"Gerçekten" haber verir 06 Ağustos 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Ali FERŞADOĞLU

“Kulcuğa kulcuk” Kemalist İlahiyatçı kim?



Bilin bakalım şu sözleri kim sarfetmiş:

“Önce, bir numaralı direnç noktası olabilecek değerleri yıkmak, Türkiye’nin ve Türk insanının omurgasını kırmak lâzım. Omurga, Türkiye’yi farklı kılan Kemalist mirastır. Onu işe yaramaz hale sokmak gerekiyor. Onun petrolden daha güçlü olduğu anlaşılmıştır. Petrolün işini bitirdiler ama Kemalist mirasın işini bitiremiyorlar. Haçlı Batı, Cumhuriyet Türkiyesi’ni küllerden yaratan Mustafa Kemal’i sevebilir mi? Türk halkının onun mirasını değerlendirmesine seyirci kalır mı?”

Kim diyorsunuz?

ADD (Atatürkçü Düşünce Derneği) Genel Başkanı…

Bilemediniz!

Genel Sekreteri…

TSK mensubu bir general!

Wieder Falsch! (Tekrar yanlış.)

“İpucu ver” derseniz, “İlahiyatçıdır, hocadır, yazardır!”

Hiç İlahiyatçı Kemalist olabilir mi? Maalesef, bu da bu ülke gerçeğinin şaşırtmacasıdır! Ya İlahiyatçı, bir beşer için “yaratma” kelimesini kullanabilir mi? İşte bu şaşırtmaca değil! “Kemalist, Atatürkçü İlahiyatçı” böyle gümler gider…

Şimdi gelelim meşhur Kemalist İlahiyatçımızın ismine, titrine: Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk. Hürriyet yazarı. Yazının başlığı, “Şimdi Kemalizme ihanet zamanı!” (Hürriyet / 04 Ağustos 2008.)

Şimdi sayın profesörümüze kendi yazısıyla cevap verelim, noktası virgülüne dokunmadan:

“Müslüman mısınız, Abdi memlûk mu?

“Başlığı şöyle de atabilirdim: ‘Abdi memlûk’tan özgür bireye geçmedikçe...

“‘Abdi memlûk’ tâbiri, Kur’ân’ın en hayatî kavramlarından biridir. Kur’ân’ın, insan onuruna aykırı bularak eleştirdiği ‘abdi memlûk olmak’ nedir? Abdi memlûk; sözlük anlamıyla, ‘birilerine mülk olmuş, eşyalaşmış köle kişi’ demek. Eşyaya dönüştürülmüş, kullaştırılmış insan demek. Daha doğrusu, abdi memlûk, insan kılığında eşya demek. Abdi memlûk’un iğretiliği, bönlüğü, yaratıcılıktan, özgürlükten, isyan ve direnişten uzaklığı bakın nasıl eleştirilmiş:

“‘Allah şöyle bir örnekleme yaptı: Hiçbir şeye gücü yetmeyen, başkasının eşyası durumunda bir kul / köle ile bizden bir güzel rızıkla rızıklandırdığımız ve ondan gizli-açık dağıtan bir kişi. Bunlar aynı olur mu?!’

“‘Allah şöyle bir örnekleme de yaptı: İki adam; birisi konuşmaz; hiçbir şeye gücü yetmez; efendisi / yöneticisi üstünde sadece bir yük. Efendi onu nereye gönderse hiçbir hayır getiremez. Şimdi bu adam, dosdoğru bir yol üzerinde bulunup adaleti özendiren kişi ile aynı olur mu?’ (Kur’ân, Nahl, 75-76)

“İslâm dünyasının biricik derdi ve belâsı bu: Kula kulluk. Ve daha büyük belâsı da şu:

“Kula kulluğu Allah’a kulluk sanmak...

***

Diğer bir yazının başlığı ve bir bölümü ise şöyle:

“Kula kulluk bitmedikçe… Kaç asırdan beridir, Müslüman kitlelerin büyük çoğunluğu, görünürde Allah’ın kulu, gerçekte ise efendilerinin kulu. Bu ikinci kulluk ‘müritlik’ adı altında yürütülüyor.

“Ne demek mürit? İradesini efendisinin iradesine teslim eden kişi demek. Yani iradesi ve aklı felç edilmiş kişi, insan sûretinde robot. Kur’ân’ın deyimiyle abdi memlûk, yani kendi iradesiyle köleleştirilmiş kişi.

“Peki, ‘Yalnız sana ibadet ederiz ve yalnız senden yardım dileriz.’ (Fâtiha Sûresi, 5) diyerek önünde secde ettiğimiz Allah’a kulluk nerede?”

Ya, işte böyle hocam!

Ölmüş, gitmiş, 85 yıllık mirasıyla ülke belini doğrultamamış, getirdiği ilkeler için demokrasi, insan hakları olmayan bir beşere “Türkiye Cumhuriyetini küllerden yaratmış!” derseniz, abdi memlûk mu olursunuz, ubeydülmemlûk mu (kulcukların kulcuğu!), başka bir şey mi, bilemeyeceğim artık!..

Toplama bir aileyi düşünün: Çocuklar çocuk esirgeme kurumundan alınmış. Esirgeme kurumu da, cami avlusundan toplamış. Çocuklar, yanlarında bulundukları aileyi, gerçek anne-babaları, kardeş bildiklerini de öz karındaşları sanıyorlar. Gel zaman, git zaman çocuklar büyüyor. Ve en sonunda durumu öğreniyorlar! Meydana gelecek travmayı düşünebilir misiniz?

İşte Türkiye böyle bir durum yaşıyor.

Eğer arşivler açılırsa, kimin ne olduğu ve miras ortaya çıkacak! Meselâ, deccal kim, deccal yamakları kim, hepsi ortaya çıkacak. Süfyan kim, anlaşılacak. Bu ülkeyi kim, niye geri bıraktı, anlaşılacak!

Latife Hanım’ın hatıralarında ne vardı ki, yayınlanmasına müsaade etmediler? Yok böyle bir şey, diyorsanız açınız arşivleri! İngiltere’de 30 sene sonra arşivler açılıyor, tarih oluyor! 85 sene oldu, hâlâ ne bekliyorsunuz? Açın Genelkurmay arşivlerini, açın Meclis’in arşivlerini…

Dananın kuyruğu kopacak ve kimin kimin kulu olduğu anlaşılacak ve seyreyleyin gümbürtüyü…

06.08.2008

E-Posta: [email protected] [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Emirdağ Hatıraları (9)



Pilot Ali Ağabey

Yaklaşık otuz yıldır tanışıp görüştüğümüz ve Üstad Bediüzzaman ile alâkalı hatıratını en çok dinlediğimiz Emirdağ şahitlerinden biri de emekli pilot astsubay Ali Demirel Ağabeydir.

Muhtelif zamanlarda kendisinden dinlediğimiz hatıralarının bir hülâsası şudur:

“Ben henüz Üstad Bediüzzaman’la görüşüp tanışmadan evvel bazı risâleleri temin edip okumaya başlamıştım. Bunlar teksir edilmiş nüshalardı. Tayınımın Diyarbakır’a çıkmasından itibaren, Nur talebeleriyle de tanışma imkânını buldum. Benim Risâle-i Nur dairesine intisabım bu devrede başladı.

“1952 senesinde, Jet kursuna katılmak maksadıyla Diyarbakır’dan Eskişehir’e geldim. Bu esnada Emirdağ’da olduğunu bildiğimiz Hazret-i Üstad’ı ziyaret etmeye karar verdim.

“Üstad’ın ziyaretine gitmek isteyen daha başka arkadaşlarımız da vardı. Bazıları Üstad’ı daha evvel ve hatta birkaç kez ziyaret etmişlerdi. Neticede, yedi kişilik bir kafile ile Emirdağ’a doğru yola çıktık. Bu sırada, hacdan yeni gelen Hacı Hilmi Efendi de, Üstad’a götürmemiz için bir hediye paketi hazırladı. Bu zat Üstad’ın sadık bir dostu idi.

“Emirdağ’da artık âdet haline geldiği gibi, biz de önce Mehmet Çalışkan Ağabeyin bakkaliye dükkânına gittik. Onların tavassutu ile de Üstad’ı ziyaret ettik. Bu arada Hilmi Efendinin hediye paketini takdim ettik. Üstad paketi açtı ve içinden tam sekiz adet hurma çıktı. Biz de Üstad ile birlikte tam sekiz kişi idik. Üstad, bu tevafuka dikkat çekerek ‘Fesübhanallah’ dedi ve sayı saydırarak kur'a çektirdi. Sayıya göre sırası gelenin en büyük hurmadan almasını söyledi. Biz de dediğine uymaya çalıştık. Tevazu gösterip küçük hurmadan almak isteyenleri de ikaz etti, en büyüğünü almasını söyledi.

“Üstad ise, mukabilsiz hediye almadığını, alamadığını ifade ile, kendisi de mukabil bir hediye göndermek istediğini söyledi. Bu arada etrafına epeyce bir bakındı, durdu. Sonunda bir tesbih buldu ve bize uzatarak şunları söyledi: ‘Tesbih, mübarektir. Bunu benim hediyem olarak kendisine götürün. Ona selâmımı söyleyin. Hilmi Efendi birkaç defa ziyaretime geldi, tekrar zahmet edip gelmesin. Ben onun ziyaretine geleceğim.

“Hakikaten, Üstad unutmadı ve bu hadiseden beş sene sonra (1957’de) Hilmi Efendinin hafızlık merasimine dâveti üzerine, Üstad trenle Isparta’dan Eskişehir’e geldi.

“Benim Hazret-i Üstad’ı görüp ziyaret etmem birkaç defa daha tekerrür etti. Yine Emirdağ’da, Isparta’da, İstanbul’da, vesâire…

“Bir ziyaretimiz esnasında, tayyarecilere çok duâ ettiğini, her an ölümle karşı karşıya kaldıkları için, onların birer kahraman olduklarını söyledi.

“Burdurlu olduğumu öğrenince, aslen Burdurlu olan Binbaşı Asım, Mustafa Çavuş, Rasih Hoca ve Abdurrahman Cerrahoğlu gibi kahraman talebelerinin olduğunu ve keyfiyet itibariyle bunlara pek ehemmiyet verdiğini anlattı.

“Üstad’ı son ziyaretim 1959 yılı sonlarında İstanbul’daki Piyer Loti Otelinde oldu. Çok sıkı bir takip ve tarassut vardı. Otel odasında kalabalık olunca, Üstad bir ara sinirlendi. Orada bize şunları söyledi: ‘Divan-ı Harb-i Örfi Reisi Hurşit Paşa bana ‘Said, sen de mürteciymişsin’ diye sordu. Ben de ona ‘Meşrûtiyet, bir zümrenin istibdadından ibaretse, bütün cin ve ins şahit olsun ki, ben mürteciyim’ dedim. ‘Kardaşlarım, bir emir versem, yüz Şeyh Said hadisesi gibi Türkiye’yi karıştırabilirim. Amma, bin Şeyh Said kadar kuvvetimiz olsa, biz yine müsbet hareket edeceğiz ve asayişi muhafaza etmeye çalışacağız.’

“Üstad’ımızın bu kabil dersleri çok yerinde olup bizlere çok tesir ederdi.”

Tarihin yorumu = 6 Ağustos 1945

İlk atom bombası

JAPONYA'NIN Hiroşima Adasına atom bombası atıldı. Amerikalılar tarafından Japonya'nın Hiroşima şehrine atılan bu ilk atom bombası, bir bakıma II. Dünya Savaşının da sonunu getirmiş oldu. Havada patlatılan bomba 20.000 TNT (dinamit) gücünde. Yaklaşık 10 km karelik alanı yerle bir eden bombanın etkisiyle 66.000 kişi öldü, 69.000 kişi de yaralandı. Aradan üç gün geçtikten sonra Nagazaki'ye atılan ikinci bir atom bombasından sonra, Japonya mağlûbiyetini ilân etti ve II. Dünya Savaşı bu sûretle son buldu.

06.08.2008

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Ölüm yaratılmıştır



İsmi mahfuz okuyucumuz: “Ölüm hak mı? Kur’ân’da ölümün hak olduğuna ve mutlaka her insana ve canlıya geleceğine dair âyet var mı? Varsa açıklar mısınız?”

Ölüm, haktır ve gerçektir.1 İnsanların gözü kara oluşları kendilerini bu hakikatin dışına atmaz. Tarih boyunca nice gözü karalar, nice Şeddâdlar, Nemrutlar, Firavunlar, Krallar ne servetleriyle, ne güçleriyle, ne makamlarıyla, ne tahtlarıyla ölüm önünde teslim olmaktan ve ölüme boyun eğmekten kendilerini kurtaramamışlar. Tercihini olumsuz kullanarak Allah’a boyun eğmeyen insan, ölüm karşısında tercih gücüne sahip değildir. Ölüp Allah’ın huzuruna çıkmak hususunda da tercih gücüne sahip değildir. Tutuklanarak getirilecektir.

Ölüm, Allah’ın emri, takdiri ve yaratması iledir. Kur’ân, hayat gibi ölümün de yaratılmış olduğunu bildirir.2 Demek ölüm tesadüfen başımıza gelen bir olay değildir, kendi kendine gelmez, sıradan bir olayın marifetiyle gelmez. Ölüm bizim için ve bize özel şekilde tasarlanmış olarak bizzat Allah’ın takdiri ve dilemesi ile gelir. Allah’ın emri geldiğinde hiçbir kul, ölümü bir saniye bile geri almak ve ölmemek kudretine sahip değildir. Herkes, ölüm emri geldiğinde Allah’a teslim olmaya mahkûmdur.

Kur’ân-ı Kerim, birçok âyetiyle ölümü bizim gündemimize getiriyor. Bazı âyetleri hatırlayalım:

*“Her nefis, ölümü tadıcıdır.”3

*“Nerede olursanız olun, ölüm size yetişir. İsterseniz tahkim edilmiş kalelere veya gökteki yıldızlara sığınmış olun.”4

*“Sizi çamurdan yaratan, sonra da size bir ecel takdir eden O’dur.”5

*“Her milletin bir eceli vardır. Ecelleri geldiğinde onu ne bir an geri bırakabilir, ne de öne alabilirler!”6

*“Senden önce hiçbir beşere ölümsüzlük vermedik. Şimdi sen ölürsen onlar bâkî mi kalacaklar? Her nefis ölümü tadıcıdır. Sizi denemek için hayırla da, şerle de imtihan ederiz. Sonunda ise Bize döndürüleceksiniz.”7

*“Sonra siz, bunun ardından muhakkak öleceksiniz!”8

*“Muhakkak ki sen de öleceksin, onlar da ölecekler!”9

*“Derken, ölüm sarhoşluğu gerçekten geliverir. İşte senin kaçıp durduğun şey budur!”10

*“Hanginiz daha güzel işler yapacaksınız diye sizi imtihan etmek için ölümü de, hayatı da O yarattı.”11

Ölümü sıkça hatırlamak sünnettir. Peygamber Efendimiz (asm): “Lezzetleri kaçıran ölümü çok hatırlayın.”12 buyurmuştur. Ölümü hatırlayan insan tövbe eder, Allah’a sığınır, Allah korkusuyla kötülükleri terk eder ve iyiliklerini arttırır. Ölüm herkese yakındır. Herkesin her an ölme ihtimali vardır. Fakat hiç kimse ne zaman öleceğini bilmez. Dolayısıyla yaşlı-genç demeden insan her an ölümü beklemeli, dünyada dünya için değil; ölüm ötesi için çalışmalıdır.

Dipnotlar:

1- Mesnevî-i Nûriye, s. 45; Şuâlar, s. 178; 2- Mülk Sûresi: 2; 3- Âl-i İmrân Sûresi: 185; 4- Nisâ Sûresi: 78; 5- En’âm Sûresi: 2; 6- A’râf Sûresi: 34; Yûnus Sûresi: 49; 7- Enbiyâ Sûresi: 34, 35; Ankebût Sûresi: 57; 8- Mü’minûn Sûresi: 15; 9- Zümer Sûresi: 30; 10- Kaf Sûresi: 19; 11- Mülk Sûresi: 2; 12- İbn-i Hibban, 2559

06.08.2008

E-Posta: [email protected]




Robert MİRANDA

Ne pahasına modern bir İslâm?



Orta Doğu Forumu Direktörü Daniel Pipes, geçenlerde Türkiye’de İslâmı yeniden yorumlamaya yönelik bir girişimden bahsetti. Pipes, bu girişimin Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından organize edildiğini belirtiyor.

Pipes’ın yazdığına göre üç yıldır sistemli bir şekilde yürütülen ‘Hadis Çalışmasında’ 162.000 hadis incelenmiş ve bunlarla ilgili raporlar hazırlanmış. İçlerinden 10.000 tanesi, 14 yüzyıldır biriken asılsız hadisleri ayırmak ve aslına uygun hale getirmek için elenmiş. Pipes’e göre, bu İslâm’ın reformize edilmesi adına umut verici bir gelişme.

Bütün Müslümanların bildiği gibi Hadislerin tamamı Peygamberimizin (asm) söyledikleri ve yaptıklarıdır.

Pipes makalesinde, bu projede 85 ilahiyat profesörünün yer aldığı tesbitinde bulunuyor. Pipes, projede yer alan profesörlerden biri olan Ankara Üniversitesinden İsmail Hakkı Ünal’ın “Kur’ân bizim ana rehberimiz. Hiçbir şey onunla kıyaslanamaz, biz sadece dini batın şeylerden arındırmaya çalışıyoruz” sözlerini de makalesinde aktarmış.

Projenin internet sitesinde yer alan bir röportajda, gerçekleştirilen bu projenin İslâm’ın Peygamberinin evrensel mesajını 21. yüzyıla iletmekte önemli bir adım olduğuna değinilmiş.

Projenin direktörü Mehmet Görmez, Pipes’ın belirttiğine göre, çalışmanın tamamıyla ilmî bir çalışma olduğunu, amaçlarının sadece hadislerin daha iyi anlaşılmasını sağlamak olduğunu söylemiş.

Görmez şöyle devam ediyor: “Yeni bir hadis derlemesi yapmaya karar verdik, gerekirse hadisleri yeniden tercüme edeceğiz.” Ve ekliyor: “Bu proje insanlara İslâm’ın olumlu yönünü göstermek üzere hazırlandı”.

Görmez’e göre, “bu projenin amacı, insanlık onuru, insan hakları, adalet, fazilet, kadın hakları ve insanlara saygı gibi konuları ön plana çıkarmakmış.”

Doğrusunu söylemek gerekirse bu cümleleri okuduğumda biraz sarsıldım. Bu cümleler canımı sıktı. Çünkü bu profesörlerin neden bahsettiklerini tam olarak anlamış değilim. Bu kişiler İslâm’ın olumlu yönünü mü arıyorlar. Bu da ne demek oluyor? Müslümanlar için pratikte İslâm’ın negatif yönü de mi var? Biz Allah’ın Müslümanlara en mükemmel dini verdiğini söylerken, nasıl oluyor da bu dinin bir olumsuz yönü olabileceğini düşünebiliriz? Kur’ân Allah’ın kelâmıdır. Allah’ın gönderdiği dinde olumsuz yan olur mu?

Görmez ve projede yer alan diğer profesörler, kadınları ikinci sınıf gibi sunan hadislerin aynı zamanda erkeklerin kadınlar üzerindeki hakimiyetini sağlamak için uydurulduğunu savunuyorlar. Bu insanlar bu tip mesajları içeren hadislerin reforme edilmesi gerektiğini iddia ediyorlar. Bunu da çok garip buldum. Çünkü Müslüman kadını Müslüman erkekten aşağı gören veya bu mesajı veren bir hadise rastlamadım.

Allah bir sûresine ‘kadın’ mânâsına gelen bir isim (Nisa Sûresi) vermiştir, hem başka bir sûre de adını yine bir kadından Hazreti Meryem’den almıştır. Ayrıca Mücadele Sûresi de kocasını Peygamber’e şikâyet eden bir kadının hikâyesi ile başlar. (Gerçekten Allah, eşi konusunda seninle tartışan ve Allah’a şikâyette bulunan kadının sözünü işitti. Allah, aranızda geçen konuşmaları işitiyordu. Şüphesiz Allah, işitendir, görendir. -Mücadele, 1-)

Kadını ikinci sınıf yahut üzerine hakimiyet kurulması gereken bir varlık gibi gösteren bir hadise de rastlamadım. Peki, o zaman bütün bu söylenenler ne anlama geliyor?

Hadislerin yeniden tercüme ve yorumlanmasını sevinçle karşılayanlara göre, yapılan bu çalışmalar modern bir toplum oluşturmak için gerekliymiş. Dertleri buysa, onların mantığına göre Amerika’nın anayasasını baştan yazması gerekir. Hepimiz biliyoruz ki; bu anayasa modern bir Amerika’yı tahayyül dahi edemeyen kişilerce ikiyüz yıl önce yazılmış, antika bir belgedir. Hiç 200 yıl önceki özgürlük anlayışı ile bugünkü özgürlük düşüncesi bir olabilir mi?

Peki bir hadisi olumlu ya da olumsuz yapan nedir?

Hıristiyanlık dört şubeye bölünmüş durumda. Biliyoruz ki, Protestan reform hareketlerinin ortaya çıkardığı sadece Lutherizm değişti. Aynı zamanda Lutherizm’in karşıtı olan ve Roma Katolik ve Yunan Ortodoks kilisesinin de katıldığı Kalvinizm’i de ortaya çıkardı.

Şimdi bütün bunları düşününce aklıma tek bir soru geliyor: Acaba reformcular aslında İslâm’ı bölmek mi istiyorlar?

TERCÜME: FARUK SAİM AKHAN

06.08.2008

E-Posta: [email protected]




Saadet Bayri FİDAN

Yusuf olmak



Yusuf olmak zor, çok zor…

Yusuf’san önce sevmekle başlayacaksın çileye… Öyle bir seveceksin ki; şüphe olmayacak içinde. Öyle saf, öyle temiz olacak işte.

En yakınların kesecek başını… En yakınların itecek seni karanlıklara…

En yakınların yakacak her zerreni. Ve sen güzel görecek, güzel bakacaksın her şeye…

Dedim ya; Yusuf olmak zor, çok zor...

Bu dünya perdesinde Yusuf olmayı seçtiysen, önce dar kapılardan geçeceksin… Dört duvara dokunacaksın, her köşe başında bir kuyu olacak sen girecek - sen çıkacaksın.

Her çıkış bir başlangıç, her düşüş bir devrin bitişi olacak.

Ve O’ndan başka kimseyi imdada çağırmayacaksın,

Zindanların yakın edecek bütün yaratılmışı... Dağlar yoldaşın, taşlar arkadaşın, kuyular sırdaşın olacak.

Önce sıla yakacak içini… Sonra adı hasret olan bütün özlemler gelecek peşinden…

Sabırla başlayacak dünya sürgünün.

Yusuf olmak zor, çok zor…

“Nurunda hoş, narında” diyeceksin. Bütün ateşleri gül diye tutacaksın. Kor önce avucunu, sonra yüreğini yakacak, susacak susacaksın,

“ Ah” demeyi bile çok göreceksin diline.

Şikâyet kapılara gelip gelip gidecek eski yerine, Sevmenin ne zor olduğunu elbet anlayacaksın.

Yusuf olmak zor, çok zor…

Köle olup önce pazarlarda satılacaksın…

Saraylara ayağında kelepçeyle gireceksin. Toprak değecek tenine, rüzgâr savuracak tanelerini gözlerine,

Kimse inanmazken sana, yitirmeyeceksin hiç ümidi.

Hamken yanacak, yandıkça pişeceksin, “Elhamdülillah” kemerini kuşanacaksın,

Çileden geçmeden gidilmez hiçbir yere. Çekecek çekecek hep pişeceksin…

İmtihanı öyle kolay olmayacak aşk yolunun, Her adımda bir kez daha bileneceksin.

Yusuf olmak zor, çok zor…

Her yanışında anlayacak; Yusuf olmak zor diyeceksin. Sonra aşkın ne zehir olduğunu tadacaksın… Kılıçtan keskinliğini, nankörlüğünü, acizliğini,

Yolun zindanlara düşecek, edep perdesinin ardında bekleyeceksin.

Beyaza değen siyah temizlenene kadar sürecek bekleyişin.

Öyle kolay olmayacak siyahtan arınmak, Yani seneler sürecek bekleyişin.

Kapılara asılacak Yusuf gömleğin,

Bakıp bakıp, eğeceksin başını Ama mahcubiyetten değil, yine edepten olacak sakınışın.

Ne zamanki sebepler kapısını kapatıp tümden, Dönünce yüzünü Rahmana bir haber gelecek gaybtan: “Yusuf tertemizdir günahtan”

Sultanlığın yolu zindandan geçecek bileceksin…

Dedim ya; Yusuf olmak zor, çok zor..

Yusufken sultan olmakta zor,

Hele Yusuf’un Yakup’u olmak, işte o hepsinden zor…

06.08.2008

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

Demokratik kararlılık…



Siyaset tatil dinlemiyor. Anayasa Mahkemesinin iktidar partisini “kapatmama kararı”nın ardından yeni dönem tartışmaları yapılıyor. Bütün hesaplar, siyasî iktidarın demokratik irâde ve direnç göstermesinde düğümleniyor.

Gerçi yeni yasama yılında AKP’nin öncelikle “yeni anayasa”yı yeniden gündeme getireceği medyada ufak ufak yer alıyor. Meclisin erken açılıp yeni anayasa çalışmalarıyla demokratikleşmeye dair yasaları çıkaracağı iktidar partisi sözcülerine atfen belirtiliyor. Lâkin Başbakan ve siyasî iktidar yetkililerince bu durum henüz açıkça deklâre edilmiş değil.

Gelinen noktada AKP yönetiminden yalnız siyasî partilerin kapatılmasını zorlaştırmayı amaçlayan demeçler geliyor. Bu durum, düzenlemelerin yine anayasanın 69. ve Siyasî Partiler Kanununun 101. maddelerinde değişiklikle sınırlı kalınacağı intibâı veriliyor.

TELKİNLERE DİKKAT!

Görünen o ki Başbakan ve partisi yine “konjonktürel siyaset”i hedeflemiş; gelişmelere göre “günübirlik politikalar” gütme peşinde. Ne yazık ki “mâlum medya” ve hatta “AKP medyası” da sürekli Mahkeme’nin “ciddî ihtarı”na dikkat çekerek bu “taktiği” salık veriyor.

Bu vaziyet, AKP’nin demokratikleşmede, özellikle inanç ve mânevî değerlere dair kısıtlamaların kaldırılmasındaki kırılmaları daha da derinleştiriyor. Son altı yıldır olduğu gibi…

Anlaşılan o ki Anayasa Mahkemesi Başkanının “kısa karar” açıklamasında “topluma ters gelen anayasa değişiklikleri varsa, bunların süratle gerçekleştirilmesini istiyoruz” sözleri, yine tersinden okunmakta.

Bundandır ki baştan beri içine girilen ürkek, teslimiyetçi ve tâvizkâr politikalarla yeni anayasa, AB uyum yasaları, demokratikleşme ve özgürlüklerin bir defa daha yarım yamalak ele alınması illeti nüksetmekte.

Bunda şüphesiz AKP’nin kurulup iktidara getirilmesinde büyük bir harcı olan hâricî ve dahilî mihrakların telkinleri de etkili olmakta. Mahkemenin iktidar partisini “dinî politikalar uygulamama” konusunda uyardığını yazan The New York Times’in, AKP’nin dinî hak ve özgürlükleri genişletmek konusunda “daha dikkatli, daha kontrollü ve yavaş davranması” tavsiyesi bunun korkutması.

İktidara yakın bazı yazarların siyasî iktidarın, imam hatip mezunlarının üniversiteye girmesini zorlaştıran katsayı adaletsizliğini gidermeye çalışması ya da başörtülülerin üniversitede okuyabilmesi hususunda harekete geçmesi halinde Anayasa Mahkemesnin kararına atıfta bulunulacağı hatırlatılması, bunun bir örneği.

Sonuçta kimi “AKP yorumcuları”nın, bundan böyle AKP’ye “laiklik karşıtlığı mahkemeden tescilli muamelesi yapılacağı” ve “artık partinin tepesine Demokles’in kılıcı asılmıştır” uyarıları iktidarın zâten zâfiyet içindeki demokratik irâde ve cesâretini kırıyor.

“KAPATMAYI ZORLAŞTIRMA”YLA

KALINMAMALI…

İşin bir başka ilginç yönü, Başbakan Erdoğan’ın ve parti yönetiminin, daha ilk günde partinin “laiklik karşıtı eylemlerin odağı haline geldiği” ve dinî özgürlükleri genişletmeye yöneldiğinde yeniden “kapatma dâvâsı”yla karşı karşıya kalacağı “korkutması”na gelmesi. Daha önce başörtüsü için “velev ki siyasî simge de olsa” diyen Erdoğan’ın, “karar”dan hemen sonra yaptığı konuşmada “laikliği ve cumhuriyetin ana ilkelerini savunacağız” deyip heveskâr bir uslûpla “koruma ve kollama”ya soyunması…

Keza bu “kırılgan politika”yla AKP sözcülerinin, “Biz kesinlikle laiklik karşıtı olayların odağı olmadık; Türkiye’nin demokratik, sosyal ve laik hukuk devleti olduğuna başından inandık, bunu yaşatmaya devam edeceğiz” güvencesi ile kendi kendilerini “kayıtlı” kılıp âdeta “kelepçeletmeleri.”

AKP kurmaylarının üzerinde çalıştıkları düzenlemelerin “odak” olma yerine “şiddet” kriteri getirilerek bir tek “parti kapatma”yla kalmaları bunun göstergesi.

İktidar partisi elbette öncelikle demokrasilere yakışmayan siyasî partilerin yargı tarafından kapatılmasına tedbirler almalı. Ancak söz konusu düzenlemeleri, bir bütünlük içinde sistemin ve siyasetin demokratikleşmesi muhtevasında ele almalı.

Bir tek anayasanın ve yasanın “parti kapatma”yla ilgili maddeleri değil, halkın vekilini kendisinin seçtiği, hâkim nezâretinde kayıtlı önseçimle aday listelerinin “tercih”le seçildiği siyasî partiler ve seçim kanununu çıkarmalı.

Buna bağlı olarak “AB müktesebatının üstlenmesine ilişkin ulusal program”da ve “katılım ortaklığı belgesi”nde taahhüt edilen insan haklarını, temel özgürlükleri; din, vicdan, düşünce ve ifâde hürriyetini teminat altına alan yasaları sür'atle çıkarmalı.

Ve vakit geçirmeden “yeni anayasa”yı kararlılıkla gündeme getirmeli…

Demokratik kararlılık olmalı. Başka da çâresi yok…

06.08.2008

E-Posta: [email protected]




Kemal BENEK

Kurumsal mutabakat zamanı gelmedi mi?



Kapatma dâvâsı sonuçlandı. Yüksek Askerî Şûrâ toplandı. Türkiye’nin ana gündemini oluşturan iki mesele de bir neticeye kavuştu.

AKP cenahında da, Genelkurmay cenahında da yeni sayfalar açıldı. Yeni sayfalar yeni umutlar demek. Yeni umutların hayata ne kadar yansıyacağını zaman gösterecek.

Kurumlar yeni sayfa açarken, eski sorunlar olduğu gibi duruyor. Bu sorunlar nice yenileri eskitti, nice yeni sayfaları soldurdu.

Tamamen haksızlık da yapmayalım; Zaman içinde olumlu gelişmeler de oldu. Ancak yeterli olmadı. Ağza çalınan bir parmak baldan öteye gitmedi.

**

İnternetin “özgür ansiklopedisi Vikipedi” de “ağzına bir parmak bal çalmak” deyimi, “küçük vaatlerde bulunarak, tatlı sözler söyleyerek, birini bir süre kandırmak, oyalamak” şeklinde açıklanıyor.

Türkiye, artık “bal çalınarak” kandırılma, oyalama sürecini geçti. Artık daha net ve kesin sonuçlar zamanı geldi.

Bir sorun ya çözülür, ya çözülmez. Çözülürse mesele yok. Çözülmezse niye çözülmediği net ve kesin bir şeffaflıkla açıklanmak zorundadır. Yuvarlama bahaneler sahibini kurtarmıyor artık. Bunların dün geçerliliği vardı. Bugün yok.

**

Başbakan Erdoğan belli bir süre öncesine kadar başörtüsü yasağıyla ilgili “Millet yasağın kalkmasını istiyor. Ancak kurumsal mutabakat yok” sözleri ile dile getiriyordu.

Erdoğan başörtüsü için bunu diyordu, ama Türkiye’de bir çok problem için aynı mazeret geçerli.

Hem başörtüsü, hem Kürt, hem Alevî, hem azınlıklar…

Velhasıl “demokrasizlik”ten kaynaklanan bütün sorunlarda kurumsal mutabakat eksikliği mevcut.

Muhataplar bu eksikliği ne kadar hissediyor, orası meçhul. Ancak hissetmeyenin kaybedeceği kesin.

Millet kendi arasında mutabakat sağlamış. Ve her türlü provokasyona rağmen bozmamış.

Sıra kurumların da milletin mutabakatına uymasında. En acil “uzlaşma” budur.

06.08.2008

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Beşşar’ın kara kutusu



Suriye, Beşşar Esad’ın İran ziyaretiyle Türkiye ziyareti arasındaki dönemde el Hayat gazetesinin faş ve deşifre ettiği bir cinayeti yaşadı. Keskin bir nişancı Esad’ın en hassas dosyalarına hakim Danışmanı Tuğgeneral Muhammed Süleyman’ı öldürdü. Bu, sıradan bir cinayet değil. Adam gizli sırların belki de tek şahidi. Bunun iki sebebi olabilir. Bunlardan birisi Hariri suikastına dair bildikleridir. Hariri suikastına dair bildiklerinden ve derin ve gizli bilgilere haiz olmasından dolayı öldürülmüş olabilir. İkincisi de, Şam’da bir suikasta kurban giden İmad Muğniye dosyasıyla bağlantılı olarak yine bu dosya ile alâkalı bildiklerinden dolayı öldürülmüş olabilir. Zayıf olsa da üçüncü bir ihtimâl daha var. O da Beşşar Esad’ın takımı arasındaki iç çekişme ve sürtüşmedir. Zira Süleyman, Beşşar’ın iç çekirdeği arasında yer alıyordu.

Dolayısıyla büyük ihtimalle bildikleri sebebiyle ve bildikleriyle birlikte tasfiye edildi ve ortadan kaldırıldı. Bilgi ya güçtür ya da yüktür. Bilgiyi kullanabilenler için o bir güçtür. Başkalarının kullanabileceği bilgi ise sinede bir yüktür. Muhammed Süleyman, Beşşar Esad’ın sağ kolu ve bütün gizli ve kirli işlerini bilen birisi olarak tanımlanıyor. Şarku’l Avsat gazetesine göre, üç hassas alandaki bütün dosyalar onun elinden geçmişti. Bunlar, güvenlik, finansman ve ordu reformu. Orduda bütün subayların atanması ve terfîsi bir dönem onun elinden geçmiş. 49 yaşında olan Muhammed Süleyman’ın hassas güvenlik dosyalarından sorumlu olduğu biliniyor. Bunlar arasında Hizbullah ile Suriye makamları arasında bağlantıyı sağlamak da var. İşte bu nokta bizi İmad Muğniye meselesine götürüyor. Şarku’l Avsat gazetesine göre Muhammed Süleyman, Lübnan eski Başbakanı Refik Hariri cinayetiyle ilgili kurulması tasarlanan BM’ye bağlı uluslar arası mahkemeye celbi istenen isimler arasındaydı.

***

Ammar Abdulhamid gibi Suriyeli muhalifler ise cinayetin gerisindeki parmağı kendilerine göre keşfetmişler bile. Bunlara göre, Refik Hariri cinayeti konusunda arkada delil ve şahit bırakmak istemeyen Şam yönetimi bu hassas bilgilere haiz olduğundan dolayı Muhammed Süleyman’ı ortadan kaldırmıştır. Ömer Beşir’in Darfur sebebiyle uluslar arası bir mahkeme ile karşı karşıya geldiği bir süreçte korkuları depreşen Beşşar rejiminin gerideki bilgi ve şahitleri ortadan kaldırmak için bu yola başvurmuş olabileceği ileri sürülüyor. En azından Suriyeli muhalefetin inancı bu istikamette.

Bu rivayetlere şüpheyle yaklaşanlar ve karşılayanlar da var. Bunlardan birisi de Oklahoma Üniversitesi Ortadoğu Araştırmaları Merrkezi’nden Joshua Landib. Bununla birlikte Landib’e göre, Beşşar rejiminin ilk iki yılında Muhammed Süleyman çok önemli roller oynadı ve adeta Beşşar’ın müsteşarı gibiydi. Landib, İsrail gazetesi The Jerusalem Post’a bu suikastın Esad rejimini sıkıştırma amaçlı olarak muhalifleri tarafından işlenmiş ve tertip edilmiş olabileceğini söylüyor. Buna göre, Kaide’ye ve aşırılığa cephe alan Beşşar rejimi bu kesimlerin hedefi haline gelmiş olabilir! İsrail’e göre, Süleyman, Hizbullah kaynaklı iç çekişmenin kurbanı olabilir. Başka bir ihtimâle göre yine İsrail’e göre, bizzat Beşşar ortadan kaldırılmasını istemiş olabilir. İsrailli Ortadoğu Uzmanı Profesör Moshe Moaz, Süleyman’ın öldürülmesinde İsrail’in bir çıkarı olmadığı için dahli ve payının da olduğunu da zannetmediğini söylemektedir.

***

Gerçekten de esrarengiz bir şekilde öldürülen Muhammed Süleyman Suriye’nin kara kutusuydu. Beşşar’ın sağ kolu ve gölgesi olarak anılıyordu. Suriye muhaliflerine göre ‘karanlık adam’ olarak anılan Süleyman perde gerisinde bakanları ve valileri atıyordu. Hatta gücü damat ve Askeri İstihbaratın Başı Asıf Şevket’i bile aşıyordu. Onu gözetim altında tutuyordu. Bu yüzden aralarına kara kedi girmişti. Buna mukabil, Beşşar’ın küçük kardeşi Mahir Esad ile araları gayet sıcaktı. Aralarından su sızmıyordu. Suikast şekli de esrarengiz. Tartus’ta denize nazır evinde iken bir Kanas silâhıyla denizdeki bir bottan açılan ateşle öldürülüyor. Akabinde, bütün bölge askerî kordon altına alınıyor. Cenazesine Mahir Esad da katılıyor. Suriye’de gerçekten de garip şeyler oluyor. Beşşar Esad’ın gelişiyle birlikte ülkede birçok intiharlar ve suikastlar yaşandı. Süleyman bunların en sonuncusu. Bunlardan önce Mahmut Zubi, Gazi Kenan da vardı. Zubi için yönetim 8 kurşunla intihar ettiğini söylüyordu. Halbuki bir kurşunla tamamda diğerlerini kim ikmal etti? Gazi Kenan da öyle oldu. Bazen sultanla yatan ölü kalkar. Eskiler ne demişler: Kurbussultan ateş-i suzan... Sultana yakın olmak ateşten bir gömlektir. Hele de sultanın kirli işleri çok olursa...

06.08.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 
GAZETE 1.SAYFA

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Site yöneticisi | Editör
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır