kızım, sevgili yavrum?” diye sorunca şu cevabı aldı Fatıma validemizden: “Sevgili babacağım! Seni rengi solmuş, elbisesi eskimiş, yorgun gördüm de kendimi tutamadım.” “Ağlama kızım Fâtıma! Allah, babanı bunun için vazifelendirdi. İstense de, istenmese de bu din, insanların bulunduğu her yere ulaşacak. Benim vazifem ise bu dini anlatmak, yaymaktan ibarettir.” Bütün sıkıntılar, çileler, ıztıraplar işte bunun içindi. Resûl-i Ekrem (asm) bu yolun yolcularına bu yolda sıkıntılar bulunduğunu, çile çekilmesi gerektiğini öğretiyordu. Nitekim bu yolda çekilen çileler İslâmın gönüllerde taht kurmasına, İslâmın kurtuluş elinin en ücrâ köşelere kadar uzanmasına vesile olmuştu. 20.05.2009 E-Posta: [email protected] |
Abdil YILDIRIM |
|
Gönlümdeki pınar, gönül pınarı |
Gönlümle aramda çok yakın ve sıcak bir ilişki vardır. Hani kendi kendisi ile konuşana “deli” derlermiş ya! Ben galiba biraz deliyim. Zira gönlümle çok sık konuşurum. Onunla dertleşir, sohbet eder, onunla güler ağlarım. Belki kendime çok yakın bir dost olarak bildiğim için gönlümle bu kadar fazla hemhâl oluyorum. En çok da gönlümün hüzünlü hâlini seviyorum. Yağmur şıpıltıları altında yürürken, saçak altına sığınmış bir serçenin titreyen hâli, gönlüme tatlı bir hüzün verir. Hele de akşam üzeri güneş guruba girerken kan rengi ufukları kaplayan pembe bulutlar... Sanki bulutların kanlı gözyaşları gönlüme düşüyor gibi hüzünlenirim. Ama bu hüzünden de tarifi imkânsız bir haz duyarım. Belki insan olmanın dayanılmaz hafifliği burada yatıyor. Pınarlara gelince, pınarlar da benim için çok büyük anlamlar taşımaktadır. Zira pınarlar, toprağın bağrından çıkan veya bir kayanın gözünden akan rahmetin cisimleşmiş hâlidir. Baharla birlikte coşmaya başlayan rahmet havuzları, pınarlardan taşar, yeryüzüne âb-ı hayat taşır. Pınar deyince, betondan yapılmış süslü çeşmeler, pahalı musluklardan akan ve (çok defa da akmayan) suları kastetmiyorum. Hatta, camilerin avlularındaki san'at değeri çok yüksek olan güzel şadırvanlar da benim kastettiğim pınar anlamında değildir. Benim için pınar, köylerin genellikle camileri yakınında bulunan, kocaman taşlarla yapılmış dikdörtgen şeklindeki bir yapı ve pirinç kurnalardan akan buz gibi suların adıdır. Veya kırlarda, bir kayanın gözünden çıkan yaşların hazin hazin akıp gittiği kaynaklardır. Bu pınarlar insanlara su vermekten başka daha bir çok işlevler de görürler. Pınar başları, sohbetlerin koyulaştığı, bakışların anlam kazandığı, sevdaların filizlendiği mekânlardır. Türkülerin nağmelerinde, şiirlerin dizelerinde, hatta ağıtların hüzünlerinde, pınar motifleri hep var olmuştur. Pınarlar, köy kültüründe önemli yer tutan folklorik ögelerdendir. Bir de kırlarda, çobanların ve avcıların ve yolcuların su içtiği, hayvanların sulandığı pınarlar vardır. Anadolu’da her dağın yamacında, her vadinin ortasında bir pınara rastlamak mümkündür. Sıcak bir yaz gününde bir yol kenarında cığıl cığıl akan buz gibi bir suya rastlamak, insanın arzu ettiği en büyük nimettir. İşte atalarımız da bu nimetten yolcular, avcılar, çobanlar, garibanlar, kurtlar ve kuşlar istifade etsinler diye bu pınarları inşaa etmişler. Bendeki bu gönül muhabbeti ile pınar sevdası birleşince, ortaya “GÖNÜL PINARI” çıkmış bulunuyor. Şimdi de duyguları dile getirmeye çalıştığım bir şiir takdim ediyorum: GÖNÜL PINARI Severim pınarı öteden beri, Gönlümde şakıyor BÜLBÜL PINARI Her pınarın bende ayrıdır yeri Şu Sümbül Pınarı, şu GÜL PINARI Yamaçlarda yankılanır su sesi, Avcı dinler, yolcu dinler bu sesi, ŞOFÖRLER ÇEŞMESİ, ÇOBAN ÇEŞMESİ, Şu gördüğün pınar, SEBİL PINARI Kurnası kırılmış, kemeri göçmüş, Kimbilir başından ne dertler geçmiş, Hazret-i Ali’nin atı su içmiş, Şu mübarek pınar DÜLDÜL PINARI. Pınarlar var, kurnasından nur akar, Aktıkça kalplerin pasını yıkar, Zikir nağmeleri semaya çıkar, Gece gündüz zikreder DİL PINARI. Kalbim gönül dostlarına seslenir, Kalemim var, yazmayınca paslanır, Hazan yağmurları ile beslenir, Hazin hazin akar GÖNÜL PINARI. 20.05.2009 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
Yalnızlığın ilâcı iman ve evlilik |
Evlenme çağına gelen gençler, bekâr yaşlılar işitmişlerdir: “Yalnızlık Allah’a mahsustur!..” Çağımızın baş hastalıklarından birisi de yalnızlıktır. İnsanlar yalnız, aile fertleri yalnız, akrabalar yalnız. Kimi zaman aynı evi paylaşanlar da yalnız! Dünyaya dalmak, her türlü zevkin peşinde koşmak, eğlence ve sefahat bir kaçıştır. Gaflet halindeki dans adı verilen tepinmelerin, kahkahaların arka planında derin yaralar, onulmaz çaresizlikler ve yalnızlıklar yatmaktadır. Işıl ışıl şehirlerin, diskoların, barların arka planı karanlıklar, yalnızlıklar ve çaresizlikler ve sonrasında bunlara kontrolsüz, ölçüsüz, şuursuz şekilde çözüm arayışlarıdır.1 Yalnızlığın sebebi nedir? Teknolojinin insafsızlığı, inançsızlığı... Egoizm, insanları birbirinden uzaklaştırmış. Gerek ruhsuz teknoloji ve maddecilik, gerekse hayatın ağır darbeleri karşısında, dayanışma eksikliği ve zaafiyeti insanı yalnızlığa itiyor. Artık herkes, her şey ona yabancı; hayat çekilmez hâle geliyor. Teknoloji bakımından son derece gelişmiş ve kalabalık ülkelerde yaşayan nice insan, maddî ve teknik her türlü imkâna kavuştuğu halde, “Yalnızım, intihar ediyorum, kimse sorumlu değildir!” şeklinde yazılı bir pusula bırakıp hayatına son veriyor. Yalnızlık alkol, madde bağımlılığı ve gayr-i meşrû yollara sürükleyebilir. Dünyadaki yalnızlığı giderecek temel çarelerden birisi, kalbe karşı bir kalp bulmak, sağlıklı bir evlilik yapmak, aile yuvası kurmaktır. İster geçmiş vahşet dönemleri, ister günümüz nüfus kesâfeti içinde olan medeniyetin en büyük hastalıklarından birisi olan “yalnızlık”ın en büyük ilâcı evliliktir. Sıkıntılar evlilik ile, duygularına cevap verebilen bir eşle izale olur. Bunun için de güçlü bir imana ihtiyaç var. Kuvvetli bir îmana sahip olan en ağır şartlar altında da intihara teşebbüs etmez, hayalinden bile geçirmez. Çünkü o, bu dünyaya imtihan olmak için geldiğini ve her haliyle denendiğini bilir. Bu imtihanda başarılı olabilmek için musîbetlerle yüz yüze geldiğinde dünyanın geçiciliğini düşünür, sabır kuvvetine dayanır, mükâfatını bekler. Güçlü bir îmana sahip olan kimse ise yalnızlıktan kurtulur, her an rahmeti, ilmi, hikmeti sonsuz Rabbiyle beraberdir. O’nun koruması ve gözetimi altındadır. Her an O’na sığınır, O’ndan yardım bekler. Hareketlerini kontrol altında tutar, daima iyiye, doğruya, mükemmele yönelir, kötülüklerden uzaklaşır. Allah’a tam bir îmanla bağlanan Müslüman, vahşî ve boş sahralarda da yaşasa, teknolojinin ağır çarkları arasında yalnız başına da kalsa, intihar etmez! Çünkü, o Allah’ın her yerde hâzır ve nâzır olduğunu bilmektedir. O’nun son derece sevimli, cana yakın milyarlarca, trilyonlarca, sayısını bilemeyeceğimiz kadar çok meleği, çiçeklerden yağmur damlalarına, kar tanelerinden sağımıza solumuza kadar bütün kâinatı şenlendirmektedir. Mü’min yalnız değildir. Böylesine dostları, arkadaşları vardır. Güzel bir söz söylediğinde, birkaç Kur’ân âyeti okuduğunda bile melekler onu zevkle dinlemektedir. Kadere îmân ve duâ stres ve hüznün ilâcıdır. Öldükten sonra dirileceğine inanmak, ölüm, ayrılık gibi ânî kayıplara direnme melekesi kazandırır. Şu âyet-i kerîmeler bu ilâçlardan yalnızca ikisidir: “Ne yeryüzünde vukû bulan, ne sizin başınıza gelen hiçbir musîbet yoktur ki, Biz onu yaratmazdan önce bir kitapta yazılmış olmasın. Bu ise Allah için pek kolaydır. “Tâ ki, elinizden çıkana üzülmeyesiniz, size verdiğimiz şeylere de şımarmayasınız. Çünkü Allah çok kibirli ve çok övünen hiçbir kulu sevmez.”2
Dipnotlar: 1- Yeni Asya, Enstitü/08.08.2003. 2- Kur’ân, Hadid, 22, 23. 20.05.2009 E-Posta: [email protected] [email protected] |
Raşit YÜCEL |
|
Seyahat hattı |
“Seyahat ediniz, sıhhat bulunuz” Bu hadisi bilmeyenimiz azdır. Ünlü seyyahımız rüyasında iki cihanın sultanını gördüğünde “şefaat” diyecek iken heyecanından “Seyahat ya Resulallah!” deyince yollara düşmüş, doğudan batıya bütün Osmanlı beldelerini gezmiş, meşhur Seyahatnâmesini tarihe mâletmiş. Hakkâri ilimizin dışında bazı illerimize defalarca gittim. Yolculuk kadar gidilen mekânlar da önemlidir. En önemlisi de bu mekânlardaki muhataplarınız… Bediüzzaman Hazretleri Darü’l-Hikmeti’l-İslâmiyede aza iken maaşını yeğeni Abdurrahman muhafaza edermiş. İşârâtü’l-İ’câz adlı eserinin basımı esnasında, yeğeninden, biriktirdiği paraları matbaacıya vermesini ister. Abdurrahman parayı matbaacıya verdikten sonra ağlar. “Amca ben bu paraları, memleketteki tahrip olan evimizi yaptırmak için saklıyordum” der. Bunun üzerine Bediüzzaman, Abdurrahman’ın başını okşar ve şöyle der: “Üzülme Abdurrahman, bir gün gelecek her tarafta bizim evlerimiz olacak.” İşte bugün, dünyanın her yerindeki hizmet mekânları, bunun en açık misâlidir. Bizler de bu mekânların misafirleri olduk yıllarca. Kendi evlerimiz gibi rahat ettik buralarda. İzmir’den başlayan yolculuğumuz Tire ilçesindeki gönül dostları ile ayrı bir mânâ kazandı. Yetmişli yıllarda Nurları bu şirin ilçemizde tanımıştım. Her yıl da bu güzel ilçemizi ziyaret etmeyi kendime vazife kabul ettim. Akşam dostlar ile beraber olduk, gündüz Celal Keseli ve soyadı gibi temiz ağabeyim Ersan ve Osman Ağabeyim ile belediye başkanını ziyarete gittik. Toplantısını keserek bizi kabul etmek lütfunda bulundu. Aynı heyet ile Ödemişlilerin dâveti üzerine bu şirin beldemizde 19. dönem milletvekili Mehmet Özkan’ın samimî misafirperverliği ile yine dostlarla beraber olduk. Hedefte Aydın ilimiz vardı. Çamlık beldesinde bulunan, Bediüzzaman’ın tabiri ile “nurun avukatı” iltifatına mazhar olan Ahmet Feyzi Ağabeyin kabrini ziyaret ettik. Burada Avrupa’nın en büyük tren müzesini, bu beldede ikamet eden Ali Bey gezdirdi. Aydın ilimizin misafirperverliğini aziz ağabeyim Necati ile kahraman oğlu Ahmet Feyzi yaptı. Göremediğimiz dostlara selâm bırakarak Denizli’ye ulaştık. Soyadı gibi mert ve delikanlı olan aziz kardeşim Süleyman Delikanlı’nın müzahereti ile Bedrettin kardeşimle akşam muhabbetine katıldık. Sırada Burdur ilimiz vardı. Ercan kardeşimizin refakati ile Sebahattin kardeşimizi ziyaret ederek hasretlik çayı yudumladık. Bediüzzaman Hazretlerinin ilk sürgün yeri Burdur idi. Kalmış olduğu mekân hâlâ orijinal haliyle duruyor. Bu mekândaki dersimize Hüseyin Bey de iştirak etti. Tarihî mekânları da gezdikten sonra “taşı ve toprağıyla mübarek” olan Isparta’da idik. Denizli’de Hafız Ali ve Hasan Fevzi Ağabeylerin kabir ziyaretlerindeki hazzı tarif edemem. Temsilciliğimizde aziz ağabeyim, yönetim kurulu üyemiz Bekir İbiş, temsilcimiz Mithat Yanmaz ile hasbihâlden sonra eski Denizli müftüsü Halil Elitok Hocamızla hasretlik giderdik. Ve Barla… Bediüzzaman’ın Bayram Ağabeye “Evlâdım, sen bu karyeyi hakir görme. Bu belde ileride âlem-i İslâmın merkezi olacak” sözlerini hatırladık. Yeni Asya tesislerinde gece dinlendikten sonra sabah Nur mekânlarını tefekkür ederek gezdik. Ne yazık ki yolcu idik. Afyon ilimizi teğet geçerek Kütahya temsilcimiz Servet Beyde çay molasından sonra, ecdat yadigârı Söğüt beldesinden geçerek Bilecik ilimizdeki dostlarımızla buluştuk. Tarkan, Mustafa, Nurkan ve Veysel Beyler ile uzun gece yarısı sohbetinden sonra sabah Edebali Hazretlerinin muhteşem mekânlarını ziyaret ettik. Pamukova’daki Ahmet Beyin Düzce’deki Pazar temaşasını, Geredelilerin sıcak muhabbetini, Eskipazar’daki Kâmil kardeşimin vefakârlığını, Safranbolu’nun mistik yapısını, kahraman İbrahim Vapur kardeşimin eşsiz misafirperverliğini, Kastamonu’da Nur mekânlarını, Tosya Belediyesi eski başkanı Said Beyin sıcak muhabbetlerini, Kargılılara Adnan Ağabeyin taziyesindeki samimiyeti unutmak mümkün mü? Çorum’a gece rahmet damlacıkları arasında ulaştığımızda Beşir Güney Ağabeyin ve Ömer Şahin kardeşimin yolculuktan memnuniyetleri, beni de mutlu etmişti. 20.05.2009 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Kur’ân kâinatı okuyor |
Zeynep Hanım: “Yasin Sûresinin 40. âyetinde güneşin aya erişemeyeceği, gecenin de gündüzü geçemeyeceği, her birisinin bir yörünge üzerinde yürüdükleri beyan edilir. Başka âyetlerde de gece ile gündüzün birbirini takip ettikleri belirtilir. Bu âyetlerle kutuplardaki altı ay gece ve altı ay gündüz olma durumunu nasıl izah edebiliriz?”
Kur’ân varlıklardan kendi değerleri için değil, Yaratıcıları adına bahseder. Yani Kur’ân’ın varlıklara bakış açısında tek cihanşümul değer, Allah’ın onları dilediği gibi yaratmış olmasıdır. Her şey Allah’ın sonsuz ilmini, iradesini, kudretini, hâkimiyetini, hikmetini, hilkatini, tedbir ve tedvirini, yani idareciliğini gösterir. Kur’ân varlıklara kendi adlarına ve kendi hesaplarına bakmaz. Çünkü kendi adlarına varlıklar birer isimden, resimden ve infiâlden; yani yapılan birer eserden ibarettirler. Yapılan eserler de zorunlu olarak “Yapan”ı gösterirler. Eşsiz bir san'at eseri olan kâinatın müzeyyen, yani tezyin edilmiş bir Kur’ân olduğunu beyan eden Bedîüzzaman Hazretleri, Kur’ân-ı Hakîm’in ise büyük kâinât Kur’ân’ının en yüksek bir müfessîri ve en beliğ bir tercümânı olduğunu kaydeder. Saîd Nursî Hazretlerine göre Kur’ân-ı Hakîm şu kâinat sayfalarında ve zamanların yapraklarında kudret kalemiyle yazılan tekvinî âyetleri, yani yaratılışla ilgili âyetleri cinlere ve insanlara ders vermektedir. Kur’ân, her biri birer manidar harf olan varlıklara mânâ-yı harfî nazarıyla bakar. Yani onlara Yaratıcıları adına bakar ve öyle de bakılmasını önerir. Bu bakışta, “Ne güzel yapılmış ve ne güzel bir sûrette Sâni’in cemaline delâlet ediyor” ölçüsü hâkimdir. On İkinci Sözde, meşhur ve san'atkâr bir hâkimin yazdığı harika bir Kur’ân’dan temsil getirilir. Şöyle ki, hâkim her âyet için, işaret ettiği mânâya göre farklı mücevherler, farklı renkler, kıymettar cevherler kullanır. Farklı hakikatleri, farklı cevherlerle ve farklı renklerle yazar. Öyle süsleyip nakış nakış işler ki, okumayı bilen bilmeyen herkes temaşasından hayran kalır. Bilhassa ehl-i hakikat mânâlarla mücevherlerin ve tezyinatın uyumu karşısında mest olur. Sonra o hâkim, yazdığı bu eşsiz Kur’ân’ı bir ecnebî filozofa, bir de Müslüman âlime vererek her birisine bu harika kitap hakkında birer eser yazmalarını emreder. En güzel esere mükâfat vereceğini taahhüt eder. Ecnebî filozof yazdığı eserde yazıların renklerinden, renklerin mücevherlere uyumundan, mücevherlerin güzelliğinden, cevherlerin kıymetinden, ayar değerinden ve özelliklerinden, harflerin nakışlarından, mürekkebin kalitesinden, kitabın yazılarının harika oluşundan bahseder. Âlim ise, kitabın tezyinatıyla, harflerin geçici nakışlarıyla pek meşgul olmaz. Sadece âyetlerin mânâlarıyla uyumlu mücevherler kullanıldığını takdir eder. Fakat âyetlerin mânâlarını yüksek bir anlayış ve kavrayışla okur, anlar ve tefsir eder. Her ikisi de yazdıkları eseri hâkime sunarlar. Hâkim, yazıların nakışlarıyla ilgilenen, fakat mânâlarına inmeyen filozofun eserini iade eder. Fakat âyetlerin mânâlarını derinliğine tefsir eden eser sahibini ödüllendirir. Bu temsilin yorumunu Bedîüzzaman Hazretleri şöyle yapar: O süslü Kur’ân, bu eşsiz san'atlarla yaratılmış kâinattır. O hâkim, Hakîm-i Ezelî olan Allah’tır. O adamlardan birisi, tabiata ve kâinata sırf nakışları, maddenin özellikleri, güzellikleri ve süslü yapıları için bakan felsefecilerdir. Diğeri ise, kâinata Yaradan hesabına bakan, kâinatta var olan her şeyin ifade ettiği derin mânâyı anlayan, ifade eden ve ders veren, kâinatın gizli yaratılış sırlarını çözen, tabiattan ve varlıklardan hareketle Yaradan’ın eşsiz yaratıcılığını, iradesini, ilmini, hikmetini, kudretini gören ve gösteren Kur’ân’dır.1 Kur’ân bizi kâinatı okumaya dâvet etmektedir. Kur’ân’ın kâinattan, dünyadan, tabiattan, güneş ve ayın hareketlerinden, insanlar ve cinlerin yaratılışlarından, gece ve gündüzden, hayvanların varlık sebeplerinden, bitkilerin nimet değerinden bahsedişi bütün bunlarda Allah’ın varlığına, birliğine deliller olduğu için, âhiret hayatına ve diğer iman esaslarına açılan muhtelif kapılar ve pencereler bulunduğu içindir. Binaenaleyh, Kur’ân’ın penceresinden kâinata baktığımızda ister gece ve gündüz ölçüsü yirmi dört saatten ibaret olan sıcak bölgeleri, ister altı ay gece, altı ay gündüz olan kutup bölgelerini değerlendirelim; hepsinde Allah’ın eşsiz gücünü, sonsuz kudretini, sınırsız ilmini ve hadsiz iradesini görmekte gecikmeyiz. Gerisi sadece ayrıntı olur. Cenâb-ı Hak dilerse geceyi ve gündüzü yirmi dört saatte sınırlar, dilerse daha farklı saatlerde tanzim eder. Nitekim dünya dışındaki her bir gezegende gece ile gündüz ölçüsü ve zaman ölçüsü tamamen farklıdır. Hepsi de o sonsuz iradenin ve kudretin eseri olduklarını kâinata ilân etmektedirler.
Dipnotlar: 1- Sözler, s. 121. 20.05.2009 E-Posta: [email protected] |
Vehbi HORASANLI |
|
Ölüm gerçeği ve devekuşu hikâyesi |
evekuşu avcıyı görünce başını kuma gömermiş. Güya kendisini avcıdan kurtaracak. Aynen bunun gibi insanların bir kısmı kafasını kuma sokarak ölümün pençesinden kurtulacağını zannediyor. Televizyonda “Ayna” isimli çok güzel bir program var. Bir bölümünde Tayvan’ı anlatıyordu ve “Pes!” dedirtecek bir olaydan bahsediliyordu. Efendim, Çincede “4” rakamının okunuşu “sı” ile ifade ediliyor. Bu ifadenin vurgulu bir biçimde söylenmesi de “ölüm” anlamına geliyor. Bütün Çinli’ler “ölümü” akla getirmesin ve çağrıştırmasın diye “4” rakamını adeta yok etmişler. Asansöre biniyorsun, 1, 2, 3’ten sonra bir de bakıyorsun 5. kat. Yahu 4. kat yok mu? Yok. Çünkü ölümü akla getiriyor, uğursuz bir rakam. Hani, batıdaki “13” rakamı gibi. Otoparklarda sıra şöyle gidiyor; 91, 92, 93–1, 93–2, 95. Yani 94 yok. Hâl böyle olunca birçok apartmanda 4. katı göremiyorsunuz. Otellerde 4 nolu odaları hep turistler tutuyor. Çünkü bu odalar çok daha ucuz. Bir de “8” ve “9” rakamı var. Bunlar da zenginliği ve uzun ömrü çağrıştırıyor. 8 ve 9 rakamı olan telefonlar o kadar çok talep ediliyor ki bu rakamları çok olan telefon hatları açık arttırmayla satılıyor. Peki, ölüm denilen olay bu kadar korkunç mudur? Ki, bu kadar insan ölüm kelimesini bile akla getirmekten çekiniyor. “Yahu nerden açtın bu konuyu, söyleyecek başka bir söz bulamadın mı?” diye azar işittiğimiz bile oluyor ya, bunun gibi. Hâlbuki Peygamber Efendimiz (asm) “Lezzetleri tahrip edip acılaştıran ölümü sık sık zikrediniz” diye buyurmaktadır. Yine Kur’ân’da “İnneke meyyitün ve innehüm meyyitün” yani “Sen de öleceksin, onlar da ölecekler” meâlinde çok sayıda âyet vardır. O halde Kur’ân’a ve Peygamberimize (asm) itaat ederek ölüm hakikati üzerinde biraz duralım. Hastalıklar, hatta Azrail Meleği birer perdedir aslında, zira ölüm olayını bizzat Cenâb-ı Allah gerçekleştirir. Benim kardeşim iki yaşında iken çok yüksekten düştü ama ölmedi. Zira vadesi dolmamıştı ve yiyecek rızkı daha tükenmemişti. Bazen Köprü’den atlıyorlar, normalde parçalanması gerekirken bakıyorsun sağ çıkmışlar. Demek ki Allah ölümü onlar için henüz yaratmadı. Yaratıldığı an ise hiçbir insan ecelinden kaçamaz. Hindistan’a gitse bile… Aslında ölüm aynen hayat verilmesi gibi mahlûktur, yani yaratılmıştır. Bu şu demektir; ölüm olayı sıradan bir olay değildir. İnsan için çok büyük bir dönüm noktasıdır. İmtihan için dünyaya gönderilen insan, süresi dolunca gerçek âleme geçmektedir. Fakat bu geçiş sıradan ve kolaylıkla olmamaktadır. Gözünün önünden birçok perde kalkmakta, yaşadığı maddî âlemin dışına gerçek âleme bir dönüş yaşamaktadır. Gerçek âlemi, ölümün küçük kardeşi olan uykuda rüya görürken kısmen de olsa fark edebiliyoruz. Burada zaman ve mesafe kavramı bambaşka. Bir anda bir aylık işi yapabildiğiniz gibi çok uzun mesafeleri aşıp geçmeniz mümkündür. İşte az da olsa kapısını araladığımız rüya ile gerçek hayatımız olan “sonsuzluk âlemini” bir parça fark edebiliyoruz. Elbette aklımızın erişemediği, duygularımızın anlamaya yeterli olamadığı bu âlemi burada anlatamayacağım. Lâkin Kur’ân ve Kur’ân tefsirlerinden yararlanarak akla kapı açmak mümkündür. Evet, ölüm, Bediüzzaman’ın dediği gibi fani olan dünya âleminden bâkî olan ahiret yurduna geçmek için bir terhis tezkeresidir. Hani askerde iken görevimiz bitince verilen terhis emri var ya, onun gibi vazifeden bir paydos, asıl yurdumuza dönmek için bir bilettir. Dünya hayatı, Cenâb-ı Allah’ın varlık ve birliğini idrak etmek üzere çeşitli şekillerde perdelenmiştir. Eğer perdeler açılsa ve niyet ettiğimiz iyiliklerin gerçek âlemde nasıl meyveler verdiğini ve işlediğimiz günahların nasıl sonuçlar doğurduğunu görebilsek bambaşka bir insan olup çıkıveririz. Lâkin burası imtihan yeridir. Cennet ve Cehennemden canlı yayın yapmaya izin ve yetki yoktur. Bu izin ve yetki Allah’ın Peygamberlerine ve velî kullarına verdiği mu’cize ve kerâmet adını verdiğimiz hâller ile bazen olur. Bunlar dahi teklif sırrına aykırı olmamak şartı ile belli ölçüler içinde perdelenmiştir. Sözü uzatmadan hepimizin göreceği ölüm hakikatine geri dönelim. Evet, ölümü biraz dikkatli düşününce onun çok kötü bir şey olmadığını hepimiz anlarız. Şimdi şöyle farz edin; dedelerinizin dedesi o hastalıklı halleri ile bugün yanı başınızda olsa onun başkasına muhtaç hâli ne kadar üzücü olurdu. Hayat azap içinde azap olmaz mıydı? Fakat mevti veren Allah, onların bu perişan hallere düşmesine mani olmakta, rahmeti ile bizlere yardım elini uzatmaktadır. Çok ağır hastası olanlar bu örneği daha iyi anlayacaktır. Ölüm üzerinde ne kadar durulsa azdır. Buna mürekkep de yetmez, gazete kâğıdı da. O halde ölüm gerçeğinin toplum hayatına kazandırdığı bir-iki katkıdan bahsedip yazımıza nihayet verelim. Evet, ölümü düşünen ondan ibret alan bir insan başkasının malına göz koyar mı? Ölüm gerçeğini bilen bir insan başkasının ardından onu çekiştirip durur mu? İşte topluma güzel ahlâkı yerleştirmek isteyenlere ciddî bir nasihat. Ölümcül hastalıklara yakalanan insanlar başta olmak üzere yaşlılar çok daha aklı başında hareket edip topluma faydalı bir insan hâline gelirler. O halde Çinliler gibi devekuşuna benzemekten vazgeçip akıllı bir insan gibi ölümü konuşalım ve ondan ibret alalım, vesselâm… 20.05.2009 E-Posta: [email protected] |
Sami CEBECİ |
|
23 nolu koltuk |
Uzun bir aradan sonra, Cumartesi umumî dersi için dâvet aldığım memleketim Kdz. Ereğli’sine gitmek için önce terminali aradım. “Saat onda giden otobüsünüz var mı?” diye sordum. “Onda değil, on buçukta var” dediler. “Ön taraftan yeriniz var mı?” dedim. “Hayır! Fakat 23 nolu koltuk boş. İsterseniz ayırabilirim” cevabını aldığım zaman gayr-ı ihtiyârî gülümsedim. Çünkü, İstanbul’a gidiş ve dönüşümde de 23 nolu koltuk denk gelmiş, giderken de dönerken de iki üniversiteli gençle uzun sohbetler yapmıştık. Bunda da bir hayır vardır diyerek bileti ayırttım ve son anda ancak yetişebildim. Otobüse binip 23 nolu koltuğa doğru ilerlerken baktım, ümit ettiğim gibi 24 nolu koltukta bir genç oturuyordu. Hayırlı yolculuklar diledim ve yerleştim. Kısa zamanda tanıştık. Ankaralı’ydı ve Devrek’te acemi birliğini bitirdikten sonra, komando askeri olarak Bolu’ya gidiyordu. Anne ve babası namaza serindi, ama kendisi kılıyordu. Bir yıl kadar Arabistan’da çalışmış ve hayatının bu dönemi onun beş vakit namaz kılmasına vesile olmuş. Sohbetimiz iyice koyulaşmış ve çeşitli konulara dalmıştık. Bir ara “Hocam! Peygamberimiz, kitabımız ve dinimiz bir olduğu halde, dört tane mezhebin ve bir sürü cemaatin olmasını aklım almıyor...” Bu samimî suâle cevap olarak Üstadın örneğini verdim: “Kardeşim! Bir bardak su, beş muhtelif haldeki insana göre beş ayrı hüküm alır. Meselâ, yeni ameliyattan çıkmış bir hastaya o su haramdır. İçmemesi lâzım. Fakat, ishâl olmuş ve devamlı su kaybeden bir hastanın ise içmesi ona vaciptir. Terliyken içilen su zarar verir. Böyle kimseler için mekruhtur. Bazılarına fayda verir, onlara helâldir. Bazı insanlara da ne faydası, ne zararı vardır. Onlara da mübahtır. Sen diyebilir misin ki, su sadece haramdır veya helâldir. Elbette denilemez. İşte, kaderin sevkiyle muhtelif mezheplere mensup olanların durumlarına göre dînî hükümler böyle farklılık gösterir. Ancak, dördü de hak olan mezhepler, zaten yüzde doksan temel meselelerde müttefiktir. Yüzde on gibi muamelâta taallûk eden teferruât meselelerde farklılıkları vardır. O farklılıklar da bu ümmet için rahmettir. İslâm dinine hizmet eden cemaatler de bunun gibidir. Hak bir yolda, farklı metot ve usullerle hizmet eden bu gruplar, birbirine duâcı ve taraftar olsun ve başkalarını kötüleyerek kendilerine kıymet vermek fikrinde olmasınlar yeter. Bir elde beş parmak ayrı göründüğü halde, aynı el ve kola bağlı olarak çalışırlar. Bu ayrılıkları böyle görüp yorumlamak daha doğru olur.” Bu minvalde sohbet ederken zaten Bolu’ya geldik ve vedalaştık. On beş dakikalık mola bittikten sonra tekrar otobüse bindik. Solumdaki yan koltukta oturan temiz simalı gence döndüm. Hâl hatır sorarak tanıştık. Kdz. Ereğli’nin yakın köylerinden birinde ikamet ediyor ve Zonguldak Kara Elmas Üniversitesinde okuyordu. Annesi, babası ve ablaları namaz kıldığı halde, kendisi bazen Cuma namazlarını kılabiliyordu. Bu durumdan da memnun değildi. Ama, bir türlü de başlayamıyordu. Bunun üzerine bir hayli sohbet ettik. Ereğli’de ayrılmadan önce ona “Ölümsüzlük Ülkesine Yolculuk” adındaki kitabımı imzalayıp hediye ettim ve yanımdaki Yeni Asya gazetelerini verdim. Çok memnun oldu. Zonguldak’ta görüşebileceği isim ve telefon verdim. Mutlaka irtibat kuracağını söyledi. Böylece, bir yolculukta iki gence doğru İslâm’ın güzelliklerini anlatmak nasip oldu, Elhamdülillâh.. Akşam, gönül dostlarımızla birlikteyiz. Hizmet merkezinin geniş salonu oldukça kalabalıktı. Nur Risâlelerinden yaptığımız ders önemli mesajlar ihtivâ ediyordu. İnsan fıtratında cemâl, kemâl ve ihsana karşı şiddetli bir muhabbet vardı. Onların dereceleri arttıkça, muhabbetin de derecesi artıyor, aşkın en son noktasına kadar çıkıyordu. Nihayetsiz bir cemâl, kemâl ve ihsanın sahibi olan Allah (cc), elbette nihayetsiz bir muhabbete lâyıktı. Bizleri yokluk karanlıklarından çıkarıp, varlıkların en şereflisi olarak yaratan, sonra iman ve İslâm nimetleriyle bütün ihsanlarını taçlandıran, ölüm sonrasında yeniden yaratıp ebedî saadet ve Cennete namzet kılan ve bütün sevdiklerimizi de aynı nimetlere mazhar eden Allah (cc), elbette sonsuz bir muhabbetle sevilmeli ve o sevgimizi iman ve ibâdetle göstermeliydik. Vazifeler içinde en kıymetlisi hayata hizmet ve hayata yapılan hizmetler içinde en kıymettârı da, fâni hayatın bâki bir hayata inkılâp etmesi için çalışmaktı. Bu îtibârla, imanın ders ve takviyesi ile meşgûl olan Nur Talebelerinin ifâ ettiği iman hizmeti, kıymet takdir edilemeyecek kadar değerliydi. Geniş dairelerin mütehavvil içtimâî hadiseleri, bizi bu vazifeden alıkoymamalı ve aslî vazifemizi unutturmamalıydı. Sohbetimiz bu minval üzere sürüp gitti. İkinci bölümde de, genel olarak hizmetlerimizde meydana gelen ciddî inkişaflardan bahsettik ve örnekler verdik. Bir grup arkadaşla sabaha kadar süren muhabbetten sonra, namazı kılıp yola revan olduk. İstirahat ederek ulaştığımız Ankara’da saat on olmuştu. Günü birlik gidip geldiğimiz Ereğli’den geride kalan ise, Allah için yapılan hizmetler ve onun verdiği hizmet içindeki mânevî lezzetlerdi. 20.05.2009 E-Posta: [email protected] |