"Gerçekten" haber verir 24 Ocak 2009
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formuİletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi

adresine bekliyoruz.

 

Basından Seçmeler

Ergenekon tanımı denemesi

Dün sabah televizyon ekranlarından Ergenekon soruşturmasının 11. dalgasını izliyoruz.

Yanılmıyorsam on üç ilde gözaltılar var; en çok da Türk Metal İş Sendikası Başkanı Mustafa Özbek’in gözaltına alınması konuşuluyor.

CHP’den bir grup da Sendika Başkanı Mustafa Özbek’in evini ziyaret ediyor; ekranlara ve televizyonların internet sitelerine de CHP’li milletvekillerinin demeçleri yansıyor.

Bu demeçlerden bir tanesi de CHP Genel Başkan Yardımcısı Sayın Mustafa Özyürek’in demeci.

CHP’li Sayın Özyürek demecinde gözaltına alınan sendikacı Mustafa Özbek’i ortaokul sıralarından beri tanıdığını, Özbek’in atatürkçü ve laik kimliğinin daima ön planda olduğunu ifade ediyor ve gözaltına alınmasını kınıyor.

Bu ‘atatürkçülük ve laiklik’ söylemi son yıllarda, 27 Nisan sürecinde çok ön plana çıkmış bir söylem.

10. Cumhurbaşkanı Sayın Ahmet Necdet Sezer de görevinin son döneminde Cumhurbaşkanlığını yaptığı Cumhuriyet’i tanımlarken özenle ‘laik Cumhuriyet’ ifadesini kullanmayı tercih ediyor idi. Aynı dönemin yüksek rütbeli komutanları da ‘laik Cumhuriyet’in’ korunması için ellerinden geleni yapacaklarını ifade ediyorlar idi.

Aynı ‘laik Cumhuriyet’ söyleminin CHP saflarında da yaygınlığını dün sabah bir kez daha CHP Genel Başkan Yardımcısı Sayın Mustafa Özyürek’in demecinden anlıyoruz.

Daha önce de bu konuyu bu sütunda sayısız kere yazdım, başka yerlerde de dile getirdim ama belirli bir çizgide, anayasal çizgide mutabakat sağlamada zorlandığımızı görüyorum.

‘Atatürkçü ve laik Cumhuriyet’ ifadesi, çok net söylüyoruz, günümüz Türkiye’sinde ve dünyada artık bir hukuksalllık ve meşruiyet kaynağı değildir.

Anayasa’nın ikinci maddesi Türkiye Cumhuriyeti’nin niteliklerini belirtirken dört temel ilkeyi öne çıkarmaktadır: demokrasi, laiklik, hukuk devleti ve sosyal devlet.

Bu dört ilke arasında da anayasacılar bir hiyerarşik ilişki kurulamayacağını belirtmektedirler.

Sorumlu bir kişi de kamuoyu önünde Cumhuriyet’in nitelikleri konusunda demeç verirken bu dört ilkeye de vurgu yapmak ZORUNDADIR.

Tanımının ne olduğu çok belirgin olmayan (altı ok?) atatürkçülük ideolojisini bir kenara bırakırsanız, anayasanın ikinci maddesinin dört ilkesi çağdaş bir devlet yapılanmasının olmaz ise olmazlarıdır ve bu ilkeler arasından laikliği cımbızla çekip ön plana çıkarmak kanımca çağdaş Cumhuriyet kavramına en büyük hakarettir.

Ama bu anayasa ihlali ve suçunu ülkemizde işleyenlerin, ve özellikle çok üst düzeylerde işleyenlerin sayısı sanıldığından da çoktur.

Dün sabah yaşananlara ve CHP’li Mustafa Özyürek’in Özbek’in ‘atatürkçü ve laik’ kimliğine yaptığı vurgu ülkemizin bir kesiminin taşıyıcılığını yaptığı bu temel sorunu tekrar gündeme getirmiştir.

Ergenekon soruşturmasının özü seçimle gelmiş bir siyasal iktidarı demokratik olmayan yöntemlerle devirme girişimidir ve atatürkçü ve laik olmak bu suçu işlemeye engel değildir.

Türkiye’nin tüm yurttaşları ve hatta kurumları anayasanın dört temel ilkesi arasında bir hiyerarşik bağ kurmaktan vazgeçmedikçe, hukuk devleti ve demokrasi ilkelerini de en azından laiklik ilkesi kadar önemsemedikçe Ergenekon ya da benzeri belalar başımızdan eksilmeyecektir.

Herkes kendine göre bir Ergenekon tanımı yapmaktadır; bendeniz de bugün, CHP’li Mustafa Özyürek’in açıklaması sonrası Ergenekon meselesinin özünü Cumhuriyet’in nitelikleri arasında hukuk devleti ve demokrasi ilkelerini dönemsel olarak dahi olsa vazgeçilebilir görmek diye tanımlamak istiyorum.

CHP’li Mustafa Özyürek, ortaokul arkadaşı Özbek’e kefil oluyor, sendikacı arkadaşının laiklik ve atatürkçülük hassasiyetini ön plana çıkarırken nedense hukuk devleti ve demokrasi ilkelerine bağlılığını vurgulamıyor.

Bu acaba sıradan bir dil sürçmesi mi yoksa CHP’nin ideolojisi midir?

Star, 23 Ocak 2009

Eser Karakaş

24.01.2009


Ne asker düşmanlığı, ne de TSK’dan ‘rövanş’ almak...

Cumhurbaşkanı Gül’ün Çankaya’da yasama, yürütme ve yargı organlarının başkanlarını bir yemekte buluşturması iyi niyetli bir çabanın ürünüdür.

Anayasal bir görev olarak devletin zirvesinde ‘uyum’ sağlamaya dönük bir arayışın, Türkiye’de istikrara katkısı olabilir ancak...

Çankaya zirvesinden çıkan mesaj, dünkü Milliyet’te şu ifadelerle özetleniyordu:

“Hukukun üstünlüğüne ve temel ilkelerine bağlı kalınsın, uygulamalarda da usul yasalarına azami özen gösterilsin.”

İyi güzel.

Eğer hukukun üstünlüğü diyorsak, elbette başka türlüsü düşünülemez. Gerçek bir hukuk devletinde bunun istisnası olamaz.

Hukukta çifte standart yoktur.

Hukuk herkesi bağlar.

Ama eğer biz ‘hukukun üstünlüğü‘nü işimize geldiği vakit hatırlarsak, bu güzel sözler bayat klişeler olarak kağıt üstünde kalmaya mahkum hale gelir.

Zurnanın zırt dediği yer de burasıdır. Ve ne yazık ki bizim ülkemizde bu durumun yargı düzeninde ağır bastığı birçok olay yaşanmıştır.

Susurluk bunlardan biridir.

Mesut Yılmaz kaçıncı kez açıklıyor. 1990’lı yıllarda devletin, devlet kurumlarının terörle mücadele ederken hukukun dışına çıktığını söylüyor.

Yılmaz’ın 1997’deki talimatıyla, kendi Başbakanlığı döneminde Başbakanlık Teftiş Kurulu aracılığıyla hazırlattığı Susurluk Raporu bu hukuk dışılığın korkunç örnekleriyle doludur.

Devletin resmi raporunda yer alan bu örneklerin bir kısmını bu köşede daha önce de yayınlamıştım. İsterseniz, şunları bir daha okuyun.

——-

“Türk Emniyet Teşkilatı tarafından öldürülmesi kararlaştırılmış ve karar infaz edilmiştir.”

——-

“JİTEM çatısı altında illegal bir oluşuma gidildi. Diyabakır ve çevresinde PKK ile ilişkili olduğundan şüphelendiğimiz hemen herkesi infaz etme yetkimiz vardı.”

——-

“Bu insanları yakalayıp suçu varsa tespit edilip, adalete teslim etmek yerine, faili meçhul bir şekilde öldürmeyi bir yöntem olarak benimsemiştik. Bizden istenen buydu, bu tarzda talimat alıyorduk.”

——-

“Adam öldürme veya ‘adam alma’ yetkisinin bu ciddiyetten uzak kullanımının karşıt tepkileri geliştirmesi kaçınılmazdı.”

——-

“Kanaatimizce ‘infaz grubu’ ifadesi birçok olayın düğüm noktasıdır. ‘İnfaz grubu’na kimler emir verebilir?.. OHAL bölgesinde bu karar mercii başçavuşlara, komiser yardımcılarına, çok daha önemlisi bu yetki dünkü terörist, yarınki potansiyel suçlu itirafçılara kadar inmiştir.”

——-

“1996 yılında Kolordu Komutanı’nın her türlü düzensizliğe son vermek için harekete geçmesi, bu adam öldürmedeki keyfiliği de bir noktaya kadar önlemiştir.”

——-

Devletin raporu böyle diyor, “adam öldürmedeki keyfilik’ten söz ediyor.

Susurluk işte budur.

Peki, hesabı soruldu mu?

Başbakan Çiller sordu mu? Başbakan Yılmaz, Başbakan Ecevit Susurluk’un hesabını hukuk dışına çıkan devlet kurumlarından sordular mu 1990’larda?

Yanıt koca bir ‘hayır’dır.

Peki, asker kendi içinde Susurluk’la hesaplaştı mı, JİTEM’le hesaplaştı mı?

Cevap yine ‘hayır’dır.

Neden bu hesaplar sorulmadı? Sorulamadı? Başbakanlık Teftiş Kurulu’nda hazırlanan Susurluk Raporu’nda bu açıdan bazı ipuçları da yer alır.

9. sayfadan:

“PKK ile mücadele eden devlet güçlerinin tepkisini, öfkesini ve bazı şedit davranışlarını anlamak ve mazur görmek mümkündür. Hatta zaruridir.”

Buna katılıyor musunuz?

Evet mi, hayır mı?

Evet diyorsunuz, ‘hukuk’u, ‘hukukun üstünlüğü’nü, ‘insan hakları’nı unutun gitsin. Eğer Türkiye’de, Güneydoğu’da yaşanan binlerce faili meçhul cinayeti içinize sindirebiliyorsanız, başka acılar gibi bunların acısını da hissedemiyorsanız eğer, sözün hükmü kalmıyor.

“Devletin ağzı süt kokmaz!”, “Devlet bazen rutin dışına çıkabilir!” diye özetlenebilecek görüşlerin geçerli olduğu bir devlet düzeninin kapısı hukuka kapalı kalmaya devam eder.

Ve hiç unutmayın:

Bu zihniyet değişmedikçe, hukuk ve demokrasi adına hesaplar sorulmadıkça, devletin içine de gerekli hukuk ve demokrasi götürülmedikçe, ne yazık ki, bu ülkede daha çok faili meçhuller, siyasi cinayetler yaşarız. Susurluk’lar, Ergenekon’lar, Sarıkız’lar, Ayışık’ları, Eldiven’ler görmeye devam ederiz.

Bu görüşümü yıllardır savunuyorum.

Asker düşmanı değilim.

Türk Silahlı Kuvvetleri’ni yıpratmanın veya ondan ‘rövanş alma‘nın peşinde değilim.

Aklım başında...

Ama hukuktan yanayım.

Demokrasiden yanayım.

Demokrasi ve hukuk birtakım kuru klişelerden, bayramlık laftan ibaret değildir çünkü...

Son söz:

Eğer Türk Silahlı Kuvvetleri de daha fazla yıpranmak istemiyorsa, kendi içinde bazı hesapları sormak, temizlemek ve ‘kol kırılır yen içinde kalır’ anlayışını terkettiğini göstermek zorundadır.

Yoksa hukuk da, demokrasi de içi boş klişeler olarak kalmaya devam eder.

Milliyet, 23 Ocak 2009

Hasan Cemal

24.01.2009


Adını koyalım: Sorun askerîdir

Ergenekon soruşturması hem hukuki hem siyasi bir “taşıyıcı”dır.

Karanlık yapılarla, darbe girişmeleriyle uğraştığı kadar, askerin siyasi rolüne de dolaylı olarak el atmıştır.

Şöyle diyelim: Bu dava ve soruşturma rayından çıkmadıkça, askerin özerk ve sorumsuz konumuna ilişkin sınırlayıcı sonuçlar üretecektir… 2002 sonrası reform politikaları devlet ve mevzuatta sivilleşme hamlesi başlatmıştı. Ancak bu durumun fiili bir karşılığı olmadı. Ordu siyasete yönelik müdahalelerini başka araçlarla yürüttü. Ergenekon soruşturması ise bir darbe girişimini kuyruğundan yakaladığı oranda, sivilleşme hamlesinin bu eksikliğini hukuki yaptırımlar üzerinden fiili açıdan gidermektedir.

Doğal değil midir bu? Karanlık yapılardan hesap sormak, temellendikleri ana yapı ve ana gelenekten hesap sormakla mümkün olmaz mı? Geriye dönme, siyasete müdahale yeni araçlar üretme yolları ancak hukuki yaptırım söz konusu olursa ve ana gelenek hedeflenirse kapanır. İtalya’da, İspanya’da, Yunanistan’da, Arjantin’de, Şili’de olduğu gibi…

Ergenekon davası bu açıdan Türkiye’nin temizlenme ve demokratikleşme hamlesinin taşıyıcısı olmaya adaydır… Aksi çabalar, soruşturmada silahlar ile bazı ünlü simaları, küçük başlar ile büyük başları birbirinden ayıran, birini fail diğerini mağdur ilan eden, ele alan yorumlar, bilerek ya da bilmeyerek, Susurluk davasında olduğu gibi tetikçilerle sınırlı, ana gövdeye dokunmayan bir Ergenekon süreci talep etmekte, bu talebe destek vermektedir…

Türkiye JİTEM’le hesaplaşmak için faili meçhullerin faillerini, emir verenlerini bulmalı ve cezalandırmalıdır… Bunları tekrar yaşamamak için ana yatak kurutulmalıdır.

Bu ise ise büyük geleneğin “askeri vesayet geleneği”nin hem hukuki düzeyde, hem politik olarak hem toplumsal meşruiyet açısından “eritilmesi”yle mümkün olur…

Adını tam koyalım:

Sorun askeridir ve gerçektir…

İntihar eden JİTEM’ci Albay Abdülkerim Kırca’nın cenazesinde tekmili birden yer alan komuta heyeti, aslında bu duruşuyla bile bu soruna, sorunun derinliğine işaret etmektedir.

Bir gazete haberi bakın ne diyor:

“JİTEM’in eski üyesi Abdülkadir Aygan, ‘kayıp’ sekiz kişinin öldürülmesinin yanı sıra dört cinayetle ilgili de emekli Albay Abdülkerim Kırca’yı suçlamıştı. Bu kişiler arasında Murat Aslan da vardı. Aygan’ın anlatımına göre Aslan, Kırca’nın emriyle Aygan ve bir grup itirafçı tarafından kaçırıldı. 7. Kolordu içinde ve JİTEM’e ait olduğu belirtilen yerde sorgulandı. Aslan, infaz edildikten sonra Şırnak’ın Silopi ilçesinde bir köyde toprağa gömüldü. Aygan’ın televizyon programında verdiği yer tarifi üzerine baba İzettin Aslan harekete geçti. Savcılığın izniyle yapılan kazıda kemikler bulundu. Adlı Tıp, kemiklerin ‘kayıp’ Murat Aslan’a ait olduğunu belirledi…”

Haber eski, uçan kuş duydu bunu…

Peki komuta kademesi bilmiyor mu?

Peki ya, Susurluk raporunun şu satırlarına ne demeli: “İnfaz grubu ibaresi kanaatimizce birçok olayın düğüm noktasıdır. ‘İnfaz grubu’na kim emir verebilir? Böyle bir grubu kimler kurabilir? Devlette bu yetki olacaksa sistem nasıl işleyecektir? Ve hangi amaçla bu sistem çalıştırılacaktır? OHAL bölgesinde bu karar mercii başçavuşlara, komiser yardımcılarına çok daha önemlisi bu yetki dünkü terörist yarınki potansiyel suçlu itirafçılara kadar inmiştir. 1996 yılında kolordu komutanının her türlü düzensizliğe son vermek için harekete geçmesi bu adam öldürmedeki keyfiliği de bir noktaya kadar önlemiştir…”

Bu iddia devletin…

Ve açık: İnfaz grupları var, cinayetler işliyorlar, bir kolordu komutanı “bir nokta”ya kadar keyfiliği engelliyor, yani muhtemelen cinayetlerin kişisel çıkar için işlenmesine mani olmuş…

Gazeteciler bunları da mı unuttunuz?

Evet, sorun ortadadır.

Bu ülke demokratikleşecekse, ordu askeri işlevi ötesine adım atmayacaktır…

Yeni Şafak, 23 Ocak 2009

Ali Bayramoğlu

24.01.2009


Ergenekon’un beyin takımı niye Avrasyacı

Tabii ki sokaktaki tetikçi, avanta peşindeki medyacı ya da hükümet düşmanı siyasetçi değil Avrasyacı olan. Ergenekon örgütlenmesinin dünya sistemi içindeki konumunu düşünebilen beyin takımı Avrasyacı...

İki açıdan böyleler:

1) Avrasya seçeneğinin doğru bir yol olduğunu düşünüyor.

2) Darbe ile otoriter bir rejim kurup NATO’cu subayları tasfiye ettiklerinde, ABD’yi ve Avrupa Birliği’ni karşılarına alacaklarını, dolayısıyla Avrasya’ya yönelmek zorunda kalacaklarını biliyorlar.

Birbirini besleyen ikili bir durum bu: “Darbe yaparsak mecburen Avrasyacı oluruz” ve “Avrasya seçeneğini ancak darbe ile gerçekleştirebiliriz.”)

***

Ergenekon bağlamında gözaltına alınan emekli orgeneral Tuncer Kılınç, serbest kalır kalmaz, NATO’dan ayrılmamız gerektiğini, AB’nin ise Türkiye’yi bölmeye çalıştığını söyledi.

Yani Milli Güvenlik Kurulu’nun eski genel sekreterinin fikirleri 2002’den beri değişmemişti: ABD’ye, NATO’ya ve AB’ye karşıydı.

***

Geçen gün emekli tuğgeneral Nejat Eslen’in bu konuda bir yazısı daha yayınlandı. (Radikal, 21 Ocak)

Nejat Eslen özetle şöyle diyor:

1) Ergenekon basit bir çete operasyonu değildir. Bu süreç dünyanın ve Ortadoğu’nun değişen dinamikleri ile ilgilidir.

2) Çok kutuplu bir uluslararası sistem oluşuyor. Küresel ekonominin ve jeopolitiğin ağırlık merkezleri Atlantik’ten Pasifik’e kayıyor. Küreselleşmenin etkin aktörleri çoğalıyor.

3) Krizden Çin ve Hindistan gibi ekonomiler avantajlı çıkacak.

ABD ise güç kaybedecek.

4) Çeşitli nedenlerle (nüfus, coğrafya, vs) AB, Türkiye’yi bünyesine kabul edemez.

5) ABD ise Türkiye’yi Ortadoğu için bir Ilımlı İslam modeli haline getirmeye çalışıyor.

6) O halde dengeler değişirken Türkiye de tehdit ve fırsat değerlendirmesini Avrasya bağlamında yapmalı.

***

Suç işleyenlerin cezalandırılması gerektiğini ama Türkiye’nin çıkarını Avrasya seçeneğinde aramanın Ergenekonculuk (suç) olmadığı belirtiyor Nejat Eslen.

Elbette bu konu üzerinde düşünen, makale yazan, konuşan, hatta parti kuran insanlar eleştirilebilir ama suçlanamaz.

İyi güzel de... Onca silah, suikast tim ve krokileri, yeraltı örgütlenmesi, Susurlukçuları devreye sokmalar, muvazzaflara kanca atmalar, el bombaları, TNT kalıpları, para kaydırmalar neyin nesi oluyor?

Hepsinden önemlisi Sarıkız ve Ayışığı darbe planları, Danıştay saldırısı ne anlama geliyor?

Elbette her Avrasyacı Ergenekoncu; her Ergenekoncu da Avrasyacı değil.

Ama Ergenekon’un özü Avrasyacı, yani Ergenekon Avrasyacı bir hareket!

(Gördük işte: Olayın farkında olmadığı için adam gayet samimi bir şekilde ‘Amerikancıyım’ diyor.

Bu konu tartışılırken, olayı Rusyacılığa indirgeyip pişmiş kelle gibi sırıtanlar da var.)

***

Eslen diyor ki: “Süreç sona erdiğinde, Türkiye jeopolitik kimliğini ve rejimini yeniden tanımlamış; devletin kimler tarafından ve nasıl yönetileceğini belirlemiş olacak.”

İşte ben de baştan beri bunu diyorum: Ergenekon’un amacı; ekonomisi kapitalist ama yönetimi otoriter, yüzü Doğu’ya dönük bir Türkiye. (Niyesini Eslen yazısında anlatıyor.)

Buna da ancak darbeyle, kan akıtarak, demokrasiyi ortadan kaldırarak ulaşacaklarını düşünüyorlar.

Hedefleri haklı dahi olsa, yöntemleri korkunç!

Sabah, 23 Ocak 2009

Emre Aköz

24.01.2009

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 
Sitemizle ilgili görüş ve önerileriniz için adresimiz:
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır