|
|
Mikail YAPRAK |
Hak ve adalet kantarında: FİLİSTİN DRAMI |
|
Kur’ân-ı Kerim’de var olan dört ana esastan birinin de "adalet ve ibadet" olduğu bilinmektedir. Mutlak adalet ancak Cenab-ı Hakka mahsustur. Kulların adaleti izafîdir, görecelidir. Adaletsizlik de yine kulların işidir. Yani bu insanoğlundan her şer ve kötülük beklenebildiği ve görülebildiği gibi, adaletsizlik de insanlar tarafından işlenebilir ve işlenmektedir. Hz. Ebu Bekir (r.a) hilâfete seçildikten sonra yaptığı ilk konuşmada, güç ile hukuk ilişkisinin doğru ve âdil çerçevesini çizmiştir. Şöyle ki:
“Güçsüz olanınız (haklı ise) hakkını alıncaya kadar benim yanımda güçlüdür. Güçlü olanınız (haksız ise) kendisinden hak sahibinin hakkını alıncaya kadar benim katımda güçsüzdür.“
Gücün sözünü geçirdiği yerde hukuk işlemez, adalet de tesis edilmez. Gücün hukuka göre düzenlendiği yerde tek ölçü adalettir. Fatih Sultan Mehmet’in sıradan bir insan ile aynı safta muhakeme olmayı kabul etmesi, ülkede hukuk ve adaletin sözünün geçtiğini göstermeye yetmişti.
Cenab-ı Hakkın adaleti iki türlü tecellî ediyor. Birisi: Hakkın hak sahiplerine tevzîidir. Herşeyi bir ölçü ve mizan içinde yerli yerine koymak şeklindedir. Yaratılan herşeye dikkatle bakıldığı zaman, her yönü ile ölçülü, dengeli ve yerli yerinde yaratıldığını görüyoruz.
Allah’ın ikinci tarz adaleti ise, haksız ve zalimleri cezalandırmak sureti ile tecellî ediyor. Bunun en açık misali, geçmiş kavimlerin inkâr ve azgınlıklarına karşılık, topluca helâk edilmeleri ve birtakım günah ve kusurlara karşı dünyada musibet ve belâlara maruz kalmamız örnek olarak verilebilir. Ama yine de dünyadaki bu cezalar, suçun tam karşılığı olmadığı için, ahirette cehennem ile tamamlanacak. Yani, ikinci tarz adalet, bu dünyada tam tecellî etmiyor. Sebebi ise, ahirete havale edilmesidir. Bu da ahiretin varlığının delillerinden biri oluyor. Bugünkü İsrail devletinin, elinde bulundurduğu maddî ve siyasî gücü, teknolojiyi kendisine hasım gördüğü güçsüz ve masumları imha yolunda kullanması, yanına kâr kalmayacak, hem dünyada ve hem de ahirette akibeti vahim olacaktır.
Sırası gelmişken, 18 Kasım 2007’de İstanbul’da yapılan Bediüzzaman ve Adalet Sempozyumundan, bugünkü Filistin dramına da ışık tutacak bazı pasajlar aktarayım, müsaadenizle:
“Kuvvetli, zayıfın hürriyetini ve vatanını elinden almış, geçerli söz kuvvetlinin sözü haline gelmiştir. Önderlik ve yönetim kuvvetlilerdedir; dahası uluslararası örgütler ve Güvenlik Konseyi de kuvvetlilerin elinde bulunmaktadır. Kuvvetli olan dilediği şekilde tasarruf hakkına sahip iken, zayıf bunlardan mahrum, hatta haritadan silinmekle karşı karşıya kalmaktadır.
İslâm düşünürü Bediüzzaman’ın, din ile dünyayı, siyasetle tasavvufu, ruh ile bedeni, madde ile mânâyı kardeş yaptığını görüyoruz. Dinin gerçeği de bu değil mi? Said Nursî’nin ifade ettiği gibi, adalet ancak dengeyi korumakla gerçekleşebilir. Tüm yönleriyle denge unsurunun muhafaza edilmesiyle ancak tam adalet yerini bulabilir.“(Dr. Muhammed İyaz Niyazi, Kabul Üniversitesi, Afganistan)
“Kişi hak ve hürriyetlerine son derece önem veren Said Nursî’nin adalet anlayışı modern hukuk anlayışının çok fevkindedir. Ona göre bir suçsuz insanın canı tüm insanlık uğruna bile olsa heder edilemez. Bir kişinin hakkıyla tüm insanlığın hakkı arasında hiçbir fark yoktur. Nursî, ‘Masum bir kişiyi öldüren tüm insanları öldürmüş gibidir’ hükmünü kendisine şiar edinmiş ve adalet-i mahzanın yeryüzünde hakim olması için bütün bir ömrünü bu yolda harcamıştır. (Doç. Dr. Mehmet Faik Yılmaz, Yüzüncü Yıl Üniversitesi, Van)
“Millete efendilik yapmak zulüm, hizmet etmek, hak ve adalettir. Gerçekten ‘Milletin efendisi, onlara hizmet edendir’ hadisinin sırrıyla, Kur’ân âleme gelmiş ki, istibdat, zulüm ve tahakkümü mahvetsin. (Yrd. Doç.Dr. Abdulkadir Etöz, Selçuk Üniversitesi)
“Said Nursî’nin, Van dönemi sırasında yazdığı eserlerde, yöre halkının manevî mirasını ilmî ölçülere göre değerlendirdiği ve doğu bölgelerinin tarihî ve medenî geleneklerini dikkate alarak, İslâm esasları temelinde insanın manevî iyileşmesini, fikir ve düşüncelerin temizliğini ve çeşitli dinlere inanan insanların ortak bir hedef etrafında manevî olarak birleşmelerini amaçlayan yeni bir yol önermek isteği görülmektedir. Dinsizlik, insanlar arası ilişkileri yok eder.” ( Prof. Dmitri D. VASİLYEV, Rus Bilimler Akademisi Tarih Bölümü Başkanı, MOSKOVA)
“İnsanlık âlemini bugün içine düştüğü adaletsizlik, nezafetsizlik ve şükürsüzlükten kurtarmak için, semavî din mensupları; insanları yaratılış ve fıtratları gereği olan ibadet ve şükre sevk etmek suretiyle; hem insanın kendisini, hem de toplumu huzur ve sükûna kavuşturmuş olacaklardır. Böylece âlem-i İslâm ve bütün dünyada, insanlığın irşadı için asrımızın Kur’ân tefsiri Risale-i Nur eserlerini kendilerine rehber edip, onları gelecek nesillere okullarda okutmaları lâzımdır. Risale-i Nur, Allah’ı isim, fiil ve sıfatlarıyla bize tanıtarak, marifetullah ve muhabbetullah dersleriyle büyük bir ruhanî lezzet veriyor; insanı kendisine ve topluma verebileceği zararlardan kurtarıyor. Rabbimiz, nasıl bugünkü insanlık âlemine rahmetiyle bahşettiği medeniyet harikalarıyla, madde âleminde yolları kısaltmış; mâneviyat âleminde de, kaynağı sadece Kur’ân-ı Azimüşşan ve hadis-i şerifler olan Risale-i Nur’u bahşederek en kısa yolu göstermiştir.”(Prof. Dr. Şahin Akkaya, Sütçü İmam Üniversitesi)
“Risale-i Nur’dan şu neticeye varabiliriz: Allah’ın yoktan var ettiği fıtri kanunlar, evrensel bir özellik taşır, tek bir millete ve tek bir ülkeye münhasır kalmaz. Aksine fıtrî olduğu için bütün dünyayı ilgilendirir. Aynı zamanda o kanun bütün milletler için zaruridir. Çünkü fıtrat ve adaletin kaynağıdır. Adalet ise Allah’ın kainatta cereyan eden ilâhî sünnetlerinden ve kâinatın değirmeni etrafında dönen kapsamlı, Rabbanî, temel yasalarından birisidir. Bu adaletin ibda’ edicisi ve yaratıcısı olan Allah’tan herhangi bir şekilde gaflet; nefsi fir’avuniyete götürür.” (Mevlay Prof. Dr. Ibrahim al-Kadiri Boutchich, İsmail Ünivertesi, FAS)
“Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri, adalet-i ilâhiyenin Rabbanî özelliklerine işaret etmeye çok özen göstermiştir. Yaratılış âleminde var olan tecellîlerini de ortaya koyarak dünyada bu esas üzerine bina edilen davranışlarla ilgili mânâları ve ahirete terettüp eden neticeleri izah etmiştir. O bunları meşiet-i ilâhiye konusunda vurgulamaktadır. Çünkü adaletiyle gökleri ve yeri var eden bir Zatın mükâfat ve cezası olması lâzım gelir. Bu mükâfat ve ceza cennet ve cehennemi iktiza eder. Bu da adalet-i ilâhiyenin mükemmel ve tam olmasından ileri gelir. Cezâ ve mükâfât ise, Allah’ın hikmet ve ölçüyle kurduğu eksiksiz, noksansız kâinatın kanunlarıyla da uyum sağlar. İşte buna Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri‚ ‘Adalet-i Mutlaka‘ adını vermektedir. “( Dr. Abdulhadi Dehhani, Cedide Üniversitesi, FAS)
“İmam Nursî, ‘Cemaat için ferdin feda edilmesi’nin, tek bir insanın mizacından doğan ve onunla kaim olan bir düstur değil, adalet-i izafiyeyi takip edenler arasında sabit bir kanun ve uygulama olduğunu tesbit etmiştir. Nursî burada bu zulmün tehlikesine dikkat çekmiş ve asıl vacip olanın hastalığın aslını ortadan kaldırmak olduğuna işaret etmiştir. Bu zalim tavırda, fertler yönetim organı veya hakim güç odakları tarafından ihtiyaç halinde kullanılan birer araç seviyesine indirilmektedir; ne zaman ki bir araç seviyesine indirilen söz konusu ‘fert’ ile hedeflenen gayeye ulaşılmışsa, artık bir başkası ile değiştirmenin zamanı gelmiş demektir. Dolayısıyla fert feda edilecektir, ama o zalim kanun her halükârda bakidir.
“Nursî’ye göre, bu adaletsiz kanunda, suçun bilfiil ispatı değil, töhmet ve suçlama esas alınır. Ferdin, sözde cemiyetin maslahatı hesabına feda edilmesi, bir delil, ya da haricî bir işarete değil, sadece zarar verme vehmi (kuruntusu) üzerine bina edilmektedir.” ( Prof. Dr. Muhammed Abdunnebi, Cezayir Üniversitesi)
Bu tesbitleri yapan Prof. Abdunnebi, Üstadın gurbette, insanlardan ve büyük şehirlerden uzak bir şekilde yaşarken, radyo dinlemediği ve gazete okumadığı halde, hayatı ve hadiseleri çok iyi okuduğunu ve değerlendirdiğini de sözlerine eklemektedir.
08.01.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Hangi “ulusal çıkarlar?” |
|
Başbakan Erdoğan'ın İsrail saldırılarına karşı sert çıkışlarını sürdürdüğü günlerde, bu ülkeyle yapılan askerî anlaşmaların iptalinin söz konusu olup olmadığı sualine hükümet sözcüsü Cemil Çiçek şu cevabı vermişti:
“Ülkeler arasındaki işbirliği nedeniyle, (İsrail’le kurulmuş) askerî bağların koparılması söz konusu olamaz. İsrail’le askerî işbirliği, Türkiye’nin ulusal çıkarlarına hizmet etmektedir...”
Bu beyandan sonra, hükümetin, sözü edilen “ulusal çıkarlar”ın neler olduğunu da kamuoyuna tek tek açıklama gibi bir yükümlülüğü var.
İsrail’le askerî işbirliği bize ne kazandırıyor?
Tank, uçak ve diğer teçhizat modernizasyonu, istihbarat sistemleri ve sair askerî ihtiyaçların karşılanması için açılan ihalelerin çoğunlukla İsrail firmalarına verilmesi, başka alternatiflere kıyasla Türkiye’ye ne gibi avantajlar sağlıyor?
Demode olmuş araç ve teçhizat üzerinde yapılan modernizasyon işlemleri ya da İsrail damgalı istihbarat sistemleri ne ölçüde güvenilir?
Dahası, Kuzey Irak’ta onyıllardır kendi kontrolünde bir oluşum meydana getirmek için hazırlandığına dair iddialar seslendirilen İsrail’in, PKK terörü başta olmak üzere Türkiye’yi rahatsız eden gelişmelerdeki dahline ilişkin kuşkuların yersizliği konusunda ikna edici bir açıklama yapıldığı ve şüphelerin dağıldığı söylenebilir mi?
Konya semalarının İsrail savaş uçakları için eğitim, tatbikat ve manevra alanı olarak tahsis edilmesinde Türkiye için nasıl bir maslahat var?
Aynı şekilde, Ege ve Akdeniz sularında periyodik programlar çerçevesinde gerçekleştirilen ABD-İsrail-Türkiye ortak askerî tatbikatlarının amacı ve mesajı ne, hedefi kim? ABD ve İsrail Türkiye’yi aralarına alarak yaptıkları bu tatbikatlarla hangi ülkelere gözdağı mesajı veriyorlar?
Bütün bunlar bir yana, yakın zaman önce Suriye’deki bir hedefi vuran İsrail jetlerinin Türkiye sınırlarına girerek bizim topraklarımıza da bomba bırakmaları olayının izahı yapılabildi mi?
İzah şöyle dursun, yanlışlıkla mı—ki zayıf ihtimal—kasten mi cereyan ettiği hâlâ aydınlatılamamış olan bu tuhaf hadiseden dolayı İsrail bizden özür dileme “tenezzül”ünde bulundu mu?
Peki, bu olayın, Türk Genelkurmay’ının bilgisi dahilinde ve Türk hükümeti devredışı bırakılarak gerçekleştiği iddialarına ne demek lâzım?
Ve bütün bunların ötesinde, kurulduğu günden beri altmış senedir Filistinlilere kan kusturan ve işgalci politikalarıyla diğer Arap komşularına da rahat vermeyen İsrail gibi bir devletle sıkı işbirliği içinde görünmenin, Türkiye’nin ulusal çıkarlarıyla bağdaştırılır bir tarafı var mı?
Hele şu günlerde olduğu gibi, masum Filistinli bebeklerin, annelerin, yaşlıların tepesine insafsızca bomba yağdırmaya devam edip, iki hafta içinde yüzlerce masumu katleden bir terör devletiyle içli dışlı ilişkiler içinde olup gayet yakın ve samimî görüntüler vermenin, suç ve vebal ortaklığından başka bir açıklaması olabilir mi?
Başbakanın, hükümet ve iktidar partisi mensuplarının bu saldırılara karşı söylem düzeyinde dile getirdikleri tepkiler, bu beraberlik görüntüsünün yol açtığı algılamayı şimdilik erteletebilir.
Ama nihaî planda, ilişkilerin oturtulduğu temele ilişkin esaslı sorgulamaları engelleyemez.
İş bu noktaya gelir gibi olduğunda Başbakan, “Biz bakkal dükkânı işletmiyoruz, devlet idare ediyoruz. İsrail’le ilişkileri kesemeyiz” diyor. Burada mesele İsrail’le ilişkileri kesmek değil; bu devlete karşı şahsiyetli bir tavır ortaya koymak ve gerektiğinde anladığı dilden konuşarak, söz gelişi, bazı anlaşma veya ihaleleri askıya alma gibi yaptırımlara başvurmaktan kaçınmamak.
Tabiî ki, devletler arası ilişkilerde de ahde vefa prensibinin gereği olarak, altına imza konulan anlaşmalara sadık kalmak ahlâkın bir gereği.
Ama muhatap ahlâkın ve insanlığın en temel ilkelerini fütursuzca çiğnemekte beis görmeyen bir tavır sergiliyorsa, buna karşı birşeyler yapmak hem ahlâkın, hem de insanlığın bir icabı.
08.01.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Umut YAVUZ |
Şimdi ateşkes lâzım! |
|
İsrail’in, Filistinliler üzerine her saldırışında kafalarında bazı sorular uyanan insanlar oluyor. Sözgelimi kimileri, “Yahu İsrail’in bunları vurmaya hakkı yok mu? Adamlar canlı bombalar ve gelişigüzel atılan roketlerle masumların ölmesine sebep oluyor ve terör faaliyetlerinde bulunuyorlar. Yani kendilerini savunmasınlar mı?” diye soruyor.
Zihinlerde bu türden soruların uyanması tabiî olmakla beraber ‘tamamen bilmemekten ve dezenformasyondan’ kaynaklanmaktadır diye düşünüyorum. Dezenformasyonun en büyük sebebi ise yandaş küresel medyanın yönlendirmeleri ve sathî bakış açısıdır. Evet insanlar İsrail-Filistin arasında olup bitenler konusunda gerçek mânâada bilgi sahibi değildir ve çoğumuz olaylara sathî bir şekilde sadece kendi tarafımızdan bakmaktayız.
Öncelikle terörün masum insanların kanını döktüğü gerçeği aşikârdır. Kim tarafından işlenirse işlensin terör terördür. Bunu devlet eliyle yapmak ise teröre meşruiyet kazandırmaz o zaman da adı “devlet terörü” olur. Şimdi İsrail meselesini değerlendirirken insanlar olayların akışını, tarihini ve bugüne kadar geçirmiş olduğu süreçleri göz ardı ederek, sadece Hamas’ın bazı “faaliyetlerine” bakarak İsrail’e hak verecek olursalar, o zaman ciddî bir zulüm yapılmış olur.
İsrail, Filistin topraklarına de facto olarak kurulmuş, işgal mantığıyla yerleşmiş ve siyasi desiselerle ve demografik hilelerle oluşturulmuş siyonist bir devlettir ve asıl adı da İsrail olmaktan çok “Occupied Palestine” yani “İşgal edilmiş Filistin” olmaya daha lâyıktır.
Ancak gelin görün ki bu fiili gerçek bugün yok edilmeyecek bir boyuta ulaşmış ve fiilî İsrail devleti dünya tarafından tanınan meşrû bir devlet haline gelmiştir. Bu Filistin dâvâsını yürütenlerin stratejik ve siyasî bir mağlubiyetidir ve bu gerçeği değiştirmek mümkün görünmemektedir. Şimdilerde zaten Suudi Arabistan gibi ülkelerin de öngörmüş olduğu bütün barış planları hep iki devletli—bir İsrail Devleti ve bir de Filistin Devleti—bir yapı üzerine bina edilmektedir. Ancak bu planlar üzerinde ciddî ihtilâf noktaları mevcuttur ve öncelikle bunların aşılması gerekir (Örnek: Kudüs’ün statüsü).
Şimdi mevcut duruma baktığımız zaman siyasî ve stratejik mânâda İsraillilerin desise ve takiyyeci bir politika ile ciddî mânâda güç kazandığı ve dünya kamuoyu nezdinde (başta ABD ve İngiltere gibi güçler olmak üzere) destek topladığı görülmektedir. Ancak İsrail’in bu kredisini zalim ve vahşi saldırılar ile kaybetme tehlikesi de her zaman mevcuttur.
Asıl konumuza dönecek olursak; bir şekilde yurtları işgal edilmiş, parça parça bölünmüş ve bu parçaların her birinde ablukaya alınmış, yıllardır ambargo altında, silâhların gölgesinde yaşayan Filistinlilerin içinde gelişen bir direniş hareketinin yürütmüş olduğu lokal ve mevzi saldırılara karşılık, İsrail’in ‘orantısız bir güç’ kullanarak kadın, çocuk demeden hatta hedefleri arasında uluslar arası kuruluşların okullarını, doktorları ve gazetecileri alacak kadar gözü dönmüş bir şekilde cevap vermesi sizlere hiç “savunma” yahut “haklı bir saldırı” gibi geliyor mu? Hayır! Bu düpedüz zalimce ve vahşice, orantısız bir güç kullanımı ve soykırımdır.
Şu anda tek tartışılması gereken budur ve acilen saldırılara bir son verilmesi ve ateşkes ortamına geri dönülmesi gerekmektedir. İşte ancak o zaman, yani ateşkes sağlandığı zaman ortadaki yıllanmış problemler masaya yatırılabilir ve çözüm düşünülebilir. İşte o zaman Hamas’ın direniş için kullandığı yöntemlerin doğruluğu, İsrail’in ambargo ve zulüm politikaları, İsrail’in işgalci ve yayılmacı politikaları ve Kudüs’ün statüsü gibi önemli konular konuşulabilir. Bunun için İsrail’in ambargo ve zulme, Hamas’ın karşılıklı olarak saldırı ve anarşiye bir son vermesi gerekmektedir.
İşte o zaman Hamas’ın ve bütün Müslüman devletlerdeki silâhlı hareketlerin kendilerini sorgulaması ve mücadele yöntemlerinin İslâmîliğini yeniden düşünmesi gerekmektedir.
Masumları öldürmenin karşılığının yine masumları hedef almak olmadığı ve dahilde sorunları çözmenin yolunun müzakere, diplomasi ve müsbet hareket olduğu işte o zaman düşünülebilir. Zafer için silâhların, roketlerin değil, ittifakın, ittihadın ve İslâmiyete layık bir siyasal yöntemin benimsenmesi gerektiği o zaman düşünülmelidir.
Ancak bütün bunlar için İsrail tarafının insafa gelmesine, ateşkese ve bu zulmü durdurmasına ihtiyaç vardır. Aksi halde iki taraftan da akan kan durmayacak ve hem İsrailliler hem de Filistinliler silahların gölgesinde bir ömür sürmeye mahkûm edileceklerdir.
Bunun yaşanmaması için de acil ateşkes gerekmektedir!
08.01.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Temiz kalan kimse yok mu? |
|
Belki de hesapta yokken, daha önce tutuklananlarla ilgili Silivri’deki dâvâ devam ederken, yeni bir Ergenekon dalgasıyla daha karşılaştık. Son dalga ile çok sayıda ünlü kişi gözaltına alındı, bir kısmı da tutuklandı. Bu dalgaların nereye varacağını şimdiden tahmin etmek zor olsa da, suçlamaların gayet ciddî olduğu anlaşılıyor.
Son dalga ile birlikte gözaltına alınan ya da tutuklanan isimlere bakılınca, ‘çete’leşmenin çok derinlere ya da çok tepelere çıktığı söylenebilir. Öyle kişiler, öyle suçlamalarla gözaltına alınıyor ya da tutuklanıyor ki “Ya Hu! Şu cemiyette ‘temiz’ kalabilen bir ‘yetkili’ yok mu?” sorusu akla geliyor.
Geçmiş yıllarda bu ithamlarla gözaltına alınan ya da tutuklananlar ‘sıradan’ sayılabilecek kişiler olurdu. Son yıllarda ise bu kişilerin Türkiye’yi uzun süre ‘idare’ edenler arasından çıkması hakikaten insanı dehşete düşürüyor. Düşünün, adalet dağıtması gereken kurumların başında ya da içerisinde olan kişiler nelerle uğraşmış? Bu ve benzeri kişilerin görev yaptıkları dönemde yaptıkları icraatlar, attıkları imzalar nasıl adil olabilir? Belki de bu operasyonları bir de o yönüyle incelemek lâzım. Öyle ya, en ağır ithamlarla tutuklananlar; memuriyet hayatlarında hangi konuda nasıl karar verdiler? Bu kararlarıyla kimleri mağdur ettiler? Başlı başına bu konuların da incelenmesi, araştırılması ve belki de sorumluların adalet önüne çıkarılması gerekmez mi?
Son gözaltı dalgasının, devam eden Gazze operasyonunu gölgede bırakmamasını da temenni etmek lâzım. Elbette yeni gözaltı dalgası çok önemli bir adımdır, fakat İsrail’in yaptığı katliam bu şekilde gündemden düşer ve iç konulara hapsedilirsek; telâfisi ağır bir netice ortaya çıkar. Zaten dünya ülkeleri devam eden katliam karşısında sessiz kalmayı tercih etmiş durumda. Türkiye’den yükselen tepki sesleri; her hâlde okyanuslar ötesinden de duyuluyor. Bu tepki sesleri mutlak surette devam etmeli ve İsrail katliamdan vazgeçmelidir. Bunun temini de tepkinin devam etmesine ve gündemde tutulmasına bağlıdır.
İsrail’in Gazze’deki Birleşmiş Milletler okulunu da bombalayıp, göz göre göre sivilleri katletmesi inşallah katliamı görmemekte direnenlerin uyanmasına sebep olur. Nitekim, Amerika bu saldırı sonrasında yarım ağız da olsa ‘ateşkes’ istemiş durumda. Bu istekler devam ederse İsrail’in ilâ nihaye direnmesi mümkün olmaz. Bu bakımdan, Ergenekon’daki yeni dalgayı önemsemekle birlikte Gazze’deki katliamı unutturmaması gerektiğini de hatırlatmak isteriz.
En üst seviyede devleti temsil etmiş kişilerin, böyle yanlış yollara sapmış olmasını izah etmek mümkün müdür? Bu gelişmeleri çocuklarımıza izah edebilir miyiz? Yarın bir gün, Türkiye’nin ‘yakın tarihini’ inceleyenler acaba bu konuları nasıl izah edecekler?
Bir ahtapot gibi Türkiye’yi saran çeteler devre dışı bırakılabilirse muhtemelen AB yolunda ilerlemek de daha kolay olacak. Milletin menfaatine olan her işin nasıl olup da engellendiği artık daha kolay anlaşılmıyor mu?
Tam anlamıyla “Şuyu-u vukuundan daha beter/Duyulması, gerçekleşmiş olmasından daha kötü” bir durumla karşı karşıyayız. Yoksa Diyojen, gündüz vakti el feneriyle sokağa çıkıp “Temiz kalan adam arıyorum!” mu demişti!
08.01.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Yezid’in istibdadına karşı Hz. Hüseyin (ra) |
|
Efendimizin (asm) “Hasan ve Hüseyin, Cennet gençlerinin efendileridir,”1 başka bir defa da Hz. Ali, Hz. Fatıma, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’i kastederek, “Ben bunlarla barış içinde olanlarla barış içinde olurum. Çarpışanlarla da çarpışırım”2 buyururlar.
Allah Resûlünün (asm) bu kadar değer verdiği sevgili torunları Hz. Hasan ne acıdır ki zehirlenecek, Hz. Hüseyin de katliâmla şehit edilecek, dünya saltanatı yerine ahiret saltanatını elde edeceklerdi.
Hz. Muaviye vefat ettiğinde Yezid’in başa gelmemesini isteyen Kufeliler Hz. Hüseyin’e haber göndermiş, Kûfe’ye geldiği takdirde kendisine biat edeceklerini, yüz bin kişi toplayacaklarını, ondan başkasının imamlığına rıza gösteremeyeceklerini, yolunda öleceklerini belirtmiş, peşpeşe yazdıkları mektuplarla acele gelmesini istemişlerdi.
Ortada bir istibdat vardı. Münazarat’ta belirtildiği gibi, İslâm, istibdadı ortadan kaldırmak, yeryüzünü bu kirden temizlemek, insanlığın yüzünü ağartmak, bu kara lekeyi yüzünden silmek için gelmiş ve silmişti de. Ne yazık ki zamanla hilâfet saltanata dönüşmüş, istibdat bir parça hayat bulmuş, Yezid zamanında bir derece kuvvet bularak başını kaldırmıştı. İmam Hüseyin Hazretleri de hürriyet-i şer’iye kılıncını çekip, istibdadın başına havale etmek istemişti. Ne var ki, istibdadın kuvveti olan cehalet ve vahşet, havuzda suların birikmesi gibi dört bir yanda birikerek Yezid’in istibdadına kuvvet vermişti.3
Hz. Hüseyin Emevîlerin dayandığı istibdadı netice veren, haksızlığa sebep olan menfi milliyetçiliğe karşı din kardeşliğini esas almaktaydı. Asr-ı Saadetteki hürriyet-i şer’iyeyi gerçekleştirmek gibi güzel bir maksat için yola çıkacaktı.
Hz. Hüseyin durumu araştırması için amcasıoğlu Müslim bin Akil’i Kufe’ye göndermiş, ilk etapta on sekiz bin kişi biat edince, Hz. Hüseyin’e haber gönderip gelmesini istemişti.
Hz. Hüseyin Sahabîlerle istişare etti. Sahabenin çoğu Kufe’ye gitmemesini istediler. Meselâ Ebû Said-i Hudrî bu maksatla Hz. Ali’den Irakla ilgili işittiklerini bile hatırlatmıştı. Hz. Ali demiş ki: “Vallahi, ben onlara küstüm. Onlar da bana küstüler. Ben onlara kızdım. Onlar da bana kızdılar. Ben onlardan bir hayır ve vefa görmedim. Onlar ne sebat, ne azim gösterir, ne de kılıca dayanıp göğüs gerebilirler.”
Abdullah bin Abbas da Iraklıların öldürebileceklerini söylüyor, o ise Iraklılardan gelen bir tomar mektubu hatırlatıp Yezid’in istibdadına mutlaka karşı çıkılmasını istiyor, “Başka çare yok. Ben Kufe’ye gitmeye karar verdim, hazırlandım da. Şöyle bir yerde, şöyle bir şekilde öldüreleceğimi bildiğim için de Mekke hareminden çıkmak bana daha sevimli geliyor” diyordu.
Bakalım şartlar neyi getirecekti? Bunun üzerinde de bir sonraki makelemizde duralım.
Dipnotlar: 1- Müsned, 4:172; İbni Mâce, Sünen: 1:51., 2- İbni Mace, Sünen: 1:52., 3- Münazarat, s. 37.
08.01.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Rü’yâ üzerine-1 |
|
Gamze Hanım: “Rü’yâ nedir? Bazen çok rü’yâ tabir ediyorlar; karamsar veya iyimser tablolar çıkabiliyor. Rü’yâ tabirlerine inanılır mı? Rü’yâ tabirleri ile amel edilir mi?”
Rü’yayı, rûhumuza özgü bir gece sineması olarak tanımlayabiliriz. Uykuya girdiğimiz zaman; yaşadığımız ve gezip durduğumuz şu âlemle irtibatımız yalnızca kalp atışımız ve nefes alıp verişimizden ibâret kalıyor. Bunun dışında ne gözlerimiz görüyor; ne ellerimiz tutuyor; ne ayaklarımız yürüyor; ne de aklımız, fikrimiz, irâdemiz, muhayyilemiz bizim ihtiyârımız doğrultusunda aktivite gösteriyor. Biz en çok elli santimetre eninde ve iki metre boyunda bir çerçevenin içinde zamanla kayıtlı ve mekânla sınırlı bir alanda, cismen kendimizden geçmiş vaziyette uyurken; rûhen zaman kayıtlarından sıyrılmış, mekân zincirlerinden kopmuşuzdur. Muhayyilemiz bağımsız kalmış, rûhî kuvvelerimiz irâdemizden cudâ olmuş, yani istiklâliyetini elde etmiş, sırrımız yeni keşifler ve açılımlar için kollarını sıvamıştır. İrâdemiz şaşkındır; bütün bu kuvvelere dur diyecek halde değildir. Esâsen irademiz de peşlerine takılır ve hep beraber, ama gayr-i irâdî bir şekilde, bizi yattığımız yerde bırakıp giderler. O esnada kalp atışlarımızın ritmi değişmiş ve nefes alıp verişimiz standarttan sapmış ise; bu, rûhî kuvvelerimizin böylesine alelacele hareketliliğinin cismimize yansımasından başka bir şey değildir. Yani bu esnâda cismimize takılabilecek sun’î ve teknik cihazlar rü’ya gördüğümüzü haber verebilirler, ama ne gördüğümüzden haberdar olamazlar, gördüğümüz şeyleri ekrana yansıtamazlar.
Rü’yâ esnasında rûhî kuvvelerimiz; yâni mahiyetimizdeki latîfe-i Rabbâniyemiz, hazır biz şehâdet âlemi ile bağları koparmışken, gayb âlemine karşı bir münâsebet bulur, bir menfez açar; ve bu pencereden vukûa gelmeye hazırlanan hâdiselere bakar.1 Bâzen âlem-i misâl arşivine girer, mâziden bir hâdiseyi alır, tekrar su yüzüne çıkarır; bâzen âlem-i mukadderâta kısmen girer, kulak kabartır, vukûa gelecek bir hâdisenin ip uçlarını bazen sembollerle, bazen çok net detay içinde, bazen de–ve genelde-kalın bir perde ile sarılmış vaziyette görür ve izler. Rûhumuzun merâkı sağ olsun; âlem-i gaybı veya âlem-i mîsali izler de izlemesine; bazen ve genelde çok net şeyler göremez; veya gördüğü çok net görüntü ve dokümanlara, hayâlimiz günübirlik yaşadığımız dünyadan bir “görüntü elbisesi” giydirir; biz olayları bu elbisenin rengiyle, şekliyle ve tarzıyla görürüz. Vâkıaları olduğu gibi göremeyiz. İşte bu açıdan gördüklerimizi “yorumlamak” isteriz.
Anlatmaya çalıştığımız bu rü’yâlar, “sâdık rü’yalardır.” Peygamberler çok net ve hakîki çehresiyle, yoruma ihtiyaç bırakmayacak derecede sâdık rü’yâlar görürler. Peygamber Efendimiz (asm) vahyin başlangıcında çok net, sabahın aydınlığı gibi açık ve doğru rü’yâlar görüyordu. Ümmetin görebileceği sâdık rü’yalar hakkında ise Ebû Hüreyre (ra) bir hadîs rivâyet eder: Resûl-i Ekrem (asm) Efendimiz: “Mübeşşirâttan başka nübüvvetten geriye (ilham alınabilecek) bir şey kalmamıştır” buyurdu. “Mübeşşirât nedir, yâ Resûlallah?” diye sorduklarında da, Resûlullah Efendimiz (asm): “Sâlih rü’yâdır” buyurmuştur.2 Bir başka hadîslerinde de, Enes b. Mâlik’in rivâyetiyle Allah Resûlü (asm); “Salih bir kişi (veya saliha bir kadın) tarafından görülen güzel rü’yâ, nübüvvetin kırk altı cüz’ünden bir cüz’üdür” buyurmuştur.3
Sâlih ve sâdık rü’yâlarla ilgili Kur’ân’da da ilgi çekici örnekler buluruz. Yûsuf Sûresi, Hazret-i Yûsuf’un (as) bir rü’yâsı ve bunun üzerine, babası Hazret-i Yakub’un (as) bir uyarısı ile başlar.4 Hazret-i Yakub (as), oğlu Yûsuf’a; “Rabbin seni böyle rü’yandaki gibi seçecek, sana rü’yâları yorumlama ilmini verecek, ataların İbrâhîm ve İshâk’a nimetlerini tamamladığı gibi, sana da, Yakub soyuna da nimetlerini tamamlayacaktır” der.5 Böylece Kur’an, rü’yâların doğru yorumuna âyetlerinde yer verir.
Kur’ân, Hazret-i İbrâhim’in (as) rü’yâsından da bahseder. Hazret-i İbrâhim (as) rü’yâsında oğlunu boğazlamış ve bunu oğluna şöyle anlatmıştı: “Ey oğulcuğum! Ben uykuda seni boğazladığımı görüyorum; bir düşün; ne dersin?”; Kur’ân, oğlunun: “Ey babacığım! Emrolunduğunu yap! İnşaallah beni sabredenlerden bulacaksın!”6 dediğini nakleder ve bu hak nakil içinde, rü’yâlarda dikkatten uzak tutulmayacak bir takım hakîkatların da gizli olabileceğini vurgular.
Ancak rü’yâların hepsine inanılır mı? Kaç tür rü’yâ vardır? Rü’yâ tabirleri ne ölçüde gerçekleri yansıtabilir? Rü’yâ ile amel edilir mi?
Bu soruların cevaplarını, inşallah yarın araştıralım.
Dipnotlar:
1- Bedîüzzaman, Mektûbât, S.332
2- Buhârî, K. Ta’bîr, 2103
3- Buhârî, K. Ta’bîr, 2101
4- Yûsuf Sûresi, 12/4
5- Yûsuf Sûresi, 12/6
6- Sâffât Sûresi, 37/102
08.01.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Canavar ve beslemeleri |
|
Canavarlar tehlikelidir. Yavruları da öyle. Fakat, bu yaratıklar kendi sınırları içinde yaşadıkları ve bilhassa insanlara karşı Allah tarafından dizginlendikleri için, onların şerrinden bir derece emin olmak mümkün.
Fakat, o canavarlar fıtrî mekânlarından alınıp insanların hayat ortamına getirilerek beslendiğinde, tehlike de kaçınılmaz olur.
Görmüş ihtiyar bir zât anlatmıştı: Dağda buldukları bir canavar (kurt) yavrusunu eve getirip aynen köpek yavrusu gibi beslemek istemişlar. Ancak, bu yavru büyüdükçe gayet sinsî bir şekilde etrafa zarar vermeye başlamış. Azgın dişleriyle, bağlandığı kalın zincirleri dahi kemire kemire koparır, evcil hayvanlara, hatta insanlara dahi sinsice saldırır olmuş. Yani, bu besleme canavar, bir türlü ehlileştirilememiş ve sonunda tekrar dağa götürülüp orada salıverilmiş.
Evet, canavar tehlikelidir; fakat, onun besleme yavruları çok daha tehlikeli ve üstelik zararlıdır. Zira, bu yavru büyüdükçe kontrolden çıkar ve hem sahibine, hem de başkasına saldırmak için fırsat kollar.
Şimdi, misâlleri çoğaltılabilecek bu vak'anın sosyal hayatımızla bağlantılı yönlerine bakalım...
EL–KAİDE ve ABD
Dünya âlem biliyor ki, El–Kaide terör örgütü, ABD'nin yavrusu olmasa bile, beslemesidir. Vaktiyle bu örgütü besleyip destek verdi. Sonra da büyüyüp kontrolden çıkınca ve kendisine saldırmaya başlayınca, onun bilhassa lider kadrosunu dağbaşlarında yaşamaya mahkûm etti. Muhtemelen, bir gün belki yine lâzım olur diye...
HAMAS ve İsrail
Halen, birçok dünya devleti tarafından bir terör örgütü olan HAMAS, esasında canavardan da beter bir terörist devlet olan İsrail'in beslemesi olarak ortaya çıktı. İsrail, Filistin'deki FKÖ'nün omurgasını teşkil eden El–Fetih'e karşı bu örgütü el altından destekledi ve büyümesini sağladı. Büyüyen HAMAS, El–Fetih'i zayıflattıktan sonra İsrail'in kontrolünden de çıktı ve tutunacak başka dallara sarılmaya başladı: Şiî İran ve Mısır'daki İhvan–ı Müslimin dalları gibi... Buna rağmen, Filistin'i yakmaya, yıkmaya ve mümkünse yutmaya niyetli görünen İsrail için HAMAS, bir velinimet olmaktan halen de çıkmış değil.
PKK ve Ergenekon
Artık iyiden iyiye anlaşıldı ki, PKK terör örgütü bizdeki "derin devlet"in yavrusu değilse bile, bir beslemesi olarak ortaya çıktı. Zaman içinde büyüyen PKK, ilk sahibinin kontrolünden çıktı ve başkası tarafından da kullanılmaya başlandı. Daha doğrusu, içte ve dıştaki karanlık odakların ortak menfaatine hizmet eden bir "canavar taşeron" haline geldi.
Bu örgüt ve bağlantılı bulunduğu odaklar o derece semirdi ki, artık yer yer düğmeler kopmaya ve dikişler patlamaya başladı. Gitgide ortalık arenaya döndü.
İşte, derin devletin bir şûbesi olan ve hergün yeni bir şok dalgasıyla ortalığı velveleye Ergenekon terör örgütü de, semire semire artık dikiş tutmaz hale gelen bir yapılanmanın görüntüsünden başka bir şey değil.
Bu örgütün bağlantıları deşildikçe ve mahiyeti anlaşıldıkça, canavarlaşan ruhların ve besleme canavarların ne derece tehlike arz ettiği, bu millete ve bu ülkeye ne kadar büyük zararlar verdiği, şüphesiz çok daha iyi anlaşılır bir hale gelecek.
Wilson'un barış prensipleri
Amerika Birleşik Devletleri'nin 28. Başkanı (1913–21 dönemi) Thomas W. Wilson, dünya barışını sağlamaya yönelik olarak hazırlamış olduğu bir prensipler manzumesini ilân etti. Toplam 14 maddeyi ihtiva eden bu prensipler, tarihe "Wilson Prensipleri" olarak geçti.
O günkü Osmanlı aydınları arasında da mâkes gören ve taraftar bulan bu prensiplerin maksadı, öncelikle Birinci Dünya Savaşını sona erdirmek, sömürgecilik sistemini bitirmek, zorla toprak gaspını önlemek ve milletlerin hür, bağımsız ve huzur içinde yaşamasını sağlamaya çalışmaktır.
Bu prensipler demetinde yer alan maddelerin çoğunluğu, dünya savaşından bir şekilde etkilenen devletlerin bulunması gereken özel statüleriyle ilgilidir. Dolayısıyla, Polonya, Rusya, Almanya, Belçika Osmanlı, Fransa, İtalya, Avusturya, Macaristan, Romanya, Sırbistan ve Karadağ'ın ismi açıkça zikredilerek, bunların barışın hakim olduğu bir dünyada hangi konumda bulunmaları gerektiği ifade ediliyor.
Wilson Prensiplerinin bir de geneli ilgilendiren ve yeni dünya düzenine dair umumî mânâlar ihtiva eden bazı maddeleri var ki, onları da şu şekilde sıralamak mümkün:
1) Barış Antlaşmaları gizli–kapaklı değil, açık ve şeffaf bir şekilde yapılmalı.
2) Karasuları dışındaki denizlerde dolaşım, savaşta ve barışta serbest olmalı.
3) Milletler arasındaki iktisadî engeller kaldırılmalı, serbest ticarete izin verilmeli.
4) Milletler, dahilî asayişi sağlamaya yetecek miktarın dışında silâhlanma cihetine gitmemeli.
5) Sömürge topraklarındaki milletlere kendi yönetimlerini belirleme hakkı verilmeli.
* * *
Wilson, daha sonra yayınladığı bir dizi deklarasyonla bu maddeleri genişletme yönüne gitti.
Ne var ki, kısa süre sonra yapılan barış görüşmelerinde Wilson'un prensiplerine pek uyulmadı. Özellikle Rusya, İngiltere, Fransa ve İtalya gibi devletler, sömürgecilikten bir adım olsun vazgeçmediler, hatta daha da ileri gittiler.
Nitekim, sömürgecilik siyaseti İkinci Dünya Savaşı sonuna kadar bütün katılığıyla devam etti. Sonra da büyük çapta kırılmaya uğradı ve sömürge devletler birer birer bağımsızlığa kavuştular.
* * *
Birinci Dünya Savaşının sonlarına doğru, Wilson Prensiplerini benimsemenin de ötesinde, bu prensipler çerçevesinde "Amerikan mandacılığ"nı dahi kabul eden bazı Osmanlı aydınları oldu.
Hatta, bu maksatla "Wilson Prensipleri Cemiyeti" isimli bir teşkilât kuruldu. Buna destek verenlerin başında ise, Halide Edip (Adıvar), Celâleddin Muhtar ve Refik Halid (Karay) gibi tanınmış isimler geliyordu.
08.01.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Chavez kadar da mı olamadın? |
|
Böyle bir katliâmı vahşî hayvanlar bile yapmaz!
İsrail, genç, ihtiyar, kadın, bebek demeden bomba yağdırıyor.
Dünya ne yapıyor; Türkiye ne yapıyor?
“Menfaat üzerine dönen siyaset canavardır!” tesbitini fiilen gösteriyor…
Önümüzdeki Şubat seçimlerine Barak ve Livin seçim yatırımı yapıyor! Zaten, İsrail yöneticilerinin nerede ise tümü, iktidarlarını kan, vahşet ve katliâm üzerine kurmuşlardır.
Gelelim Türkiye’deki menfaat üzerine dönen canavar siyasete:
Başbakanımız R. Tayyip Erdoğan ise, laf atmakla yetiniyor. Muhalefete de, “Siz de iktidarda iken İsrail ile irtibatı kesseydiniz ya” diyor.
Onun bulunduğu makam konuşma, laf yetiştirme yeri değil, icraat makamıdır! Muhalefetin iktidarda iken yapmaması, seni mazur kılmaz, onları da, seni de suçlu yapar!
İşe bakın: Venezüella, İsrail’in Gazze’de imza attığı “holokost”a tepki olarak bu ülkenin Caracas büyükelçisini ve elçilik çalışanlarını sınırdışı ettiğini duyurdu. Venezüella Devlet Başkanı Hugo Chavez, televizyonda yayınlanan beyanında “Şu anda Gazze’de olup bitenler holokostun ta kendisidir. Artık İsrail Devlet Başkanı ABD Başkanı’yla birlikte Lahey’de soykırımdan yargılanmalıdır” diyor.
R. Tayyip Erdoğan ne yapıyor; nutuk atıyor:
“Gürcistan konusunda devreye giren uluslararası kuruluşlar, acaba bu konuda niçin susuyorlar veya söylem düzeyinde geçiştirmekle yetiniyorlar? Niçin susuyorsunuz? O zaman başka hesaplar var. Bunun adı, ‘çifte standart’ demiyorum, çoklu standarttır.”
Şu garabete, şu yaman çelişkiye bakar mısınız? Uluslararası kuruluşları söylem ötesine geçmemek ve çoklu standartla suçluyor; kendisi ne yapıyor!
Söylem ötesine geçemiyor, gruplarda nutuklar atıyor, iktidar değilken başka konuşuyordu, şimdi çoklu standart uyguluyor!
Biri çıksa dese ki:
Venezüella Devlet Başkanı Chavez kadar olamadı! Buyurun icraat! Söylemleri geçiniz, muhalefete laf yetiştirmekten vazgeçiniz; uluslar arası kuruluşları suçladığınız söylem ve çoklu standarttan vazgeçiniz, insanlığa örnek olunuz!
Verecekleri cevapları var mı? Var tabii ki, işte buyurun buradan yakın:
“Biz bakkal dükkânını idare etmiyoruz, Türkiye Cumhuriyeti’ni idare ediyoruz.”
Peki, söylem ötesine geçmemek ve çoklu standartla suçladığınız uluslararası kuruluşlar market mi yönetiyor!
Onları suçladığınız söylem ötesine geçmemek ve çoklu standarttan siz vazgeçiniz evvelâ!
Şimdiye kadar sergiledikleri çelişkileri, söylem ötesine geçmeyen çoklu standartlardan hangi birisini düzeltelim, hangi birisini nazara verelim?
Adam işten yorgun-argın evine döner. Yemeğini yer, koltuğuna çöker ve gazetesini okumaya başlar. Bu sırada hamur yoğuran hanımı, bir fıkra anlatarak beyini dinlendirmek ister: “Bey, Hz. İsa’nın keçisi bir gün kaçmış…”
Adam daha da yorgun bir ses tonuyla: “Hangi birisini düzelteyim hanım! Bi kere Hz. İsa (as) değil, Hz. Musa (as). Keçi değil, koyun...”
Sayın Başbakan, sayın Başbakan! Bir kere Filistin’liler kardeşlerimiz, Türkiye Cumhuriyeti’nin söylem ve çoklu standart uygulaması gereken uluslararası bir kuruluş değil; tarihî, dinî, millî, ahlâkî sorumlulukları olan; laf değil icraat üretmesi gereken bir ülke!
08.01.2009
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
İsmail TEZER |
‘Daha hayırlısını buldum anne!’ |
|
Bir gün Allah Resûlü’nün (asm) yanına bir adam geldi.
Ağlayıp sızlıyordu...
“Ya Resûlallah! Küçük kızım dereye düştü ve boğuldu” dedi.
“Gel” dedi Allah’ın Nebîsi (asm), “Oraya gideceğiz.”
Dereye geldiklerinde, ölen küçük kıza seslendi Allah’ın Sevgilisi (asm):
“Buraya, anne babanın yanına dönmek ister misin?”
Küçük kız, Allah’ın kudretiyle dile geldi:
“Hayır ya Resûlallah, ben daha hayırlısını buldum.”1
***
Ya Hayra’l-Muhsinin! Ey ihsan edenlerin en hayırlısı!
Ne güzel ihsanlarda bulunursun Sen!
İman ne büyük nimet!
Ahirete iman ne büyük bir saadet!
Ebedî Cennet düşüncesi ve bir gün orada sevdiklerimizle birlikte buluşmak hayali ne büyük bir sürur...
Evet, dünya ahiretle var. Hayat ebediyetle yâr. Aksi halde herşey bâr.
Hani Üstad diyordu ya:
“Meselâ, senin gayet sevdiğin birtek evlâdın sekeratta ölmek üzere iken ve meyusâne elîm ebedî firakını düşünürken, birden Hazret-i Hızır ve Hakîm-i Lokman gibi bir doktor geldi, tiryak gibi bir macun içirdi. O sevimli ve güzel evlâdın gözünü açtı, ölümden kurtuldu. Ne kadar sevinç ve ferah veriyor, anlarsın...
“İşte, o çocuk gibi sevdiğin ve ciddi alâkadar olduğun milyonlar sence mahbup insanlar, o mazi mezaristanında, senin nazarında çürüyüp mahvolmak üzere iken, birden hakikat-i iman, Hakîm-i Lokman gibi, o büyük idamhâne tevehhüm edilen mezaristana kalb penceresinden bir ışık verdi. Onunla baştan başa bütün ölüler dirildiler. Ve ‘Biz ölmemişiz ve ölmeyeceğiz, yine sizinle görüşeceğiz’ lisan-ı hâl ile dediklerinden aldığın hadsiz sevinçler ve ferahları iman bu dünyada dahi vermesiyle ispat eder ki, iman hakikatı öyle bir çekirdektir ki, eğer tecessüm etse, bir cennet-i hususiye ondan çıkar, o çekirdeğin şecere-i tûbâsı olur dedim.”2
***
Evet, ‘Biz ölmemişiz ve ölmeyeceğiz, yine sizinle görüşeceğiz’ diyor Filistinli masum çocuklar...
Hakikat-i imanla anne babalarına, sevdiklerine müjde veriyorlar...
‘Üzülmeyin! Bizi yine kucağınıza alacak, her türlü elemden azade olarak ebede dek sevecek, okşayacaksınız’ diyorlar.
Elhamdülillahi alâ ni’meti’l-iman.
Ne buyuruyordu Hazret-i Kur’ân:
“...Etraflarında ebediyen yaşlanmayacak çocuklar dolaşır.”3
Şimdi “yaşlanmayacak çocuklar” sırrı sayesinde, anne babaların gözleri firaktan yaşlanmayacak!
Ölüm ebedî firak değil çünkü... Ölüm daha güzel bir âleme geçişin kapısı. Hele o masum yavrular hakkında, dünya zindanında cennet bahçelerine davet ölüm...
Hani Üstad, bir talebesinin küçük kızı vefat ettiğinde “Cenâb-ı Hak, o mübarek masumeyi birden Cennetine aldı, şu dünya cehenneminden kurtardı”4 diyordu ya. Nice masum kurtuldu şimdi dünya cehenneminden... İsrail’in cehenneme çevirdiği dünyadan...
Rabb-i Rahimimiz ne büyük! Zahiren hoşlanmadıklarımız altında nice hayırlar, nice güzellikler saklar O!
Evet, nice rahmet çiçeklerine gebedir zahmetler.
Ve nice “cennet çiçekleri” çıkar şu dünya cehenneminden...
***
O masumlar bize emanet!
Ya Rab, kusurumuzu affet!
Emanetlerini kabzetmek zamanına kadar bizleri emanetinde emin kıl!
Verdiğin güzelliklere hep emanet gözüyle bakmak nasip et.
Tıpkı Kur’ân’ında sena ettiğin o sevgili kulların sahabeler gibi...
Tıpkı Ebu Talha gibi... Tıpkı Ümmü Süleym gibi...
Hani bir gün, çocukları vefat etmişti de, Ümmü Süleym, eve gelince bu gerçeği beyine nasıl söyleyeceğini düşünmüştü.
Ve eve geldiğinde şöyle demişti ona:
“Ey Ebû Talha! Başkasına ait bir emanet sende bulunsa, sahibi de emaneti geri alsa, buna kızıp üzülür müsün?”
“Hayır kızmam ve üzülmem” demişti o da.
“O halde oğlun da Allah’ın bize verdiği bir emaneti idi. O, emanetini geri aldı.”
Ve Ebu Talha’nın ağzından dökülen, sadece şu olmuştu:
“İnnâ lillah ve inna ileyhi râciun”5 (Biz Allah’tan geldik, yine Ona döneceğiz)
Ya Rab, biliyoruz ki, emanetinde emin olmak, onları emanet bilmekle olur.
Biz onlara hakiki mâlik değiliz. Sensin herşeyin sahibi. Sensin Mâlikü’l-Mülk!
Ve Sen, mülkünde dilediğin gibi tasarruf edersin.
***
Muhterem Üstadımızın bir hatırası ve o hatıra neticesinde kalbine gelen müjdeli ihtar, yaralı kalplerimize merhem oluyor:
“Bir zaman, eski Harb-i Umumîde, düşmanların ehl-i İslâma ve bilhassa çoluk ve çocuklara ettikleri katl ve zulümlerinden pek çok müteellim oluyordum. Fıtratımda şefkat ve rikkat ziyade olduğundan, tahammülüm haricinde azap çekerdim.
“Birden kalbime geldi ki, o maktul masumlar şehîd olup veli olurlar; fâni hayatları, bâki bir hayata tebdil ediliyor. Ve zâyi olan malları sadaka hükmünde olup bâki bir malla mübadele olur. Hatta o mazlumlar kâfir de olsa, ahirette kendilerine göre o dünyevî âfâttan çektikleri belâlara mukabil rahmet-i İlâhiyenin hazinesinden öyle mükâfâtları var ki, eğer perde-i gayb açılsa, o mazlumlar haklarında büyük bir tezahür-ü rahmet görüp, ‘Ya Rabbi, şükür elhamdülillâh’ diyeceklerini bildim ve kat’î bir sûrette kanaat getirdim. Ve ifrat-ı şefkatten gelen şiddetli teessür ve elemden kurtuldum.”6
***
Ey herşeyin sahibi olan Allah’ımız!
Ey körpe bedenlerin sahibi olan İlâhımız!
Sen herşeyi hakkıyla bilir, her işi hikmetle yaparsın. Ve Senin bize öğrettiğinden başka bizim hiçbir bilgimiz yoktur.7
Senin şefkatinden ileri bir şefkat sürmek ne haddimize...
Senin âdil merhametine teslim olmaktan öte bize ne düşe...
Ama kuluz işte, aciziz, fakiriz... İmtihanımızı kolaylaştır. Hesabımızı kolay eyle!
Yanına aldığın masum emanetler hürmetine, geride kalanlara sabır ihsan eyle!
Ve ya Rab! O masumlar hürmetine, bizi de Cennetinde cemâlinle müşerref eyle!
08.01.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|