Bizzat politikacıların itirafıyla günübirlik basit siyasî çıkar hesaplarıyla boğuşan “maganda üslûplu” siyaset, karalama kampanyası içinde başı dönmüş; Türkiye’nin önündeki gerçek gündemi görmüyor, tartışmıyor…
Bu hayhuy ortasında milleti canından bezdiren ve uzmanlarca “Nuh’un tufanı”na benzetilen, hergün binlerin, onbinlerin eklendiği işsizlik ordusuyla sosyal hayatı sarsan ekonomik krizden kurtuluşun çâreleri ele alınmıyor.
Siyasî iktidar göz göre göre ekonomideki çıkmazı görmezden gelerek “savsaklama” ve “erteleme” taktiğini güdüyor; ciddî tedbir almıyor. Bu kırılgan ve öteleyen vaziyet mahallî seçimlere kadar devam edecek gibi gözüküyor. Ekonomistler, hâlâ doları tırmandıran ve yüksek carî açık içinde ekonomiyi ayakta tutan sıcak parayı kaçırtan yanlış politikaların krizi daha da derinleştirip azdırdığını belirtiyorlar.
Ve ne yazık ki fütursuz politik kavga içinde, ekonomik krizle birlikte gündemin baş konusu haline gelen ve ayyuka çıkan yolsuzluklara, ihâleye fesad karıştırma iddialarına kamuoyunu tatmin eden doğru dürüst bir açıklama getirilmemekte. “Dokunulmazlıklar”ın kaldırılması ve “yolsuzluk dosyaları”, iktidar ile anamuhalefet arasında karşılıklı oy devşirmeyi hedefleyen tahterevalli siyasetiyle sadece “politika malzemesi” olarak istimal ve istismar edilmekte. Karşılıklı “balonlar” patlatılmakta; çözüm önerileri, “politik polemiğin” gürültüsü arasında kaybolmakta.
Yolsuzluklarla mücadele, yoksulluğa çâre, ekonomik krize karşı tedbir paketlerini hazırlamak gibi iktidarın yapmakla ve muhalefetin hatırlatmakla yükümlü olduğu mesele, siyasî atışmaların arasında kaynayıp gitmekte…
FIRTINA ÖNCESİ SESSİZLİK
Oysa uzmanlar, konunun çok ciddî olduğunu ikaz ediyorlar. Bütün dünyada köklü tedbirlerle küresel ekonominin atlatılması çözümleri çoktan devreye sokulurken, Türkiye’de krizin dibe vurması bir yana, bugünkü durgunluğun fırtına öncesi “sessizlik” olduğunu haber veriyorlar.
Ne var ki Başbakan, meydanlarda ekonomik krizin Türkiye’yi “teğet geçtiğini”, anlatmayla meşgul. Eskinin “bir milyonu” ile şimdinin “100 kuruşu”nun aynı değerde olduğunu milletin gözünden kaçırırcasına “siyaset” yapıyor!
Dahası halka karşı muhalefete seslenip “Eğer işsizliğe çözümünüz ve çâreniz varsa açıklayın, yerine getiremezsem siyaseti bırakmaya hazırım” demesi de bir başka garâbeti ortaya çıkarıyor. Zira bu söz, Başbakan’ın “muhalefeti suçlayayım” derken işsizliğe çâresinin olmadığının açık bir itirafı oluyor.
Bu arada her ne kadar Başbakan tarafından seçim meydanlarında seçmene karşı “Hiçbir dayatmaya gelmeyiz, krediye ihtiyacımız yok” meydanı okunsa da, “Türkiye’nin ümüğünü sıkacağı” anlaşılan IMF ile anlaşmanın da kotarıldığı ve seçim sonrasına bırakıldığı, Erdoğan’ın ve ekonomiden sorumlu Bakanın “çelişkili ifâdeleri”nden anlaşılmakta.
Görünen o ki IMF bir tek Türkiye’nin silâh alımı ihâlelerine karışmamakta. Başta İsrail, ABD ve diğer bazı Batılı ülkelerle yaptığı silâh alımı ihâleleri ekonomiden etkilenmemekte. Yatırıma, üretime, istihdama karışan; işçilerin, memurların, emeklilerin maaşının kısılmasını şart koşan IMF’nin milyarlarca dolarlık silâh alımı harcamalarına karışmaması, bunun göstergesi…
ÇATIŞMA SİYASETİ
Diğer yandan Türkiye’nin hâlâ ağır faturasını ödediği, demokrasiyi rafa kaldıran, sürecin içindeki aktörlerin itirafıyla bir “postmodern darbe” ve “cunta hareketi” olduğu ikrar edilen 28 Şubat süreci tartışılmıyor. Büyük sermaye ve medyanın rant ve menfaat için uydurduğu “irtica kulp” reaksiyonuyla icâd edilen krizin “devlet bunalımı”na dönüştürdüğü konuşulmuyor.
28 Şubat’ın, “büyük sermaye”nin çıkar hesaplarıyla, Anadolu sermayesini ülke ekonomisinde pay almasını hazmedememesiyle, menfaat ilişkisi içindeki “tetikçiler”ce dayatıldığı bugün bâriz bir biçimde deşifre olmakta.
28 Şubat’ta kullanılan maşaların, psikolojik harekâttaki taşeronların, çetelerin çoğunun birer toplum mühendisliği tezgâhında işletilen tahriklerden ibaret olduğu görülmekte. “İrtica kampanyaları”nın baştan sona bir tertip olduğu on iki yıl sonra birer birer gün yüzüne çıkmakta. İç ve dış mihrakların fitneleri açığa çıkmakta; eğitilerek sahneye sürülen “28 Şubat’ın alkolik sahte şeyhi” Kalkancı’nın, garip ve anlamlı bir tevâfukla yine 28 Şubat’ta uyuşturucu hap üreten fabrikasıyla yakalanması, bunun açık bir misali olmakta.
“Demokrasiye balans ayarı” yapan ve “irtica tehdidi”yle özellikle dinî özgürlüklere yapılan dayatmalarla dolu 28 Şubat anaforunun ardından 2001 ekonomik krizi tufanının Türkiye’yi vurması bir tesâdüf olmadığı ortada. Bunun içindir ki bugün siyasetteki ayrıştırıcı ve çatıştırıcı kutuplaşma ve kavganın ekonomik krize sürükleyen süreçte olması da dikkat çekici.
Belli ki Türkiye’yi birleştiren, ortak değerler üzerinde bütünleştiren “binbir birlik ve bütünlük bağları”na mukabil tahriklerle siyasî farklılıklardan başlanıp “karşıt” ya da “yandaş” medyanın da kaşımasıyla, kitleler etnik, mezhebî, bölgesel ayrışmalar üzerinden siyasî kamplaşmanın içine itiliyor. “Tefrika”yı kışkırtan, “farklılıkları” öne çıkaran pervâsızlıkla değerler üzerindeki politikalarla “ecnebî politikası”na sürüklenmesi oyununa geliniyor…
Peki birkaç oy için değer mi?
03.03.2009
E-Posta:
[email protected]
|