|
|
Selim GÜNDÜZALP |
Yarınım bugünüm içindedir |
|
(Dr. M. İkbal’den ilhamla.)
Ey nefsim ve ey genç arkadaşım!
ir cam parçası iken, elmas hâline gelmek istiyorsan, Hz. Muhammed Mustafa’nın (asm) bütün insanlığa ihsanı olan “fakr” yolunu tut.
Fakr nedir dersen? İnançlı bir insanın fakrı, karaları, denizleri yerinden oynatır. Bu fakr, Hz. Hüseyin’in Kerbelâ’da göklere yükselen sözlerinde ve tekbirinde gürlemiştir. Haktan gelen her şeye razı olmaktır fakr, ama gönülden bir kabulle ve arzuyla.
Fakr nedir? En basit bir hayat tarzı içinde, elindeki şartın en olumsuzuna ve en azına rağmen Hz. Ali (ra) gibi Hayber Kalesini fethetmektir. Fakr, nice sultanları esir edip önüne katmaktır, atının terkisine atmaktır.
Nedir fakr? Kelime-i tevhidi hayata katmaktır. Terazide malı değil, nefsini tartmaktır. Öyle bir göze mâlik olmaktır ki fakr; karanlıkta bile doğruyu gören gözdür o. Canlı bir gönlün baktığı gözdür.
Fakr, bir gece baskınıdır nefse. Allah’ın emirlerine kıl kadar şaşmadan uymaktır. Uyanmaktır. Gafletten, fakr ile uyanıp uzaklaşmaktır.
Fakr postu öyle bir posttur ki, o nice nefs ordularıyla boğuşur. O post ki, sultanların tahtlarını bile tirim tirim titretir.
Kanatsıza kanat olur fakr. Fakr, Allah’tan başkasına muhtaç olmamaktır. O zaman dünya senin olur da, içinden bir kuruş bile almazsın. Çünkü ihtiyaç duymazsın. İşte gerçek zenginliktir fakr. İhtiyacım kadarı bana yeter dersin. Geçer gidersin. Yazın yiyecek, kışın yakacak derdiyle uğraşıp, bir ömrü boş yere tüketmezsin. Elindekini yetecek kadar kâfi görmezsen, kanaat ehli olmazsan, karınca gibi ayak altında ezilirsin. Sana uçmak yaraşır, sürünmek değil. Arı gibi ol, uç ki, başlar üstünde gezesin. Güneşle arkadaş olup, çiçekleri göresin.
Fakr, kendi işini, hizmetini iyi düşünmektir. Bir köşeye çekilip elleri kavuşturmak, sessizce oturmak ve hayata karışmamak değildir.
Ey nefsim ve ey genç arkadaşım!
Selin önündeki çerçöp gibi, hırsın önüne düşüp kaybolmak istemiyorsan, fakra yapış.
Sultanların önünde, ‘Lehü'l-mülk,’ ‘Mülk Onun’dur diye, nara atmaktır fakr. Hakikî Sultan’ın önünde boyun eğmektir. Gönül tahtını ele geçiren sahte sultanları alaşağı edecek gücün adıdır fakr. Hakikî fakra sahip olan, dünyanın gerçek zenginidir. Elindeki son lokmayı da bir aça verip, kendi tok olmaktır fakr. Kendi açlığıyla ilgilenmez fakr. Asıl açlığın ne olduğunu bilir. Rızkın değil, Rezzak’ın peşindedir. Rezzak’ı bulmuştur. Nimetten in’âma geçip, Mün’im’i yani o nimetleri vereni bulmuştur.
Ey nefsim ve ey genç arkadaşım!
Fakr, Allah’tan gayrı her şeyden müstağnî olup uzak kalmaktır. Bu çağda hakikî açlığımız; rızkın azlığından değil, Rezzak’tan uzak kaldığımızdandır. Fakr, güvercinlerin göğü değil, ürkek kuşların seması hiç değildir. Fakr, şahinlerin, kartalların yüksekliğidir. Nebilerin ufkudur. Allah dostlarının şahikasıdır. İsteyerek, seve seve kabul ederek, bir mü'min kardeşinin mutluluğu için, kendi hayatını hiçe saymaktır fakr.
Bırak alçaklar kargaların olsun. Bırak çöplükte eşelenmeyi. Sen gözünü ötelere, göklere çevir. Kanadın kırık ya da yaralı olabilir. Her zorluğa, her engele rağmen uçmaya çalış. Kartalların kanatlarını yolmakla, uçmalarına engel olunamaz.
Fakr Bedir’dir. Bedr’in aslanlarıdır. Son nefeste, son yudum suyu içi yandığı halde başını çevirmektir. Diğer kardeşini tercih etmektir. İsar hasletine ermektir. Fakr, Gar-ı Hira’daki hâldir. Hz. Ebûbekir-i Sıddık’ın yoludur. Elde ve avuçtakini vermektir. Hz. Osman yoludur fakr. Adım başı felâkete tebessümdür fakr. Uhud’dur, Huneyn’dir. Ve Taif’tir. Ümitlerin bittiği yerde yeniden doğmak, yeniden dirilmektir fakr. Soğuk mu soğuk bir gecede Hendek’teki haldir. Kuytularda bir gece nöbetidir. Allah yolunda tozlanan ayaklara ve ağlayan gözlere cehennemin uzak oluşudur. Ruhî bir oluştur, tekâmüldür fakr. Çırılçıplak, dolunay gibi, apaçık bir tecellidir fakr.
Bir sineğe bile yerden göklere yükselmek zevkini ve şevkini verir fakr. Öyle bir niyet, öyle bir adım, öyle bir yoldur ki fakr, çıkmadan doyar yolcu. Yemeden yürür, istemeden donatılır içi dışı. Gökten inen sofra gibi, her an ruhuna İlâhî feyizler içirilir fakr eteğine yapışanın.
Şahine şahinlik, kartala kartallık yaraşır. Gökler yönsüz onundur. Yer onundur. Çünkü onun Rabbinindir.
Fakrın şahı, padişahı Hz. Peygamber (asm) bütün mü'minlere hitaben ne demişti: “Bütün yeryüzü benim mescidimdir.”
Şimdi bu mübarek mescit, doğudan batıya kimin eline geçti ise, geri almak şanındandır fakr erbabının.
Hakkın mescidini başkalarının elinden kurtarmak için çok çalışır. Fakrın işi budur. Eski dünyayı, yani mel’abegâh olanı terk etmektir fakr. Yeni olanı, yani, Allah’ın güzel isimlerinin tecelligâhı olanı ve ahiretin tarlası olanı ele geçirmektir fakr.
Ey nefsim ve ey genç arkadaşım!
Bedeni terk etmek değildir fakr. Bedenle beraber Hüda’yı aramaktır. Nefs atına binip dizgini ele almaktır. Mü'minin fakrı, katıksız ve katışıksız bir safvettir. Tertemiz arı duru bir sudur. Hakk’ın sıfatlarına bürünmektir, görünmek değil olmaktır ki, adı fakrdır.
Dallardaki meyveler fakr söyler. Neyimiz vardı da bu rengi, bu şekli, bu kokuyu aldık. Yokluktan varlığa, topraktan dallarda durmaya, ibretli nazarlara görünmeye fakr ile çıktık der, her bir meyve…
Mü'minin farkı, fakrındadır. Nereye gözünü atsa, zikrine dahil olmak için güneş de ay da can atar. O kâinata fakrıyla can ve hayat katar. O fakrda bir nokta vardır ki, ancak o düğüm açılınca gözükür hazineler. Mü'minin fakrı benliğini konuşturmak değildir. ‘Ben ben’ demek hiç değildir. Çünkü ‘ben’ diyen bu kâinattan silinir. Mü'minin fakrı bu inceliği bilir. Benliğini Hakk’ın bileyi taşına vurur. Vurur da orada bilenir. Mü'minin fakrı, mağarada, dağda, inzivada değildir. Hayattadır ama Hakk’ladır. Halk içinde dahi Hakk’ladır. Hakk’ın adamı böyledir.
Benliğini öldürüp, söndürmek değildir fakr. Bir meşale gibi yakıp parlatmaktır. Nice taifenin yolunu aydınlatmaktır fakr. Hakk’ın celâlini, Hakk’ın kudretini gönül aynasında bütün saffetiyle parlatmaktır, yansıtmaktır ki, adı fakrdır.
“Her şeyi, ama her şeyi senin için yarattım,” fermanına karşı; “Ben de her şeyi Senin için terk ettim” diyen Sultan-ı Levlâk’ın (asm) yoludur fakr.
Hz. Peygamberin (asm), kendine ait ganimet malı olan develeri bir vadide görünce; “Ne kadar güzeller,” dedi ve beğendi diye, Mekke’nin en zenginine, Ebu Süfyan’a, “Hoşuna gittiyse al, senin olsunlar” demektir, diyebilmektir fakr. Ve Ebu Süfyan’dan yükselen yüce tasdik: “Vallahi sen Resulûllah’sın. Bu kadar cömertlik, ancak bir peygamberde olabilir.” Fakr sahibi bir konuştu mu pir konuşur. Hakk’ın dili olur, öyle konuşur. Her zerresi dildir, her hâli sözdür onun.
Bu aşkı kaybetmekten korkmalıyız. Asırlardır ne çıktıysa dünyaya hakkı anlatan, hakkı gösteren, hep fakr adamlarından çıkmıştır. Malının bekçiliğini yapmaz. Malı o kadar çoktur ki, neredeyse hiç yoktur fakr sahibinin. Fakr sahibinin mezata verilecek, satışa çıkarılacak malı yoktur. Ballar balını bulmuştur. Kovanını çoktan yağmalamıştır.
Ey nefsim ve ey genç kardeşim!
Belki üç asırdan beri bu fakr ile yanış, bu heyecan neredeyse kayboldu. İnsanlık âlemi bu neşeyi duymadan yaşadı. Kıyameti görmeden, kıyameti yaşadı. Düşüncedeki çirkinlik ve sadece benim olsun diye içten içe ruhu kemiren benlik, içimize bir kurt gibi girdi. Yedi bitirdi bizi. Bencillik, cimrilik hâkim oldu. Yığıldı da yığıldı mallar ellerde. Her şeyi nefsi için biriktirdi. Her şeyi nefsinde topladı. Vaktini, zamanını, bir ânını bile Allah için harcamadı, paylaşmadı. Fakra ulaşamadı, fakir olarak süründü gitti.
Altmış, yetmiş yılda elde ettiklerine bir baksana insanların. Bırak ahireti, dünyayı bile kazanamadık. Bari onu başaraydık. O da olmadı. Mülkün sahibi esirgemedi ama, bizim açgözlülüğümüz kendi sonumuzu ve mahrumiyetimizi hazırladı. Böyle mi olmalıydı? Yazık ettik, hem de çok yazık...
Bu asrın ve geçmiş asırların iç yüzü budur. Çok saklanan bir yemek sonunda ekşir. Haram mal, başkasının hakkıdır. Durur mu kirli mal; ya ateş, ya su, ya da bir kriz gelir götürür. Başkasına yar olmayan, sana yar olur mu?
Bu asır bizi bize ve kendimize yabancı etti. Ne etti ise bize bu asır, yaman etti. Bu asır bize, bilmediğimiz daha neler neler etti. Ruhumuzu çaldı, fakrımızı aldı.
Şimdi onu geri alma zamanıdır. Sesine, nağmelerine dikkat et de, bırak şu leş kargalarıyla arkadaşlığı, yoldaşlığı. Seviyene uygun dostlar bul. Cins, cinsine çeker. Sen de ne cinsten olduğunu bil de, aşağı dallara yuva kurma. Unutma kartallar yüksekten uçar, kargalar değil. Kartallar yükseklere konar. Çöplükte eşelenmeyi bırak, kendini tavuk zannetmeyi bırak, kanatlarını kullan. Kargalara değil, meleklere yoldaş ol. Fakr kanadını aç, Rabbinin o engin semasında uç. Kılıç gibi keskinleştir kendini, sonra da kaderin kucağına atıl.
Hedefini, gayesini bilmediği için gönlünde değişim zevklerini kaybetmiş, ölüp gitmişlerden olma. İdeallerini çaldırma.
Hz. Muhammed Mustafa’nın (asm) emellerinin nurundan bizi mahrum etme ey kardeş. Aradığın ateş, ruhunda, imanında gizli. Fakr ile uyandır. Yan alev alev. Yan ki, yeni bir dünya doğsun, yeni bir hayat çıksın eskinin küllerinden, simurg gibi.
Ey nefsim, ey genç kardeşim!
Fakr insanı, malının kölesi değil sahibi yapar. Fakr ile yaşayan zengindir. Ve böyle bir asırda, Allah’ı (cc) kalbinden çıkarmayan zengin, ne mübarek insandır. Gerçek fakr erbabıdır.
Helâl lokma yemenin mânâsını idrak edemeyen bir toplumda yaşamak, mü'min için bir vebaldir. Ağır bir imtihandır. Ayağını sağlam bas. Arkadan gelenler omuzuna basacak. Ona göre. Fakr silkiniş, fakr uyanış ve diriliştir. Ölüm erişmeden, ecel yetişmeden önce, hicret etmeye bak. Cimrilikten cömertliğe, israftan iktisada, berekete. Durgun su kokar, tembellikten gayrete, harekete hicret. Sen, Allah’ın emrinden dışarı çıkmazsan, senin hükmünden, senin sözünden de kimse dışarı çıkmaz. Yoksa bırak nefsini, eşyaya bile sözün geçmez, dinletemezsin. Öyle bir Şâh’a kul ol ki, kapısında cümle sultanlar gedadır, dilencidir. Kul ol ki, kölelikten kurtulasın.
Hayatın içinde gizli ışığı görmektir fakr. Bunu açıkça görmek istiyorsan kalbinin derinliklerine in, orada bulabilirsin.
Şimdi fakr ile donanıp, Hakk ile boyanma zamanıdır. Yaradılışın içine dalmak ve kâinatı okumak zamanıdır. Kalbindeki ateşi, enerjiyi çıkar, sal cihana, bir nefes gibi sal ki, fakr konuşsun: “Cihanda kimse kimseye muhtaç olmasın, Hakk’ın keremi ve hazinesi sonsuzken, kul kula muhtaç olmasın.”
Fakr, hayata şereftir ve hayata renktir.
Ey nefsim, ey genç kardeşim!
Böyle sönük, şevksiz ve renksiz bir hayat bize yakışmaz. Fakr kaybedileli beri her kapı çalınır, herkesten her şey istenir ve dilenilir oldu. İzzet ve şeref ayaklar altına düşüp çiğnendikten sonra, sahte yücelik, bırak cücelerin olsun. Aziz olan Allah’tan, diri bir gönül isteme zamanıdır.
O zaman göreceksin konuştuğunu, sadece kuşların değil, havanın, suyun ve çiçeğin de. Kâinatın içine dal, insanların arasına dal, ama fakr ile, izzet ile, tam zamanıdır.
Peşindeki gölgeye dikkat… Gölge mi nedir? Nefistir seni yolda koyan; şeytandır sana ayak bağı olan. Bir nefes olsun içine sokma, ‘Hu,’ ‘Lâ ilâhe illâ hu’dan başkasını. ‘İllâ hu, illâ hu.’ İllâ O… Yürü, yürü, yolun açık olsun güzelim. Güzel kardeşim benim. Sende ümitvar. Sende ümidimiz var. Bekliyoruz yıllardır. Gel artık. “Gel, yollar seninle genişleyecek.”
Son sözümüz; Allah deriz, biz gideriz… Fakra doğru, dosta doğru.
Allah dost, gerisi post…
***
Yazımızı fakr sultanı Hz. Ebubekir’den bir hatıra ile bitirelim:
Ebubekir-i Sıddık (ra) varını yoğunu Allah yolunda sarfetmiş ve özellikle hicret sırasında harcanan malları, o zor yıllarda Müslümanlara güç vermişti. Onu, cennet köşesi sayılan Resulûllah’ın mescidinde otururken görüyoruz. Sırtında aba mahiyetinde bir hırkası var. Mekke’nin en asil ve zengin insanı sayılan Hz. Ebubekir, bu hırkayı sedir ağacının dikenleriyle tutturmuş, eliyle sağını solunu kapatmaya çalışıyor.
O esnada Cebrail Aleyhisselâm geliyor ve Efendimiz’e (asm) şöyle buyuruyor:
“Yâ Resulâllah! Allah (cc), Ebubekir’e selâm ediyor ve diyor ki; ‘Ben onun kulluğundan razıyım; o da benim Rablığımdan razı mıdır?’”
Efendimiz, bu sözleri Hz. Ebubekir’e ulaştırdığında, o büyük insan, yerin dibine geçip âdeta ölecek gibi oluyor. Güçlükle söyleyebiliyor şu sözleri:
“Yâ Resulâllah, ben kimim ki Rabbimden razı olmayayım? Benim için takdir ettiği şeylerden nasıl hoşnut olmam ki?”
Evet onlar, er geç ellerinden çıkacak olan şeyleri Allah yolunda harcadılar. Fakat hiçbir zaman ellerinden çıkmayacak olan hazineleri kazandılar.
24.01.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Celâlî ve Cemâlî isimler üzerine |
|
Bayan okuyucumuz: “Risâle-i Nûr’da bahsedilen Celâlî ve Cemâlî isimler nelerdir? Bu isimlerin tecellîleri, varlıklardaki ve insanlardaki yansımaları ve sonuçları hakkında neler söylenebilir?”
Allah Teâlâ hem sonsuz Celâl ve İzzet Sahibi; hem de nihâyetsiz Cemâl ve Güzellik Sahibidir. Her iki sıfat grubu da mevcûdât üzerinde kayıtsız, hadsiz ve sayısız tecellîlere sahiptir.
Cenâb-ı Hakk’ın ezelî sıfatlarının Celâlî ve Cemâlî olmak üzere genelde iki türlü tecellîye sahip olduğunu beyan eden1 Bedîüzzaman, “Bismillâhirrahmânirrahîm” kelimesinde yer alan “Allah” kelâmının “Celâl” lafzı olduğunu ve bu kelâmdan Celâl silsilesi tecellî ettiğini; diğer iki isim olan “Rahmân ve Rahîm” kelâmlarından da Cemâl silsilesi tecellî ettiğini kaydeder.2 Buradan, Kur’ân’da yüz on dört defa nazil olan “Bismillahirrahmânirrahîm” mübârek cümlesinin hem Celâlî isimlerin, hem de Cemâlî isimlerin zikrini özünde barındıran bir İlâhî kelâm olduğunu söylemek mümkündür.
“Bismillah” cümlesini Vâhidiyet ve Ehadiyet tecellîleri açısından da ele alan Bedîüzzaman, Kur’ân’ın varlıklar âlemini kuşatmış olan Vâhidiyet içinde akılları boğmamak için dâimâ Vâhidiyet içinde Ehadiyet cilvelerini gösterdiğini beyan eder. Üstad Hazretleri Vahidiyet ve Ehadiyet ıstılahlarını güneş misâliyle açıklar. Buna göre, güneşin tüm dünyayı ihâtasındaki birlik ile, zerrecikler, cam parçacıkları, damlacıklar ve şeffaf şeyler üzerindeki cilvelerinde gözden kaçmayan birlik arasında aslında fark yoktur. Ancak güneşi bir bütün olarak kavramaktan âciz kalan kimsenin, şeffaf şeyleri dikkatinden uzak tutmaması gerekir. Şeffaf şeylerdeki güneşin yansımalarına dikkat ettiğinde güneşi yedi rengi ile birlikte kavramış olur. Çünkü tüm dünyayı kuşatan güneş, aynı zamanda cam parçacıklarında da yansımakta ve yedi rengini göstermektedir. İşte–temsilde hatâ olmasın—Cenâb-ı Hakk’ın tüm isimleri Vâhidiyet itibariyle tüm kâinâtı kuşatmıştır; Ehadiyet itibariyle de her zerrede, her küçük şeyde, her çiçekte, her hayat sahibinde, her insanda yine ekser isimleri tecellî hâlindedir. İnsan aklı koca kâinâtı havsalasına sığdıramaz ve Bir Yaratıcısı olduğunu kavramaktan âciz kalır ise, Kur’ân’a göre çözüm, küçük varlıkları insanın dikkatine arz etmektir. Kur’ân, aklın boğulmasını önlemek için insan aklının kavrayabileceği küçük varlıklar üzerinde Allah’ın isimlerinin ehadiyet cilvelerini, yani Allah’ın birliğinin küçük şeyler üzerindeki tezâhürlerini gösterir. İşte “Bismillah” kelâmındaki Celâl lafzı olan “Allah” ismi Vâhidiyet’e, yani Allah’ın isimlerinin tüm kâinât üzerindeki nüfûzuna ve hâkimiyetine; “Rahman ve Rahîm” isimleri de Ehadiyet’e, yani Cenâb-ı Hakk’ın isimlerinin küçük parçacıklardaki, yani bitki, ağaç, hayvan, insan... vs. tüm hayat sahiplerindeki birlik, şefkat ve rahmet tecellîlerine işâret eder.3
Bir diğer ifâdesinde Bedîüzzaman, Vâhidiyetin Celâl tecellîsini; Ehadiyetin de Cemâl tecellîsini gösterdiğini kaydeder. Bu durumda ekseriyetle nevîlere ve külliyâta, yani bir bütün olarak kâinâta ve küllî şeylere Celâl sıfatı ve Celîl ismi; mevcûdâtın cüz’iyâtına, yani bütün küçük varlıklara, yani kâinâtın fihristesi niteliğindeki küçük hayatçıklara da Cemâl sıfatı ve Cemîl ismi tecellî eder. Bazen de Cemâl, Celâl’den tecellî eder. Yani büyük varlıkların azametinde bir güzellik, büyüklüğünde bir rahmet, haşmetinde bir nezâhet vardır. Büyüklüğü ve azameti Celâlî isimlerden ise, güzelliği ve rahmet eseri oluşu Cemâlî isimlerdendir. Aynı zamanda Celâl içinde Cemâl tecellîsine, Cemâl içinde de Celâl tecellîsine şâhit olmak mümkündür. Yani Celâl ne kadar Cemîl ise; Cemâl de o kadar Celîl’dir.4 Küçüklerde tezâhür eden Celâl ve İzzet izleri de gözden kaçmamalıdır. Meselâ sinek öyle onurludur ki, izzet ve onuruyla, Celâl ve İzzet Sahibi olan Allah’ın eseri olduğunu âdetâ haykırır!
Üstad Saîd Nursî’ye göre, güneş ve arş gibi büyük cirmler, haşmet lisânıyla “Yâ Celîl! Yâ Kebîr! Yâ Azîm!” diye Allah’ı zikrederler. Sinek ve balık gibi küçücük hayat sahipleri de rahmet lisâniyle, “Yâ Cemîl! Yâ Rahîm! Yâ Kerîm!” diye Allah’ı zikrederler. Celîl-i Zü’l-Cemâl’den ve Cemîl-i Zü’l-Celâl’den başka hiçbir kimse, hiçbir şey şu büyük âlem olan kâinâta ve küçük âlemler mânâsında olan cümle canlı varlıklara aslâ müdâhale edemez!5 Buradan hareketle Kebîr, Mütekebbir, Azîm, Cebbâr, Kahhâr, Kâbıd, Hâkim, Melik, Adl, Kâdir, Kaviyy, Muktedir, Müntakım, Vâhid, Dârr gibi haşmet, azamet, ulviyet, büyüklük, hâkimiyet, kudret, kuvvet, ihtişam, kahır, tenzih, tesbih, havf, azab, korku, heybet ve tekebbür ifâde eden isimlerin Celâlî isimler olduğu; buna karşılık Rahmân, Rahîm, Kerîm, Selâm, Mü’min, Müheymin, Gaffâr, Rezzâk, Latîf, Halîm, Şekûr, Vedûd, Mukît, Mücîb, Muhyî, Ehad, Tevvâb, Afüvv, Raûf, Muğnî, Hâdî, Nûr gibi rahmet, şefkat, merhamet, mağfiret, cevap vermek, acımak, güzellik, hoşnutluk, rızâ, sevgi, muhabbet, bağışlamak, tezyin, hamd, lütûf, terğib, recâ ve ümit ifâde eden isimlerin ise Cemâlî isimler olduğu söylenebilir.6
Kâinâtta zıtların birbiriyle mücâdeleleri, büyük şeylerin haşmet ve gösterişi, güzel olanların ise nezâhet ve câzibesi bu iki sıfat ve isim grubunun muhtelif tarzlardaki tecellîlerini nazara verirler. Bu bağlamda, her şeyde görülen sürekli tegayyür ve değişiklik kânûnu; her şeyin her an tekâmül, değişme, gelişme, büyüme ve farklılaşma içinde oluşu; iyilikle kötülüğün, güzellikle çirkinliğin, aydınlıkla karanlığın, nûr ile nârın, hidâyet ile dalâletin hep birbirine mütecâviz ve müdâfî vaziyette bulunmaları da Celâlî ve Cemâlî isimlerin tecellîlerindendir.7
Dipnotlar:
1- İşârât’ül-İ’câz, s. 66; Lem’alar, s. 84 2- İşârât’ül-İ’câz, s. 21 3- Sözler, s.15 4- Mesnevî-i Nûriye, s.178, 181, 183 5- Mektûbât, s. 228
6- İşârât’ül-İ’câz, s. 66’dan istifâde ile 7- Lem’alar, s. 84
24.01.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Siyah adamın başarısı |
|
İslâmın renge, sınıfa, soya sopa bakmadan insana takvasına göre değer verdiğini, bir işe adam getirirken de o işin ehli olanları seçtiğini biliyoruz. İslâmda ne makam, ne mevki, ne zenginlik, ne fakirlik, ne efendi, ne köle, ne hükümdar ve ne de halktan biri arasında bir fark vardır. Herkes eşittir. Üstünlük ancak takva iledir. İş konusunda da o işten anlayan kişiye iş verilir.
Bugün ABD’nin başına kendisini kabul ettirmiş siyah bir kimsenin başkan olması yıllar önce onlara ikinci sınıf vatandaş olarak bakan ABD’nin de artık gerçeklerle yüzyüze gelmesini sağladı. Önce siyahî bir kadını dışişleri bakanlığına, şimdi de siyahî bir kimseyi başkanlığa getirdiler.
Oysa İslâm yüzyıllar önce hangi renk ve ırktan olursa olsun işin ehli olan kimseleri lâyık oldukları makam ve mevkilere yükselterek buna öncülük etmişti. Hz. Ömer zamanında Mısır’ı fethetmekle görevli Amr bin As’ın (ra) komutası altındaki ordu fethe giriştiğinde Mısır hükümdarı Mukavkıs’a bir heyet göndermişti.
Heyetin başında siyah renkli Ubade bin Samit (ra) vardı. Siyah mı siyah, iri yarı birisiydi Hz. Ubade.
Mukavkıs onun iri cüssesini görünce korkmuş, irkilmiş, telâşla, “Uzaklaştırın bu kara adamı benden! Hemen götürün. Başka biri konuşsun benimle” demişti.
Heyettekiler tuhaf karşılamışlardı bunu. Çünkü İslâm renge değil kalbe, bedene değil amele bakıyordu. Mukavkıs’a karşı çıktılar: “Hayır” dediler. “Biz onu uzaklaştıramayız. Çünkü o bizim efendimizdir. Bizden daha iyi ve daha ilerdedir. İçimizde en fazla fikir ve görüş sahibi olan odur. Biz onun sözünü dinler, dediğini yaparız. Komutanımız da doğrudan doğruya onu seçmiş, ona emirler vermiş, sözünden çıkmamamızı tembihlemiştir.”
Cahiliye bataklığına gömülmüş Mukavkıs’a ne kadar zordu bunu anlamak ve anlatmak. Hz. Ubade’nin ilmi, dirayeti ve ileri görüşlülüğüyde ilerde bir kimse olduğunu anlatmak nerdeyse imkânsızdı. O diretecek, onlar da hakta sebat edeceklerdi.
Mukavkıs, “Böyle kara bir adamın nasıl sizden önde bulunmasına razı oldunuz? Aslında o sizden sonra olmalıdır” derken heyettekiler ise şu cevabı veriyorlardı: “Hayır, hiç de öyle değil. Siz onun kara oluşuna bakmayın. O mevki, ilim, fikir ve birçok meziyetleri bakımından bizden daha ilerdedir” deyince çaresiz kalan Mukavkıs, Hz. Ubade’yi dinlemek zorunda kalıyordu.1
İnsanlık renge, kalıba bakma yerine yetenekleri, maharetleri ön plana aldıkça, gerçekler dini olan İslâmla buluşmuş olacaktır.
Dipnotlar:
1- Mecelle-i Umûr-ı Belediye, 1:225.
24.01.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Buzdağı (aysberg) |
|
Türkiye'de devletin içine çöreklenmiş çetelerin, örgütlerin varlığı ve bunların kànunları çiğneyerek gayr–ı meşrû işlere bulaştığı hususu, henüz tam aydınlatılmamış olmakla birlikte, yine de bir umumî kanaat halini almış durumda.
Zira, işlenen suçlar ve yapılan meşrûiyet dışı işler, artık gizlilik kabına sığmadı ve geniş bir alanı kirletircesine taşmaya başladı.
Şimdilik görünen kısım, işte bu taşan kısımdır. Bir başka izah tarzıyla, görün kısım buzdağının (aysbergin) deniz üzerinde görünen kısmıdır.
Dolayısıyla, asıl büyük kitle, henüz görüş alanına girmiş değil.
Yani, mahkemelere intikal etmiş olan çete ve örgüt dâvâları, henüz o bütünün cüz'î bir parçasını teşkil ediyor. Parçanın büyüğü ise, heybede duruyor. Onu ortaya çıkarmaya siyasî irade yetersiz kaldığı gibi, konjonktürel gelişmeler itibariyle de henüz şartlar tekâmül etmiş görünmüyor.
Bu sebeple, yakın geçmişte İtalya'da yaşanan "Temiz Eller Operasyonu"na eşdeğer bir hadisenin Türkiye'de tahakkuk etmesine biraz daha zaman kalmış gibi görünüyor.
Zira, bazı noktalarda tıkanmalar yaşandığı açıkça ortada. Yargı mekanizması, bazı sınırları henüz aşamıyor. Ya baskı mânâsına gelecek, ya da şaşırtma maksadına yönelik bazı engellerle karşılaşılıyor.
Elde (veya ortada) kalan mevcutlara bakıldığında ise, çoğu ıskartaya çıkmış, son kullanma tarihi geçmiş ve bir şekilde artık harcanması yahut etkisiz hale getirilmesi istenen bir çeşit tapon mallara benziyor.
Dolayısıyla, ortada görünen Ergenekon'un, basit ve yüzeysel olduğu, asıl Ergenekon kütlesinin ise, henüz meçhûl ve muammalı bir vaziyet arz ettiği kanaatini uyandırıyor.
Bir takım sabotaj ve sûikast silâhlarının ortaya çıkması, vahim bir gerçeği de gözler önüne serdi: 1) Bu tür silâhların devamı vardır. 2) Henüz çok yeni görünen bu silâhların benzerleri, geçmişteki sûikast ve sabotaj olaylarında da kullanılmış olması kuvvetle muhtemeldir. 3) Bu tür silâhların temini, kullanılması ve depolanması hadisesi, şimdiye kadar ortaya çıkarılmış olan sanıkların tek başına sevk ve idare edebilecekleri türden basit, kolay ve yüzeysel bir organizasyona hiç mi, hiç benzemiyor. 4) Böylesine büyük ve riskli organizasyonların sadece tetikçisi ve hamalı olmaz; bunun bir de ihalecisi, taşeronu, müteahhidi, plancısı, programcısı, tasarımcısı gibi işin tâ kalbine ve beyin merkezine kadar uzanıp giden zincirleme halkaları vardır. 5) Kaçakçı, kumarcı, mafya ve terör örgütü elebaşılarının da parmak izlerinin görüldüğü bu kirli ilişkiler ağıyla, tıpkı bazı sivil ve askerî bürokratlar gibi, bazı siyasilerin irtibatlı olduğu kanaati hasıl oluyor ki, meselenin siyasî boyutu henüz deşifre edilmiş ve üzerine gidilebilmiş değil.
Öyle anlaşılıyor ki, tâ 1923'teki Ali Şükrü Bey cinayetiyle başlayan bu karanlık mesele çok boyutlu ve çok odaklıdır. Şimdilik uç veren ve henüz çok az bir kısmı gün ışığına çıkan bu mendeburdan tümüyle kurtulmak için, geniş bir zaman dilimine ihtiyacımız var.
Yemekte Ergenekon
Meclis Başkanı Köksal Toptan, Çankaya'daki yemekli "zirve toplantısı"nda Ergenekon meselesinin hiç konuşulmadığını söyledi.
Doğru olabilir. Zira, o yemekli toplantıya katılanlar, bu Ergenekon meselesinin yenilir–yutulur cinsten olmadığını muhtemelen fark etmişlerdir.
Bundan dolayı da, şöyle ağız tadıyla bir yemek yiyelim denilerek, o bol kılçıklı meseleye hiç girmek istememişlerdir.
Tarihin yorumu 24 Ocak 1949
Atatürk'e tapan Çağlar'ın tükenişi
Yazdığı ve bizzat oynadığı Ergenekon Piyesi ile 1930'lu yılların başlarında M. Kemal'in takdirini kazanan Şair Behçet Kemal Çağlar (1908–1969), Atatürk'e taparcasına bağlanmış bir kişidir.
Öyle ki, M. Kemal'in ölümüyle birlikte derin bir elem ve teessür içine girmiş, inancının hemen yarısını yitirmişcesine bir karamsarlık içine girmişti.
Şair Çağlar, inancının geri kalan diğer yarısını ise, 24 Ocak 1949'da din derslerinin okullarda serbestçe okutulması sebebiyle kaybetti. Ona göre, din desine yönelmek, Atatürk devrimlerinden uzaklaşmak anlamına geliyordu.
O tarihte Başbakan Günaltay'ın Millî Eğitim Bakanı olarak atadığı Tahsin Banguoğlu müsbet bir insandı. DP'lilerin teklifine sıcak baktı ve din derslerinin okullarda okutulmasını serbest hale getirdi.
İşte, özellikle bu gelişme üzerine bunalıma giren Behçet Kemal, hem bağlı bulunduğu CHP'den, hem de Meclis üyeliğinden istifa etti. İstifasını verirken de, partisinine yönelik tarihe geçecek şu acı itirafta bulundu: "...En iyimseriniz, en taşkın savunucunuz olan ben, artık inancımı kaybetmiş bulunuyorum."
"Ata'ya Mevlit"
Şair Çağlar, M. Kemal'e o derece bağlıydı ki, onun için Hz. Muhammed'e (asm) ithafen yazılan Mevlid'e nazire olacak bir mevlidi (Ata'ya Mevlit) yazacak kadar ileri gitti.
İşte, M. Kemal'i—hâşâ sümme hâşâ–peygamber derecesinde göstermeye çalışan bazı mısraları:
Ger dilersiz bulasız oddan necât
Mustafâ–yı bâ Kemâl'e essalât.
Ol Zübeyde, Mustafâ'nın ânesi
Ol sedeften doğdu ol dürdânesi!
Gün gelip oldu Rızâ'dan hâmile
Vakt erişti hafta ve eyyâm ile.
Geçti böyle, nice ay nice sene
Vakt erişti bin sekiz yüz seksene.
Merhaba ey baş halâskâr merhaba
Merhaba ey ulu serdâr merhaba!
M. Kemal'i peygamber gibi göstermekle de yetinmeyen Behçet Kemal Çağlar, daha da ileri giderek onu ilâhlaştırmaya yeltendi. İşte, bu meyanda yazdığı şiirden bir dörtlük:
Tanrı gibi görünüyor her yerde
Topraklarda, denizlerde, göklerde
Gönül tapar, kendisinden geçer de
Hangi yana göz bakarsa: Atatürk.
24.01.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Petrol savaşları, nimeti ve imtihanı |
|
Kimi cep telefonu, kimi bilezik, kimi 50-100 milyon lira, kimisi bir karış toprak için hemcinslerini canavarcasına öldürüyor!
Bu hırslı, canavarlı sahibiyet duygusu insanda vahşet derecesine çıkarsa; artık ülkeler işgal, kitleler zulüm ve işkenceyle imha derecesine varır.
ABD eski başkanı Bush ve yandaşlarının Afganistan ve Irak’ı işgal edip milyonlarca insanı katledip, bütün bir ülkeyi işkenceden geçirmesinin arkasında bu hırs ve canavarca sahibiyet duygusu yatıyor olmalı. O da petrol ve sair yeraltı zenginlikleridir.
İsrail, Ortadoğu’yu kangölü haline getiriyor. Bunun bir sebebi de yine petrol ve İsrail’in Amerika’nın üssü olmasıdır.
Dünyanın en büyük petrol tüketicisi olan ABD endüstrisi, günlük haayatını sürdürmek için, yılda 7.5 milyar varil petrol harcıyor ve bunun yarısını ithal ediyor. Küresel petrol rezervi olan 1.3 trilyon varilin sadece yüzde 1.4’ü ABD’de.
İşte CIA Dünya Almanağı’na göre, küresel petrol rezervleri dağılımı:
- Afrika’nın en sert rejimlerinden biri olan Nijerya’da dünya rezervinin yüzde 2.5’i bulunuyor. Müslüman ve Hıristiyan unsurlar arasında sürekli gerginlik yaşanan bu ülkede meydana gelen son kriz, petrol fiyatlarının fırlamasına sebep olmuş.
- ABD’nin küresel düşman ilân ettiği Kaddafi’nin yönettiği Libya’da dünya rezervinin yüzde 3’ü bulunuyor.
- ABD’nin eski hasmı Rusya, dünya rezervinin yüzde 5’ine sahip. Rusya düşük rezerve karşın verimli bir üretimle net ihracat gelirinde Suudi Arabistan’ın ardından ikinci sırada.
- Başkan Hugo Chavez’in politik duruşuyla uluslar arası arenada itibar kazanan Venezüella, dünya rezervinin yüzde 5.6’sına sahip. Ülkenin ihracat gelirinin yüzde 80’i petroldan geliyor. Venezüella aynı zamanda ABD’nin ham petrol ihtiyacının yüzde 15’ine yakınını karşılıyor.
- ABD’nin 1990’da uğruna Saddam’la savaşmayı göze aldığı Kuveyt, dünya rezervinin yüzde 7’sine sahip. 1990’dan bu yana Kuveyt hasar görmüş petrol altyapısına 5 milyar dolar harcadı. Ülke, ABD’nin en iyi müttefiklerinden.
- Dünya rezervinin yüzde 7’sine sahip BAE’nin petrolünün 100 yıl yeteceği düşünülüyor.
- ABD’nin 2003’te Saddam’ı devirmesinden bu yana istikrarın sağlanamadığı Irak, dünya rezervinin yüzde 8’ine sahip. Irak rezervlerinin 120 yıl boyunca yetmesi bekleniyor. ABD ve İngiltere şimdiden petrol sevkiyâtına başladı, yeni kurulan Irak kabinelerinde de petrol bakanlığı en çok tartışılan bakanlık.
- Nükleer teknoloji geliştirdiği iddiâsıyla ABD ile gerginlik yaşayan İran, dünya rezervinin yüzde 10’una sahip. İran, uygulanan ambargo sebebiyle petrolünü direkt olarak ihraç edemiyor.
- Dünya rezervinin yüzde 13’ü, ABD’nin kuzey komşusu Kanada’nın.
- Arap Suudi Krallığı dünya rezervinin yüzde 20’siyle açık ara birinci. ABD’nin petrol ihtiyacının yüzde 11’ini karşılayan Suudi Arabistan aynı zamanda ABD’nin en yakın müttefiklerinden. (ntvmsnbc)
Gayet tabiî ki, Müslüman, kendisine verilen nimetlere gereği gibi şükür edip etmeme ve kardeşleriyle paylaşıp paylaşmama imtihanıyla da karşı karşıyadır.
Ve diğer petrol ve sair zenginlikler uğruna gelen işgal ve işkecelere bu açıdan da bakmak durumunda. Ve diğer Müslümanlar da bu işgal ve işkenceleri gücü nisbetinde tel’în edip etmeme imtihanıyla karşı karşıya...
24.01.2009
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
S. Bahattin YAŞAR |
Umumîleşen ibadet ihmalleri, umumî tehlike sinyalleridir |
|
SABAH NAMAZINDA CAMİLERİMİZ!
Namaz yazıları dikkat çekmiş olmalı ki, çoğu oturumlarımızda gündeme geldi. Sabah namazında cami manzaralarımız pek çok ehl-i salatın dikkatini çekmiş. Bu vesileyle semt camilerine sabah namazında ilk kez gidenler dahi olmuş. Ama semtlerindeki camilerde hareketli sabah namazı kılanların anlattıkları ise, çok daha dikkat çekici idi. Çok canlı, dinamik ve katılımlı sabah namazı hatıraları yanı sıra, çok düşündürücü cami ve mescit manzaraları da var.
Sabah namazı vurgusu içeren yazılardan sonra, adeta o yazılar bir taahhüt yerine geçerek, sabah namazlarına camiye gidişlerimizi arttırdık. Dolayısıyla yazılar önce yazanda etkisini gösteriyor. Yazıyorsan, yaşayacaksın tabiî. Yoksa başkaları yaşasın diye yazmak, yazılardaki ruhtan istifadesiz kalmayı sonuç veriyor.
İnsan, İbadetle güzel
İman ve ibadet insana yakışıyor. İnsan, iman ve ibadetle güzelleşiyor. Biraz uzakta olan camilerimizi ziyaretimizde ise, kendileriyle sohbet ettiğimiz imamlar ve müezzinler; adeta bir ‘ah!’ çeker gibiydiler. Müslüman mahallesinde, ‘sürünerek bile olsa gidilmesi tavsiye edilen bir namaz saatinde’ durumlar pek de iç açıcı değildi.
CAMİLER, MÜSLÜMANLARDAN HESAP SORACAK!
İbadet ihmalleri yıkımları beraberinde getiriyor.
Allah’a itaati bozuk olan bir insanın annesine, babasına, eşine ve çocuklarına, akrabalarına, komşularına ve sair mahlûkata sevgi ve saygı göstermesini beklemek güçtür.
İbadet ihmalleri, bırakın birey ve toplum hayatındaki yıkıcı sonuçlarını, dünya savaşlarının bile sebepleri içerisinde geçmektedir.
“ Cenâb-ı Hak, bir kısım maldan onda bir veya bir kısım maldan kırkta bir, kendi verdiği malından birisini bizden istedi; tâ bize fukaraların duâlarını kazandırsın ve kin ve hasedlerini men’etsin. Biz hırsımız için tama’kârlık edip vermedik. Cenâb-ı Hak müterakim zekâtını, kırkta otuz, onda sekizini aldı.”
“Hem her senede yalnız bir ayda yetmiş hikmetli bir açlık bizden istedi. Biz nefsimize acıdık, muvakkat ve lezzetli bir açlığı çekmedik. Cenâb-ı Hak ceza olarak yetmiş cihetle belâlı bir nev'î orucu beş sene cebren bize tutturdu.”
“Hem yirmidört saatte bir tek saati, hoş ve ulvî, nuranî ve faideli bir nev'î talimat-ı Rabbaniyeyi bizden istedi. Biz tenbellik edip, o namazı ve niyazı yerine getirmedik. O tek saati diğer saatlere katarak zayi’ ettik. Cenâb-ı Hak onun keffareti olarak, beş sene talim ve talimat ve koşturmakla bize bir nev'î namaz kıldırdı.” (Mektubat, s.264)
İbadet ihmalleri, eğer umumileşirse, toplumsal sıkıntılara dâvet anlamı taşımaktadır. Onun için umumileşen ibadet ihmalleri karşısında ‘ne yapalım, durum böyle’ diyerek, gelecek sıkıntılardan kurtulmak imkânı yoktur.
Yapılacak şey, en iç daireden başlamak şartıyla, eş, çocuklar, komşu, mahalle ve şehir dairelerini dikkate alarak, üzerimize bir şeyler düşüyorsa, -ki düşer- o konularda adımlar atmanın zamanıdır. Evimizden, apartmanımızdan, sokağımızdan şehrimizden bir şekilde biz de sorumluyuz. Sorun sadece, sabah namazında birkaç kişiyle namaz kılan hocanın sorunu değildir.
YARATICIYLA ARASI İYİ OLMAYANIN,
O'NUN YARATTIĞIYLA İYİ OLMASI ZOR
İbadet ihmalleri, insanın meyillerini ifrat ve tefrite (aşırılıklara) sevke eder, fikirleri dağıtır ve insanı canavar bir hayvan haline getirir. Böyle bir insanın da yapamayacağı hiçbir zulüm, hiçbir haksızlık yoktur.
Yaratıcısı ile arası iyi olmayan bir insanın, O’nun yarattıklarıyla arasının iyi olmasını beklemek fazla iyimserlik olur. İnsan önce Sanatkârı bilecek, sevecek ki, sonrasında onun san'atına ilgi göstersin ve sevsin. Yani Cenâb-ı Hak ile arası açık olan bir insanın; anne babasıyla, çocuklarıyla, akrabalarıyla, komşularıyla sair mahlûkatla iyi olması oldukça zordur. Cenâb-ı Hak ile arası açık insanların çoğaldığı bir toplum, Cenâb-ı Hakkın himayetinin, iradetinin, rahmetinin, merhametinin, şefkatinin ve sair isimlerinin çekildiği bir toplumdur. Allah muhafaza!
SABAH NAMAZI, KİMLİK GÖSTERMEK GİBİDİR
Sabah namazlarımıza biraz vurgu yapmalıyız. Yıkıma -hiç değilse kendi adımıza- seyirci kalmamalıyız. Sabah namazlarında cami ve mescitlerimizin durumları, sanki iman ölçer bir ölçüt gibi, durumumuz hakkında bilgi veriyor. Sabah namazı saatlerimiz, hayatın ritminin en yüksek olduğu zaman dilimlerimiz olmalıdır.
Müslümanlar olarak, dinimiz ne diyorsa öyle yaşamalıyız, Peygamberimiz (asm) nasıl bir yaşama modeli ortaya koymuşsa, öyle uygulamalıyız ki, hakikî Müslüman olalım, hem de birilerine tenkit malzemesi olmayalım. Müslümanın varlığı ve yaşama biçimi, gayr-i Müslimler için bile tahassüngâh vesilesidir. Müslümanların yaşadığı toplum hayatından bütün insanlar hoşnut olduğu gibi, sair mahlûkat bile hoşnut olmalıdır. Müslümanlar, yeryüzünün güven kaynağı, rahmet ve merhamet vesilesi ve zînetidir. Onun için onlardaki ihmaller, mahlûkatın hukukunu da ilgilendiriyor.
24.01.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Tehlikenin farkında mıyız? |
|
Çoğu zaman başka maksatlar için kullanılan ve bir bakıma “Ergenekon”u perdelemek için tekrarlanan “Tehlikenin farkında mıyız?” şeklindeki slogan, aslında hepimiz için uyarıcı nitelikte olmalı. Öyle ya, karşı karşıya olduğumuz tehlikelerin farkına varamadıktan sonra, ‘tedbir’ almak mümkün olabilir mi?
Bu sloganı kullananlara göre ‘tehlike,’ dünya gerçeklerine uygun olarak Türkiye’de yaşayanların da git gide daha fazla dinin icaplarını yerine getiriyor olmasıdır. Kendilerince ‘tehlike’ye dikkat çekmek için sık sık, “Eskiden böyle değildi. Şehirlerde, yollarda, otobüslerde, ‘kamusal alan’da başörtüsü takan yoktu. Hiç üniversitede başörtüsü takılır mı! Hele hele öğrenci, memur vs. namaz kılar mı? Benim ‘teyzem’ de dindardır, ama başını kapatmazdı” derler.
Kendilerince haklıdırlar. ‘Eski’den böyle değildi, ama ‘niçin’ini hiç düşündüler mi? Doğrudur, ‘eski’den Türkiye’de ve dünyada bu kadar cami, mescit, Kur’ân kursu da yoktu. Ama ‘şimdi’ var ve inşaallah daha da artacak. ‘Eski’den yoktu, çünkü Türkiye uzun süre ‘tek parti’ ile yönetildi ve bu talepleri dile getirenler susturuldu. Sadece Türkiye’de değil, bütün dünyada; (meselâ Rusya’da) bir dönem ‘din öldürülecektir’ diyenler ülkeleri yönetti. “Din afyondur” diyenler, inançsız nesiller yetiştirmek için her yolu denedi. Fakat, neticede mağlûp oldular. Çünkü inanmak, insanın fıtratının/ yaratılışının gereğiydi. Bu bakımdan, dini yok sayan bütün uygulamalar mağlûp olmaya mahkûm oldu.
İşte, dünyadaki bu umumî gelişmelere paralel olarak ülkemizde yaşayanlar da daha fazla dinin icaplarını yerine getirmeye başladı. Namaz da kıldı, oruç da tuttu, hacca da gitti. (Bu arada, 1950 öncesi ‘tek parti devri’nde uzun süre hiç kimsenin hacca gitmesine izin verilmediğini de hatırlayalım.) Dolayısı ile “Eskiden bu adetler yoktu, şimdi nereden icap etti?” demek ve bu şekilde bir akıl yürütme ile bir yere varmak mümkün değil.
“Tek parti devri”ne hayranlık duyanlar iki de bir, “Tehlikenin farkında mısınız?” demek suretiyle insanları hakir görmeye çalışırken, asıl tehlikeye dikkat çeken önemli bir isim Türkiye’nin misafiri olmuş. İngiliz hukuk adamı Sir Geoffrey Bindman, Boğaziçi Üniversitesi’nde yapılan “İnsan Hakları ve İfade Özgürlüğü” konulu konferansının bu yılki konuğu olarak bir konuşma yapmış. İnsan hakları, özgürlükler, medya hukuku, iftira ve ayrımcılık karşıtı hukuk alanlarında uzman olan Sir Geoffrey Bindman, doğru bir tanımlama yaparak ‘tehlike’ye dikkat çekmiş: “Demokratik bir toplumda, hükümetin orduyu kontrol etmesi gerekiyor. Herhangi bir toplumda, hükümete bağlı olmayan bir ordu, çok tehlikelidir.” (Sabah, 18 Ocak 2009)
Bindman’a yakın bir değerlendirme de emekli askerî hakim Ümit Kardaş’dan geldi: “Sivil iradenin nasıl bir ordu istediğini bilmesi ve ona göre bunu planlaması gerekir. (...) Halkın temsilcilerinin, parlamentonun orduyu denetlemesi lâzım. Kışlanın kapısından giremeyen demokrasi olamaz.” (Yeni Asya, 20 Ocak 2009)
Avrupa Birliği’nin yayınladığı ‘ilerleme raporları’nda da daima bu ilişkiye dikkat çekilmesi, her fırsatta bu konuların masaya getirilmesi her halde Türkiye’yi idare edenler için bir şeyler ifade ediyor. “Çağdaş ülke”ler bu ilişkiyi rayına oturtabilen ülkeler değil midir? O halde Türkiye’nin yapması gereken de bu ilişkileri sağlam, demokratik temellere oturtması olsa gerek.
24.01.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Cevher İLHAN |
Ve 'madalyalar' meselesi |
|
İsrail’in üç haftayı aşan Gazze katliâmı ve vahşeti sırasında Türkiye’nin Büyük Ortadoğu Projesi’nin “eşbaşkanlığı”nın yanı sıra gündeme gelen konulardan biri de Başbakan Erdoğan’ın Amerika’daki Yahudi lobisinden aldığı “ödül” ve “madalyalar” oldu.
Amerika’nın etkin Yahudi kuruluşlarından (Amerikan Jewish Congressin) Amerikan Yahudi Kongresi, 1906’da New York’ta Yahudi bankerler tarafından İsrail devletini kurmak ve Siyonizmi dünyaya egemen kılmak misyonuyla kurulan örgütlerden biri.
Refah Partisi ve Fazilet Partisi’nden kopan “Yenilikçiler”in kurduğu birkaç aylık AKP’nin 3 Kasım 2002 seçimlerine hazırlandığı süreçte Yahudi Komitesi’nin dâvetlisi olarak gittikleri ABD’de kısa adı JINSA olan Yahudi Ulusal Güvenlik Enstitüsü yetkilileriyle görüştükleri o günün medyasında yer almıştı.
Yahudi lobisini ve mason localarını temsilen önde gelen Yahudi kuruluşlarının başında gelen kısa adı AJC olan (American Jewish Committiee) Amerikan Yahudi Komitesi’nden Harold Taner, R. Tayyip Erdoğan’a “cesâret madalyası”nın takılmasını önermişti. New York’un en büyük tefecilerinden olan Taner’in, dünyanın en büyük tefecilik şirketlerinden birinin başında bulunan Yahudi global komploculardan, küresel felâketlerle, ekonomik krizlerle, savaşlarla, darbelerle ülkede kargaşa ve kaosa zemin hazırlayan CFR adlı Amerikan derin devleti kuruluşunu yöneten “Rotschildlar” için daha önce çalıştığı ve “fitne stajı”nı yaptığı belirtilmekte…
“CESÂRET” VE “ÜSTÜN HİZMET” ÖDÜLLERİ…
İşte bu Amerikan Yahudi Kongresi, sadece Siyonist önderlere lâyık gördüğü “Yahudi Cesaret Karakteri Ödülü (Profiles of Courage)” olan “Davut boynuzu”nu Ocak 2004’teki Amerika ziyaretinde Erdoğan’a verdi.
Erdoğan, madalyayı aldıktan sonra yaptığı “teşekkür” konuşmasında, “Yahudi düşmanlığı utanç verici bir akıl hastalığının tezâhürüdür, katliâmla sonuçlanan bir sapkınlıktır, sapıklıktır… Musevi düşmanlığının Türkiye’de yeri yok…” diye konuştu.
Erdoğan’a ödül veren diğer Yahudi lobisi kuruluşu, kısa adı ADL “İftira ve İnkârla Mücadele Birliği” (Anti Deformation Launge) örgütüydü. AKP’nin kuruluşu aşamasında Türkiye’ye gelip Erdoğan ve Gül ile gizlice buluşarak Dünya Yahudi Cemaati’nin desteğini taahhüt ettiği belirtilen ADL Başkanı Abraham Foxman, göğsüne “üstün hizmet madalyası” taktığı Erdoğan’ı “Yahudilerin ebedî dostu” olarak ilân etti.
Bilindiği gibi bu “üstün hizmet ödülü”, “irtica ile mücadele” için dayatılan 28 Şubat postmodern darbesi mimarlarından Em. Orgeneral Çevik Bir’e de “laikliğe yaptığı hizmetlerden dolayı” Yahudilerin dinî merâsimiyle koronun okuduğu İbranice ilâhiler ve şarap ikrâmı eşliğinde takdim edilmişti.
1913 yılında kurulan ve küresel çapta cinâyetler, suikastler ve bombalı saldırılarla toplumları istikrarsızlaştıran ADL, “ABD’nin Yahudi mafyası” olarak “İngiliz farmasonluğunun Yahudi kolu olan B’nai Brith’in etkisi altında adeta Amerikan mafyasının halkla ilişkiler bürosu gibi” tanıtılıyordu. Kurdukları ‘Denizaşırı Yatırımcılar Servisi’ adlı şirketle, milletler arası silâh ve uyuşturucu kaçakçılığı, kirli parayı aklama gibi işleri yürüttüğü, işgal altındaki Filistin topraklarında ve Kudüs’ün Hıristiyan ve Müslüman bölgesindeki geniş arazilerin kanunsuz alım satımı ve emlâk skandalında da işin içinde olduğu açıklanmıştı. (Yunus Altınöz, Zaman, 20.11. 1992)
“Küresel Kapitalizm ve Siyonizmin ortak plâtformu” olarak nitelenen bu iki Amerikan Yahudi örgütü, Kongre üzerindeki etkisini kullanarak her yıl yeniden piyasaya sürdüğü “Ermeni soykırımı” iddiasını Türkiye’ye karşı bir “tehdit ve şantaj” aracı olarak kullandığı da ayrı bir konu…
“MADALYALARI” NEDEN
İÂDE ETMİYOR?
Gerçek şu ki Türkiye daha önce bu her iki kuruluşa lobi faaliyetleri için milyonlarca dolar vermiş. ABD Adalet Bakanlığı’nın web sitesinde açıklanan bir rapora göre AKP Hükümetinin iş başına geldiği 2003 yılında da Türkiye, APCO Worldwide, Harbour Group, Livingston Group ve Solarz Associates’in de aralarında bulunduğu yedi lobi şirketine toplam 3 milyon 201 bin dolardan fazla ödeme yapmış.
Ne var ki Irak işgalinin başında 65 bin Amerikan askerinin Türkiye topraklarında konuşlanmasını öngören “hükûmet tezkeresi”nin 1 Mart 2003’te TBMM’de reddedilmesiyle başlayan ve en son Türkiye’nin İran’la doğal gaz antlaşması görüşmeleriyle gelişen ilişkiler, sözkonusu Amerika’daki lobileri baştan beri nemâlandıkları “Ermeni soykırımı” meselesinde tavır değiştirmeye yöneltti. (Hakan Çelik, Posta, 24.8.2007)
Başta ADL olmak üzere, Amerikan Yahudi lobisinin kuruluşları, Türkiye’ye karşı etkin siyasî baskı ve propagandaya giriştiler. ADL Başkanı Foxman, “1915’te Ermenilere yapılanların soykırıma tekabül ettiğine karar verdik” dedi. “Tehdidi hissettirme” taktiğiyle Türkiye’ye karşı açıkça bir “soykırım uyarısı” ve “şantaj” uygulandı. Neticede yoğun temaslarla bu kuruluşlar zor “ikna” edildiler ve “soykırım görüşleri”ni geri çektiler. (İbrahim Karagül, Yeni Şafak, 24.8.2007)
Gelinen noktada İsrail, hiçbir uluslar arası hukuk ve insanî değer tanımadan Türkiye’nin bütün ricalarına rağmen Gazze’ye saldırıp çoğu çocuk ve kadın binbeşyüz insanı öldürüyor, altıbini aşkın sivili yaralıyor.
Bütün bunlar olurken Türkiye’nin ABD ve bölgedeki stratejik müttefiki İsrail’le her türlü mütâbakatı sürüyor. Bizzat Başbakan tarafından “öldüğü” ilân edilse de Türkiye’nin BOP’taki “eşbaşkanlık görevi” devam ediyor. Hâlâ Gazze’yi bombalayan İsrail jetleri Türkiye hava sahasında eğitim görüyor. Hâlâ Türkiye İsrail’le stratejik işbirliği içinde; Silâhlı Kuvvetlerin modernizasyonu faaliyetlerini İsrailli firmalar yürütüyor.
Ve Başbakan Erdoğan, “dış politikada etle tırnak gibi olan İsrail ve Amerika”ya tam destek için kurulan Yahudi lobisinin çatı kuruluşları AJC ve ADL’den aldığı “cesâret” ve “üstün hizmet” madalyalarını iâde etmiyor.
Peki neden?
24.01.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mehmet KARA |
AB konusunda kararlılık |
|
Başbakan Tayyip Erdoğan’ın dört yılın ardından ilk kez AB’nin kalbi niteliğinde olan Brüksel’e gitmesi gündemin yoğunluğu sebebiyle hak ettiği yeri almadı.
AB konusunda bir yavaşlama görülüyordu. Erdoğan’ın dört yıl aradan sonra Brüksel’e gitmesi hükümetin yeniden Avrupa Birliği reformlarına dönmesi olarak görülüyor. Özellikle 2007’de seçimlerin ardından neredeyse reformlar konusunda hiçbir adım atılmamış, hükümetin ayak sürüyen tutumu hem AB çevrelerinde hem de ülke içinde eleştirilere sebep olmuştu.
Brüksel’e gitmeden önce hem Ali Babacan’dan alınan başmüzekerecilik görevinin Egemen Bağış’a verilmesi hükümetin tekrar reformlara başlayacağının ilk işareti olmuştu.
Avrupa Komisyonu, 5 Kasım 2008 tarihinde, Türkiye ile süren uyum ve müzakere sürecinin bir değerlendirmesini yaparak farklı başlıklarda “Türkiye 2008 İlerleme Raporu”nu yayınlamıştı. Rapor da hükümetin reformlar konusunda yavaş kaldığı, özellikle yeni anayasanın taslaklar hazırlatılmasına rağmen gündeme getirilmemesi eleştirilmişti.
Raporda, “Hükümet, AB katılım sürecine ve siyasî reformlara bağlılığını ifade etmiştir. Ancak, geniş siyasî yetkilerine rağmen, hükümet, tutarlı ve kapsamlı bir siyasî reform programı ortaya koyamamıştır” cümlesi dikkat çekerken, demokrasi ve insan haklarını güçlendirecek reformların yapılması çağrısında bulunulmuştu.
Türkiye’nin AB ile ilişkilerinde yol haritası özelliği taşıyan ve Türkiye’nin önümüzdeki 4 yıl içerisinde AB’ye üyelik sürecinde yapmayı “öngördüğü taahhütleri” içeren “3. Ulusal Program” ise 31 Aralık 2008’de yayınlanmıştı. Programda, AB’ye uyum konusunda 100’ün üzerinde yasa değişikliği ile 300’den fazla tüzük ve yönetmelik gibi düzenlemeler yer alıyor.
* * *
Erdoğan “reform sürecinin yavaşladığını” söyleyenlere alışageldiğimiz tutumu ile kızıyor, sinirleniyor ancak “ne yaptınız?” diyenlere de verilen cevaplar arasında sadece TRT 6 ve TCK’nın 301. maddesinde yapılan kısmî değişikliği gösteriyor. Üyelik müzakerelerinde toplam 35 başlıktan şimdiye kadar yalnızca 10’unun açılabildiğini, bunlardan da bir tanesi sonuca bağlanmış durumda olduğunu da söylersek bu yavaşlamayı görebiliriz.
Erdoğan ziyaretin ardından, 2009’un reformlar için sıçrama yılı olacağını söylerken, “AB’den başka birinci önceliğimiz ve alternatifi yok” demişti.
Başbakan’ın bu sözlerini okuyunca aklımıza, dönemin başmüzakerecisi Ali Babacan’ın 2007 yılı sonlarında söylediği “2008 AB yılı olacak. Bambaşka bir yıl olacak. Şaşıracaksınız…” sözü ile Başbakan’ın “2009 yılı AB yılı olacak” sözlerini getirdi.
* * *
Gelinen noktada 2007 ve 2008 kaybedildi. 2009 bari kaybedilmesin. Burada Egemen Bağış’a büyük görevler düşüyor. Türkiye’nin AB ile ilişkilerinde sıçrama yapması içinde yakın diyalogların geliştirilmesi, 4 yıl gibi uzun sürelerin beklenmemesi gerekiyor.
Hükümetin 29 Mart seçimlerinden sonra reformlara hız verileceğini söylemesine de anlam verilemiyor. 2 ay gibi bir sürede de reformlar yapılabilir.
Türkiye’de reformların son zamanlarda hızının azalmasını eleştirirken, diğer yandan “imtiyazlı ortaklık” gibi formülleri ortaya koyan AB’ye düşen ise, Türkiye’nin AB reformlarının başarılı bir şekilde hayata geçirilmesini sağlama konusunda destek olmasıdır.
Artık Türkiye’nin AB serüveninde 2009 yılı da kaybedilmesin. Türk halkı “AB konusunda kararlıyız” diyen Erdoğan’dan bu kararlılığının özellikle son iki yılda olduğu gibi lâfta kalmamasını bekliyor.
24.01.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Filistin’in üç düşmanı |
|
Gazze’ye yönelik son saldırılar, Bediüzzaman’ın yüz yıl önce dile getirdiği tesbitin haklılığını bir kez daha gösterdi.
Üstad o ifadesinde diyordu ki:
“Bizim düşmanımız cehalet, zaruret, ihtilâftır. Bu üç düşmana karşı sanat, marifet, ittifak silâhıyla cihad edeceğiz.” (Divan-ı Harb-i Örfî, s. 23)
Baskı, zulüm ve sömürüye maruz her insanda ve dolayısıyla bu durumdaki Müslümanlarda da hakim olan psikoloji, bu baskı, zulüm ve sömürüyü yapan “düşman”ları suçlamaya yöneliktir.
Ve hiç şüphe yok ki, bu suçlama haklıdır.
Ama tek başına meseleyi çözmez. Elinde bulundurduğu güce dayanarak zulmeden düşman, suçlama ve yakınmalarla bertaraf edilemeyeceği gibi, onun insafa gelmesine de yardımcı olmaz.
Olsa olsa, zulme boyun eğmeme ve direnme bilinç ve kararlılığının ifadesi olarak işe yarar.
Ancak bu direnişin başarılı olmasının da şartları vardır ve Üstadın aktardığımız tesbitinde bu şartlar gayet özlü şekilde ifade edilmektedir.
Bu tesbitle Müslümanlara deniliyor ki:
Hariçteki düşmanların hücum ve taarruzlarına maruz kalabilirsiniz. Ama siz asıl düşmanı kendi içinizdeki cehalet, fakirlik ve ihtilâflarda arayın. Gücünüzü ve enerjinizi tüketip sizi haricî düşmanlar karşısında da zaafa düşüren asıl tehlikeler bunlardır. Evvelâ bunlara çare bulun.
Gerçekten de, cehalet karanlığında, fakirliğin pençesinde ve ihtilâflarla bölünüp parçalanmış bir toplumun, dışarıda başka düşman aramasına gerek yok. Çünkü o kendi içinde çökmüştür.
Ve hariçteki düşman da, bu durumundan istifade ederek hücum edip taarruzunu şiddetlendirir ve o toplumu boyunduruğu altına alır.
Buna meydan vermemek için evvelemirde yapılması gereken şey, cehaletin ilim ve eğitimle, fakirliğin kalkınma hamleleriyle, ihtilâfların da sıkı bir ittifak ve dayanışma ile izale edilmesidir.
İlim ve eğitimle aydınlanmış, kalkınarak zenginleşmiş, ortak hedef ve idealler etrafında kenetlenmiş bir toplumu hiçbir dış güç yıkamaz.
Aslında Filistin halkı, Arap toplumları içerisinde eğitim düzeyi en yüksek olanlardan biri olarak biliniyor. Ve bunda Hamas’ın da, ilkokuldan üniversiteye kadar kurduğu eğitim kurumlarıyla son derece önemli katkıları söz konusu.
Ancak tek başına eğitim, sorunu çözmüyor. Diğer şartların da tamamlanması gerekiyor ki, bütününden sağlam ve muhkem bir yapı çıksın.
Ve o noktada Filistinliler, eğitim alanındaki başarılarını, ne yazık ki, meselâ ittifak ve tesanüd konusunda ortaya koyamıyorlar. El FetihHamas bölünmüşlüğü ve onun haricinde irili ufaklı diğer Filistinli grupların dağınıklığı ortada.
Yakın zamanda El Fetih ve Hamas mensuplarının virane Filistin sokaklarında birbirleriyle silâhlı çatışmalara girerek İsrail’i memnun ettiklerini de derin bir üzüntüyle hatırlamaktayız.
Bu bölünmüşlük bir an önce sona erdirilmeli. El Fetih ve lideri Abbas Hamas’a kucak açmalı, Hamas da Abbas’ı “İsrail’in ve Batının adamı, işbirlikçi hain” olarak suçlamaktan vazgeçmeli ve İsrail’e karşı yekvücut bir tavır sergilemeliler.
Yeni ABD yönetimi ve AB de Hamas’ı reddeden, dışlayan, “terörist” olarak suçlayan politikalarını terk ederek, Filistin halkının seçimine saygı göstermeli ve Hamas’ı sürece dahil etmeli.
Ve Filistin’in üçüncü düşmanı fakirlik, zaruret. Gerek İsrail’in amansız abluka ve ambargosu, gerekse gerçekçi bir stratejiye de dayanmadığı görülen sürekli savaş ve çatışma ortamı, bu kronik sorunun aşılmasına engel teşkil ediyor.
Öyle ki, Türkiye’nin TOBB inisiyatifiyle Gazze’de inşasına giriştiği sanayi sitesi projesi dahi, bu ortam yüzünden ilerleme kaydedemiyor. Nitekim İsrail’in son saldırıları bu projenin bir kez daha meçhul bir tarihe ertelenmesine yol açtı.
Filistin eğer İsrail’e karşı cihadda başarılı olmak istiyorsa, evvelâ kendi içindeki cehalet, zaruret ve ihtilâf düşmanlarını alt etmek zorunda.
Diğer bütün İslâm toplumları gibi...
24.01.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|