|
|
H. İbrahim CAN |
Savaş çocuklarının dramına seyirci kalmayalım! |
|
Yarın Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinde içler acısı bir konu görüşülecek: Dünyanın dört bir yanındaki silâhlı çatışmaların içinde kalan çocukların dramı. Genel Sekreter Özel Temsilcisinin yıllık raporu değerlendirilecek. Bu rapora bakıldığında iki temel facia göze çarpıyor: İlki; nerede ülke içi çatışma varsa orada en çok acıyı çeken çocuklar oluyor. Bu acı çekme çocukların askere alınması, yurtlarından edilmesi ve en çok cinsel saldırı ve kötü muameleye maruz kalanlar olması şeklinde görülüyor. İkincisi ise; hemen hemen hepsinde BM ve diğer uluslar arası örgütler bulunmasına rağmen olayların önüne geçilemiyor.
Bu raporda 20 ülkedeki çocuklara karşı ağır suçlar ele alınıyor. Bu ülkelerin tamamı geri kalmış ya da gelişmekte olan ülkeler ve hepsinde iç çatışmalar yüzünden istikrâr kalmamış.
Afganistan’da çocuklar Taliban tarafından intihar saldırılarında kullanılıyor. Para ile çatışmalarda istihdam ediliyor. Taliban polisi ve ordusu da çocukları istihdam ediyor ve çeşitli iddialarla yakalanan çocuklara kötü muamele ediyor. Geçen yıl 73 çocuk çatışmalarda öldü. 106 çocuk ise mayınlardan. Geçen yıl içinde 600 okul saldırılar yüzünden kapandı.
Burundi’de yüzlerce çocuk çeşitli grupların safında çarpıştırılıyor. Yalnızca geçen yıl 449 kız ve 27 erkek çocuk tecavüze veya tacize uğramış. Bu suçların hepsi de polis, ordu ve isyancılar dahil silâhlı gruplar tarafından işlenmiş. Orta Afrika Cumhuriyeti’nde durum farklı değil. Grupların silâhlı baskınlarından kaçan halk günlerce aç susuz ormanlarda saklanıyor. Bazen çocuklarını geride bırakıyor. Geldiğinde çocuklarını bulamıyor veya çok kötü şartlar altında buluyor. Çad’da yurtsuz kalan insanların sığındığı mülteci kamplarının liderlerinin çoğu kez çocukları kandırıp silâhlı gruplara asker yaptığı tesbit edilmiş. Sudan’da binlerce çocuk ayrılıkçı güçlerin askeri olmuş. Ülkenin güneyinde çocuklar altıyüz dolar veya bir motosiklet karşılığında kandırılıp asker yapılıyor. Üniformalıların mülteci kamplarındaki 10 yaş altı kız çocuklarına yaptıkları tam bir vahşet. Kongo’da 2008 yılında çocuklara yönelik 2727 cinsel saldırı olayı meydana gelmiş.
Bunlar rapordan yalnızca bazı örnekler. Dünyanın neresinde hukukun üstünlüğü kaybolmuş, ülke içi çatışmalar başlamışsa, bu kanlı savaşın ilk ve en önemli kurbanları çocuklar oluyor. Maalesef Birleşmiş Milletler bu konuda yeterli olamıyor. Asıl önemli olan yıllardır kanın durmadığı bu ülkelerdeki silâhlı gruplara silâh satan ülkelerin bu işi durdurması.
Ne gariptir ki dünyada barışın hamiliğini savunanlarla en büyük silâh tüccarları aynı ülkeler! Bu kirli ve kanlı ticaretin sürmesi, Afrika’da Güney Asya’da, Latin Amerika’da iç savaşların hiç bitmemesine bağlı.
BM Güvenlik Konseyi Geçici Üyesi olan devletimize bu alanda çok iş düşüyor. Yarın yapılacak görüşmelerde, bu masumlara yönelik insanlık suçunun durdurulması için alınacak tedbirlerde öncülük etmeliyiz. Siz değerli okuyucularımız da dünya çocuklarını duânızdan hiç eksik etmeyin.
28.04.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
‘Nadir durum’u yaygınlaştıralım |
|
Türkiye’yi ‘idare edenler’ yaşayış ve anlayış itibarıyla milletten uzaklaştıkça yanlışlara düşmekten kendilerini alamıyorlar. Siyasîlerin, muhalefetteyken söyledikleri ile iktidara geldiklerinde söyledikleri birbirini tutmaz. Bu durum son yıllarda biraz daha fazla kendisini hissettiriyor. Maalesef bu sebeple, muhalefetteyken ‘mücahit’ olanların, iktidara geldiklerinde ‘müteahhit’ olduğu söyleniyor ki vak’a da bunu gösteriyor.
Aslında bu durum, az çok hepimizin yakalanabileceği bir hastalık. Kimi az, kimi çok olmak üzere günümüz insanları bu hastalığa yakalanmış kabul edilebilir. Lüks tüketim ve israf her konuda zirve yapmış. Artık ayakkabılar değil, lüks otomobiller ve yerine göre villalar yenileniyor. Bu konuda dile getirilen ikazlara da kulak tıkanıyor.
Dün az şeyle mutlu olabilenler, bugün ‘çok’a bile kanaat etmiyor. “Hel min mezid/ Daha yok mu?” diyerek hem kendimizi, hem de dünyamızı bitirmek üzereyiz.
Dünya ile birlikte ülkemiz de ekonomik krize sürüklendiği halde ‘Hazine’den geçinenleri kriz etkilemiyor. Onlar sürekli yeni arabalar ve israflar peşinde. Kimileri de ‘uçak’larını yeniliyor.
Bu hengâmede ‘nadir’ karşılanan hadiseler de yaşanıyor. Görenler ve duyanların şaşırdığı hadise şu: Mersin’in Aydıncık ilçesi belediye başkanı Ferhat Aktan, 1990 model Ford Taunus marka otomobili makam otosu olarak kullanıyormuş. Devlet Bakanı Kürşad Tüzmen’in Aydıncık’ı ziyaretiyle ortaya çıkan bu durum bakanı da şaşırtmış ki Tüzmen, 1990 model otomobilin önünde hatıra fotoğrafı çektirmiş ve “Bu durum nadir karşılaşılan bir durum” demiş. (Sözcü, 19 Nisan 2009)
Evet, böyle bir durumun ‘nadir’ karşılandığı doğru. Peki bu durumu yaygınlaştırmak gerekmez mi? Aydıncık belediye başkanı ‘eski model’ araba kullanıyor diye her halde belediyenin işleri aksamıyor. O halde her yıl makam arabalarını yenileyen ‘müsrif bürokrat’lara ne demeli? Yoksa bu konuda da balık baştan mı kokuyor?
İsraf ve gösterişe kaçmayan bu başkanı can-ı gönülden tebrik etmek lâzım. Bu da yetmez. İlk fırsatta imkân sağlanmalı ve belediye başkanlarına hitap etmeli. Ki bu işi nasıl başardığını, ‘eski model’ makam aracının hizmete engel olmadığını bütün belediye başkanlarına anlatabilsin.
Belki de bu başkana çok anlamlı bir ‘tasarruflu başkan’ ödülü de verilerek herkese örnek gösterilmeli. Bu ‘nadir’ durumu yaygınlaştırmak için ne kadar gayret sarfedilse azdır.
Bir an için bütün belediye başkanlarının ‘eski makam otomobili’ kullandığını hayal edelim. Tamamı 1990 model olmasın, ama hiç değilse 2000 model makam arabaları yetmez mi? Bu da bir yana, hiç değilse gösteriş için, keyif için sıfır ve ‘gıcır gıcır’ yeni makam otomobilleri alınmasa ne kaybederiz? Hiçbir şey kaybetmeyiz, ama belki milyon dolarlar kazanırız...
Bu vesile ile yeni seçilen belediye başkanlarına ‘israf’a sapmadan, gösteriş için makam otomobillerini değiştirmeden ‘millet’ gibi ve belki de millete örnek olacak şekilde yaşamalarını tavsiye ederiz.
28.04.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
“Büyük felâket” |
|
Dağılan gündem, bir türlü toparlanamıyor. Şimdi de Obama’nın aylardır merakla beklenen 24 Nisan konuşmasında “soykırım” demezken, onun yerine “büyük felâket” anlamına gelen “medz yeghem” kelimelerini kullanması ve onun da ötesinde, konuşmaya saatler kala Türkiye ve Ermenistan adına geceyarısı yapılan “ilişkileri normalleştirme” açıklamasının yankıları gündemin ilk sırasına oturdu.
Özellikle Türk-Ermeni açıklamasının Azerbaycan cenahındaki yankılarına dair provokatif haberler iyice yoğunlaşmış durumda. Bir taraftan tepki olarak Bakü’deki Türk camiinin kapatıldığı ve Azerî doğalgazına zam yapıldığı, diğer taraftan Azerî ve Ermeni liderlerin de yakında bir araya gelecekleri haberleri geliyor. Ortalık toz duman. Ve çelişkili haberlerin bini bir para.
Strateji uzmanı Sedat Laçiner, fırsattan istifadeyle Türk-Azerî gerilimini tırmandırmayı amaçlayan provokasyonlarda Ergenekon parmağının bulunduğunu söylüyor. Bu iddia doğruysa, yapılan bunca operasyona rağmen Ergenekon hâlâ etkinliğini sürdürüyor demektir ki, vahim...
Evvelce de Bakü’de gündeme gelen Türkiye merkezli bazı darbe girişimlerinin yine Ankara çıkışlı ikazlarla önlenmiş olduğunu hatırlayalım.
Bakalım, hükümet, son gelişmelerin Azerî cenahında yol açtığı söylenen rahatsızlığı giderip, Ermeni açılımı için Bakü’yü ikna edebilecek mi?
Öte yandan, Obama’nın “büyük felâket” söyleminin, daha üç hafta önceki Türkiye gezisinde onunla gayet samimî görüntüler veren Ankara sakinlerinde tetiklediği tepkiler devam ediyor.
Obama’ya, 1915’te sadece Ermenilerin değil, Türkler başta olmak üzere Müslüman unsurların da büyük kayıplara uğrayıp derin acılar yaşadığını bildiren cevaplar veriliyor; ama buralarda söylemenin bir kıymeti yok; asıl olan, bu gerçekleri orada mâkes bulacak şekilde seslendirmek.
Zaten yıllardır sonu gelmeyen bir yılan hikâyesi şeklinde önümüze sürülen, her türlü propaganda aracını etkin şekilde kullanan diasporanın tek taraflı olarak beyinleri yıkadığı “soykırım” meselesinin bu noktaya gelmesinde rol oynayan en önemli sebeplerden biri, Ankara’nın işi büyük paralarla Musevi lobilerine havale etmenin ötesinde hiçbir şey yapmamış olması değil mi?
“Birinci Dünya Harbinde Müslümanlar da kıyıma uğradı” deniliyor, tarihî belgeleriyle de ispatlanıyor; ama bu haklı söylem nedense bir türlü sınırlarımızın ötesine taşınamıyor. Dünya basını, üniversiteleri ve kamuoyu üzerindeki diaspora hegemonyasını kırmaya ve bilinmeyen kendi gerçeklerimizi de duyurmaya yönelik akılcı ve gerçekçi stratejiler üretilip uygulanamıyor.
Bu tuhaflık daha ne zamana kadar sürecek?
Bir taraftan, nüfuz ve etkinliği her geçen gün daha da artan bir bölge gücü haline gelmekte olduğumuzdan dem vuruluyor; diğer taraftan, aramızdaki yakınlığı “bir millet, iki devlet” sözüyle ifade etmeyi çok sevdiğimiz Azerbaycan’ın bir çırpıda gönül koyup yönünü Moskova’ya çevirmesine engel olamıyoruz. Bu nasıl bir etkinlik?
Bölgedeki enerji nakil projelerinin bilhassa ABD-İsrail çıkarlarını esas alacak şekilde dizayn edildiği bir süreçte, Rusya’nın bu durumu kendi lehinde değiştirmek için fırsat kolladığı ve satranç hamleleri gibi adım adım kendi pozisyonunu güçlendirip, evvelce kaybettiği mevzileri birer birer geri almaya çalıştığı, bilinen bir gerçek.
Son olarak geçen yaz yaşanan Gürcistan krizinden, neticede Rusya’nın kazançlı çıktığı da.
Görünen o ki, şimdi sıra Azerbaycan’da. Erivan zaten Rusya'nın nüfuz alanında. Bakü’yü de yanına çekmeyi başarırsa, SSCB’nin dağılmasından sonra kaybettiği cumhuriyetlerden birini daha tekrar kazanmanın hesabını yapıyor Kremlin.
Buradaki asıl mücadele, eskiden olduğu gibi ABD ile Rusya arasında. Onlar çekişir, uzlaşır.
Bizim için önemli olan, birinin veya diğerinin piyonu durumuna düşmeyip, arada ezilmemek.
Bunu yapabiliyor muyuz, yapabilecek miyiz?
28.04.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Cevher İLHAN |
Dış politikada “büyük felâket” |
|
Ankara - Erivan hattındaki muamma, gittikçe Türkiye ile Azerbaycan arasında siyasî bunalıma dönüşüyor. Siyasî iktidarın günübirlik politikaları Türkiye’yi daha da zora sokuyor.
Obama’nın Meclis’te “Ermenistan sınır kapısının açılması” telkiniyle başlayan ve haftalardır süren tartışmanın ardından Bakanlar Kurulunda “Türkiye’nin Ermenistan’a rağmen hiçbir şey yapmayacağı” deklâre edildi.
Daha önce “Karabağ sorunu çözülmeden sınırı açmayız” diyen Başbakan Erdoğan ise seçim sonrası ilk kez toplanan partisinin Meclis grubunda aynı taahhüdü tekrarladı. “Azerî kardeşlerimizi üzecek bir imza atmayız” dedi…
Ne var ki bir gün sonra Dışişleri Bakanı Babacan’la birlikte üç saatlik görüşme sonunda yine “günü kurtarmak” ve Obama’nın “24 Nisan bildirisi”nde “soykırım” kelimesini kullanmaması için gece yarısı apar topar bir “yol haritası” hazırlandı. Böylece seçimlerden önce Ermenilere “soykırımı tanıma sözü” veren “Obama’nın eli rahatlatılmış” oldu…
22 Nisan gece yarısı saat 23.55’te açıklanan sözkonusu “yol haritası”nda, Türkiye ve Ermenistan’ın Alican kapısının açılması dahil ilişkileri normalleştirilecek adımlar atılacağı belirtildi. Soykırım iddialarının atılması için üçüncü ülkelerin de katılabileceği karşılıklı tarih komisyonları kurulacak, büyükelçilikler açılacak ve Ermenistan Türkiye toprakları üzerinde hak talebinden vazgeçecekti…
KARMAŞIK “YOL HARİTASI” İTİRAFI…
Görünen o ki Obama’nın “24 Nisan mesajı”na yetiştirmek için aceleye getirilip aynı torbaya konulan problemlerin nasıl ve hangi sırayla çözüleceği konusunda kafalar karışık.
Son iki günde olup bitenler, karmaşa içinde nasıl bir satranç oynandığını ortaya koymakta. Nitekim Babacan’ın, “Kolay değil, oldukça karışık ama adım satranç oyunu gibi” nitelemesi, krizin gidişatının karmaşıklığının itirafı…
Bu arada Cumhurbaşkanı Gül, “Aliyev’le görüşüyoruz, mutâbıkız, sorun yok” derken; Azerbaycan Dışişleri Bakanı sözcüsü, “Azerbaycan topraklarını işgal eden Ermeni birlikleri çekilmeden sınırlar açılmasın” diye Bakü’nün kızgınlığını ve endişesini iletiyor.
Ermenistan’da koalisyon ortağı Taşnaksutyun Partisi, “Soykırım’sız kabul olmaz” diye diretiyor; ilişkilerin ancak “Türkiye soykırımı tanır ve tazminat ödemeyi kabul ederse” kurulabileceğini ileri sürerek hükûmetten çekilme tehdidini savuruyor. Ermenistan Cumhurbaşkanı Sarkisyan, “Sınır açılmazsa maça gelmem” diye konuşuyor…
Bu arada Washington ve Erivan’dan “normalleşme ön şartsız olacak” açıklamalarına karşılık, “Hiçbir zaman Azerî kardeşlerimizi mağdur edecek bir adım atmayız” sözlü teminatını yineleyen Erdoğan’ın, “yol haritası” hakkında “Zaten somutlaştığı zaman imzalar atılır, demek ki böyle bir şey henüz somut hale gelmiş değil; şimdi imza yok, paraf edilmiş metin var” cümlesi, bilinmezliği daha da derinleştiriyor.
Kısacası “24 Nisan”ı geçiştirme kaygısına kapılan Ankara kamuoyunu oyalıyor; direnemediği dış baskı ve dayatmalara gelmeye “politika” süsü veriliyor…
“PARAF”TAN SONRA
“İMZA” EMR-İ VAKİSİ…
Ankara’nın belirsizliklerle muallel karmaşık ve kırılgan politikalarının neticesi ortada…
Obama’nın, “24 Nisan bildirisi”ne, “94 yıl önce, 20. yüzyılın en büyük katliâmlarından biri başladı. Her yıl, Osmanlı İmparatorluğunun son günlerinde 1.5 milyon Ermeni’nin katledilmesi veya ölüme yürümesini anıyoruz”la başlaması, bunun açığa çıkan alâmeti.
Gül hâlâ “Obama ile konuyu etraflıca ele aldık, ABD’nin yapıcı destekleri artıyor” diyor ama Çankaya’da açık açık “görüşlerim değişmedi” diyen Obama, “1915’in korkunç olaylarını, insanın insana zulmünün karanlık manzarası” olarak yorumluyor.
Obama’nın, “soykırım” lâfı yerine Ermenice “büyük felâket” anlamına gelen ve “soykırım”dan daha ağır unsur ihtiva eden “Meds Yeghern” tâbirinin istimali, egemenlik ve çıkarlara endeksli entrikaların acımasızlığını ele veriyor.
Belli ki Ankara, “Ermeni Soykırımı”nın tamamen haksız bir iddia ve iftira olduğunu, o dönemdeki “tehcir”in gereğini ve ülke şartlarını yeterince ve etkin bir biçimde anlatabilmiş değil. AKP siyasî iktidarında Türkiye, Bush’la “stratejik müttefik” uydurmasından sonra Obama ile “model ortaklık” havasında oyuna getiriliyor.
Bu yüzden Başbakan’ın bütün “güvenceleri”ne rağmen, hükümet Azerbaycan’ı da, Türkiye’yi de üzecek “paraf”lar atıyor. Ankara bile bile uluslar arası arenada “paraf”tan sonra “imza” emr-i vakisi baskısıyla karşı karşıya bırakılıyor…
Teslimiyetçi tutumla, Azerbaycan’ın küstürülmesi, Türkiye’nin Orta Asya ve Kafkasya’ya açılan kapısı ve enerji koridorunun kapatılmasıyla kalmıyor; başta Karabağ konusu olmak üzere hiçbir hakkı elde edemeden peşinen kaybediyor, kaybettiriyor…
Evet, her iki ülkenin refah ve barışı için komşu Ermenistan’la dostluk ilişkileri kurulmalı; fakat “mütezellilâne (zillet ve mağlûbiyetle) dostluk” olmaz. “İzzetli bir dostluk ve musâlaha (barış)” ise, milletin hakkına saygı ve hukukunun muhâfazasıyla ancak olur.
Ankara oyalamaları bırakıp buna çalışmalı…
28.04.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ahmet DURSUN |
“İstanbul’da Laila, Sivas’ta Lailaheillallah” |
|
Türkiye’nin derin gündeminden, kaotik tartışmalarından biraz uzaklaşalım isterseniz. Size bir bilmece: “Yirmi iki çıplak, bir yuvarlak, üç salak, binlerce ahmak?” Çocukken peşinden âşıkane koştuğumuz futbol topu için büyüklerimizden ne azarlar işitirdik. Hele Ayşe Ninemiz, top peşinde koşturmanın büyük günah olduğunu, futbol topunun Hz. Hüseyin’in kafası olduğunu ne çok sıklıkla hatırlatırdı bize. Büyüklerin futbola karşı oluşlarının elbette ki pek çok haklı sebepleri vardır. Yukarıdaki bilmece de futbolun ne kadar boş bir uğraş olduğunu anlatmak için söylenmiş olmalıydı her halde.
İster sevelim ister sevmeyelim, futbol bugün, coğrafyaları aşarak, farklı ırkları, farklı dinleri aynı platformlarda bir araya getirebilme gücünü gösteren bir fenomen; dünyanın ortak paydalarından biri. Ne savaşlar ne krizler… Sporun—genellikle—bu sıcak yüzünden insanları koparamıyor. Futbol aynı zamanda ekonomik olarak da herkesin kabul ettiği şekilde büyük bir sektörün adıdır artık.
Futbol için çok şeyler söylendi. Meselâ; İspanyol Diktatör Franco’nun, kırk beş yıllık iktidarını 3F’ye bağladığı; futbol, fado ve fiesta ile İspanya’yı kırk beş yıl boyunca uyuttuğu söylenerek futbolun bizi de uyuttuğuna dair felsefî yorumlar yapıldı. Ülkemizdeki futbol hayranlığından yola çıkılarak sosyal sonuçlara ulaşıldı. İslâm ülkelerinin geri kalmışlığı ile Avrupa kupalarındaki başarımız arasında ilişki kuruldu. Simon Kuper’in dediği gibi: “Futbol asla sadece futbol değildir.” Kim ne derse desin, insanları futboldan uzaklaştırmak mümkün olmuyor. Artık bir futbol ülkesi haline gelen ülkemiz için bunu rahatlıkla söyleyebiliriz.
Bu yıl Süper Lig’de heyecanlı bir mücadele var. Lig tarihinin başlangıcından beri şampiyonlukları tekeline almış büyüklerin iki yıldan beri canını oldukça fazla sıkan bir takım var. Anadolu’nun gururu; Sivasspor… Mütevazı kadrosuyla son beş haftaya lider giren Sivasspor şampiyonluğun sinyallerini ciddî ciddî vermeye başladı. Mütevazı bir kadro, mütevazı bir teknik adam. Sivasspor, Fenerbahçe’nin İspanyol transferi Guiza’ya verdiği 17 milyon Avroluk bedelin dörtte biri kadar malî değeri olan bir takım. Fenerbahçe bütün imkânlara, yüz elli milyon avroluk değerine rağmen ligdeki hedeflerinden uzaklaşmış, taraftarlarına saç baş yolduruyor. Diğer büyük takımlar için de aynı yorumlar yapılabilir.
Bir basın toplantısında Sivas’ın genç teknik adamı Bülent Uygun’a bu durum soruldu. “Onca maddî güç, taraftar desteği ve milyonlarca avroluk transferlere ve harcamalara rağmen üç büyüklerin önünde yer alan Sivasspor’un başarısının sırrı nedir?” Bülent Uygun’un cevabı çok enteresandı: “İstanbul’da Laila, Sivas’ta Lailaheillallah!”
Bu sözün futbol gibi aslında inançlar açısından sorgulanabilecek birçok sakıncalı yönü bulunan bir ortamdan geliyor olması birçok açıdan bana anlamlı geldi. Bu söz, 28 Şubat’ın menhus ruhunu her alanda zombiler gibi ürkütücü, korkutucu bir şekilde hâkim kılmak isteyenlerin, maçtan önce sahada duâ eden, maçtan sonra namaz kılan ya da Ramazan’da oruç tutan futbolcuları futbol sahnesinden linç ederek silmek isteyen zihniyetin her alanda mağlûbiyetini ifade eden bir sözdür. Bülent Hoca bu sözle, zannımca, her ne kadar Sivas’ın şampiyonluğa olan inancını ve bu inanç çerçevesinde ortaya koyduğu disiplinini ifade etmek istemişse de bir gerçeğe de işaret etmektedir. O da, bu milleti bin yıllık inançlarından koparmak isteyen zihniyet ne kadar uğraşırsa uğraşsın, insanımın inançlarıyla bağı her alanda güçlenecektir. Din, her alanda ülkemin mayası olmaya devam edecektir.
28.04.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Fatma Nur ZENGİN |
Festivallerin içinden... |
|
Bahar, üzerindeki bütün kışlık giysilerinden yavaş yavaş sıyrılmaya başladığını gösterir oldu bugünlerde. Baharın ve yazın ilk habercisi olan saatlerin ileri alınmasının ardından, daha somut belirtiler de ortaya çıkmaya başladı. Etrafı renklendiren binbir türlü çiçekler, baharı hissetmek isteyen rengârenk insanlar, uzayan günler, kısalan geceler, netleşen yıldızlar, parıldayan güneş… Hepsi baharın ve ardından gelecek olan yazın habercileriydi.
Mısır’da bahar denen mevsim yaşanmadığından yahut ömrü çok kısa olduğundan, Türkiye’de baharı karşılamak paha biçilemez birşey. Geçen yıl makale dersimin sınavında konulardan biri “dört mevsim” ile ilgiliydi ve ülkemde dört mevsimi de yaşıyor olmanın avantajıyla güzel tasvirler kullanıp oldukça yüksek bir not alarak dersten geçmiştim. Şimdi sadece ağaçların çiçek açması değil, sokaklarda satılan çağlanın, eriğin de büyük bir nimet ve zenginlik olduğunu bir kere daha anlarken (ve Mısır’da benden erik isteyen Türk arkadaşlarımın sayısını hesaplamaya çalışırken), farklı faaliyetleriyle baharı kutlayan ülkemizde gözlemlediğim güzelliklere değinmeden de geçmemeliyim diyorum kendi kendime.
Bursa’nın fetih şenliklerinin baharla buluşmasının güzel neticelerinden biri olan halka açık kutlamalarda, Bursa’nın Tophane semtinde yer alan Osmangazi-Orhangazi türbeleri civarında gerçekleştirilen törenlere katıldım. Tamamen festival havasında geçen törenlerde, Mehter Takımı ve Karagöz-Hacivat gölge oyununun yanı sıra, kılıç-kalkan ve halk oyunları ekibi de yer aldı. Faaliyet boyunca Osmanlı dönemindeki kıyafetleriyle de orijinalliğini korumaya çalışmış olan pamuk helvacı, macuncu, Türk kahvesi standı, bütün halka ücretsiz hizmet vererek, hem çocukları sevindirdi, hem de baharla halk buluşmasını bir nev'î “kısmî piknik “olarak değerlendirdi. Bursa’ya baharın geldiğini fetih kutlamalarıyla bir kere daha anlamış olduk…
Bursa’dan İstanbul’a doğru ilerleyince, geçen haftalarda bahsettiğim ve her daim anlatılamaz bir zenginlik olan “Kapalı Çarşı”nın etkisinde kalmamak için, içeri girmeme kararı almıştım. Sultanahmet ve tarihî yarımada civarlarında kardeşimle yürürken, adı İstanbul’la, baharla, coşkuyla, güzelliklerle, mutlulukla özdeşleşmiş olan lâlelerin her yanda açtığını gördük. Meğer tam Lâle festivali zamanıymış. Rabbimin yüceliğini her defasında bir kere daha gördüğümüz tabiatın her köşesinde büyük bir coşku ve ahenkle açmış olan lâleleri seyre dalıyoruz. İçlerinde Kızıldeniz’deki balıkları kıskandırmaya çalışır bir renk tablosu var: Her renk lâle, İstanbul’u tamamlayan mücevherler gibi şehrin bazı yerlerini süslemiş. “Lâle zamanı” isimli faaliyetler çerçevesinde, İstanbul’un farklı köşelerinde, Türk Sanat Müziği yahut Türk Halk Müziği çalan ve söyleyen grupları görmek de mümkün. Şehirde hem baharın gelişi kutlanıyor, hem de insan kendini hiç yabancı hissetmiyor. Ve memleketinde olduğuna bir kez daha şükrediyor.
İstanbul’un ardından, Mesir Macunu şenliklerinde halkla baharı, gelenekle yeniliği birleştiren ve kavuşturan Manisa’yı dinliyorum. Sadece çeşitli baharatları ve birbirinden renkli ambalajlarıyla bile, Manisa’yı renklendiren mesir macunu şenliklerinin de, halkı baharla buluşturan bir başka güzellik olduğunu görüyorum. İyice ısınan havaların etkisiyle, bugünü değerlendirmek isteyen birçok kişi, soluğu şehir merkezindeki parklarda ve benim “festival alanı” dediğim yerlerde almış. Şehrin göbeğindeki parklarda yahut azıcık bir çimenin bulunduğu yerlerde bile piknik yapan birçok insan görmek mümkün. Manisa’da da bahar, halkla buluşmuş.
Daha çok çiçekler açacak ve ardından ağaçlar meyve verecek. Bizler ise bu baharı fırsat bilerek, yenilenen dünyamız gibi belki kendimizi de yenileyeceğiz. Ümitsizliklerimizi saklayacak, geleceğe umut dolu bakacağız. Ne de olsa “Her kışın bir baharı, her gecenin bir neharı” vardır….
28.04.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali OKTAY |
Baharın zamanı geldi... |
|
Geçenlerde bir günlüğüne Ankara’ya gitmiştim. Akşam haberlerde havanın parçalı bulutlu yer yer yağışlı olacağını dinlemiş güya ona göre giyinmiştim. Sabah saatlerinde Ankara’ya vardığımda beni karşılayan kapalı hava yerini önce güneşe, akşam saatlerinde de müthiş bir dolu yağmuruna bırakınca bende de evvelden beri meteorolojiye olan sarsılmaz güven(!) artarak devam etmişti. (Bu arada Meteoroloji uzmanı dostum Dr. Lâtif Beye selâmlarımı iletiyor onun tahminlerine her zaman güvendiğimi ifade ediyorum.) Ben de tam da ne güzel bahar geldi, artık içinde bahar şarkılarının olduğu bir yazı yazayım diyordum.
Oysa yazıya Dede Efendi’yle başlayıp onun diliyle ‘Baharın zamanı geldi a canım/Yavru ceylan gel gidelim' ‘diyecek, bir Mardin türküsünde olduğu gibi ‘Bahar geldi, gül açtı, bülbül yerinden uçtu' diye mırıldanacaktım. Artık dolu da yağsa, kar yolları da kapasa baharı müjdeliyor çiçekler ve onlara aşklarını anlatmak için methiye düzen cıvıltılarıyla kuşlar... Hoş geldin bahar, hoş geldin dillere destan aşkların mekânı. “Bir ilkbahar sabahı güneşle uyandınız mı hiç, ya çılgın gibi koşarak kırlara uzandınız mı? Ve bir his dolup içinize uçuyorum sandınız mı hiç?“ Sizi bilmem, ama ben neredeyse her bahar sabahı bu şarkı misali hislere kapılıp uçuyorum sanırım kendimi. Dört duvar arasında bütün günümü geçirmek yerine kırlara uzanmak isterim. Dünya, hayat daha bir hoş gelir. En güzel şarkıları ben bestelemek isterim. Ve şiirleri yazmayı da. Yaşasın bahar. Dostlar ‘Gene bahar oldu açıldı güller, Bülbülü şeydalar dağlarda ne gezer' ‘diye soran Erzurumlu Emrah’a siz olsanız ne cevap verirdiniz? Benim cevabım Muhlis Sabahattin Bey’in hicazkâr şarkısında ki gibi olurdu her halde. 'Bahar geldi gül açıldı/Aşka geldi bülbül şimdi.’ ’Bahar çiçek çiçek gelince güzel,/Hayat sevilince sevince güzel' diyen kürdilihicazkâr şarkıyı nihavende bağlayıp ‘Erişdi nevbahar eyyamı açıldı güli gülşen,/Çerağan vakti geldi lâlezarın didesi ru ruşen' le devam edelim şarkılara. Ben de Şeyh Ethem Efendinin hüzzam’la seslendiği gibi ‘Bahar oldu beğim evde durulmaz,/Bu mevsimde çemenzâre doyulmaz' görüşünde olanlardanım. Bu esen de ne derseniz merak etmeyin “Bahar meltemidir bu başımızda esen.”
Yedi renk, yedi nota ve kâinat
Müzik adamı Zülfü Livaneli’nin bir yazısından:
“Arthur O’Shaugnessy ne diyordu: ‘Bizler, biz müzikçiler yani bütün rüyaların rüyasını görenler.’ Milyarlarca insanın milyarlarca ayrı müziği vardır. Dünyanın her köşesi yedi iklim, dört bucak değişik şarkıyla müzikle doludur. Hiçbiri de birbirine benzemez. Oysa hepi topu 7 notadır müzik. Evirirsiniz çevirirsiniz bu 7 notayı farklı sıralarsınız karşınıza değişik bir müzik çıkar. Güneş tayfı da 7 renktir. Ve müzikteki 7 nota 7 renge karşılık gelir. Dalga boyları ölçüldüğünde 7 renk 7 nota ile aynı ölçüleri verir. Alın bakalım bu evrenin bir rastlantı olmadığının bir kanıtı daha... ”
Ezan-ı Muhammedi
Mukaddes bir sadaya tutunup geldim sana
Sen gark eyle Allah'ım beni sonsuz ihsana
Hangi diyar mülküdür okunan ezanların
Yıldızlar mı, gökler mi, ya cennet mi onların
Var mıdır cennetinde böyle sonsuz bir nida
Bu ezanın yolunda etsem mi cana veda
İsrafil’in suru da acep ezan gibi mi
Bilmem onu duyunca meşrık u mağribimi
İlâhî bu ezanı duyurup da beşere
Düşürme sen ukbada cehennem gibi yere.
Ekrem Kaftan / Yaristanbul
NURDAN DAMLALAR
“İşte küçücük bir insân, icadsız, sırf sûrî bir san’atçığı ile, bir fonoğrafın güzel işlemesiyle böyle memnun olsa; acaba bir sâni’-i zülcelâl, koca kâinatı, bir mûsikî, bir fonoğraf hükmünde icad ettiği gibi, zemini ve zemin içindeki bütün zîhayatı ve bilhassa zîhayat içinde insânın başını öyle bir fonoğraf-ı rabbanî ve bir mûsika-i İlâhî tarzında yapmış ki; hikmet-i beşer, o san’at karşısında hayretinden parmağını ısırıyor?”
Bediüzzaman Said Nursî - Sözler 32. Söz.
28.04.2009
E-Posta:
alioktay@alioktay. net
|
|
Şaban DÖĞEN |
“Az zamanda çok hizmet” |
|
Az zamanda çok hizmet yapılabilir mi?
Niçin yapılmasın! İlim ve teknolojinin geliştiği bir dönemde eskiden aylarca, yıllarca yapılabilen işlerin bir günde kolayca yapılabildiğini görüyoruz.
Aynı başarı niçin iman ve Kur’ân hizmetinde elde edilmesin?
İşte böylesine bir başarıyı elde edenlerden biri de bizzat Bediüzzaman Hazretlerinin “Nurlara az zamanda çok hizmet” ettiğini1, gayretleri sebebiyle birinci saftaki haslar içine girmeye hak kazandığını söylediği, “Demek ihlâsı tamdır ki, az bir zamanda çok zaman işini gördü”2 dediği Safranbolulu bir iman fedâîsi.
Mustafa Osman bu. Üstadın Safranbolu bahadırı, fedakâr,3 İnebolulu Nazif sadakatinde ve alâkasında,4 “ikinci bir Hüsrev”5 “muhlis, metin kardeşimiz,”6 Nurun kahramanlarından7 diye nitelediği bir kahraman…
Mustafa Osman’ın önemli ve büyük hizmetleri var. Bediüzzaman, onun Karabük gibi fabrikalar şehrinde bulunan yüzer genç ve işçilerde Nurların fütuhat yapacağını bildirmesini ehemmiyetli bir müjde telakki eder.8
Ayrıca onun Mustafa Oruç ve Mustafa Sungur gibi iki namdaş ve Nur hizmetinde pek ciddî arkadaş bulduğunu, bunun onun sadakat ve muvaffakiyetinin bir kerameti hükmünde olduğunu belirtir. Başka bir mektubunda da bu hizmetin iki kanat şeklinde yürütüldüğünü anlatır: “Hakikaten Mustafa Osman, ehemmiyetli ve çok gayretli iki cenah buldu. Nazif’in, Salahaddin’i ve İbrahim’i gibi, muallim Ahmed Fuad’ı ve darü’l-fünundaki Mustafa Oruç’u bulmuş; o iki cenahla, İnşaallah Nur hizmetinde çok iş görecek”9 der.
Onun o havali için büyük bir mutluluk vesilesi olduğunu, “Hakikaten merhum Hasan Feyzi gibi az zamanda çok hizmet eden ve Nurlara karşı pek çok ciddî alâkadar olan Mustafa Osman’ın, hizmetinin makbuliyetine bir delil olarak, Hasan Feyzi’nin ve onun ruhlarında ve sadakatlerinde iki muallim olan Ahmed Fuad ve Mustafa Sungur ve iki yüksek talebe olan Mustafa Oruç ve Rahmi’yi bulması ve Risâle-i Nur’un o kuvvetli ellerle hizmetine çalışması, o havali için büyük bir saadettir”10 diye anlatır.
Üstad yazdığı bir mektubu vesilesiyle onun fedâkârlığı ve sadakatini anlatırken de şöyle der: “Safranbolu bahadırı fedâkâr Mustafa Osman’ın buradaki şakirtlere gönderdiği güzel mektubu okudum. Bu zat dahi Hasan Feyzi gibi fevkalâde sadakatini ve hüsn-ü zannını edibane yazmış, fakat Risâle-i Nur’un şahs-ı manevîsi yerine bana haddimden çok ziyade makam vermiş. Üstadını, kendi parlak aynasında çok parlak görmüş. Ben de onun o hüsn-ü zannını bir manevî duâ yerinde kabul ettim. Hem onun, hem on seneden beri Risâle-i Nur’a çalışmış gibi haslar dairesinde bulunan Mustafa Osman’ın, hem civarındaki kardeşlerimizin bayramlarını tebrik ederiz.”11
İşte Nurlar böylesine saff-ı evveller sayesinde bugünlere gelmiş.
Dipnotlar:
1. Emirdağ Lâhikası, s. 150, 162. 2. A.g.e. s. 63. 3. A.g.e., s. 85. 4. A.g.e. s. 163. 5. A.g.e. s. 299. 6. A.g.e. s. 83. 7. A.g.e. s. 211. 8. A.g.e. s. 197. 9. A.g.e. s. 211. 10. A.g.e. S. 170. 11. A.g.e. s. 85.
28.04.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
İlâhî kelâmın üstünlüğü |
|
Mustafa Bey: “1- Kastamonu Lâhikası’nın 179. Sayfasında geçen, ‘Hizb-i Nuri’de, hem ‘tefekkürü saatin’ sırrı, hem küllî bir ubudiyet bulunduğundan...’ cümlesini açar mısınız? 2- Risâle-i Nur’da Peygamber Efendimiz’in (asm) bu kâinat sarayının varlığı ile ilgisi nasıl açıklanmıştır? 3- Risâle-i Nûr’a göre, Kur’ân’ın diğer kelâmlar içindeki yeri ve önemi nedir?”
1- Akıl ehline tefekkürü emreden Kur’ân, kendisi de bizatihi tefekkür hazinesidir. Peygamber Efendimiz de(asm), bir saat tefekkürün bir sene nafile ibadete bedel olduğunu beyan buyurmuştur.
“Hizbü’l-Ekber-i Nuriye”, Risâle-i Nûr’un fidanlığı hükmündeki âyetleri ihtivâ eden Kur’ân’a ait büyük bir tefekkür incisidir. “Hizbü’l-Ekber-i Nuriye”yi okumak hem Peygamber Efendimiz’in (asm) müjdelediği bir yıllık ibadet hükmündeki tefekkürü ve sevabını bize kazandırır, hem de küllî bir ibadet hükmüne geçer.
Hizbü’l-Ekber-i Nûriye’nin, Üstad Hazretlerinin hayatındaki yerini kendi ifâdelerinden dinleyelim: “Ne vakit sıkılsam, ve fikir ve kalbe yorgunluk ve usanç gelse bu hizbin bir kısmını mütefekkirâne okumuşsam, o sıkıntıyı ve usanç ve yorgunluğu izâle ediyordu. Hattâ bilâistisnâ, her gece sabaha yakın, dört beş saat meşgûliyetten gelen usanç ve yorgunluk, o hizbin altısından birisini okumasıyla hiçbir eseri kalmadığı bin defa tekerrür etmiş.”1
2- Üstad Bedîüzzaman’a göre, bu kâinât sarayının varlığına ve bekâsına tek sebep Hazret-i Muhammed'dir (asm).2 Cenâb-ı Hak, Hazret-i Muhammed’in (asm) mübârek lisânına İlâhî beyanını ve mukaddes kelâmını, vücuduna ise en büyük nîmet olan rahmet dîni İslâmiyet’i koymuş; Hz. Muhammed’in (asm) peygamberliğini bu kâinâta bir mânevî güneş yapmıştır. Cenâb-ı Hak bütün karanlıkları bu güneşle izâle etmiş, bütün nûrânî hakikatleri bu güneşle göstermiştir. Bütün şuur sahiplerini, hattâ bütün kâinâtı bu güneşle bâkî hayat müjdesiyle sevindirmiştir.
Cenâb-ı Hak Hz. Muhammed’in (asm) dînini, bütün makbul ibâdet ehlinin kemâlâtına muazzam bir fihriste ve ibâdetlerine sağlam bir program yapmıştır. Hz. Muhammed’in (asm) mânevî şahsiyeti olan hakikatini Uluhiyet tecellîlerine bir geniş ayine yapmış; zâtını insanoğluna en büyük reis ve Üstad eylemiş; kendisini fevkalâde büyük ve kudsî vazife-lerle beşerin imdâdına göndermiştir. İnsanları da rahmet, hikmet, adâlet, gıdâ, hava, su ve ışık derecesinde onun dînine, şeriatına ve gaybî haberlerine muhtaç bırakmıştır.3
Zîrâ Hazret-i Muhammed (asm) Cenâb-ı Hakk’ın Rububiyet saltanatının yüksek bir dellâlı; kâinâtın gizli yaratılış sırlarının doğru bir keşfedicisi; lütûf ve merhametin parlak bir misâli; şefkat ve muhabbetin beliğ bir lisanı; bâkî âlemdeki dâimî hayat ve ebedî saadetin en kuvvetli müjdecisi ve Allah elçilerinin en sonuncusu ve en büyüğüdür.4
3- Kur’ân’ın, İsm-i Azam’dan ve her ismin azamlık mertebesinden geldiğini ve bütün âlemlerin Rabb’i îtibâriyle Allah kelâmı olduğunu beyan eden Üstad Bedîüzzaman, sair İlâhî kelîmelerin ise bir kısmının has bir îtibâr ile, cüz’î bir unvan ile, husûsî bir ismin cüz’î tecellîsi ile, has bir Rubûbiyet ile, mahsus bir saltanat ile ve hususî bir rahmet ile mahlûkâtın kalplerine ilhâm edildiklerini kaydeder.5
Said Nursî’ye göre, ilhamların hususiyet ve külliyet cihetinde dereceleri çok çeşitlidir. En cüz’îsi ve en basiti hayvanların ilhamıdır. Onlardan biraz yüksek, avam insanların ilhamları gelmektedir. Sonra sırayla ilhamlar, avam melâikenin ilhamları, evliyâ ilhamları ve büyük melâikenin ilhamları tarzında derece derece yükselmektedir. İlham sırrına binâen her bir velî kalbinin telefonuyla: “Kalbim, benim Rabb’imden haber veriyor” diyebilmektedir.6
Bediüzzaman’a göre, bir padişâhın ihtişamlı saltanatının gereği olan emri, âdi bir adamla konuşmasından ne kadar yüksekse; Kur’ân da diğer ilâhî kelimelerden ve ilhamlardan sonsuz derece yüksektir. Ku’rân’dan sonra ikinci derecede diğer mukaddes kitaplar ve semâvî sahifeler gelmektedir. Bütün ilâhî kitaplar, ilhamlardan üstündürler.7 Peygamberlere gelen vahyin ekserisinin melek vâsıtasıyla; ilhamların ekserisinin ise vâsıtasız olmasının bir sırrı ve hikmeti budur.8
Dipnotlar:
1- Kastamonu Lâhikası, s. 176.
2- Sözler, s. 113
3- Şuâlar, s. 546, 547
4- Şuâlar, s. 547
5- Sözler, s. 123
6- Sözler, s. 124
7- Sözler, s. 124
8- Sözler, s. 125
28.04.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Zeyrek'te ne huzur kaldı, ne de güven |
|
Devletin adâlet ve emniyet birimlerinin silâhlı çetelere ve terör örgütlerine yönelik verdiği çetin mücadeleyi, yaptığı başarılı operasyonları, vatanını, milletini seven her vatandaş gibi biz de tebrikle, takdirle karşılıyoruz.
Bununla beraber, vatandaşın ekseriyetini her gün tedirgin ve huzursuz eden hırsızlık ve soygun vak'aları karşısında bu birimlerin aynı başarıyı gösterememesinden duyduğumuz üzüntüyü de ifade etmek durumundayız.
Bakınız, size İstanbul'un en merkezî yerinin en gözde muhitinde neler olup bittiğini misâl olarak arz edelim ki, ne demek istediğimiz daha iyi anlaşılsın.
Daha evvel Bizans'tan kalma sarnıcıyla, kiliseden çevrilme camisiyle, sayısız türbe ve—turizmin gözdesi—tarihî antik evleriyle meşhûr olan Zeyrek semtinin ismi, son mülkî düzenlemeyle dört mahalleyi içine alan Zeyrek Mahallesine dönüştü.
On binlerce nüfusu barındıran bu büyücek mahallede, biz de beş–altı senedir ikamet etmekteyiz.
Mahallenin Haydar ve Cibali tarafında, son derece fakir, perişan ve hatta sefalet içinde yaşayan bazı aileler var. Eski, köhne, ufunetli evlerde oturan bu insanların çoğu aynı zamanda işsiz, güçsüz durumda.
Bir taraftan da eski yapıları restore edilerek çehresi güzelleştirilmeye çalışılan Zeyrek'te, ne yazık ki normal bir hayat neredeyse artık yaşanamaz bir hale geldi.
Bizim de beş–altı senedir ikamet ettiğimiz bu geniş muhitte, gördüğümüz ve duyduğumuz kadarıyla, hırsızlık ve soygun vak'aları had safhaya varmış durumda.
Hani, neredeyse soyulmadık ev, dükkân, işyeri, hatta otomobil kalmadı. Ki, bazılarında mükerrer vak'alar yaşanıyor. Üstelik, bir kısmı güpegündüz vaktinde.
Artık, bir şebeke halini aldığı anlaşılan bu vak'aların giderek artması, bu muhitte yaşayanları ciddi şekilde huzursuz ve tedirgin etmeye başaldı.
Bunların yakalanamaması, şebekelerin çökertilememesi, adeta yaptıklarının yanlarına kâr kalması, vatandaşı büsbütün huzursuz ediyor, dahası ilgili birimlere duydukları güveni temelinden sarsıyor.
Pazar gecesi mesaisi
Bizim oturduğumuz yirmi daireli— bir kısmı gündüz vakti—şimdiye kadar sekiz–on kadar hırsızlık vak'ası oldu.
Komşu apartmanların da durumu bizimkinden pek farklı değil.
Yakınımızdaki sokak ve caddelerdeki birçok dükkân ve mağaza soyuldu, başta bilgisayar (laptop) olmak üzere kıymetli eşyaları çalındı.
Aynı şekilde sayısız otomobilin de camı kırılmak sûretiyle, içindeki değerli eşya ve cihazları sökülüp götürüldü.
İki ay arayla bize gelen misafirin otomobili de, her iki defasında da camı kırılmak sûretiyle soyuldu.
İkinci vak'a geçtiğimiz Pazar gecesi oldu. Minibüsün camı tuzla buz edilmiş ve soyulmuş. Bir ara sağa–sola baktık ki ne görelim. Sadece Sankiyedim Camii çevresinde dört–beş otomobilin daha aynı durumda olduğunu gördük.
Durumu 155'e bildirdik; istediler, adres verdik. "Bekleyin, ekip gelecek" denildi. Bir saat sonra, yine aradık, aynı cevabı aldık. Bir saat daha bekledik, sabrımız taştı ve karakola gittik. Kasko sebebiyle, Fatih'teki iki karakol arasında mekik dokuduk. İki saatimiz de öyle geçti.
Pazar günü bir–iki saat kadar da otocam işiyle (orada da 16. vak'a olduğumuz söylendi) uğraştık ve bütün günümüz böylece zayi olup gitti.
Dün sabah evden çıkıp işyerine doğru gelince, sokaklarda, kaldırım kenarlarında tuzlabuz olmuş yeni otomobil camı parçacıkları gördüm.
Hâsılı, Anadolu'daki vasat bir şehir büyüklüğündeki Fatih'in Zeyrek Mahallesinde, ne huzur kalmış, ne de güven. Hangi gün kimin başına ne gelecek, kimin evi, işyeri, yahut otomobili soyulacak bilinmiyor. Bir büyük bilinmeyen de, bu işi yapanların neden yakalanamadığı, neden çökertilemediği...
Yıldız Sarayı'nı tâlân edenler
Sultan II. Abdülhamid'i tahttan indiren İttihatçı çapulcular, aynı zamanda tarihin en çirkin, en iğrenç hırsızlık olaylarından birini de irtikâp ettiler.
Yıldız Sarayı'nda bulunan Sultan Abdülhamid'in şahsına, ailesine ve hatta saltanata ait değerli eşyanın hemen tamamını sandıklara doldurup ve bir kısmını da alenen gasp ve garet edip götüren yağmacılar, ayrıca kütüphanede bulunan pekçok kitap ve evrakı da ateşe vermek sûretiyle ihanete varan en büyük cinayeti işlemiş oldular.
Saraydan hırsızlanarak götürülen değerli eşyanın âkibeti hakkında da herhangi bir mâlumat yok.
İşte, bu büyük tâlân ve soygun hadisesinden de anlaşılıyor ki, Selanik merkezli Hareket Ordusunun asıl maksadı, söylenildiği gibi 31 Mart isyanını durdurmak, sükûneti sağlamak, yahut meşrûtiyeti korumak falan değildir.
Bu çapulcu sürüsünün yapıp ettiklerine bakıldığında, temelde Osmanlıya düşmanlıktan, hürriyet ve meşrûtiyete karşı duyulan hazımsızlıktan başka birşey görünmüyor.
Gerisi bahanedir, lâf û güzâftır, çalınacak minareye kılıf hazırlamaktır ve tatbik edilecek şiddetli istibdat rejimine göz boyama gerekçeler hazırlamaktan ibarettir.
Evet, herşey bir yana, sadece şu Yıldız Sarayı yağması dahi, Hareket Ordusunun arkasına gizlenmiş olan müfsit şebekenin sûiniyet ve ihanetinin bâriz bir göstergesi hükmündedir.
İstanbul'u isyancılardan güya kurtarmak maksadıyla Selanik'ten gelen Hareket Ordusuna mensup çapulcu subaylar tarafından yağma edilen Yıldız Sarayından bir görünüm.
28.04.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
“Erkekler, kadını insan olarak görmüyor!” |
|
“Bu çağda böyle bir anlayış olabilir mi?” diye, başlık tuhafımıza gidebilir. Ne var ki, ajanslar, 16.2.2009 tarihinde kamuoyuna şu bomba gibi haberi duyurdu: “Bazı erkekler, kadınları ‘insan’ olarak görmüyor!” Bu tesbit, bilim adamlarının, herhangi bir vaizin değil! Şöyle deniyor: “Yarı çıplak veya çıplak bir kadının, erkeklerin kafasında birer objeden başka bir şey olmadığı ortaya çıktı.” Bu tespit kimin?
Princeton Ünversitesi’nden Profesör Susan Fiske’nin. Bazı erkeklerin kadınları ‘insan’ olarak görmediğini ifade eden Fiske, “Kelime anlamıyla onları birer nesne gibi gördüklerini söylemiyorum.Tabiî ki kadınların insan olduklarını biliyorlar. Ancak beyin taramaları gösteriyor ki bu tip erkeklerin nesnelere verdikleri reaksiyonlarla fotoğraflara verdikleri aynı. Sanki gerçekten de kadınlar insan değilmiş de, birer objeymiş gibi düşünüyorlar.” Şimdi haberin devamına bakalım:
ABD’de yapılan bir araştırmada bir grup erkeğe, müstehcen kadın fotoğrafları gösterildi. Beyinleri taranan erkeklerin bu fotoğraflar karşısında sarhoş olmuş kadar etkilendikleri ve beyinlerinin bir kısmının harekete geçtiği tespit edildi. Araştırmada özellikle cinsel eğilimleri diğerlerine oranla daha fazla olan erkeklerin, bu tip fotoğraflar görünce beyinlerinin bir bölümünde yer alan sosyal etkileşimin hızla çalışmaya başladığı tespit edildi.
Fiske, ayrıca, müstehcen kadın fotoğraflarının basında ve medya kuruluşlarında bu kadar yaygın gösterilmesinin insanlar üzerinde bombardıman etkisi meydana getirdiğini de dile getirerek, toplumların zihniyetlerinin olumsuz yönde etkilendiğine parmak bastı. “Sanırım televizyonlarda gördüğümüz şiddet de, çıplaklıkla paralellik gösteriyor. İnsanlar tüm bunlara giderek alışmaya başladı.”
Peki, ilmin ulaştığı bu merhaleye, İslâm ne diyor? Kur’ân’ın çağdaş müfessiri Bediüzzaman, “Zaman ihtiyarlandıkça Kur’ân gençleşiyor”1 ifadelerini kullanır. İşte bunun göstergelerinden birisi de yukarıdaki haber. Hiç şüphesiz ki, kadını bir metâ haline getiren şey, tesettürsüzlüktür.
Kadının bütün reklâmlarda kullanılması, onu pespaye bir varlık derekesine düşürmedi mi?
Kur’ân, tesettürü emretmekle kadını “bir meta, bir nesne, orta malı bir obje olmaktan” kurtarıyor. İnsanlığın, sultanlığın, hürriyetin şahikasına çıkarıyor.
Tesettür hürriyettir
Tesettür, kadınları kem bakışların baskısından ve saldırılarından kurtarıyor… Yine Bediüzzaman’ın tesbitleriyle, “..merkez ve payitaht-ı hükümette, çarşı içinde, gündüzde, ahalinin gözleri önünde, gayet âdi bir kundura boyacısı, dünyaca rütbeten büyük bir adamın açık bacaklı karısına bilfiil sarkıntılık etmesi, tesettür aleyhinde olanların hayâsız yüzlerine bir şamar vuruyor!”2
Tesettürü “bir esâret” olarak gören zihniyet; ilimden müthiş bir cevâb-ı red almıştır. Modern bir köle olarak kullanılan kadını, tesettür esaretten kurtarıyor…
Âile mutluluğu da, eşler arasındaki karşılıklı güvene bağlı.3 Bunun en önemli unsurlarından birisi de tesettürdür. Açık-saçıklık hem güveni kırıyor, hem de kaskançlığı körüklüyor. Bu da hesabı imkânsız problemleri doğruyor.
Hem kadınların fıtratı da, tesettürü iktizâ ediyor. Çünkü, yaratılışları itibariyle zaîf ve nâzikler...
Dipnotlar:
1-Mektubat, s. 460.
2-Şualar, s.343.
3-Lem’alar, s. 393.
28.04.2009
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
|
|
|