"Gerçekten" haber verir 06 Ağustos 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Görüş

Her an iç kontrol

İNSANOĞLU günlük hayatında kıskançlık, hırs, açgözlülük, haset, makam-mevki sevgisi, korku, intikam, kin besleme, düşmanlık gibi duygulara dayalı olarak birçok hatalar yapar, gel-gitler yaşar, bunalımlara düşer, pişmanlıklar duyar, iç kontrolünü kaybeder. Ama bütün bunlara rağmen insan, başkalarının kontrolü altında olmaktan ve hicap duyacağı bir davranışını başkalarının görmelerinden hiç mi hiç hoşlanmaz, bundan büyük bir rahatsızlık duyar, olabildiğince hür ve serbest hareket etmek ister, kontrolden uzak durmak ve atlatmak için elinden ne geliyorsa yapar.

Ne kadar sıkı olursa olsun insanî ve mekanik dış kontroller atlatılabilir. Ama bizi yaratan ve her an, her şeyi gören Allah’ı, herhangi bir işe kalkıştığımızda, harekete geçmeden önce, zihnimizde oluşan niyetimizi ve içimizdeki adalet terazisi olan vicdanımızı atlatmamız mümkün değildir.

Esas olan İlâhî ve iç kontroldür. İç kontrolü iman besler. İmansız kontrol, yavan, faydasız ve süreksizdir. İfrat ve tefrit arasında gidip gelen duygularımızın serseri, dengesiz ve perişan halleri kendimizi kontrol etmeyi imkânsız hale getirir. Beklemeye tahammülü olmayan, zaaflarına her an yenik düşen, son derece âciz, zayıf ve fakir olan, haram-helâl demeden birçok şeye, makam-mevki, zenginlik ve güce sahip olmak isteyen, vesvese, korku, güvensizlik ve kararsızlık gibi girdaplara dûçar olan insanı, kanaate, şükre, kararlılığa, güçlü bir irade ortaya koymaya, zaafiyet ve kendine güvensizlikten kurtarmaya ancak kuvvetli bir iman vesile olabilir.

Duyguların düşük tansiyonlu olması da insan üzerinde olumsuz etki yapmaktadır. Bunun, iç kontrolün kişinin kendi iradesinden çıkıp başkalarının oyuncağı haline gelmesi şeklinde tezâhürleri görülecektir. Bu da bir nev'î modern kölelikten başka bir şey olmasa gerektir. Kararsız, amaçsız, hedefsiz, olayların akışına kendisini bırakmış ve belirsizlik içerisinde yuvarlanıp giden bir insanın, topluma karşı asalak durumuna düşmesi hiç de hoş bir şey olmayacaktır.

Utanılacak bir davranışı başkalarının görecek olması caydırıcıdır. Bu caydırıcılıktan müsbet anlamda yararlanmak gereklidir. Ancak bu, genel anlamda olmalı ve hiçbir zaman özel hayata müdahale edecek taşkınlıkta olmamalıdır.

Davranışlarımızda Allah’ın emirleri, iyi niyetimiz ve bozulmamış olan vicdanımız bize yol gösterici olmalıdır. Hür bir irade ile net tavırlar ortaya koyabilmek ancak, iç kontrolümüzü sürekli elimizde tutmamıza, başta kendimize ve Allah’a olmak üzere daha sonra da başkalarına hesap verebilir durumda olmamıza bağlıdır. Sağlam ve doğru bilgiler, insanı karanlıktan aydınlığa, kararsızlıktan güçlü bir irade koymaya, belirsizlikten netleşmeye eriştirecek bir yol haritası hükmünde olacaktır.

Kadir AYTAR

06.08.2008


“Şu yılgın Türkler

Orta Asya’nın bozkırlarında serâzâd yaşarken, milletinin saâdetini isteyen idârecilerin arkasına takılarak, doludizgin Çin’e daldık. Dünyânın yedi hârikasından biri sayılan, “İnsanın eliyle zemin sayfasında yazılan mücessem, mütehaccir, mânidar, târîh-i kadîmden uzun bir satır” olan Çin Seddinin yapılmasına sebebiyet verdik.

Bozkırlar atlarımızın nalları altında gümbürderken, yerleşmiş ve medenîleşmiş kavimlerin yürekleri korkudan ihtizâza gelirdi. Durduk yerde bize düşman oldular. İçimize fitne soktular. Bizi birbirimize kırdırdılar. Elimizi-ayağımızı kestiler. Bir kurt inine tıktılar. Bereket, Asena önümüze çıktı. Kurtulduk. Çoğaldık. Güçlendik. Dağları erittik. Yolları açtık. Kaldığımız yerden işimize devâm ettik.

İyi beyler, kötü beyler başımıza geçti. Kırdık, kırıldık. Vurduk, vurulduk. Hak dîn karşımıza çıktı. Durduk, durulduk ve hakîkate karıldık… İyi beyler, iyi şeyler buyurdu. Kızılelma’nın Bizans’da olduğunu duyurdu. İstikametimiz, maddî–mânevî olarak değişti. Kızılelma dünya mutluluğu idi, dünyada kaldı. İ’lâ-yı kelimetullâh ile beşerin iki cihân saâdeti hedefti. Gazâ, çapulun yerini aldı. Millet tek yürek, tek bilek oldu; Alparslan’ın ardından Anadolu’ya daldı.

Mâneviyâtın hâkim olduğu zamanlar yüceldik. “Benim beyim, senin beyini döver!” düşüncesi olunca, meydan muharebelerinde yüzbinler ırkdaş ve dindaşı-ne şehiddir, ne gâzî-telef ettik. İyi bey, kötü beyi yendiyse bir kısmımız bayram; öbür tarafımız esef ettik.

Tahtını gönül rızâsı ile oğluna, babasına, kardeşine bırakanların zamânında an, yıl oldu. Yıl, asır oldu. Aşîret, cihangîr bir devlet oldu. Hz. Peygamber’in (asm) müjdesi gerçekleşti. Köhne Bizans canlandı. Kostantiniyye, İslâmbol oldu. Adâlet herkese, cezâ müstehakka ulaştı. Sulh, sükûn, huzûr halkı kapladı. Memleket cennet-misâl bir mevsime erişti. Teb’a mes’ûd yaşadı. Medeniyet inançla, ilimle, san’atla, fenle, edebiyâtla, bedi’iyâtla süslendi. Beşeriyet câmi’ler, medreseler, hayrâtlar, yollar, köprüler, çeşmeler, kasırlar, dîvânlarla şenlendi.

Hakkın hâtırı yüce; haksızlar yerle yeksân, cüce kılındı. Dünyânın neresinden bir inilti geldi ise, ilgilenildi. Elden geldiğince; bakışla, sözle, güçle mazlûma yardıma koşuldu. Saâdet-i dâreynin bir kanadı, Asr-ı Saâdetin gölgesi gibi, dünyâyı gölgelendirmeye başladı. Ama, râhat battı. Şeytan şeytanlığını, düşman düşmanlığını terk etmedi. İçten-dıştan, alttan-üstten, önden-arkadan nefis, hevâ, küfür, zulüm, inkâr, şirk, ta’til orduları ateşli, haçlı, şamdanlı teçhizâtları ile hücûma geçti. Yüzyıllar yıl oldu. Dünyâ tersine döndü. Yüce milletin ikbâli söndü.

Milyonlar toprağa döküldü. Evler yıkıldı. Mallar harâb, bahçeler türâb oldu. Kış fırtınası dağı-taşı düzledi. Millî ve medenî târîhimizin biriktirdiği bütün servet hebâ oldu. Ölenler şehîd, kalanlar gâzî, yıkılan ve kaybolan sadaka hükmüne geçti. “Fâsık, günahkâr bir milletten, humsu olan dört milyonu velâyet derecesine çıkardı; gazilik, şehadetlik verdi. Müşterek hatâdan neşet eden müşterek musibet, mâzi günahını sildi.”

Eski milletimizle, yeni bir devlet kurduk. Eski büyüklerimiz, yeni büyüklerimiz oldu. Eski beyle-rimiz geri geldi. “Ben-Sen” kavgası yeniden canlandı. Bizans entrikaları - zâten ölmemişti - hortladı. Saflar berraklaştı. Fetvâlar, taraftarlara ulaştı. İnsanlar gruplaştı. Şer, hayra bulaştı. Tehditler, tahditler, telkinler, tenkiller başladı. Kaydırmalar, caydırmalar çoğaldı. Saltanat kaldırıldı. Sultanlar uzaklaştırıldı. İsimler, resimler değişti. Uygulamada değişen bir şey olmadı. İddiâların içi dolmadı.

Milletin yüzde doksan dokuzu horlandı. İstenilen şekle döndürülmek için zorlandı. Emîrler emretti. Buyuranlar buyurdu. Uyanlar uydu. Uymayanlar uyduruldu. Cebir, şiddet, tenkîl, imhâ, sürgün, zorâki iskân, zindan, i’dâm serbest bırakıldı. Hürriyet, düşünce, söz, yazı, ifâde, şarkı, türkü, sarık, çarık, potur, zıvga, şalvar, kaftan, yaşmak, ferâce, örtü, çarşaf, paşa, efendi, şeyh, hoca.. -sözlükteki kelimeleri saymakla bitiremiyeceğim- yasaklandı. Cünûn serbest kaldı; akıl – iz’an kaçtı, saklandı.

Demokrasi ithâl edildi. Halk hür oldum sandı. Kah! Kah! Kih, kih! Nasıl da aldandı! Sandıklarla oynandı. Şapkadan tavşan çıktı; sandıktan iktidar… İktidar ama, o kadar! Aslâ muktedir değil! “Ferman pâdişâhın, dağlar bizimdir!” derlerdi; “Hâkimiyet milletindir.” – görünmez yazı ile – “Egemenlik bizim!” dediler. On yılda bir baklavayı yediler. Baklavadan bahsetmeyi yasakladılar. Tepsiyi sakladılar. Ne sihirdir, ne kerâmet: El çabukluğunda ma’rifet… Halk irâdesini oyladılar: % 98’i oynadılar. Sen sağ, ben selâmet! Yoo, yanlış oldu: ben sağ, ben selâmet! Sen şapkanı al git! Değiş de gel! Değiştin mi? Dananı da al git! Değiş de gel! Değiştin mi? Olmamış, şu şaplağı al da git! Rahat yok, hazırolll! Değiştin mi? Dağın çobanı, bağın hâkimi ile aynı mı olur? Ol da gel, yıl da gel, yıkıl da gel!

“Ah şu yılgın Türkler.”

Ekrem KILIÇ

06.08.2008


Filistin’de bir garip tablo

Öteden beri Filistin halkının işgale ve zulme karşı mücadelesinin sivil direniş ve müsbet hareketle olacağını savunduk. Silâhlı ve teröre varan mücadelenin bu haklı dâvâyı uluslararası camiada haksız duruma düşüreceği ve Filistin halkının bu durumdan büyük zarar göreceğini dile getirdik.

Önceki akşam ajanslara düşen bir haber Filistin’deki kardeş kavgasının ne boyutlarda seyrettiğini bir kez daha görmemizi sağladı. Hamas’ın kontrolündeki Gazze’de bulunan Hillis aşiretinden yapılan, kitleler halinde tutuklamalar bölgedeki gerilimi arttırdı. Anlamakta zorlandığımız şu; karşınızda sizi her an yok etmek üzere bekleyen bir terörist devlet varken siz nasıl olup da kardeş kavgasına düşersiniz?

Üstadın da 22. Mektup’ta söylediği gibi (I) bu iki direniş örgütü, Sipkan ve Hayderan aşiretleri kadar düşman dahi olsalar dışarıdan varlıklarına kasteden bir düşmanın varlığına karşı birlik olup dâhili adavetleri hatıra getirmemelidir. Aksi halde iki eş kuvvetteki azametli kahramanların, ikisinin birden bir çocuğa mağlûp olmaları gibi düşmanları karşısında yenilmekten kurtulamayacaklardır. (II)

İkinci Dünya Savaşından bu yana farklı yapılanmalarla direnişlere liderlik eden El Fetih ve Hamas gibi örgütlerin siyasî açmazlardan kaynaklanan çatışmaları gündemlerinden düşürmemeleri olsa olsa safderûnluktur. Asıl amacınız ‘direniş’ iken siz kendi aranızda kavgaya tutuşursanız, düşmanın sizi alt etmek için güç harcamasına bile gerek kalmaz. Bunu bilen liderlerin çatışmalara derhal son vermeleri gerekir. Yok, eğer liderler bu gerçeğin farkında değillerse, bu liderleri orada tutan örgütlerin bir özeleştiri yapma zamanı gelmiştir.

Yine başka bir haberde, son bir yılda Hamas ile El Fetih arasında çatışmaların arttığı dönemde, bölgedeki İsrailli yerleşimcilerin sayısında gözle görülür bir artış yaşandığı belirtiliyordu. Bu demek oluyor ki, bu iki kardeş asıl amaçlarını –yani İsrail zulmüne karşı direnişi–yapmak yerine birbirlerini kırdıkları süreçte İsrail kendi amacına yönelik faaliyetlerini daha bir rahat yapabilmiş. Özellikle Batı Şeria’daki işgal sonrası yerleşimlerin bütün uluslararası sözleşmelere aykırı olmasına rağmen, Filistinliler kardeş kavgası yüzünden haklılığını uluslar arası kamuoyuna anlatamıyor. Bu aşamadaki kayıpların daha sonra telâfisinin ne kadar zor hatta imkânsız olduğu göz önünde bulundurulduğunda, mevcut kardeş kavgasının nelere mal olduğu daha iyi anlaşılacaktır.

Ayrıca yine mevcut çatışma ortamının dış güçlerce içlerine atılan nifak tohumlarının sonucu olduğunun anlaşılması için de müneccim olmaya gerek yok.

Son yaşanan tutuklamalar ve Hamas’ın Hillis Aşiretine mensup Filistinlilere karşı sergilediği tutum, aslında direnişe liderlik edenlerin, direnişin mahiyetinden ne kadar haberdar olduklarını gösteriyor. Özellikle tutuklamalardan kaçan Filistinlilerin İsrail’e sığınmak zorunda kalmaları ve yine İsrailli askerler tarafından maruz bırakıldıkları uygulamalar, Filistin’deki kardeş kavgasını sürdürenlerin sebep olduğu bir utanç tablosudur.

I. 22. Mektup, sayfa 260. Mektubat.

II. 22. Mektup, sayfa 261, Mektubat

FARUK AKHAN

06.08.2008


Millî tarih şuuru ve arşivlerimiz

Millî tarih ve kültür araştırmaları için gerekli olan kaynakların başında arşiv malzemeleri gelmektedir. Çünkü tarihimizin gerçek bilgileri arşiv malzemelerinde kayıtlıdır.

Bu sebeple, arşiv belgeleri yalnızca geçmişin siyasî olaylarına değil, devrinin her türlü kültürel ve sosyal hadiselerine, iktisadî ve malî kaynaklarına ve dahi devlet düzeninin işleyişine ışık tutar.

Bu anlamda, geçmişle gelecek arasındaki bağı sağlamak gibi hayatî bir fonksiyonu olan arşivler, bir milletin en değerli hazinesi ve devlet varlığının da hafızası durumundadır.

Bu bilince tarihin çok eski dönemlerinden beri sahip olan milletimizde arşivcilik düşüncesi Uygurlarla başlayıp Selçuklularla devam etmiş, Osmanlılarda ise zirveye ulaşmıştır.

Bu zihniyetin sonucu olarak Osmanlı Devleti’nde İstanbul’un fethine kadar Bursa ve Edirne saraylarında saklanan değerli evraklar fetihten sonra ilkin Yedikule mahzenlerinde muhafaza edilmiş, oradan Atmeydanı’na nakledilmiş, bilâhare Topkapı Sarayı’nda Hazine-i Amire ve Enderûn-ı Hümayûn’a yerleştirilmiştir. Zaman içerisinde Topkapı Sarayı’nın dışına taşan evraklar için muhtelif yerlerde mahzenler kurulmuştur.

Devletin arşiv evrakının bulunduğu yerlerin farklı semtlerde olması ve resmî muamelelerin yürütülmesindeki güçlük sebebiyle, Sultan Abdülmecid’in 1846 tarihli iradesi gereğince, modern bir arşiv binasının inşasına başlanılmış ve 1849 tarihinde ilk modern Hazine-i Evrak binası tamamlanmıştır. Öneminden dolayı nezaret haline getirilen bu müessesenin başına da bir nazır tayin edilmiştir.

Osmanlı Devleti’nin ilgasından sonra 1923 yılında, “Mahzen-i Evrak Mümeyyizliği” adı ile Başvekâlet Kalem-i Mahsus Müdüriyeti’ne bağlanan arşiv teşkilâtı, 1927’de “Hazine-i Evrak Müdür Muavinliği” adı ile Başvekâlet Müsteşarlığına bağlanarak bir bakıma müstakil bir daire hüviyetini kazanmıştır.

1982 yılında Bakanlar Kurulu Kararı ile Başbakanlık Teşkilâtı içerisinde Osmanlı Arşivi Daire Başkanlığı adını almıştır.

1984 çıkarılan bir kanunla millî arşivlerimizin korunması ve değerlendirilmesiyle ilgili her türlü görev Başbakanlığa verilmiş, bu görevi yürütmek üzere Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü kurulmuş ve Osmanlı Arşivi Daire Başkanlığı, Genel Müdürlüğe bağlanmıştır.

Türk milleti olarak sahibi olmakla gurur duyduğumuz Osmanlı arşivleri, bugün dünyanın en zengin ve en çok araştırma yapılan arşivi konumundadır.

Cağaloğlu’nda son derece modern bir donanıma sahip olan arşiv binası yalnızca bizim değil, bütün Orta ve Yakın Doğu, Balkan, Afrika ve Avrupa’daki 40’a yakın ülkenin tarihî hafızasına da ev sahipliği yapmaktadır.

Ülkemiz için bu denli öneme sahip olan bu devlet arşivinin yanında, yine bir o kadar değerli belgelerin saklandığı bir de mahallî arşivler vardır ki, bunlar da Osmanlı döneminden kalma son derece kıymetli bölgesel kayıtları ihtiva ederler.

Vilayet Arşivleri, Vakıflar İdaresi Arşivleri, Tapu ve Kadastro Arşivleri, Özel İdare Arşivleri, Maarif Müdürlüğü Arşivleri, Nüfus Arşivleri, Müftülük Arşivleri, Tekke Arşivleri, Nafia Dairesi Arşivleri bunlardan önemli olanlardır.

Osmanlı devlet arşivlerinin, Osmanlı dönemi ve öncesine ait arşiv malzemesini tesbit etmek, toplamak ve kontrol altına almak gibi çok önemli bir görevi var iken, taşrada bulunan söz konusu bu arşivler maalesef bir yetki karmaşası yüzünden bulundukları devlet dairelerinin yöneticilerince bir yük olarak algılanmaktadır. Çoğu zaman hazine değerindeki bu belgelerin kıymeti bilinmediğinden, hoyratça yıpranmasına ve çürüyüp gitmesine göz yumulmaktadır. Hele bugünlerde gazetelerden takip edebildiğimiz kadarı ile SEKA’ya hurda kâğıt olarak gönderildikleri doğru ise, durum içler acısı demektir.

Bunun için doğrudan Başbakanlığa bağlı olan Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü’nce bir an önce mahallî arşivler şube müdürlükleri kurularak bölgesel kayıtlar tek merkezde toplanmalıdır.

Kurulacak olan şube müdürlüklerince bu belgeler arşivcilik metot ve tekniklerine uygun olarak koruma altına alınıp tasnif edilmeli ve devamlılığını sağlamak amacıyla kopyaları çıkarılmalıdır.

Aksi halde bölgesel arşivlerde külçe halinde sağa sola atılmış halde bulunan bu değerlerimiz zamanla yok olup gidecektir.

İş işten geçmeden, mahallî arşivlerdeki belgelere bir an önce sahip çıkılması için millî hafızamızın silinmesine gönlü razı olmayan, vicdan sahibi yetkililerin el atması temennî ediyoruz.

Mehmet İPÇİOĞLU

06.08.2008

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 
GAZETE 1.SAYFA

Site yöneticisi | Editör
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır