"Gerçekten" haber verir 28 Şubat 2009
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formuİletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi

adresine bekliyoruz.

 


Nejat EREN

40. yıl coşkusu ve Yeni Asya bayrağı



“Yenİ Asya” bayrağı altında kırk yılı yaşamak ve bu serencamı devam ettirmek elbette kolay olmadı.

Büyük dâvâ sahibi Zübeyir Gündüzalp, ahiret âlemlerine kanat çırpmadan Üstadının büyük arzularından birisini daha yerine getirdi. “Matbuât lisanıyla konuşma” gerçeği ve gerekçesini burca taşıdı. Bu bayrağı dalgalandırmayı başardı. Amacına ulaştı. Yeni Asya’nın baniliğini yaptı. Arkasında durdu. Saff-ı evvelleri “şahs-ı mânevî” şemsiyesi altında meşveretle topladı. Onu emin ellere teslim etti.

Yeni Asya, misyonuna, İttihat’la başladı. Nurun dış dünyaya açılan penceresi olan neşriyat, “Yeni Asya” sembol ismiyle ilk önce emekledi. Sonra ayağa kalktı. Yürüdü, gelişti. Ve nihayet kemâl çağına ulaştı!

Yeni Asya, maneviyât dedi. Hak dedi. Hukuk dedi. Adalet dedi. Millet dedi. Değişmez değerler dedi. Bu çizgide yayınlarına başladı ve devam ettirdi.

Yeni Asya, zulmün, haksızlığın, adaletsizliğin, hukuksuzluğun, istibdadın ve tahakkümün karşısında daima bir kale gibi durdu.

Yeni Asya, meşrûiyetten asla ayrılmadı ve taviz vermedi.

Yeni Asya, kendi yazarını, kendi kadrosunu, kendi okuyucusunu, kendi taraftarını kendi imkânlarıyla meydana getirdi.

Yeni Asya, gerçek mânâda ülkenin manevî harcında şu anda vazife alan ve katkıda bulunan binlerce maneviyâtı kuvvetli, değerli beyinler ve fikir adamları yetiştirdi. Manevî ve kültürel değerler başta olmak üzere, hak, adalet, hürriyet, demokrasi sahalarında binlerce esere imza attı.

Yeni Asya, şu anda ülke insanının, İslâm âleminin ve bütün insanlığın muhtaç olduğu müsbet ve istikametli neşriyat alanındaki büyük bir boşluğu doldurdu. Çocuklardan başlayıp, gençliği, hanımları, akademisyenleri ve bütün milleti ve insanlığı hedef alan her alanda büyük bir kitleye yayın ve neşriyatla ulaşıp hizmet etmenin temellerini attı, geliştirdi ve devamlılığını sağladı.

Yeni Asya, aslında koca bir çınarın, Osmanlı efsanesinin, şanlı bir ecdadın kalıntılarından ortaya çıkan, bu mukaddes değerler çizgisini devam ettiren ve bu asra bakan bir projeksiyon ve dürbünün adıdır.

Yeni Asya’da, hariçten, dahilden insanlık icabı gelen küçük-büyük olumsuzluklar, kırılmalar, gücenmeler, saldırılar ve tenkitler, hep akl-ı selimle, sabırla, istikametle, muhâkeme ve hoşgörüyle müsbet ve yapıcı mânâda olan tavırlarla karşılık bulmuştur. Bazı olumsuz durum ve tutumlar sineye çekilmiş, “kol kırılır, yen içinde kalır” anlayışıyla kabullenilmiştir.

Yeni Asya, dış dünyadaki olaylara bakarken müsbeti göstermeyi, yapıcılığı, Kur’ân ve Sünnet ölçüsünden aldığı değer ölçüleriyle hayatın problemlerine neşter bulup çözüm üretmeyi ve hep meşrû çizgide kalma ilke ve prensiplerini esas almıştır.

Yeni Asya’nın, her şeye rağmen, kendi yağıyla kavrularak, bütün olumsuzluklara rağmen kırk yıl hayatiyetini devam ettirebilmesinin bir tek izahı vardır: “İnayet-i Rabbaniyeye mazhar olmak.”

Cenâb-ı Hak bu ulvî dâvâ uğrunda hayatlarını feda edip ebed âlemlerine göçenlere sonsuz rahmet eylesin. (Âmin) Geride kalıp bayrağı taşımaya devam eden, vatanın ve dünyanın dört bucağında bu uğurda gayret edip mesai harcayan bütün hizmet erlerine hayırlı, istikametli ve gayretli ömürler ihsan eylesin. (Âmin)

İşte bu duygu ve gerçekler ışığında, 22 Şubat Pazar günü binlerce Yeni Asya aile mensubu, Çemberlitaş Fırat Kültür Merkezinde muhteşem bir şölen, sevinç, kucaklaşma, heyecan dalgasıyla “vefa hissinin” şahane bir örneğini birlikte yaşadı.

Dev sahneyi dolduran kesitlerde, hatıralar, tarihî serüven, hediyeleşme, “berat sertifikaları”, mûsikî, ikram, tebrikleşme ve gösterişli bir kutlama vardı. Böyle bir törende olması lâzım gelen ve istenen her şey vardı. Emeği geçen ve katılıp katkıda bulunanlara, bu mutlu geceye gelemeyip duâ edenlere sonsuz selâm ve muhabbetler olsun!

Nice hizmet dolu yılları birlikte kat etmek dilek ve temennisiyle...

28.02.2009

E-Posta: [email protected]




Selim GÜNDÜZALP

Sonsuz Rahmetten gelen...



Boğazından öpen Hüseyin’i hergün

Omuzunda Ali’yi yüceltensin

İsa’ya ümidi veren sensin!

Senden bir elçiymiş güller

Sonsuz Rahmetten gelensin.

Hüseyin Hatemî

Hazret-i Peygamber Efendimizin (asm) sayılamayacak kadar çok, güzel sıfatları vardır. O, güzel sıfatların herbirinde en ileri derecede ve en zirvede yaşamıştır. Çok adaletli bir idareci, çok sevgili bir eş, çok dirayetli ve muktedir bir kumandan, çok ince görüşlü bir diplomat ve çok maharetli bir baba gibi sayısız sıfat ve hallerde en ince ve en yüksek davranışlar göstermiş, bizzat yaşamıştır.

Dünya malına, süsüne zerrece önem vermeyecek derecede gayet mütevazı bir hayat tarzını seçerek o şartlarda yaşamayı bir prensip olarak addetmiştir. Ve bu noktada da ümmetine bütün zamanlarda örnek olarak kalabilmiş ve her olayda ve problemde bir çözüm ve çıkış yolu sunmuştur. Bunların herbiri için özel kitaplar yazılmış ve özel bölümler ayrılmıştır.

İnsanlık tarihinde hayatı bu kadar yakından incelenen ve tek bir noktası bile karanlık kalmayan biricik şahsiyettir Peygamberimiz Hz. Muhammed (asm).

İşte onun (asm) 63 yıllık mübarek hayatının içinde altın bir levha olarak her zaman anılacak bir hatıra:

En sevgili, en şefkatli bir eş olarak Hz. Peygamber (asm) ile bir hatırasını Hz. Âişe şöyle naklediyor:

Resûlullah (asm) ayakkabılarını tamir ediyor, ben de ona ip büküyordum. O, terliyor, terledikçe yüzü daha bir aydınlanıyordu. Şaşkınlıkla onun yüzüne bakarak:

“Ey Allah’ın Rasûlü! Sana baktığımda alnının terlediğini ve terledikçe aydınlandığını gördüm. Eğer şair Ebu Bekir el-Hezelî seni görseydi, seni tıpkı şiirinde tasvir ettiği kişiye benzetecekti” dedim. Resûlullah (asm):

“Ebu Bekir Hezeli ne diyor ey Âişe?” dedi.

“Ebu Bekir el-Hezelî şiirinde şöyle diyor: ‘Yüzüne baktığında, yağmurlu havada ansızın parlayan şimşek gibidir’ dedim. Resûlullah (asm) elindeki çarıkları bıraktı, yanıma geldi, iki gözümün arasından öptü ve şöyle dedi:

“Ey Âişe! Allah (cc) senin güzelliklerini arttırsın, seni daha da erdemli kılsın, beni sevindirdiğin gibi seni de sevindirsin.”

***

Hz. Peygamber Efendimizin (asm) sevgili torunları ve gözbebekleri Hz. Hüseyin ile Hz. Hasan Efendilerimizi mübarek hanelerinde yine bir arada görüyoruz.

Sevgiyle onları öpen, şefkatle kucaklayan Hz. Peygamber (asm) yeri geliyor şakalaşıyor, yeri geliyor sırtında taşıyor.

O gün de manzara bundan böyle...

İki kardeş bir ara, Hz. Peygamber’den, oynamak için yavru deve satın almasını istiyorlar. Bizim yavrularımızın da bizden bir kuzu istemeleri gibi. Sevgili Peygamberimiz onları oyalama ya da durumu idare etme yoluna girmeden ve doğruyu en güzel şekilde açıkça söylemekten çekinmeden diyor ki:

“Yavrularım, onu alacak para yok.”

Ve sonra hemencecik yere eğilip torunlarını sırtına bindirip, gezdiriyor. (Zehebi, Şemseddin Muhammed, Tarihül İslâm, 3-9)

Sevgili torunlarına, bir yandan bu dünyada her istediklerinin gerçekleşmesinin mümkün olmadığının dersini verirken, diğer yandan da çocuk ruhlarının incinmemesi için gerekeni yapıyor ve onları sırtına alıp gezdiriyor, mutlu ediyor.

İşte bir olayda aynı anda tecellî eden iki örnek davranış sergiliyor.

Hem terbiye hem de eğitim açısından Hz. Peygamber (asm) iki önemli hususu vurgulamış oluyor. Yani siz çocuklarınızın istediğini almak ya da yapmak gibi bir takım zorluklarla karşılaştığınızda, onlara doğru olanı ve imkânlarınızın onu yapmaya yetip yetmeyeceğini söylemekten çekinmeyin. Bunu yaparken çok samimî ve tavizsiz olmayı kendinize rehber edinin. Sözünüz senetten sağlam olsun. Tâ ki insanlar size lâyıkıyla güven duyabilsinler.

Diğer yönden de yine sizden bir şey istendiğinde iyilikle mukabele edin, karşınızdaki insanın belki de yerine getirebileceğiniz bir dileği, bir beklentisi olabilir, ümitsiz bırakmayın muhatabınızı, dersini veriyor.

Neticede her asrın ve bu zaman insanlarının, onun hayatında tecellî eden şefkat sırrına ne kadar muhtaç olduğunu gösteriyor... Onu (asm) örnek almak, çocuklarınızla oynayacak ve onları sırtınızda gezdirecek kadar şefkatli bir baba ve bir dede olmanızı gerektirir.

***

İşte size saadet asrından en kristal bir örnek daha. Bugün bu örnekteki metoda her asırdan ve her zamandan daha fazla muhtacız.

Evet, Hz. Peygamberi (asm) sevmek demek, onun sevdiklerini sevmek, onun sevmediklerini sevmemek demektir. Zerrecik bir imana sahip olan, bu sevgiyi kalbinde yaşar ve yaşatır. Evet, Resulûllah Efendimiz (asm) her hususta çok ince ve çok yüksektir.

İşte, Hz. Peygamber’den (asm) o hatıra:

Abdurrahman bin Semüre, Peygamber Efendimizin (asm) şöyle buyurduklarını rivayet ediyor:

Ben akşam rüyada hayret verici bir şey gördüm. Ümmetimden bir adam gördüm ki, azap melekleri etrafını sarmıştı. O anda almış olduğu abdest geldi ve onu kurtardı.

Ümmetimden bir adam gördüm ki, kendisi için kabir azabı hazırlanmıştı. Namazı geldi ve onu kurtardı.

Ümmetimden bir adam gördüm ki, şeytanlar etrafını kuşatmıştı. Yaptığı zikirler geldi ve onu kurtardı.

Ümmetimden bir adam gördüm ki, susuzluktan dili dışarıya sarkmış soluyordu. Tuttuğu Ramazan orucu geldi ve ona su ikram etti.

Ümmetimden bir adam gördüm ki, önü karanlık, arkası karanlık, solu karanlık, üstü karanlık, altı karanlıktı. Yaptığı hac ve umresi geldi, onu bu karanlıklardan kurtardı.

Ümmetimden bir adam gördüm ki, ölüm meleği ruhunu almak için gelmişti. Anne ve babasına yaptığı iyilikler geldi, meleğin o anda ruhunu, almasına engel oldu.

Ümmetimden bir adam gördüm ki, mü’minlerle konuştuğu halde onlar kendisiyle konuşmuyorlardı. Akrabalarıyla olan iyi ilişkileri geldi ve onlara hitaben, “Bu akrabalarına iyilik ederdi” dedi. Bunun üzerine onlar da o zatla konuştular. O da onlara karıştı.

Ümmetimden bir adam gördüm ki, peygamberler halka halka olmuşlardı. Hangi halkanın yanına varsa kovuluyordu. O anda cünüplükten gusletmesi geldi, ellerinden tutarak yanıma oturttu.

Ümmetimden bir adam gördüm ki, Cehennemin hararetini elleriyle yüzünden uzaklaştırmaya çalışıyordu. O anda verdiği sadakalar geldi, üzerine gölge, yüzüne karşı perde oldu.

Ümmetimden bir adam gördüm ki, Cehennem uçurumundan düşmüştü. Dünyada iken Allah korkusundan döktüğü gözyaşları geldi ve onu ateşten kurtardı.

Ümmetimden bir adam gördüm ki, amel defteri sol tarafından verilmişti. Allah korkusu geldi ve amel defterini alıp sağ eline verdi.

Ümmetimden bir adam gördüm ki, terazisinin iyilik kefesi hafif gelmişti. Küçük yaşta ölen çocukları geldi ve terazisini ağırlaştırdı.

Ümmetimden bir adam gördüm ki, Cehennemin tam kıyısında bekliyordu. Allah korkusundan kalbinin ürpermesi geldi, bu halden kurtardı.

Ümmetimden bir adam gördüm ki, yaş hurma dallarının sallanması gibi titriyordu. Allah’a olan hüsn-ü zannı geldi ve titremesini dindirdi.

Ümmetimden bir adam gördüm ki, Sırat Köprüsünde sürünerek ve emekleyerek yol almaya çalışıyordu. Bana getirdiği salâvatlar geldi, elinden tutarak ayağa kaldırdı. Böylece Sıratı geçti. Ümmetimden bir adam gördüm ki, Cennet kapılarına kadar geldi, fakat kapılar yüzüne kapandı. Getirdiği Kelime-i Şehadetler geldi, elinden tutarak Cennete girdirdi.

(Hz. Peygamberimiz (asm), Camiüs-sağir, s. 685)

Onun o mübarek ruh-u âlîsine sonsuz salâtü selâm ve duâlar olsun...

28.02.2009

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Elli beş lisan - 1



Abdulbasır Şeker: “Risâle-i Nûr’da zerrelerin vahdaniyete elli beş lisanla şehâdet ettikleri beyan edilir. Bu ne demektir? Elli beş lisan nedir?”

Bediüzzaman’a göre, âlem büyük bir kitaptır. Bu büyük kitabın her birimi, bütün yazılarıyla, fasıllarıyla, sayfalarıyla, satırlarıyla, cümleleriyle, harfleriyle, Allah’ın varlığına ve birliğine şehâdet etmektedir.

Kâinât da büyük bir insan hükmündedir. Bu büyük insan bütün âzâsıyla, cevherleriyle, hücreleriyle, zerreleriyle, vasıflarıyla, sıfatlarıyla, halleriyle Allah’ın varlığına ve birliğine delâlet etmektedir.

Yani bu kâinât bütün nev'îleriyle “Allah’tan başka ilâh yoktur” dediği gibi; bütün cinsleriyle, “O’ndan başka Yaratıcı yoktur” demekte; bütün birimleriyle, “O’ndan başka Yapıcı yoktur” diye bağırmakta; bütün küçük bireyleriyle “O’ndan başka Tedbîr Edici yoktur” diye kulakları çınlatmakta; bütün küçük bireylerin parçalarıyla “O’ndan başka Terbiye Edici yoktur” diye bildirmekte; bütün küçük parçaların hücreleriyle “O’ndan başka Tasarruf Edici yoktur” diye seslenmekte; bütün hücrelerin atomlarıyla “O’ndan başka Yaratıcı yoktur” diye ilân etmekte; bütün atomların tarlası hükmünde olan hadsiz esîr deniziyle “Allah’tan başka ilâh yoktur” diye kâinâtı çınlatmaktadır.1

Üstad Saîd Nursî Hazretleri, bu kâinâtın her bir nev'înden Allah’ın varlığına ve birliğine işâret hükmünde elli beş “lisân”, yani “sıfat” keşfeder. Varlıkların mazhar oldukları sıfatlar dikkatle incelendiğinde her bir sıfatın farklı bir dil hükmünde gâyet net bir üslûp ile bize Allah’ın varlığını ve birliğini bildirdiği gâyet açık bir şekilde anlaşılır.

Bizi Allah’ın varlığına ve birliğine götüren diller şunlardır:

1- Kâinâtta görünen baş döndürücü düzenlemeler.

2- Canlı cansız her şeyin mükemmel bir düzen içinde disipline ediliyor olması.

3- Sayısız varlıkların sonsuz denge ve âhenk içinde halden hale dönüşmeleri.

4- Her şeyde kendini gösteren göz kamaştırıcı intizam.

5- Varlıkların birbiri peşi sıra âhenkli biçimde varlık sahasına çıkmaları.

6- Gökyüzü sayfasının güneş ve yıldızlarla yazılması.

7- Bal arısı ve karınca gibi bütün küçük sayfaların hücrelerle ve zerrelerle yazılması.

8- Makro-plânda güneş ve yıldızlarla, mikro-plânda hücreler ve zerrelerin âhenkte, harekette ve düzende birbirine benzemesi.

9- Bulut ve yeryüzü gibi cansız ve birbirine muhâlif şeylerde bile gözüken birbirinin ihtiyacına cevap verme, birbirinin yardımına koşma sıfatları.

10- Güneşten çok uzak olsalar da bütün gezegenlerin güneşe veya birbirlerine dayanmaları.

11- Yıldızlar gibi muhteşem eserlerin teşkilâtta birbirine benzemeleri.

12- Yeryüzünün birbirine benzeyen çiçekleri ve canlılarındaki münâsebet ve uyum.

13- Her bir varlığın Bârî isminin tecellîsiyle vücûda gelmesi.

14- Her bir varlığın Musavvir isminin tecellîsiyle şeklinin fevkalâde güzel olması.

15- Her bir varlığın Rezzâk isminin tecellîsiyle eksiksiz gıdâlanması.

16- Her bir varlığın Şâfî isminin tecellîsiyle hastalıklardan şifâ bulması.

17- Güneş sistemi gibi büyük sistemlerle, bal arısının gözleri gibi küçük sistemler arasındaki hârika irtibat ve uyum.

18- Zerreler arasındaki câzibenin, güneş ve yıldızlar arasındaki câzibeye kardeş olması.

19- Her parçanın lâyık mevkiîne konulmasında görülen eksiksiz âhenk.

20- Her ferdin, kendisini diğer bütün fertlerden ayıran özel kişiliği.

21- Her ferde, sırf kendisi için husûsî karakter tayin edilmesi.

22- Kâinâttaki bütün atomların bir elden çıktığını gösteren dayanışma ve denge.

23- Görünen sebeplerin pek basit, gayet sınırlı, fakir, cansız, şuursuz ve irâdesiz olmasına rağmen, peşine takılan meyvelerde görülen harika nakışlar, güzel ziynetler ve eşsiz san'atlar.

Dipnot:

1- Mesnevî-i Nûriye, s. 48

28.02.2009

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

“Büyücü nereye gitse iflâh olmaz”



“Ben size emretmedim mi, ey Âdemoğulları, ‘Şeytana kulluk etmeyin, o sizin ap açık düşmanınızdır. Bana kulluk edin; doğru yol işte budur’ diye? Cidden o pek çoğunuzu saptırdı. Akıl edemediniz mi?”1

Cenâb-ı Hak Kur’ân’ında açıkça böyle buyurmaktadır kullarına.

Şeytana kulluk eden büyücüler bu kulluklarını şeytana uyarak insanlar arasını açmak için kullanırlar. Düğümlere nefes üfleyerek, domuz yağı ve benzeri pis şeylerle, kişiye ait saç, vs. gibi herhangi birşeyle, iç çamaşırlarına okuyarak; kesilen siyah horozun kanını kullanarak veya daha birçok yolla masum insanlara büyü yaparlar. Domuz yağı ile bir kimseyi bir yerden uzaklaştırmaya, sevgisini azaltmaya; ilâç veya bir kısım karışımlarla da insanın aklı ve iradesi üzerinde olumsuz etkiler meydana getirmeye çalışırlar. Bu tür sihirler insanı helâke kadar götürebilir, hatta kişi olmayan şeyleri oluyor gibi, olanları da farklı görmeye başlar. Yapılış maksadına göre bazan kişi aklını yitirebilir, ölüme de gidebilir.

Bu menhus işleri yapan büyücüler ne var ki sürekli kuşku içindedirler. Kimseye güvenmezler. Sadece şeytana güvenir, ona kul köle olur, gece gündüz onu zikreder, ona taparlar. Başka bu tür kötülükleri nasıl yapabilirler ki?

Allah korusun imanını kaybetme tehlikesiyle başbaşa kalan, yaptıklarını meşru gören bu pis işle uğraşanların, günahlarının farkında olmaları, tevbe etmeleri, iflâh olmaları da zordur. Çoğu zaman tövbeye imkân bulamadan ölürler.

Bu şer işi meslek edinenlerin rahat bir hayat yaşamaları da mümkün değildir. Hz. Musa’nın (as) lisanıyla, “Büyücü nereye gitse iflâh olmaz.”2 Hz. Musa (as) onlara şöyle seslenmişti: “Sizin getirdiğiniz sihirdir. Allah onu boşa çıkaracaktır. Çünkü Allah, bozguncuların işini düzeltmez.”3

Evet, başkalarına zarar vermeyi hedef alan sihirbazların işleri boşa çıkar. Manevî zırh hükmündeki âyet ve duâlarla attıkları şeytanî oklar etkisiz hâle gelir.

Masum insanları kandırma ve sömürmeye yönelik bir işi meslek edinen büyücülerin işleri de düzene girmez; sıkıntı, üzüntü ve hastalıktan kurtulmazlar; servet edindikleri ve huzur içinde yaşadıkları da aslâ görülmemiştir.

Peki, büyücüler kimleri ve ne ölçüde etkileyebilirler? Büyücülerin etkileyemediği insanlar var mıdır?

Bunlar üzerinde de İnşaallah bir sonraki makalemizde duralım.

Dipnotlar:

1- Yasin Sûresi: 60-62.

2- Tâhâ Sûresi: 69.

3- Yunus Sûresi: 81.

28.02.2009

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

İlk icraat, ezanın serbest oluşu



14 Mayıs 1950 seçimlerinin ardından işbaşına gelen Demokrat Partinin göğüslemiş olduğu ilk hizmet, ezân–ı Muhammedî'nin aslına çevrilmesi oldu.

Başbakan Adnan Menderes'in hükümeti kurması, ancak 22 Mayıs'ta mümkün olabildi. Menderes, idarenin başına geçer geçmez derhal ezan meselesini gündeme getirdi.

Zira, din ve vicdan hürriyeti konusunda millete söz vermişti. Sözünü tuttu ve gereğini de yaptı.

O dönemin gazete ve mecmualarına (Hürriyet, Milliyet, Cumhuriyet, Ulus, Son Posta, Yeni Sabah, Zafer, Sebilürreşad...) baktığımızda, ezan meselesinin Haziran ayının ilk haftasından itibaren Meclis'in gündemine geldiğini ve tâ 17 Haziran'a kadar da üzerinde tartışılmaya devam edildiğini görmekteyiz.

17 Haziran günü ise, DP grubunun ezanın serbestiyeti hakkındaki teklifi Meclis'te kabul edilerek, büyük ve mukaddes bir hizmet îfâ edilmiş oldu.

İşte, Adnan Menderes buydu...

Öyle bazılarının yaptığı gibi, işi savsaklamaya gitmeden, meseleyi sulandırmaya bırakmadan, bin dereden su getirircesine tevillere sapmadan, inanarak söz verdiği bu meseleyi tez elden, dobraca ve merdane bir şekilde ülkenin ve Meclis'in gündemine getirerek takipçisi oldu.

Ancak, o bu hizmeti yapmaya koyulurken, konuyu istismardan ve dini siyasete âlet etmekten şiddetle kaçındığı gibi, başına gelebilecek her sıkıntıyı, önüne çıkabilecek her türlü riski göze almayı da peşinen kabullenmişti.

Nitekim, Cumhurbaşkanı Bayar'ın ezan meselesine farklı baktığını ve işi ağırdan almaya çalıştığını fark ettiği anda, istifasını sunmaktan da çekinmedi.

Neyse ki, Bayar yeni bir hükümet buhranı ve siyasî çalkantıyı göze almaya cesaret edemedi de, tehlike ucuz atlatılmış oldu.

KÂNUN TEKLİFİ

Aralarında Kayseri mubusu emekli general İsmail Berkok, Adana mebusu Arif Nihat Asya ve Üstad Bediüzzaman'ın sadık dostu Afyon mebusu Gazi Yiğitbaşı'nın da bulunduğu 12 DP'li milletvekilinin hazırlamış olduğu kànun teklifinin özeti şöyledir:

"Anayasanın 2. Maddesinde mündemiç 'lâiklik' kelimesinin mânâsı, devlet işlerine dinin, din işlerine de devletin karışmaması şeklinde tefsir ve kabul edilmekte; kànunlarda ayrıca 'Âsayiş ve âdâba aykırı bulunmamak üzere, her türlü dinî vecibenin yapılması serbesttir' denilmektedir.

"Memleketimizde azınlıkta bulunan Musevî ve İsevî vatandaşların dinî itikat ve âmel şekilleri de tamamen serbest bırakılmıştır.

"Bu toprağın hakikî evlâtları ve sahibi bulunan Müslüman Türk vatandaşların din ve vicdan hürriyetlerine, amel ve ibadet şekillerine de müdahale edilmemek iktiza edeceğine ve partimiz programının 14. Maddesinde ise, aynen şöyle denilmektedir: 'Partimiz, lâikliğin din aleyhtarları şeklinde yanlış tefsirini reddeder. Din hürriyetini, aynen diğer hürriyetler gibi insanlığın mukaddes haklarından tanır.' Buna sebeple, müvekkillerimiz ve seçmenlerimiz olan Müslüman Türk vatandaşların ısrarlı ve haklı isteklerine istinaden, ilgili ceza kànunu metninde yer alan 'Arapça ezan ve kametin okunmasını' yasaklayıcı ibarelerin kaldırılması hususunda hazırladığımız kànun teklifini yüksek Meclis'e arz ederiz."

CHP GRUBU DA İKNA OLDU

Bu kànun teklifi Meclis'in gündemine getirileceği esnada, iktidarla muhalefet mensupları arasında ciddî bir diyalog trafiği yaşanır.

Özellikle Başbakan Menderes'in arzusu şu yöndeydi: Ezan gibi dinî bir meselenin siyasî istismar konusu olmaması için, Meclis'teki bütün partilerin ve mebusların mutabık kalması ve müştereklik içinde hareket etmesi daha münasip düşer.

Menderes'in, ezan meselesini siyasî istismar konusu haline getirmek istemediği şeklindeki düşünce ve kanaati, anamuhalefetteki Halk Partisi cephesinde de müsbet ve akis uyandırdı.

Nitekim, bu konuyu iki gün müddetle parti grubunda görüşüp tartışan anamuhalefet, hazırlanan kànun tasarısının aleyhinde bulunmaktan adım adım kaçınmayı tercih etti.

Ezanın Meclis genel kurulunda görüşüldüğü 17 Haziran günü ise, CHP sözcüleri, aldıkları grup kararı gereğince tasarının aleyhinde konuşmayacaklarını ve lehte oy kullanacaklarını ifade ettiler. (18 Haziran 1950 tarihli Yeni Sabah ve Son Posta gazeteleri.)

Böylelikle, 1932'den beri okunması yasaklanan Muhammedî ezan, 18 yıllık yasağın ardından yeniden hürriyetine kavuştu ve serbestçe okunmaya başlandı.

Demokrat Parti, bu ezan serbestiyetinin ardından, 1928'den beri yasaklanmış olan Kur'ân'ın serbestçe okunması ve imam hatip okullarının açılması yolunda da ciddî ve esaslı adımlar atmaya yöneldi.

28.02.2009

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

İlmin türleri ve Bediüzzaman



Kesbî ve vehbî ilme mazhar olan Bediüzzaman, başta ferdin, âilenin, toplumun; İslâm, Hıristiyan âlemi ve insanlığın bütün hastalıklarını teşhis etmiş, problemlerine çareler üretmiş dünya çapında bir âlim, bir mütefekkirdir.

Kesbî ve vehbî ilim ne demektir? İnsanoğlunun ilim denizinden aldığı bilgi iki türlüdür: Kesbî ve vehbî.

1- Kesbî: Allah’ın tabiata koyduğu “kevnî kanunlar” çerçevesinde çalışarak elde edilebilecek “ilme’l-yakîn” (ilim seviyesinde) ve “aynel-yakîn” (müşahede-gözlem seviyesinde) kesin bilgidir.

2- Vehbî: Bâzı mânevî özelliklere hâiz kişilere, özel olarak hibe edilen ve “ilm-i ledün” denen gizli, bâtınî, gaybî/metafizik bir bilgidir. Bu mertebe “hakka’l-yakîn”, yani kalb-sezgi, vicdan ve kana- at-i katiye seviyesinde kesin bilgidir.

Ledün ilmi, mâneviyât sahiplerinden “hakka’l-yakîn” mertebesine çıkanlara ihsan edilebilir.

Ledün ilminin hakikati, Kehf Sûresi’nin 60-82. âyetlerinde, Hz. Mûsâ ve Hz. Hızır’ın (as) mâceraları nakledilirken dikkate sunulur. İsmini de 65. âyette geçen “ledün” kelimesinden alır. Âyette geçen “Rabbin istedi ki” tâbiri, “ledün” ilminin püf noktasıdır ve Onun, sırlarını istediklerine açacağına işâretlerden biri olmalıdır.

Risâle-i Nur’un, kesbî ilmin yanında vehbî ilmin de mahsulü olduğunu, Prof. Dr. İbrahim Ebu-Rabi “Sadece akılcı bir tarz ile yazılmamış, İlâhî bir ilhâmın kokusu da alınıyor. Risâlelerin bu tarz yazılış biçimi, sadece Bediüzzaman’da görülüyor” sözleriyle ifade ediyor.

Neden iman, ibadet, ahlâk, ictimâî ve siyasî meselelerde ve hizmette takip edeceğimiz stratejide ısrarla Risâle-i Nur’a müracaat ediyoruz ve etmeliyiz?

Çünkü, Kur’ânî ve Peygamberî/Nebevî ölçüleri herhangi bir ilâhiyatçıdan değil; din ve mânevî ilimlerde uzman ve otoriteden almamız gerekiyor. Kur’ân ve Sünnet-i Seniyye’nin günümüz ictimâî ve siyâsî stratejisini gazeteci, köşe yazarı, makine mühendisi veya politikacı değil; İslâmî ilimlerde ihtisas sahibi olan çizebilir. Öyle değil mi?

Evet, Risâle-i Nur’dan almalıyız. Zira, Kur’ânî ve Peygamberî ölçüleri ve Asr-ı Saadet modelini günümüze taşıyor. Bunu yaparken, sadece iddia, dâvâ ile yetinmiyor; ispat ve izah ediyor; aklımızı, kalbimizi, vicdanımızı, sâir lâtife ve duygularımızı tatmin ediyor.

Öte yandan, yazılan Sözler (risâleler) tasavvur değil, tasdiktir. Teslim değil, imandır. Marifet değil, şehadettir, şuhuddur. Taklit değil, tahkiktir. İltizam değil, iz’andır. Tasavvuf değil, hakikattir. Dâvâ değil, dâvâ içinde bürhandır.1 (Yani, Risâle-i Nur’un nazara verdiği Kur’ân’ın istediği iman; sadece “inandım” sözünden ibaret değil. Tahayyül, tasavvur, taakkul, tasdik, iz’an, iltizamdan geçerek sentezlenir. İman, kuru bilgi değil, gözlem ve tecrübeye dayalıdır. Sonra o hakikate taraf olunur, bir anlayış ve kavrayışa ulaşılır. Ve kesinleşir, itikad, iman olur.)

Bediüzzaman, yalnızca “Açız, yemek yemeliyiz; hastayız, tedavi olmalıyız” demekle iktifa etmez; yemek malzemelerinin nereden elde edilebileceğinin, hatta nasıl üretileceğinin formüllerini verir. Ardından yemek yapmasını öğretir. Büyük bir eczane olan dünyayı bir kimya laboratuvarı, bir hastane gibi değerlendirip hastalıkları teşhis eder; ilâçları hazırlar, kimyevî formüllerini verir ve reçeteyi yazar.

Dipnot:

1- Mektûbât, s. 365.

28.02.2009

E-Posta: [email protected] [email protected]




Faruk ÇAKIR

Kaldı 988 yıl!



Bugün, 28 Şubat ‘post modern darbe’sinin 12. yıl dönümü. Hatırlanacağı üzere “28 Şubat süreci”ni savunanlar, yaptıkları her konuşmada bu sürecin “1000 yıl devam edeceğini” iftiharla ilân ediyorlardı. 28 Şubat 1997’deki meşhur MGK kararlarının üzerinden 12 yıl geçtiğine göre geriye 988 yıl kalmış demektir!

28 Şubat süreci hakkında binlerce değerlendirme ve açıklama yapıldı. Başta yıl dönümleri olmak üzere çeşitli tarihlerde bu süreçle ilgili yeni bilgiler ortaya çıkıyor. Hâliyle yeni ve çarpıcı değerlendirmeler yapılmaya da devam ediyor.

Diğer ihtilâl ve darbelerde olduğu gibi 28 Şubat’ın da en büyük hatası, milleti devre dışı bırakarak yol bulmaya çalışmasıdır. Zaten ihtilâlcilerin ayırt edici özelliği, ‘millete rağmen’ iş yapmakla övünmeleridir. Ne milletin giyimiyle ne de milletin seçtikleriyle anlaşabilir, uzlaşabilir ve onları içlerine sindirebilirler. 28 Şubat’ta yapılan da tam budur.

28 Şubat’ta ne olmuştur? Belli bir azınlık, kendilerine emanet edilen ‘bürokratik yetki’yi kötüye kullanmış ve hükümeti devirmek için dayatmalarda bulunmuştur. Neticede de hükümet istifa etmek durumunda kalmıştır. Elbette işin o noktaya ulaşmasında siyasetçilerin de kabahati olabilir. Ama bu “28 Şubat 1000 yıl sürecek” diyenleri hiçbir surette haklı çıkarmaz, çıkaramaz.

28 Şubat 1997 tarihinden bu yana devam eden yanlış bir tartışma daha var. O da “28 Şubat olmasaydı ihtilâl olurdu, olacaktı” şeklindeki kabuldür. Maalesef böyle bir ihtimâl her zaman olabilir. Fakat asıl olan, böyle durumlarda nasıl tavır alınması gerektiğidir. Ne yani, ihtilâl ihtimâli var diye ihtilâl günlerini aratacak haksızlığa, kanunsuzluğa, keyfiliğe ses çıkarılmasın mı? Hür ve demokrat düşünceli olan her kademedeki insana düşen, böyle zamanlarda ‘haklı’dan yana tavır almaktır. “İhtilâl olacaktı, biz bunu ihtilâlcilerle ‘uzlaşarak’ engelledik ve ‘post-modern darbe’ye çevirdik” bahanesini kabul etmek mümkün değil.

İyi bir muhasebe yapılsa, 28 Şubat sürecinin en az 12 Eylül ihtilâli kadar ülkemize zarar verdiği anlaşılır. Belki de daha fazla zarar vermiştir, çünkü açık ‘ihtilâl’i millet bilir ve ona göre tavır alır. Münafıkane, gizli, örtülü ‘ihtilâli’ ise anlamakta zorlanır, karşı durmakta şüpheye düşebilir. 28 Şubat süreci tam da bunu yapmış ve ihtilâl yapmadan ihtilâl yapmıştan daha fazla hak ve hürriyetleri geri götürmüş, milyonlarca mağdur insan meydana getirmiştir.

Meselâ, 12 Eylül 1980 ihtilâlinden bir kaç yıl sonra seçimler yapıldı ve iktidara gelen hükümetler iyi kötü ihtilâl tortularını temizlemeye çalıştı. 28 Şubat süreci ise münafıkane iş gördüğü için sonraki iktidarlar onunla hesaplaşmayı hep ertelemek durumunda kaldı. Nitekim, “Ergenekon soruşturması” da dikkate alınınca 28 Şubat sürecinin nasıl bir planla sahneye konulduğu daha iyi anlaşılır.

“28 Şubat 1000 yıl sürecek” diyenler bugün de aynı sözleri gönül huzuruyla söyleyebilir mi? Belki söyleyenler olur, ama milletimiz o sözlere itibar etmedi ve etmeyecek İnşallah. Bütün ihtilâlciler gibi 28 Şubat post-modern darbeciler ve onların destekçileri de millet nezdinde mahkûm edilmiştir. İşte asıl 1000 yıl sürecek olan bu mahkûmiyettir!

28.02.2009

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

28 Şubat ve AKP



Geçen dönemin Meclis Başkanı Bülent Arınç, 22 Temmuz sonrası hayli uzun süren bir suskunluğun ardından yine konuşmaya başladı ve bir beyanında “AKP’nin gücü”ne atıfta bulunarak, bunu “28 Şubat’ın siyaseten bitmesi” diye yorumladı (Akşam, 30.1.09)

Arınç’ın tecrübeli seleflerinden biri olarak siyaset maratonunu 28 Şubat’ta noktalamak durumunda kalanlardan biri olan ve yakınlardaki “siyasete dönüş” girişimlerinden de sonuç alamayan Cindoruk’un değerlendirmesi ise şöyle:

“AKP ‘Ben laikim’ demeye başladığına göre, 28 Şubat sonuca ulaşmıştır.” (Bugün, 23.2.09)

Arınç’la Cindoruk’un 28 Şubat-AKP yorumları çelişiyor mu, yoksa birbirini bütünlüyor mu?

“Tavuk mu yumurtadan, yoksa yumurta mı tavuktan?” tekerlemesini hatırlatan bu sorunun cevabı, konuya hangi açıdan bakıldığına bağlı.

Görünüşte, 28 Şubat postmodern müdahalesine muhatap olan partiler, iktidarıyla muhalefetiyle 3 Kasım 2002 seçimlerinde silinip gitti.

İşin ilginç tarafı, bu durum 28 Şubat’ın hedef aldığı, devrin iktidar partileriyle sınırlı kalmadı. 28 Şubat kararlarını uygulatmak üzere o süreçte koalisyon hükümetleri kurdurulan partiler de sandıktan çıkamadı. Millet hepsini tasfiye etti.

Müdahaleyle kimyaları bozulan partiler, halkın talep ve beklentilerine karşılık veremez hale getirilmelerinin faturasını bu şekilde ödediler.

Bu durum yeni bir parti olarak AKP’ye yaradı. Diğerlerine duyulan tepki bu partiyi öne çıkardı.

Böylece AKP, Menderes’ten bu yana görülmemiş bir Meclis çoğunluğuyla iktidara geldi.

Böyle bir sonuç ilk bakışta 28 Şubat’ın sonu olarak yorumlanmaya müsait gibi görünse de, biraz daha derinlemesine irdelendiğinde, farklı bir durumun söz konusu olduğu gözlenebilir.

Çünkü AKP’nin yaklaşık altı buçuk yıllık iktidarı ve şu anda gelinen nokta, Arınç’ın “Siyaseten bitti” dediği 28 Şubat’ın, gerçekte, uygulamaya koyduğu icraatlarıyla—üstelik yer yer daha şiddetli şekilde—devam ettiğini gösteriyor.

Bu icraatlar bahsinde AKP, Cindoruk’un “Ben laikim demeye başladı” sözünü doğrular bir çizgi takip ediyor. Özellikle Anayasa Mahkemesindeki kapatma dâvâsından çıkan karar sonrasında bu durum çok daha belirgin bir hale geldi.

Başörtüsü yasağının, kaldırılması veya hiç değilse hafifletilmesi bir yana Arınç’ın da katkılarıyla AKP döneminde telâffuzuna başlanan “kamusal alan” adı altında daha genişletilmesi; yeni YÖK Başkanınca “zıkkım” olarak nitelenen imam hatiplerin orta kısımlarının hâlâ kapalı olması; Kur’ân kurslarına ve hafızlık eğitimine konulan yaş sınırının aynen devam etmesi, bu hususta verilebilecek, ilk akla gelen örneklerden.

Sistemdeki asker ağırlığı ve daha da güçlenen yargı vesayeti gibi, demokrasimizin önündeki yapısal engellerin, AB sürecine rağmen hâlâ kaldırılamamış olması, konunun ayrı bir ciheti.

28 Şubat’ın bittiğinden söz edebilmek için, bu müdahalenin tortularının tümüyle temizlenmiş olması gerekir. Ama ne yazık ki öyle birşey yok.

Haddizatında, AKP’ye büyük ümitlerle verilen muazzam halk desteği, geçen dönem bir ara anayasayı değiştirecek sayıya erişen Meclis çoğunluğu, tek başına iktidar avantajı ve bunlara ilâveten 22 Temmuz sonrası Çankaya’nın engel olmaktan çıkması, 28 Şubat’ı da, 12 Eylül’ü de, 27 Mayıs’ı da, geride bıraktıkları bilumum eserlerle birlikte tarihe gömmek için eşsiz fırsatlardı.

Eğer AKP, evvelce yeni, sivil ve demokratik bir anayasa projesini gündemlerine alıp, taslaklar hazırlatıp kamuoyuna duyurmuş olan kesimlerin de desteğini yanına çekerek bu konuyu başarılı bir şekilde sonuçlandırmış olsaydı, hem kendisi çok rahat ederdi, hem de daha önemlisi Türkiye’ye tarihî bir hizmette bulunmuş olurdu.

Ama ne yazık ki yapamadı ve böylece muazzam bir fırsat harcandı. Onun için de, 27 Mayıs’ın kurup 12 Eylül’ün tahkim ettiği ve 28 Şubat’ın perçinlediği müdahale düzeni hâlâ sürüyor.

28.02.2009

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

“28 Şubat” sürüyor... (1)



28 Şubat’ın on ikinci yıl dönümünde darbenin demokratik sisteme soktuğu sakatlıklar sürüyor…

Cumhuriyet döneminde darbelerin anası kanlı 27 Mayıs ihtilâlini dayatanların çoğu öldü. 12 Mart muhtırası, 12 Eylül ihtilâli ve 28 Şubat “postmodern darbesi”yle demokrasiyi öldüren, askıya alan ve devre dışı bıraktıran darbeciler yaşasa da milletin nezdinde çoktan “ölüler.” Zaten 28 Şubat da diğer bütün darbe ve ara rejimler gibi ölü doğdu…

Ne var ki “ölü” darbelerin ortaya saldığı demokratik irâdeyi kemiren keneler, bulaştırdığı antidemokratik zâfiyetler hâlâ hayatta. Üzerinden onlarca yıl geçse de darbe anayasaları, demokrasi ve hukuku askıya alan demokrasi dışı uygulamaları, utanç verici inanç ve insan hakları yasakları devam etmekte…

Demokrasiye yakışmayan tortularla dolu hastalıklı anayasaları, milletin önünü kesmekten, hak ve hürriyetleri kısıtlamaktan başka bir işe yaramayan kadük yasaları, çağdışı mevzuatı bütün ağırlığıyla hüküm sürmekte…

Bizzat “hazırlayıcıları” tarafından “artık lüks” olduğu itiraf edilen ve yüze yakın maddesi değiştirilerek kevgire dönen “yamalı bohça” 12 Eylül darbesinin Meclis’i lağveden, meşru hükümeti deviren, siyasî partileri kapatarak siyaseti zorlamalarla rayından çıkaran anayasası hâlâ hükümferma…

Bin yıl olmadı, ama 28 Şubat’tan günümüze 12 yıl, 12 Eylül’den bu yana 29 yıl ve 27 Mayıs’ın üzerinden 49 yıl geçti; tortuları hâlâ durmakta, demokrasiyi lekelemekte…

HÂLÂ DARBELER VE

DARBECİLER KORUNUYOR…

Türkiye, AB’nin demokrasi, hukuk ve insan hakları standartlarına ulaşamaya çalışıyor; lâkin bir yığın demokratik illetle muallel anayasa, yasalar yüzünden bir türlü başaramamakta.

Zira dibacesinde demokrasiyi katleden darbenin “milletin çağrısı ile yapıldığı” iddia edilen, milletin seçtiği meşru idâreyi Anayasa ve hukuku çiğneyerek alaşağı eden ihtilâlin “Millî Güvenlik Konseyi”nin atadığı “Danışma Meclisi”nin “milletin meşru temsilcileri olduğu” ileri sürülen, defalarca değiştirilmesine rağmen hâlâ “hiçbir düşünce ve mülâhazanın (…) Atatürk milliyetçiliği, ilke ve inkılâpları karşısında korunma göremeyeceği” kaydı getirilen demokrasi ayıbı “darbe anayasası” hâlâ yürürlükte…

Tıpkı 1982 Anayasası gibi ihtilâl ürünü olan ve “hayır” demenin yasak olduğu, darbecilerin devlet gücünü kullanarak tehditlerle, korkularla, baskılarla, hîlelerle kabul ettirdiği 1961 Anayasası, 1924 Anayasasının, ikinci maddesindeki “Türkiye devletinin dini, din-i İslâmdır” temel düsturunu belirleyen ibâresini millete rağmen kaldırmakla kalmadı.

Keza beşinci maddesinde “Yasama yetkisi Türkiye Büyük Millet Meclisinindir; bu yetki devredilemez” yazılıyor, dördüncü maddesinin başında “Egemenlik kayıtsız ve şartsız milletindir” deniliyor; fakat hemen peşinden “Millet egemenliğini, anayasanın koyduğu esaslara göre, yetkili organlar eliyle kullanır” garâbetini getiriyor. Milletin hakkını gasb ediyor.

Ve ihtilâl mahsulü 61 Anayasasındaki “kayıtsız ve şartsız millete ait olan egemenliğin kullanılmasını” millet irâdesinin temsilcisi Meclis’in dışındaki “yetkili organlara” veren demokrasi ayrığı bu garâbet, yine ihtilâl ürünü 82 Anayasasının altıncı ve yedinci maddelerinde de aynen korundu, korunuyor.

Bu yaman çelişkiye göre “egemenlik kayıtsız ve şartsız milletin” olacak, “millet adına yasama yetkisi Meclis’in” olacak ve “bu yetki devredilemeyecek”; lâkin bu “yetki” ve “egemenlik”, darbe anayasalarıyla demokratik sisteme hariçten monte edilmiş, atanmış “yetkili organlar” eliyle kullanılacak…

“28 ŞUBAT” UYGULAMALARI

DEVAM EDİYOR

Yine hiçbiri tatbik edilmeyen, millete mal olmayan ve halkla alâkası kalmayan, “bilumum memurin ve müstahdeminin şapka iktisaını (giymesini)” şart koşan, “Bey, Paşa, Efendi” lâkap ve ünvanlarının kullanılmasını yasaklayan kadük kalmış “devrim yasaları” ihtilâl eseri Anayasanın üstelik bir maddesi olarak konulup korunmakta.

Dahası hâlâ 12 Eylül ihtilâli döneminde “karar alanlar, tasarrufta bulunanlar ve uygulayanlar” hakkında hiçbir sorgulama yapılamayacağı, mevcut ihtilâl Anayasasının 29 yıldır yürürlükte olan “Geçici 15. maddesi”nde koruma ve kollama altına alınmakta. Darbeyle, silâh zoruyla tepeden inme ülke idâresini ele geçirip Anayasayı ilga ederek “yasama ve yürütme yetkisi”ni kullanan “Millî Güvenlik Konseyince atanmış hükümetlerin ve Danışma Meclisinin her türlü karar ve tasarruflarından dolayı haklarında hiçbir cezaî, malî veya hukukî sorumluluk iddiası ileri sürülemeyeceği ve bu maksatla herhangi bir yargı merciine başvurulamayacağı” kaydı getirilmekte…

Neticede 28 Şubat’ın tepkisiyle iktidara gelen AKP siyasî iktidarı döneminde, 28 Şubat sürecinden kalma bütün bu emr-i vakiler, demokrasi ayıpları olduğu gibi yürürlükte.

Hâlâ ne 12 Eylül darbesinin Anayasasına el atılmış, ne de bu Anayasanın getirdiği YÖK yasası gibi demokratik eğitimin önünü tıkayan takozlar kaldırılmış…

Altı yıl geçti, demokratikleşme alanında doğru dürüst bir adım atılamamış. Demokrasi dışı dayatmaların hiçbiri düzeltilememiş. Siyasetin demokratikleşmesinde, siyasî partiler ve seçim yasasının AB standartlarına göre düzeltilmesinde, kamu yönetiminde, yargı ve yapısal reformlarda; temel haklarda, inanç ve ibadet hürriyetinde, düşünceyi ifâde ve basın özgürlüğünde, ceza kanunlarında, din eğitimi ve öğretimi hakkında arpa boyu gidilememiş.

Kısacası 28 Şubat’ın “irtica furyası”na tepkiyle milletin irâdesini teslim ettiği AKP siyasî iktidarı, bunu hakkını vermedi, verememiş. 28 Şubat sürecini aynen devam ettiriyor.

Ve bundandır ki 28 Şubat “postmodern darbe” süreci sürdü, sürüyor…

28.02.2009

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

Oy için demokrasiye zarar verilemez



Mahallî seçimlere 29 günlük bir süre kaldı. Seçimlerde yarışacak adaylarla ilgili kesin listeler yarın il ve ilçe seçim kurullarınca ilân edilecek.

Parti genel başkanları seçim meydanlarında halka seslenirken, bu seçime has bir kampanya yürütülüyor. Geçen seçimlerde alışageldiğimiz (!) laiklik ve irtica tartışmaları bu seçimde yapılmazken, bu seçim dönemini yolsuzluk ve usulsüzlük tartışmaları ile geçiriyoruz. Karşılıklı dosya restleşmeleri birçok bilinmeyeni de su yüzüne çıkarıyor. İrtica yaygarasının koparılmamasını Ergenekon soruşturmasına bağlayanlar olduğu kadar, genelde bu tartışmaları gündeme getiren CHP’nin çarşaf, Kur’ân kursu açılımlarına da bağlayanlar da var.

* * *

Bu seçimin bir diğer özelliği de, özellikle iktidar partisine mensup bakan ve milletvekillerinin adeta “tehdit” denilebilecek açıklamalar yapmaları. Son günlerde bu yönde yapılan bir açıklamalara temas etmekte yarar var.

Tecrübeli siyasetçilerden Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin’in, milletvekili olduğu Antalya’da seçim konuşmasında yaptığı “Hükümetle kavga eden yerel yönetim, projesini Ankara’dan geçiremiyor” sözü bunlardan birisiydi. Şahin daha sonra bu açıklamasına teviller getirmek istedi, ancak en sonra “maksadı aşan bir ifade” olduğunu kabul etmek durumunda kaldı. Şahin’in “Halkın sağduyusuna herkes güvensin. Halk yanlış yaptıysam cezasını keser, mükâfatını da verir” cümlesi de gerçeği yansıtıyordu. Son kararı halka bırakmak demokrasinin de gereğidir.

Bir diğer açıklama da AKP Kırıkkale Milletvekili Mustafa Özbayrak’tan geldi. “Biz Ankara’dan izin vermediğimiz sürece siz burada taş üstüne taş koyamazsınız. Onun için eğer birileri size gelip de ben şunu yapacağım, ben bunu yapacağım diyorsa inanmayın. Yapamazlar; bize rağmen yapamazlar” sözü kamuoyundan sert tepki görünce AKP Grup Başkanvekili Nihat Ergün “Böyle yaklaşım olmaz. Adayları ya da seçmenleri oy verme noktasında tenkit eden sözler kabul edilemez. Tüm partili arkadaşlarımız tepkili. Hiçbir açıdan, hiçbir siyasî parti adına kabul edilemez” demek zorunda kaldı. Peşinden de sözkonusu milletvekilinin kamuoyundan özür dilemesi gerektiği söylendi. Özbayrak’ın şu ana kadar milletten özür dilediğini duymadık. Sadece konuşmasının “yanlış anlaşıldığını” söylemekle yetindi. Fakat bu sözler “oy için demokrasiden taviz verilemeyeceği” gerçeğini değiştirmedi.

* * *

DTP Genel Başkanı Ahmet Türk’ün grup toplantısında yaptığı konuşma da bu mânâda değerlendirilebilir. Malûmunuz, Ahmet Türk, geçtiğimiz Salı günü partisinin grup toplantısındaki konuşmasına Türkçe başlayıp, Kürtçe olarak sürdürmüştü. Konuşmayı canlı yayınlayan TRT 3 (Meclis TV) yayını anında kesmişti. Bunun üzerine Meclis Başkanı Köksal Toptan, Meclis’te Türkçe haricinde bir dille konuşmanın anayasa’ya ve Siyasî Partiler Kanununa aykırı olduğunu söyledi. 1991 yılında “Kürtçe yemini” sonrasında yaşananları hatırlayanlar hemen arkasından soruşturmalar, dâvâlar, cezalandırmalar geleceğini düşünse de “kıyamet kopmadı.”

Türkiye’de birkaç gündür bu mesele konuşuluyor. MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin “İhanet karşılıksız kalmamalı” türü açıklamaların yanı sıra daha akl-ı selimle yorumlar yapanlar da var. Seçim öncesi şov olarak değerlendiren de…

Bir taraftan Kürtçe yayın yapan TRT 6 (Şeş) şaşaalı törenlerle yayına başlıyor, diğer taraftan bir parti başkanı partisinin grubunda Kürtçe konuştuğu için TRT 3 (Meclis TV) yayını kesiliyor. Bu bir çelişki… Ancak Türk’ün böyle bir çıkışının seçimlere yönelik olduğunu düşünenlerdenim. Çünkü, Türk’ün konuşmanın hemen ardından yaptığı “Dillerin zenginliğinden ve güzelliğinden bahsettim. Eğer bu yasaksa o zaman çarşaflı insanların da Meclis’e gelmemesi gerekiyor. Başbakan Kürtçe konuşabiliyorsa ben de konuşurum” gibi sözlerinden bu çıkışın bir inatlaşmanın ürünü olduğunu gösteriyor. Burada meselenin üzüm yemek değil, bağcıyı dövmek olduğu da ortaya çıkıyor. Bu tartışma çok su götürdüğü için şimdilik bu kadar yorum yapmakla yetinelim.

* * *

Sözün özüne gelince… Seçim kampanyalarında çok şey konuşulup, çok vaatler verilir. Düşünmeden konuşmak, sözünün nereye varacağını hesap etmeden nutuklar çekmek en başta demokrasinin en önemli araçlarından birisi olan seçim sürecine zarar veriyor. Çünkü söz ağızdan çıktıktan sonra geriye dönüşü olmuyor. Ancak tevil edilebiliyor, ya da “ben öyle söylememiştim” denilebiliyor. Ama söz ortalık yerde duruyor…

Bu yüzden de herkesin demokrasiye zarar verecek beyanlardan kaçınmaları gerekir. Yoksa Adalet Bakanının dediği gibi halk “cezasını” verir.

28.02.2009

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  H. Hüseyin KEMAL

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Sitemizle ilgili görüş ve önerileriniz için adresimiz:
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır