|
|
Sami CEBECİ |
Yeni Asya okuyucu buluşmaları |
|
Kırk yıllık yayın hayatında sahibi okuyucusu olan tek gazete Yeni Asya olsa gerek. Gazetesinin yayın çizgisinden maddî ihtiyaçlarına, abone çalışmalarından dağıtımına kadar her şeyiyle ilgilenen bu fedakâr okuyucu kadrosu, hayranlık uyandıran sebat ve metanetleri, çalışkanlık ve gayretleriyle tarihe not düşüyorlar. Gelecek nesiller, Türkiye basın tarihini inceledikleri zaman, bütün ihtilâllere ve post modern darbelere karşı fikir mücadelesi veren ve güç merkezlerine boyun eğmeyen ve bu yüzden çok bedeller ödemek zorunda kalan Yeni Asya ve onun feleğe meydan okuyan mensuplarını alkışlayacak, iletişim fakültelerinde tezlere konu olacaktır inşallah.
Yönetim olarak, başta İstanbul, Ankara, Isparta, İzmir ve Adana çevre illerinin temsilcileriyle yaptığımız istişare toplantılarının devamını, geçtiğimiz Pazar Trabzon’da yaptık. Daha önceki toplantılarda yapılan teklifler müzakere edildi. Bu arada bir çoğu hayata geçirildi. İleriye dönük önemli kararlar alındı.
Pazar günü çevre il ve ilçelerden gelen temsilcilerle yapılan istişarelerde ciddî teklifler geldi. Bunların tamamı değerlendirilip uygun olanları icraata konulacaktır. Çünkü, her bir temsilcimizin görüş, kanaat ve teklifleri önemlidir ve mutlaka değerlendirilir.
Öğleden sonra organize edilen panele katıldık. Küresel krize karşı, Bediüzzaman Hazretlerinin iktisat görüşü üzerinde tebliğler sunan konuşmacıları dinledik. Bin beş yüz kişilik salon doluydu. Katılımcıların böylesine ağır ve ilmî bir konuyu alâkayla dinlemeleri gerçekten dikkat çekiciydi. Sinevizyon gösterisi, kırk yıllık Yeni Asya okuyucularına hizmet beratlarının verilmesi ve Risâle-i Nur bilgi yarışmalarında dereceye girenlere hediyelerinin verilmesiyle son bulan program gerçekten tatmin ediciydi.
Panel sonunda, Rize’den gelen gönül dostlarımızla oraya gittik. Epey zamandır gidemediğimiz Rizeli dostlarımızla geç saatlere kadar sohbet edip, fikir alışverişinde bulunduk. Pazartesi sabahı bir saatlik bir yolculuktan sonra Ankara’ya ulaştık. Yorucu, fakat hizmet dolu iki gün geçirmiştik.
Pazartesi akşamı İzmit’te bir konferansım olduğu için aceleyle otobüs terminaline son anda yetişebildim. Biletimi de otobüste verdiler. Ekseriyetle olduğu gibi yan koltukta genç bir şahıs oturuyordu. Kısa zaman içinde tanıştık ve kaynaştık. Kendisi boksördü. Kingbox sporu yapan bir dövüşçüydü. Otuz yedi yaşındaydı. Yirmi iki yıldır bu işi yapıyormuş. Ayhan Güzel adındaki bu sporcunun kendi dalında şampiyon olması onun için bir iftihar vesilesiydi. Sporcu olduğu için bir çok günahlardan kendisini alıkoymuş. Konuştukça onun temiz kalpli birisi olduğunu daha yakından anlama imkânı buldum. Ona “Bu otobüs nereye gidiyor?”diye sordum. “Tabii ki İzmit’e” dedi. Peki “Bu dünya nereye gidiyor?” dedim. “İşte onu bilemiyorum” dedi. Böylece konu açılmış ve onu kendi minderime çekmiştim. İzmit’e kadar sohbet ettik. Elbette bu dünyanın da nereye gittiğini, nereden geldiğimizi, vazifemizin ne olduğunu ve bizi bu dünyaya kimin gönderdiğini bilmeli ve bizden ne istediğini öğrenmeliydik. Sohbet sonunda karşılıklı adreslerimizi ve telefonlarımızı verdik. Otobüsten inince de bizi karşılamaya gelen kardeşlerle tanıştırdık. Bundan sonra birbirlerini arayacak ve konuştuğumuz konularda daha detaylı bilgi alışverişinde bulunacaklardı. Ona o günkü gazetemizle birlikte Nur Âleminin Bir Anahtarı adındaki küçük risâleyi hediye ettim.
Konferans için gittiğimiz iş adamlarına âit geniş salon tamamen doluydu. Kur’ân-ı Kerim okunması ve açış konuşmasından sonra, “Bediüzzaman’ın dilinden Kâinatın Efendisi Hazret-i Muhammed” isimli çalışmamı takdim ettim. Konunun güzelliği konferansı da güzelleştirmişti. Hanım kardeşlerin öncülük ettiği bu organizasyon gerçekten verimli olmuştu. Emeği geçen herkesi tebrik ediyoruz. Sinevizyon gösterisi ve kitap imzalamasıyla biten program sonunda hepimiz mutluyduk.
Salı sabahı altı otobüsüne bindiğimde, yine yan koltukta genç bir delikanlı vardı. Bursa Uludağ Üniversitesi’nden mezundu. Sanayi makinaları üreten bir firmayı babasıyla birlikte işletiyorlardı. Dinlediğim kadarıyla çok çalışkan biri olan Oktay Çetiner, inançlı bir arkadaştı. Bediüzzaman’ı ve Yeni Asya gazetesini duymuştu. Bunlar üzerine bir hayli konuştuk. İzmit’teki arkadaşların telefonlarını verdim. İrtibat kuracağını söyledi. Ben de onun telefonlarını oradaki temsilcimize bildirdim ve gerekli bilgileri verdim.
Cenâb-ı Hak, birkaç günlük zamana bir çok hizmetleri ihsan etmişti. Böylesine hizmetlere vesile kıldığı için Rabbimize ne kadar şükretsek yine azdır.
23.04.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Tarihin zenginliklerinde dolaşırken |
|
Sinop’un Boyabat ilçesine bir kaç kez gittiğimde yeni yerleşim yerlerine inat tarihî çarşının bozulmadan ayakta kalışını hep hayret ve takdirle izlemişimdir. Nostaljik çarşı bizi hep tarihe götürür. “Kökü mazide olan âti” olmayı düşünürken böylesi tarihî yerler daha bir anlam kazanır nazarımda.
Geçtiğimiz Cumartesi günü dostumuz Recep Kök Beyin oğlu Ahmed Fuad’ın düğünü vesilesiyle gittiğimiz Karabük’te yeğeni Şener Beyin mihmandarlığında güzel bir gün geçirdik. Bir fırsatını bulup hemşehrimiz öğretmen İbrahim Bey, Kastamonulu arkadaşımız İbrahim Vapur ve Karabüklü dostumuz Yusuf Beyle Karabük’e 10 km yakınlıkta tarihî Safranbolu ilçesine yaptığımız gezide tarihî ilçeyi görme imkânımız da oldu.
Mazisi ta Romalılara, Hititlere kadar uzanan Safranbolu 12. yüzyılın sonlarına doğru Selçukluların eline geçmiş, 15. Yüzyılın ilk çereğinde de Osmanlıların idaresi altına girmiş.
17. yüzyılda İstanbul-Sinop kervan yolu üzerinde önemli konaklama yeri olan Safranbolu bugün tarihî özelliklerini koruması sebebiyle Dünya Miras Listesine alınan, 1975’te Anıtsal Yüksel Kurulu tarafından kentsel sit alanı ilân edilen, 18 ve 19. yüzyıl hayatını geçmişiyle, kültürüyle, ekonomisiyle yansıtan, 2000 kadar geleneksel binaları ve mükemmel mimarileriyle dikkat çeken şirin bir yer. Şehri eskiden konuşlama yeri olan, yağmur duâları ve Hıdırellez kutlamalarının yapıldığı açık namazgâh şeklinde de kullanılan Hıdırlık tepesinden kuşbakışı seyrettiğinizde, şehir idaresinin yapıldığı kaleyi, alışveriş merkezi olan bir çarşıyı ve düşük rakımlı iki vadiye yerleştirilmiş dar sokaklı mahalle evlerini, meşhur konaklama yeri Cinci hanı, hamamı, tarihî camilerini ve tepedeki şimdi müze olarak kullanılan Hükümet konağını hemen fark ediyorsunuz. Biri diğerinin manzarasını kapatmayacak tarzda inşâ edilen evler komşu hakkına saygının en belirgin örneklerinden birisi.
Yerli ve yabancı turistlerin alâkasını çeken Safranbolu evleri, Japon mühendis ve mimarların da ilgi odağı olmuş. Yüzyılın en şiddetli depreminde ayakta kalabilen evlerin niçin yıkılmadığını öğrenmek için ilmî araştırmalar yapan Japon ilim adamları temelleri sağlam, duvarları tahta ve araları kerpiçle doldurulan depreme dayanıklı binalarda uygulanan sistemden istifa etme yoluna gitmişler.
Safranbolu’ya gidip de şehre ismini veren Safran çayını içmeden dönmek eksiklik olurdu. Hızır Tepesindeki konakta ağırlığının yüz bin katı kadar sıvıyı sarıya boyayabilen, dünyada yetiştirilen ender bitkilerden biri olan; gıda, ilaç ve kozmetik sanayiinde de kullanılan Safran çayını yudumlarken Safranbolu’ya asıl değer kazandıran mânevî zenginlikliklerini de hatırlamadan edemedik.
Bunun üzerinde de bir sonraki makalemizde duralım inşaallah.
23.04.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Çocuklarımızı mabedlerimize götürelim |
|
Ahmet Bey: “Şehrimizde bulunan camiimizde bazen çocuklar yüzünden cemaatimiz arasında kırgınlıklar yaşanıyor. Nedeni küçük yaştaki çocukların ben de dâhil herkesçe camiye getirilmeleri. Bir kısım kimseler çocukların camiye getirilmelerinden rahatsız oluyor. Çocuklarımızı camiye götürmeyip nereye götüreceğiz? Evimizden sonra götürebileceğimiz tek mekân camiimiz. Amcalar beş yaşından küçük çocukların camiye getirilmelerine karşı çıkıyorlar. Gerçekten, bunun bir yaş sınırı var mıdır? Varsa nedir? Gerekçeleri nelerdir?”
Evlâtlarımız geleceğimizdir, dünyamızdır, ahiretimizdir, her şeyimizdir. Onların terbiyesi yüz akımız, onların hatası hatamızdır. Onların iyiliği iyilimiz, kötülüğü kötülüğümüzdür.
Çocuklarımızı elbette duâ çemberimize almalıyız. Duâ ve ibadeti öğretmeliyiz. Duâ ve ibadet yaptığımız mekânlara götürmeliyiz. Onlarla bizim aramızda bir iletişim köprüsü kuruldu mu, bizi ne yaş sınırı tutar, ne kural tutar, ne şart tutar.
Kur’ân, peygamberlerin, soylarının ve zürriyetlerinin istikameti ile ilgili endişelerini Allah’a arz edip medet isteyen duâlarıyla doludur:
“Hani İbrahim şöyle duâ etmişti: ‘Ya Rabbi! Bu Mekke şehrini emin kıl. Beni ve evlâtlarımı putlara tapmaktan koru!…Ey Rabbimiz! Beni ve benim neslimden olanları namazda devamlı kıl.”1
“Hani İmran’ın hanımı: ‘Ey Rabbim! Ben karnımdaki çocuğu dünya meşguliyetlerinden uzak bir kul olarak Senin ibadetine adadım. Bunu benden kabul buyur!... Ben ona Meryem adını verdim. Onun ve neslinin kovulmuş şeytanın şerrinden korunması için Sana sığındım.’”2
Soyumuz nesl-i cediddendir. Gelen nesildendir. Gelen neslin önünde işe yaramayan endişelerimizle durmamalıyız. Çok kutlu bir bahar çağı onları bekliyor. Biz onları mabedlerimize ısındırmak ve dinî değerlerimizi sevdirmekle mükellefiz. Onları bizzat mabedlerimize götürerek, görerek ve yaşayarak eğitilmelerini sağlamanın değeri hiç şüphesiz küçümsenemez ve tartışılamaz.
Fakat onun, başkalarını rahatsız etmeyecek biçimde mabedimize giriş çıkışını sağlamak üzere önlemini almanın, böyle tartışmaların ve muhtemel kırgınlıkların hızını keseceği açıktır. Meselâ varsa câmide bir odanın böyle nesl-i cedide tahsis edilmesi mümkündür. Veya çocuğumuzun namaz esnasında yanımızdan uzaklaşmamasını sağlamak mümkün olabilir.
Bu ve buna benzer imkânları değerlendirmek; muhatabımızla da kırgınlığa meydan vermeyecek bir şefkat üslubuyla tartışmak, onun kırıcı ses tonuna gücenmeyip, ona iltifatla cevap vermek birer Kur’ân tavsiyesi olarak akıldan uzak tutulmamalıdır.
Nitekim Kur’ân, “Kötülüğe, iyiliğin en güzeliyle karşılık ver”3 buyuruyor. Öyleyse ne çocuklarımızı camilerimize götürmekten geri adım atmalı; ne de cami cemaatiyle sürtüşmelidir! İkisini bir arada yapmanın her halde bir çözümü olacaktır. Çocuğumuzu o güzel ellerinden tutarak tatlı bir üslup ile dizimizin dibinden ayrılmadan ibadet yapmasını veya öğrenmesini temin etmek sanırım zor olmasa gerektir.
Dipnotlar:
1- İbrahim Sûresi: 35, 40
2- Âl-i İmran Sûresi: 35, 36
3- Fussilet Sûresi: 34
23.04.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Delilsiz iddialar |
|
Bir kardeşimiz, Bediüzzaman Hazretlerinin Sultan II. Abdülhamid'in tahttan düşürülmesi üzerine "Şeriatın önündeki engel kalkmıştır'' şeklinde bir ifadeyi kullanıp kullanmadığını soruyor.
Böylesine saçma ve abuk bir iddiayı kim ortaya attıysa, bunu ispatlamak mecburiyetinde. Aksi halde, yalancı ve müfteri durumuna düşmekten kurtulamaz.
El insaf yâhû! Sultan Abdülhamid'i tahttan indiren İttihatçı zorbalar, aynı esnada Bediüzzaman Hazretlerini de tutuklamış ve idamla yargılanmak üzere Divân–ı Harp Mahkemesine sevk etmişlerdir.
Üstad Bediüzzaman'ın, Sultan Abdülhamid dönemi siyasetini tasvip etmediği şüphe götürmez derecede doğrudur. Ancak, "şefkatli sultan" diyerek onun şahsını tenzih ettiği, ona hiçbir zaman hakarette bulunmadığı, dahası padişahlar arasında ona "Veli bir zât" nazarıyla baktığı da, yine tartışma götürmez derecede doğrudur.
Özet olarak biz bunu dâvâ ediyoruz ve delil olarak da Üstad Bediüzzaman'ın özellikle Münâzarât ile Divân–ı Harb–i Örfî isimli eserlerini gösteriyoruz.
Aksi iddiada bulunanların ise, hangi kaynaktan beslendiklerini, hangi belgeyi delil olarak gösterdiklerini merak ediyoruz. Zira, bu tip kimselerin kendi karihalarından başka ortaya bir belge koyduklarına henüz şahit olmuş değiliz.
ZEYTİN ÇEKİRDEĞİ
Yüksek tirajlı bir gazetenin dünkü haberinde "Zeytin çekirdeğinin zarlararı"ndan söz ediliyor.
Gazetenin muhabiri, gitmiş kendince iki uzman doktoru bulmuş, konuyu onlara açıp sormuş. Doktorlar da, "Zeytin çekirdeğini yutmak zararlıdır" demişler.
Zararları ise, şu şekilde sıralamışlar:
1) Bol miktarda zeytin çekirdeği yutmak, mideye, bağırsaklara zarar verir.
2) Mide, zeytin çekirdeğini öğütmez.
3) Çekirdeğin iki ucu sivri olup bağırsakları kanatabilir, tahriş edebilir.
Oysa, bu her üç maddenin de, zeytin çekirdeğini yutmak için yapılan tavsiyelerle bir alâkası yoktur. Uzman doktorlar, böyle bir hataya nasıl düşer, anlamak mümkün değil.
Belki hatırlarsınız, aynı konuyu vaktiyle biz de araştırmış ve neticeyi 20 Kasım 2007 tarihli köşemizde sizlerle paylaşmıştık.
Özetle demiştik ki: Her yönüyle mucize olan zeytinin çekirdeği de şifâlıdır. Özellikle mide ve basur rahatsızlığı olan bazı kimseler, günde vasati 4–5 adet zeytin çekirdeği yutmakla şifâ bulduklarını belirtiyorlar.
Ayrıca, midenin odun gibi sert görünen zeytin çekirdeğini kolaylıkla öğüterek hazmettiğini de hatırlatmıştık.
Şimdi, bir–iki doktor çıkıp diyor ki, bu çekirdekleri mide hazmetmiyor, bağırsaklara gidiyor, zarar veriyor.
Bakınız, zeytin çekirdeğinin iç hastalıklar için şifâlı olup olmadığı meselesi tartışılabilir elbet; ancak, midenin bu çekirdekleri (ortalama 4–5 adet) kolaylıkla hazmettiği hususu, bize göre tartışma götürmez bir gerçek.
Zira, kendimiz de dahil olmak üzere, yüzlerce tecrübe ile sabit olmuş bir gerçektir bu. Konuyla ilgili konuşan doktorların bu hususu bilmemeleri, cidden garipsenecek bir durum.
Tarihin yorumu 23 Nisan 1909–1920
Meclis'in yeri 23 Nisanlarda değişti
Yeni nesillerin bildiği tek "23 Nisan", 1920'nin aynı gününde Büyük Millet Meclisi'nin Ankara'da açılmasıdır.
Oysa, Millet Meclisi'nin yer değiştirerek Ayastefanos'ta (Yeşilköy) toplandığı bir başka "23 Nisan" daha var.
Aralarında 11 yıllık bir zaman farkı olmasına rağmen, her iki hadisenin vücuda gelişi, gün itibariyle aynıdır. Ayrıca, bu garip rastlantının bir tesadüf eseri olmadığını da bilmek gerekir.
Bu iki 23 Nisan vakıası arasında şöyle bir kıyaslama/karşılaştırma yapmak mümkün:
31 Mart Vak'ası (13 Nisan) bahanesiyle Selanik'ten yola çıkan Hareket Ordusu, 23 Nisan günü İstanbul'un giriş kapısı Yeşilköy'e vardı ve aynı gün burada toplanan Âyân ve Mebûsan Meclisi (Meclis–i Millî) üyelerine hareketin nihaî maksadı hakkında bazı bilgiler verildi.
Buna göre, İttihatçıların organize ettiği Hareket Ordusu gece saatlerinde şehir merkezine girecek, isyanı bastırıp isyancıları tedip edecek, karşı gelenleri öldürmekten çekinmeyecek, sıkıyönetimin ilân edilmesiyle birlikte ordu idareye el koyacak, padişahı tahttan indirip gerekirse onu da sorgulayacak, adı isyana karışan her kim varsa, hepsini tutuklatıp askerî mahkeme eliyle en ağır cezaya çarptırılacak.
Evet, 1909'un 23 Nisan'ında Meclis–i Millî'nin Hareket Ordusuna tabi olmasıyla birlikte düşünülen, konuşulan ve aynı gün uygulanmasına başlanan temel konular bunlardı.
1920 yılının 23 Nisan'ında ise, İstanbul'un resmen ve fiilen işgal edilmesi üzerine Anadolu'ya geçen Meclis–i Mebûsan üyeleri, Ankara'da Büyük Millet Meclisi çatısı altında toplanarak, İstanbul dahil ülke topraklarının tamamını işgal kuvvetlerinin elinden kurtarma kararlılığını gösterdiler.
Fakat ne tuhaftır ki, ülkenin Balkan, İtalyan ve Birinci Dünya Savaşından mağlup çıkmasında ve ülke topraklarının işgale uğramasında etkili olan en önemli faktör, Hareket Ordusunun 1909 23 Nisan'ından itibaren girişmiş olduğu zincirleme tahribatlardır.
Ve yine ne gariptir ki, 23 Nisan 1920'de kurulan Millet Meclisinin emrindeki yüksek rütbeli subayların çoğu, 1909'daki Hareket Ordusuna bir şekilde katılmış, onların günahına ortak olmuş kimselerdi. Buna, İsmet Paşa ve hatta 1945'te Genelkurmay Başkanlığı makamında bulunan Kâzım Orbay da dahildir.
23.04.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
İnsanlık, İslâmiyet’e akın ediyor |
|
Batı, ‘Lâilâhe İllallah’ diyordu, artık ‘Muhammedü’r Rasûlullah’ da dedi. Bediüzzaman Hazretleri bir eserinde, “Âhirzamanda Hz. İsa’nın (as) dini hakikîsi hükmedecek, İslâmiyetle omuz omuza gelecek”1 der.
1984 yılında Avrupa’nın 114 kilisesi toplanıyor ve Hz. Muhammed’in (asm) peygamberlik kriterlerine uyup uymadığı tartışılıyor. Bunun için öne sürdükleri altı kriterin aynen Hz. Muhammed’de de (asm) bulunduğu görülüyor. Sonunda 114 kilise, müştereken Hz. Muhammed’in (asm) peygamber olduğunu açıklıyor.
Olayı anlatan Hollandalı Protestan papaz Dr. Slomp, bu kararı Hollandaca, İngilizce ve Fransızca birer kitap halinde yayınlıyor. Meşhur teolog Hans Küng’ün de, ünlü İslâm Kitabı’ndaki “Biz Müslümanların, Yunan felsefesinin etkisi altında şekillenen teslis akidesine gelmesini mi bekleyeceğiz? Neden Muhammed (asm), bu fâsit felsefeyi tashih eden ve İncil ve Tevrat’ta anlatılan, beklenen peygamber olmasın”2 kanaati de ilginç değil mi? 13 Aralık 1992’de papalık tarafından yayınlanıp, bütün kiliselere dağıtılan, sadece Fransa’da 200 bin adet satılan 627 sayfalık diğer bir kitapta Hıristiyanlığın İslâmiyet doğrultusunda yorumlanışı da bir o kadar ilginç. Fatiha Sûresi’nin de yer aldığı bu kitapta şöyle deniliyor: “İnsanlar, diğer insanların yaptıkları kànunlara değil, İlâhî kanunlara itaat etmelidirler.”
Tevhid inancının tüttüğü eserde teslis ise şöyle ele alınıyor:
“Teslis akidesini tek Allah inancına göre izah etmek imkânı kalmamıştır. Hazreti İsa, sadece Allah’ın kendisine tebliğ ettiklerini nakleden bir peygamberdir.”
Dünya Hıristiyan Ansiklopedisi’nden
çarpıcı rakamlar
David A. Barrett tarafından 2001 yılında yayınlanan “World Christian Encyclopedia” (Dünya Hıristiyan Ansiklopedisi) adlı bir ansiklopedi çalışmasıyla karşılaştık. Adından da anlaşılabileceği gibi bu eserin esas hazırlanış amacı, Hıristiyanlık dininin dünyanın en yaygın ve hızlı yayılan dini olduğu konusunda tezleri desteklemek. Ancak burada İslâmiyet’in yaygınlığı ve yayılma hızı konusunda da rakamlara yer verilmiş. Şimdi buradan çarpıcı bazı rakamlar aktarmak istiyorum. Zira madem bu kaynak, konuya karşı taraftan bakıyor ve Hıristiyan tarafgirliğiyle konuyu ele alıyor, o halde İslâmiyet’le ilgili verdiği rakamlar gerçeği “en minimum asgarî hâliyle” gösteriyor olabilir. Evet sözkonusu kaynakta, 1990, 2000 yılları arasındaki 10 yıllık dilimde dünya genelinde toplam 204 ülkede dünyamıza toplam 22.588.676 yeni Müslüman’ın katıldığı belirtiliyor. Bunların 21.723.118 tanesi tabiî yollardan, yani aileden Müslüman olanlar... Yine bu 10 yıllık süreçte 865.558 kişi ise ihtidâ ederek İslâmiyetle şerefleniyor. Bu katılımlarla birlikte dünya genelinde 2000 yılı itibariyle toplam 1.188.242.789 Müslüman yaşadığı görülüyor. Bu ise 2000 yılında belirlenen 6.055.049.000’lik toplam dünya nüfusunun yüzde 19.6’sını oluşturuyor. Neredeyse yüzde 20... Yani Bediüzzaman’ın tabiriyle yaklaşık olarak humsu beşer (insanlığın beşte biri) İslâmiyet’le şereflenmiş oluyor...
Aynı kaynakta 2025 ve 2050 ile ilgili bazı projeksiyonlar da yer alıyor. Buna göre 2025 yılında Müslümanların toplam sayısının 1.784.875.653’e (yani dünya nüfusunun yüzde 22.8’ine) yükseleceği tahmin ediliyor. 2050 yılında ise bu rakam 2 milyarın üstüne çıkarak 2.229.281.610’a (yani dünya nüfusunun yüzde 25’ine) yükseliyor. Yani o zaman Müslümanlar artık humsu beşer değil rub’ubeşer, yani dünya nüfusunun dörtte biri, yahut çeyreği olacak... Tabiî bu olağan şartlarda gerçekleşmesi beklenen rakamlar... Âhirzamanda yaşadığımızı da göz önüne alırsak geleceğin bizlere neler getireceği, ne müjdeler sakladığı malûmumuz değil... Kimbilir belki de Kur’ânî ifadeyle söyleyecek olursak, insanlık İslâmiyet’e “fevc fevc” akın edecektir.3
Dipnotlar:
1- Nursî, Said, Kastamonu Lâhikası, s. 111
2- Karaman, Hayreddin, Yeni Şafak, 31.8.2008
3- Umut Yavuz/Yeni Asya/21.02.2009
23.04.2009
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
Mikail YAPRAK |
Lütfen “23 Nisan’cılık” yapmayalım |
|
Nisan ayı, bahar güzelliklerinin dorukta seyrettiği, zirveye ulaştığı bir zaman dilimidir. En bereketli yağmurlar, en canlı yeşillikler, en güzel kokularıyla Muhammedî güller, renk renk çiçekler sarar dünyamızı.. Şimdi daha iyi anlıyoruz ki, Muhammedî (asm) bir nefestir Nisan ayını güzelleştiren. İki Cihanın Güneşinin (asm) bu ayda dünyamızı şereflendirmesinin, bütün bu güzelliklerle irtibatı olmadığını kim söyleyebilir?
Evet, kâinatta tesadüf yoktur. Millet olarak biz, yirmi yıl önce 20 Nisan’ın farkına vardık, daha doğrusu farkına vardırıldık. Bunda tesadüf olmadığı gibi, siyasî bir maksadı da yoktur. Hele hele başka bir bayramı gölgede bırakmak gibi bir amacın varlığını iddia edene ancak gülünüp geçilir. Ne güzel bir rastlantı ki, 20 Nisan’da kaleme aldığım bu yazı 23 Nisan’da, bir mani olmazsa yayına girecek. Kutlu Doğumun manevî hazzı ve huzuru ortamında, tarihî ve millî bir hâdisenin sene-i devriyesi kutlamalarının yakışık olmayan hiçbir yanı olmasa gerektir. Bu iki hâdise biribirine mani olmadığı gibi, biribirinin alternatifi olmaktan da, yerden semaya kadar uzaktır.
Evet, hiç kimse bize “23 Nisan’cılık” yapmasın. Bu bir millî bayramdır. Asıl gücünü ve mânâsını da “milli hâkimiyet” idealinden alır. Sen istersen buna “ulusal egemenlik “ de, buna kimsenin itirazı olmaz. Ama “ulusalcılık” yapma, bunu da “milliyetçilik” olarak yutturma. Yani “millet “ yerine “ulus,” “millî” yerine “ulusal” ifadeleri bir uygunluk arz ediyor. Ama “ulusalcı” tabiri tam tamına “millîci” gibi anlamsız birşey olur. Yani sen “dinî” yerine “dinsel” diyorsun. Bir de senin tabirinle “dinci” yerine “dinselci” dersek, ne kadar anlamsız olur, değil mi? Kaldı ki bir dindar, senin “dinci, İslâmcı” tabirlerinden de rahatsızdır. Bırakalım, millete ve dine mal olan herşey, sahibini bulduğu yerde kalsın. Ayrıca kimsenin “sahipçilik” ya da “sahipsizlik” girişimlerine maruz bırakılmasın.
Kutlu doğumu müjdeleyen 20 Nisan’ların mazisi ise 1438 yıl öncesine, 571 yılına kadar gider. Ama kutlu doğum olarak kutlamaya ilk 1989 yılında başlandı. 1994 yılından itibaren bu kutlu gün, haftaya dönüştü. Zira yurt içinde ve dışında millet olarak (ara sıra yerine göre ve lâikliği incitmeden devletin de katılımıyla) yapılan kutlama programları değil bir güne, bir haftaya da sığmaz oldu.
Ama bu işin öncülüğünü yapan Diyanet İşleri Başkanlığı, içerde ve dışarda bu faaliyetleri sürdürürken, daima devletin hassasiyetlerini göz önünde bulundurdu.. Önceleri 20-26 Nisan tarihlerini kapsayan “kutlu doğum,” artık 14-20 Nisan arasına sığdırıldı. Bu da resmî ve bürokratik arenaya münhasır kalırken, sivil toplumu bağlamıyor. Kutlamaların bir süre daha süreceği gözleniyor. Ki millî bayramlarda da çoğu zaman böyle oluyor. Meselâ Avusturya’da, bizim bölgede 23 Nisan Çocuk Şenliği, ayın sonuna doğru yapılacak.. Bazen Mayıs ayında, hatta Haziran ayında da yapıldığı vakidir.
Şimdi “çocuk şenliği” tabirinden hareketle, bir noktayı irdelemek isterim. Yani eğer bu tabir, 23 Nisan’ların “millî hâkimiyet” mânâsındaki çok ciddî ve hayatî cephesine gölge düşürmüyorsa (ki ben bu masum tabirden zarar geleceğine kani değilim), öyleyse hiç korkulmasın, Kutlu Doğum kutlamalarından bu millî güne-hâşa- bir zarar gelmez. Güneşin gölgesi olmadığı gibi, İki Cihan Güneşinin hiç gölgesi olmaz.. Kaldı ki, 89 sene önce Meclisimiz, o güneşin göz kamaştıran aydınlığı altında açılmıştır. Peki 23 Nisan 1920 Cuma günü ne oldu ülkemizde? Hacı Bayram Camiinde kılınan Cuma namazından sonra, tekbirlerle TBMM binasına gidilerek, kurbanlarla, dualarla Meclis açılmadı mı? İşte M. Kemal tarafından kaleme alınan “Millete açık davetiye”nin, aslına sadık kalınarak günümüz Türkçesine çevrilmiş halinden bir paragrafında şöyle deniyordu:
“Kerim olan Allah’ın izniyle, 23 Nisan Cuma günü Cuma namazından sonra Ankara’da Büyük Millet Meclilsi açılacaktır. “
“Vatanın istiklâli, yüce hilâfet ve saltanat makamının kurtulması gibi en mühim ve hayatî vazifeleri yerine getirecek olan Büyük Millet Meclisinin açılış gününü Cuma’ya denk getirmekle zikrolunan günün mübarekliğinden istifade ve bütün milletvekilleriyle birlikte Hacı Bayram-ı Veli Camiinde Cuma namazı kılınarak Kur’ân’dan ve namazdan feyz alınacaktır. Namazdan sonra Peygamberimizin sancağı ve sakal-ı şerifi taşınarak Meclis önüne gidilecektir. Meclis binasına girilmezden önce bir dua yapılacak ve kurban kesilecektir. Bu merasim esnasında, Hacı Bayram-ı Veli Camiinden Meclis binasina kadar Kolordu Kumandanlığına baglı askerler hususî tertibat alacaklardır.”
Yani o zaman “vatanın istiklâli” için Cuma gününün mübarekliğinden, dinin kudsiyetinden medet umuldu da, şimdi artık ihtiyaç kalmadı mı? Yani şimdi “vatanın istiklâli” hiç tehdit altında değil mi? Tarihî bir günü vesile yaparak, çocuk şenlikleriyle mutluluğuna çalıştığımız çocuklarımız tehdit altında değil mi? Büyüklerin, kocaman kafaların sebep olduğu savaş, kin ve kan gibi tehditlerden en başta çocuklarımız zarar görmüyor mu? Şimdi bu çocuk şenliklerinin, kutlu doğumun manevî havasında yapılmasından neden rahatsız olunuyor?
Bakınız 1 Mayıs geliyor diye, bir tedirginlik var. Emniyet güçleri telâş içinde. Hiç 20 Nisan’larda, 23 Nisan’larda böyle bir tedirginlik yaşanır mı? Emniyetin tedbirine gerek kalır mı?
Ve bir espri: Benim doğum günüm 1 Mayıs, eşimin doğum günü 20 Nisan. Bu noktada farklı duygular yaşarız..
23.04.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Risale-i Nur hayat rehberi |
|
Prof. Dr. Yasin Ceylan dün bahsettiğimiz yazısında Risale-i Nur’un pratikte Müslüman için bir “yaşam rehberi” olmaktan uzak olduğunu öne sürerek, “Mümin, çoğu zaman, bir hareketinin dine uygun olup olmadığını öğrenmek ister. Başka bir deyişle bir fıkıh otoritesinden fetva ister. Nur cemaati içinde bu tür otoritelere pek rastlanmaz” diyor.
Bu yoruma karşı şunu ifade edebiliriz.
Risale-i Nur, Kur’ân’ın imanî âyetlerini tefsir eden bir eserdir, fıkıh ve ilmihal kitabı değildir. Nitekim fıkhî konuların detaylarıyla ilgili sorulara muhatap olduğunda Said Nursî’nin verdiği cevaplar bu eksendedir. Gerçi eserlere serpiştirdiği örnekler, onun bu tür teferruat bahislerinde de isabetli fetva verebilecek bir yetkinliğe sahip olduğunu gösterir, ancak onun asıl ve öncelikli iştigal alanı “fıkh-ı ekber” tabir edilen imandır.
Bununla beraber, gerek imanî konuları işlerken, gerekse hizmet metoduna ilişkin prensipleri verirken, günlük hayatta karşı karşıya kalınan birçok meselenin nasıl çözüleceğine ışık tutan temel ölçü ve kriterleri de okuruna kazandırır.
Onun için, Risale-i Nur’u anlayarak, hazmederek okuyan bir insan, dinin gereklerini günlük akış içinde en güzel şekilde yaşayıp, bunu yaparken toplumsal ilişkilerinde temel esaslardan taviz vermeden ölçülü bir esnekliği yakalamasını sağlayacak prensipleri de hayatına hakim kılar.
Ve bu, çok fıtrî bir süreç içinde gerçekleşir.
Bu sebeple, yazarın soruları boşlukta kalıyor:
“Kendi içlerinde bir fetva makamından yoksun olduklarından, bu konuda hangi kaynağa başvuracaklar? Laik rejimin bir kurumu olan Diyanet İşleri Başkanlığına mı, yoksa El Ezher gibi İslâm âleminin diğer yetkin merkezlerine mi?”
Kaldı ki, özellikle ibadet ve muamelâta ilgili konularda verilecek fetvaların çerçevesi dört mezhep kapsamındaki içtihadlarla çizildiğine ve bunlar Diyanet’i de, El Ezher’i de bağladığına göre, yazarın bahsettiği türden bir ayrıma gerek yok.
Kamu hukuku ve ukubat gibi alanlarda ise tüm İslâm âlemini kuşatıp kapsayacak yeni yorum ve içtihadlara ihtiyaç olduğu, her geçen gün daha iyi anlaşılıp kavranan bir başka çok önemli gerçek.
Öte yandan, laik Ankara rejimi Diyanet’i, Kahire rejimi El Ezher’i kısıtlıyor ve kendi kıstaslarına göre “fetva” vermeye zorluyorlarsa, tartışılması gereken sorunlardan biri de bu.
Konunun bir başka boyutu, Bediüzzaman’ın Osmanlı döneminde Meşihat’ı tüm İslâm âleminin ihtiyaçlarına cevap verecek bir kurum olarak yeniden yapılandırma projesi bağlamında geliştirdiği teklifler. Sünuhat isimli eserinde yer alan ilgili bahis, günümüzde Diyanet eksenli yeni bir projeye de uyarlanabilecek bir dinamizme sahip.
Gelelim, Prof. Ceylan’ın diğer sualine:
“(Nurcular) Modern çağda İslâmca yaşamanın kodlarını başka bir kaynaktan alacak olsalar, acaba hâlâ barışçıl, şiddetten uzak çizgilerini koruyabilecekler mi? Çünkü dine uygun yaşamak adına modern yaşamla çatışan, tavır koyan, hattâ şiddeti mubah gören birçok İslâmî akım mevcuttur.”
Bu suale vereceğimiz cevap da belli ve açık:
Hizmet metodunu, inanç ve değerlerinden taviz vermeden barışçı ve şiddetten uzak bir eksene bina eden, şiddeti değil, iknayı esas alan Risale-i Nur hareketinin, kendisini farklı ve orijinal kılan en önemli özelliklerinden biri bu iken, bundan vazgeçip başka akımlardan model ve metod aktarmaya ihtiyacı olabilir mi?
Başından beri müsbet hareketi şiar edinmiş ve bu sayede çok büyük zorluk ve engelleri aşarak, Türkiye’nin, astığı astık kestiği kestik tek parti diktasından, bir ölçüde de olsa demokrasinin, hak ve özgürlüklerin geçerli olduğu bugünkü noktaya gelmesine kimsenin burnunu bile kanatmadan büyük katkılar sağlamış bir hareket başkalarını örnek almaz, ama onlara örnek olur.
Ki, Filistin’den Çeçenistan’a, Irak’tan Mısır’a, İran’dan Pakistan’a; İslâm coğrafyasının sancılı alanlarında yaşananlar, bu gerçeğin her geçen gün daha iyi görülüp anlaşılması dersini veriyor.
Çıkış yolu da bu dersin gereğinin yapılması.
23.04.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Zafer AKGÜL |
Değişim ne zaman? |
|
23 Nisan 1920. Millîi Hakimiyet ve Çocuk Bayramı, yeni Türkçe ile “Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı” 23 Nisan 2009. Doksan küsur sene gelmiş geçmiş. Her yıl kutlanır. Bilinen rutin seromoniler, nutuklar… Çocuklar için güzel şeyler vardır. Bayramda çeşitli kılık ve kıyafetler içinde bir iki dakikalık protokol tribünlerinin önünden geçiş süreci için aylar öncesinden başlayan okuldaki provalar, bayram günü saat 07.00’lerde başlayan ve bayramın bitiş saati olan tâ saat 11.00’lere kadar ayakta beklemeler, imkân varsa fotoğraf çektirmeler sonra vali, belediye başkanı, garnizon komutanı, vb.nin makamına yarım saatliğine oturmalar gibi uygulamalar bunların hepsi de güzel şeylerdir bir bakıma. Büyük şehirdeki 23 Nisan kutlamalarıyla, yurdumun ücra bir köyündeki 23 Nisan kutlamaları elbette ki aynı görkemde(!) değildir.
Hep düşünmüşümdür, millî hakimiyet/ulusal egemenlik bayramında yurdun idaresinin halka/millete verildiği günün bayramında, müsamere icabı garnizon komutanın makamına oturan bir çocuk yıllar sonra mühendis, doktor, iktisatçı, bilim adamı olduktan sonra siyasete soyunup bir partinin genel başkanlığına kadar tırmansa, oradan seçimler sonucu iktidara gelerek başbakanlık makamına getirilse sonra bir gün kapısına silâhlı güçler dayanıp o makamdan alaşağı edilse ve zindanlara tıkılsa, sonra “Vatan haini, vatan satar” gibi ithamlar altında idamla yargılansa nasıl bir trajedi olurdu acaba?” Ben milletimin/halkımın iradesiyle buralara geldim. Hakimiyet kayıtsız şartsız millete iken, nasıl olur da başka zinde kuvvetler, silâhlı güçler, kurumsal egemen gruplar beni ve benim gibi milletin vekillerini “hakimiyet” makamından indirebiliyorlar? Milletin iradesiyle gelenler bir gecede alaşağı edilebiliyorsa Meclisin alnının çatında “Hakimiyet bilâ kayd ü şart milletindir/ Egemenlik şartsız koşulsuz ulusundur” vecizesi niçin yazılmıştır? Çocukluğumuzdan beri bize anlatılan öğretiler(!) birer masaldan, hikâyeden mi ibaretti? Hakimiyet millette değil da başka güçlerde ve kurumlardaysa o zaman niçin seçimlere giriyor, millete planımızı, programımızı anlatıyor ve desteklerini istiyoruz. Desteklerini alarak yönetim makamına çıkarılmışsak niçin başkaları yine millet/vatan adına köstek olup bizleri o makamdan indirebiliyor?” diye düşünse nasıl olurdu acaba bu paradoksun çözümü?
89-90 yıldır bu çelişki ve bu değişmezlik sürüp gidiyor. Millet seçiyor birileri indiriyor. Millet getiriyor, birileri götürüyor. Her müdahalede, her dönemeçte anayasaya başka maddeler ekleniyor. Bir takım kurumlar “kayıtsız-şartsız” millet hakimiyetine kayıt ve şart koyabiliyor. O yasalara sırtını dayayıp sorgulamasız, yargılamasız olmak kaydıyla bir kayıt daha ekleyebiliyor. Ve çocukların yarım saatliğine cumhurbaşkanı, başbakan, vali, komutan oluşu gibi milletin gönderdiği kadrolar da birkaç yıllığına veya dönemliğine millet adına yönetmek için mezkur makamlara, seçilmişler olarak geliyorlar. Sonra bir takım atanmışlar görülen lüzum üzerine stratejik ve konjonktürel konumumuz itibariyle iktidarları yıkmak için bir takım yerlerde toplantılar yapıyorlar.Vatanseverler vatansavarları kovmak ve savurmak için “sarı inek, beyaz ayı, oturan boğa, şafak, ay ışığı” kod adlı özel harekât plan ve projeleriyle millî iradenin altını oymaya başlıyorlar. Milletin parasıyla beslenenlerce, milletin vergileriyle satın alınan silâhlar haricî düşmanlara yöneltileceğine milletin vekillerine ve milletine iradesine çevriliyor. Sonra da her yıl dönümünde hiçbir şey olmamış gibi 23 Nisan’larda büyük büyük laflarla, koca koca adamlar “millî hakimiyet” nutukları çekiyorlar.
Bu ne yaman bir çelişki! Bu ne acı bir durum! Cumhuriyetin, demokrasinin, millet iradesinin ruhuna aykırı bu ne trajik bir hal! Ülkemin, milletimin bu utanç verici uygulamadan bir an önce kurtulması ne zaman acaba? Ne zaman bu değişmez süreç değişecek? Ne zaman kafalara yerleşmiş millî iradeye belli periyotlarla müdahale etme refleksi son bulacak.Milletin “Değişin artık, yeter! Değişin!” feryadı ne zaman cumhuriyetin tüm kurum ve kuruluşlarında ma’kes bulacak? Bekliyoruz…
Millî iradeye müdahalesiz nice bayramlara…
23.04.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Cevher İLHAN |
Millî hakimiyet ritüellerle olmaz… |
|
23 Nisan Millî Hâkimiyet ve Çocuk Bayramının 88. yılında Türkiye hâlâ demokratik bir Cumhuriyetten yoksun. Darbe anayasasından yasalarına kadar bütün antidemokratik dayatmalar duruyor…
Millî egemenlik bir tek kutlama programlarında okulların “merâsim geçiş yönetmeliği”nin değişikliğinden ibâret kalmış. Buna göre bando, boru ve trampet takımları artık katı “askerî kurallar” yerine daha esnek bir tertip içinde olacak. Öğrencilere “manga” ve “kıta” yerine “grup”, “tüfek omza” yerine “flama al”, “kıt’a dur” yerine “grup dur” denilecek; ama “hazır ol”, “yerinde say”, “marş” gibi diğer bütün tören komutları aynen devam edecek…
AKP altı buçuk yıldır iktidarda; ancak seçim bildirgelerinde, hükümet programında, “âcil eylem plânı”nda vaad ettiği demokratikleşme ile temel hak ve hürriyetlerde doğru dürüst bir ilerleme sağlayamamakta. İddiasından caymakta; demokrasi ve özgürlüklerde hedef küçültmekte, mevcudu dahi muhaâfaza edememekte…
Kısacası Türkiye’de yalnız ekonomik büyüme değil, demokrasi de daralmakta; demokratikleşmede de geriye gidilmekte…
“DEMOKRATİKLEŞME PAKETİ”NİN İÇİ BOŞ…
Oysa onca AB “uyum yasası”na rağmen hâlâ inanç ve ifade özgürlüğünde ciddî noksanlıklar var. Millî egemenliği gölgeleyen “darbe anayasası” hâlâ yürürlükte ve antidemokratik uygulamalar bütün ağırlığıyla demokrasinin üstünde bir kâbus gibi çökmekte.
Yargı reformundan demokratik eğitime kadar bir dizi düzenleme gerekli. Ne var ki siyasî iktidar, bütün bunları “mini paketler”le geçiştirmekte.
Görünen o ki “Ergenekon soruşturması”nın bir bakan tarafından “12 Eylül’e benzetilmesi” ve “sulandırılması” yorumu ile açığa çıkan spekülasyonlar, DTP baskını, Ermenistan meselesi, Kıbrıs konusu ve kabine değişikliği üzerindeki “bakan toto” oyunu gibi iç ve dış günübirlik politik tartışmalar, Türkiye’nin temel sorunlarını gölgelemekte…
Bu sebeple 12 ihtilâli ürünü anayasayı toptan değiştirmekten cayan AKP iktidarı, sözde “demokratikleşme” adına hazırlanan üç-dört maddelik içi boş gözboyama taslaklarla geçiştirme peşine düşmekte…
Başbakan’ın “yeni anayasa”yı salt “ombdusmanlık”, Anayasa Mahkemesine bireysel başvuru hakkı ve “siyasî partilerin kapatılmasının zorlaştırılmasıyla” sınırlı tutması, hükûmetin seçim öncesi büyük bir iddia ile ortaya attığı “demokratikleşme paketi”nin dört maddelik makyaj değişikliğe ve “yama paket”e indirgendiğini açığa çıkarmakta…
Gelinen noktada “yeni anayasa” resmen gündemde yok. Bu durumda hiçolmazsa “paket”in içine millet irâdesini engelleyen sapmaların ayıklanması eklenmeli.
Evvelâ dünyada hiçbir demokratik anayasasına yakışmayan “şahıs ideolojisi”nden arındırılmalı. “Hiçbir düşünce ve mülâhazanın Atatürk milliyetçiliği, ilke ve inkılâpları karşısında korunma göremeyeceği” ibâresi “darbe anayasası”nın dibâcesinden çıkarılmalı…
BİR TEK “MERÂSİM GEÇİŞ
YÖNETMELİĞİ”YLE OLMAZ
Keza “yasama yetkisinin Türk milleti adına millet irâdesinin temsilcisi TBMM’de olduğunu ve bu yetkinin devredilemeyeceğini” belirten 7. maddeye karşılık, 6. maddede “egemenlik kayıtsız ve şartsız milletindir” diye başlayıp “Türk milletinin egemenliğini, Anayasanın koyduğu esaslara göre yetkili organları eliyle kullanır” ibâresindeki çelişki kaldırılmalı. “Millet egemenliği”nin Meclis dışı “yetkili organlarca kullanılması” garâbetine son verilmeli.
En azından 12 Eylül darbesi anayasasının darbeleri ve darbecileri koruyup kollayan 29 yıllık “geçici 15. maddesi”yi iptal etmeli. Her türlü karar ve tasarruflarından darbe dönemi sorumluları hakkında hiçbir cezaî, malî veya hukukî sorumluluk iddiası ileri sürülemeyeceği ve herhangi bir yargı merciine başvurulamayacağı hükmü çıkarılmalı. YÖK’ü eğitim sisteminin başına belâ eden yine 12 Eylül darbe döneminin eseri Anayasanın 130 ve 131. maddeleriyle demokratik eğitimi engelleyen “YÖK yasası” düzeltilmeli. Yine 28 Şubat’tan kalma çocukların kendi dinlerinin temel kitabı Kur’ân öğrenimlerini yaşla sınırlayıp yasaklayan garâbeti kaldırılmalı.
Ayrıca anayasanın 24. maddesinde yer alan ve devletin denetimi ve gözetimi altına aldığı din eğitimi ve öğretimini yeterli olarak vermesini temin etmeli. 28 Şubat “postmodern darbe” sürecinden kalma, temel hak ve hürriyetleri kısıtlayan, inanç ve ifade hürriyetini suç sayan antidemokratik yasaları düzeltmeli.
Ve bütün bunların yanısıra her defasında “Cumhuriyeti koruma ve kollama” bahanesiyle darbelere ve demokrasi inkıtalarına bahane edilen TSK İç Hizmet Kanunu 35. maddeyi değiştirmeli…
Hiç olmazsa bunlar pakete konulmalı. Yoksa millî hâkimiyet, “merâsim geçiş yönetmeliği”nin değiştirilmesiyle, çelenk koyma ve okulların bando- trampet takımlarında bazı ritüellerin değişmesiyle olmaz; Cumhuriyetin, sistemin demokratikleşmesiyle olur. Siyasî iktidar, milletin emânet ettiği irâdenin hakkını demokratik iradeyle vermeli…
23.04.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
“Yerinde say” Türkiye! |
|
Bir şeyi yaparken bozmak her halde buna denir. Geçen günlerde gazetelerde ‘güzel’ bir haber okumuştuk. “Egitimde büyük değişiklik” başlığıyla verilen haberlerde şöyle deniliyordu: “1965 yılında yürürlüğe giren, ‘Okulların Merasim Geçiş Yönetmeliği’, yürürlükten kaldırıldı. Buna göre “Kıt’a dur, kıt’a yürü, uygun adım marş” komutları tarihe karıştı.” (Hürriyet, 19 Nisan 2009)
Tabiî ki böyle bir değişikliğin hayata geçirilmiş olmasından dolayı hepimiz sevindik. Nihayetinde biz de öğrencilik yıllarımızda bu gibi ‘komut’larla yürümüş, bayramlara katılmıştık! Yıllar sonra yapılan böyle bir değişikliği, “AB yolunda atılan adım” olarak dahi düşünmüştük.
Ancak aradan bir iki gün geçince görüldü ki, yapılan değişiklik ‘pansuman’ seviyesinde bir değişikli olarak adlandırılabilir. Sadece bir iki ‘komut’ değiştirilmiş, ama işin aslı ve esası değişmemiş. Öğrenciler yine ‘askerî komut’larla yürüyüşlerine devam edecek. (AA bülteni, 22 Nisan 2009)
1965 tarihli yönetmelik değiştirilmiş, ama yerine konulan ‘yeni’ yönetmelikte çok ciddî değişiklikler yok. Sadece isim, resim ve yürürlüğe giriş tarihi değişmiş. ‘Yeni’ denilen yönetmeliğin; ‘muasır medeniyet seviyesine ulaşan bir ülke’ye yakıştığını kim söyleyebilir?
Bakınız, Millî Eğitim Bakanlığı (MEB), yürürlükten kaldırılan 1965 tarihli ‘’Okulların Merasim Geçişi Yönetmeliği’’nin yerine ‘’Millî Eğitim Bakanlığına Bağlı Okulların Geçit Töreni Yönergesi’’ ismiyle yeni bir yönerge koymuş. Görüldüğü ‘isim’de bir değişiklik var. Peki muhteva?
Yönergeye göre; törene katılacak okullar, tören alanının konumuna göre tören düzeni alacaklar. Okullar arasında ‘üç adım’ aralık bulunacak. Bayram kutlaması için protokol mensupları öğrenci grubuna yaklaşınca, tören yöneticisi ‘’Hazır ol, Dikkat, Sağa/Sola Bak’’ komutunu verdikten sonra ‘’Sayın valim-kaymakamım gruplar törene hazırdır. Arz ederim’’ şeklinde takdimini yapacak.
“Geçit töreni” için tören yöneticisi, ‘’Geçit töreni. Hazır ol. Yerinde say. Marş!’’ komutunu verecek ve bu komutla bayrak, flama ve öğrenci grupları ile boru trampet takımının tertip almasından sonra ‘’İleri marş’’ komutunu vererek, bayrak grubunun önünde geçit töreni gerçekleştirecek.
Elbette böyle bir düzenleme yapılırken ‘kıyafet’ de ihmal edilmemiş. Kıyafetler de ‘mevzuat’a uygun olacak.
“Ne var bunda? Alttarafı bir tören yönetmeliği. Eksiği gediği olabilir. Büyütmeye gerek var mı?” diyenler olabilir. Onlara şunu hatırlatmak isteriz: Bazı yöneticiler ‘vur’ deyince öldürür. Okumaya, yazmaya verilmeyen değer, gösterilmeyen ihtimam bu ‘şekilciliğe’ gösterilir. Bu da Türkiye’ye verilebilecek zararladan biridir. “Yerinde saymadı, ‘marş’ deyince geç hareket etti” diye öğrenciler disiplin cezası bile alabilir. Peki, bu mudur ‘çağdaş’ eğitim? Bu şekilcilikten, bu yanlışlardan ne zaman kurtulacağız? Bu mu değişen yeni ve güzel yönetmelik?
Bu ve benzeri yönetmeliklerle sadece yerimizde sayarız. Yoksa istenen de bu mudur?
23.04.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
H. İbrahim CAN |
Guantanamo cehenneminde yananlar! |
|
Guantanamo Körfezindeki kampa 2002 yılı itibariyle toplam 775 terörizm şüphelisi getirildi. Hepsi Müslümandı. Yaşları 13 ile 98 arasında değişiyordu. 17 Ocak 2009 tarihi itibariyle 245 kişi kaldı bu kampta.
Şimdi resmi-gayri resmi haberler ve raporlar bu uzun dönem içinde yaşanan, insanın duymaya dahi tahammül edemeyeceği işkenceleri ortaya koyuyor. Bush yönetimi yabancıların ABD sınırları dışında bulunması sebebiyle hiçbir yasal hakka sahip olmadıkları, işkenceyi yasaklayan uluslar arası anlaşma kapsamında olmadıkları bahaneleriyle bu işkenceleri soruşturmayı reddettiği gibi aksine de onayladı.
Tamamı Müslüman olan bu çoğu masum insana en büyük işkence Kur’ân’a yapılan hakaretler oldu. Kur’ân’ın tekmelenmesi, çiğnenmesi, hatta insan söylerken utanacağı bazı muamelelere tabi tutulması, tutukluların zorla üzerine bastırılması, orada yaşayan insanları kahreden uygulamalar oldu. Bir defasında da sürekli Kur’ân okumasından rahatsız oldukları bir sakallı tutuklunun tüm kafasını yapıştırıcı bantlarla sarmışlar. Namaz kılanları itip kakarak namazlarını bozdurma, kadın gardiyanların ıslak ve pis elleriyle yüzlerine dokunarak abdestlerini bozdurması gibi inanılmaz olaylar...
Bedensel işkenceleri saymak imkânsızdı. Çıplak tutukluları kliması donduracak dereceye ayarlanmış odada tutma, 38 derece havasız küçük bir yerde saatlerce tutma, cenin pozisyonunda elleri ve ayaklarını bağlayıp günlerce bekletme ve en son gün yüzüne çıkan “waterboarding” yöntemi. Bu yöntemde eğik bir tahtaya bağlanan tutuklunun kafasına çuval geçiriliyor. Sonra çuval ıslatılıyordu. Islanan çuval gözenekleri çok az hava geçirdiği için tutuklu boğulacağı paniğine kapılıyordu. 40 saniyeye kadar bu hâlde tutuyorlar, birkaç nefes sonrası tekrarlıyorlardı işkenceyi. ABD Eski Başkan Yardımcısı Dick Cheney bu işkenceye onay verdiğini itiraf etti. Ne gariptir ki bu işkenceler Hipokrat yemini ve tıp ahlâkını hiçe sayan doktorların gözetiminde yapılıyordu. Gözlerine uzun süre acı biber spreyi sıkılan bir tutuklu dayanılmaz acıları gidermek için ne yapması gerektiğini sordu bu doktorlardan birine. “Soğuk su ile yıka” dedi doktor. Yıkadığında acının kat kat arttığını gördü tutuklu.
Tüm bu işkenceler karşısında büyük çoğunluğu kendisine itiraf ettirilmek istenen her şeyi söyledi ve bu işkence altında verilen ifadeleri imzaladı. Bush döneminde yargı bile bu konuda yeterince cesur davranmadı.
Obama başkan olur olmaz Guantanamo kampının bir yıl içinde kapatılması emrini verdi. Aynı zamanda Afganistan başta olmak üzere diğer ülkelerdeki gizli CIA kamplarının da kapatılmasını onayladı. Ancak ne hikmetse bu kamplardaki işkence iddialarının soruşturulması emrini vermedi. Halbuki ABD’nin de imzaladığı “İşkenceye Karşı Sözleşme” işkence iddialarının soruşturulmasını, işkence yapanların sınırdışı edilmesi ya da kendi ülkesinin yargısına teslim edilmesini emrediyor. Hatta işkence suçlularının kendi ülkesinde yargılanmaması halinde, sözleşmeye taraf başka bir ülkede gıyabında yargılanabileceğini hükme bağlıyor. Ama Obama bunu yapmıyor. Çünkü biliyor ki işkenceler önceki yönetimin en üst kademeleri tarafından onaylanmış.
Ama İngiltere ve İspanya’da cesur savcılar kendi vatandaşlarına ilişkin işkence iddialarını soruşturmaya başladı. İngiltere şimdi İngiliz vatandaşı olan Binyam Muhammed’in ABD tarafından Afganistan’a, oradan Fas’a ve oradan da Guantanamo’ya götürülmesini, bu esnada kendi istihbarat örgütü MI5’ın da bu işkenceye ortak olmasını soruşturuyor. İspanya da Guantanamo’da tutulan İspanyol vatandaşlarına işkence iddialarını soruşturmaya başladı.
Medenî Amerika’nın, dünyanın gözü önündeki Guantanamo canlı cehenneminin bir an önce kapatması en büyük dileğimiz. Ama buna bizim de tepki vermemiz gerekmez mi? Neden bizler de medenî tepkilerimizi yüksek sesle dile getirmiyoruz?
23.04.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Raşit YÜCEL |
Milli hâkimiyet |
|
Yıl 1920.
Günlerden 23 nisan.
TBMM açılır.
Hatimler yapılır, Buhari-i Şerifler okunur.
Osmanlı devleti son anlarını yaşamaktadır.
Bir ülkede adeta iki idare vardır.
Anadolu’nun birçok ili işgal altındadır.
Osmanlı’dan arta kalan hamiyetkâr ordu mensupları ve ülkesini canı gibi seven insanlar “Kuva-i Milliye” etrafında kenetleşirler.
Padişah çaresizdir. İstanbul işgal altındadır.
İşte bu atmosfer içinde TBMM açılmıştı.
Arabistan, Mısır, Libya, Suriye, Irak ve Avrupa’daki topraklarımız da elden çıkmıştı.
Avrupa’nın vampir iştahlı devletleri milletimizi tamamen tarih sahnesinden silmek istiyorlardı. Anadolu’nun tam ortasında bir istiklal mücadelesi veriliyordu. Birçok direniş hareketi Ankara’daki oluşuma destek verdi.
Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri, gönüllü alay komutanı olarak doğu cepesinde talebeleri ve milis kuvvetleri ile beraber savaşırken, Bitlis Müdafaası sırasında Ruslara esir düşmüş, üç yıla yakın kaldığı esaretten firar ederek İstanbul’a gelmişti. Enver Paşa’nın teklifiyle, İstanbul’da kuruluş aşamasında olan Darü’l-Hikmeti’l-İslâmiye’ye (bugünkü ‘Din İşleri Yüksek Kurulu’ anlamında) aza tayin edildi.
Anadolu’daki direnişe Bediüzzaman da destek veriyordu. İstanbul’u işgal eden İngilizlere karşı “Hutuvat-ı Sitte” isimli eseriyle mücadelesini yaparken, Ankara hükûmeti Bediüzzaman’ı ısrarla Ankara’ya davet etti.
Bediüzzaman “Siper arkasında mücahede etmek hoşuma gitmiyor” diyerek teklife yanaşmasa da, bir müddet sonra Eski Van valisi ve Tahsin Bey gibi dostlarının da ısrarlı davetleri sonucu 1922 yılının Kasım ayı ortalarında Ankara’ya gitti. Ankara’da alkışlarla ve “resmî hoşamedi”yle karşılanır, mecliste duâ eder ve on maddelik bir beyannâme neşreder.
Bu on maddelik beyannâmede, hâlâ önemle üzerinde durulması gereken devletin temel esaslarından bahseder. Eğer bu tavsiyelere o gün kulak verilseydi, ülkemiz bu gün maddî ve mânevî olarak daha müreffeh olacaktı.
Millî hâkimiyet yerine şahıs hâkimiyeti devlete hâkim oldu. Arızalı bir demokrasi, nice müdahaleler ile düşe kalka gidiyoruz.
Ama sonunda mutlaka müdahalelerden arındırılmış bir idare ve iradeye kavuşuruz inşallah.
23.04.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|