|
|
Âyet-i Kerime Meâli
Eğer göklerde ve yerde Allah'tan başka ilâhlar olsaydı, ikisi de harap olup giderdi.
Enbiyâ Sûresi: 22
|
06.08.2008
|
|
Nihayetsiz musibetlere maruz insanın iktidarı ise hiç hükmünde
İbâdetin, çendan, zahirî bir ağırlığı var. Fakat, mânâsında öyle bir rahatlık ve hafiflik var ki, tarif edilmez. Çünkü, âbid, namazında der: Eşhedü en lâ ilâhe illallah. Yani, “Hâlık ve Rezzâk, Ondan başka yoktur. Zarar ve menfaat, Onun elindedir. O hem Hakîmdir, abes iş yapmaz. Hem Rahîmdir, ihsanı, merhameti çoktur” diye itikad ettiğinden, her şeyde bir hazîne-i rahmet kapısını bulur. Duâ ile çalar. Hem herşeyi kendi Rabbinin emrine musahhar görür. Rabbine ilticâ eder; tevekkül ile istinad edip, her musîbete karşı tahassun eder. İmânı ona bir emniyet-i tâmme verir.
Evet, her hakiki hasenât gibi, cesâretin dahi menbaı imândır, ubûdiyettir. Her seyyiât gibi, cebânetin dahi menbaı dalâlettir.
Evet, tam münevverü’l-kalb bir âbidi, küre-i arz bomba olup patlasa, ihtimâldir ki, onu korkutmaz. Belki hârika bir kudret-i Samedâniyeyi, lezzetli bir hayret ile seyredecek. Fakat, meşhur bir münevverü’l-akıl denilen kalbsiz bir fâsık feylesof ise, gökte bir kuyruklu yıldızı görse, yerde titrer. “Acaba bu serseri yıldız arzımıza çarpmasın mı?” der, evhâma düşer. (Bir vakit böyle bir yıldızdan Amerika titredi. Çokları gece vakti hânelerini terk ettiler.)
Evet, insan nihayetsiz şeylere muhtaç olduğu halde, sermâyesi hiç hükmünde. Hem nihayetsiz musîbetlere mâruz olduğu halde, iktidarı hiç hükmünde birşey. Adetâ sermâye ve iktidarının dairesi, eli nereye yetişirse o kadardır. Fakat emelleri, arzuları ve elemleri ve belâları ise; dairesi, gözü, hayali nereye yetişirse ve gidinceye kadar geniştir.
Bu derece âciz ve zayıf, fakir ve muhtaç olan ruh-u beşere ibâdet, tevekkül, tevhid, teslim ne kadar azîm bir kâr, bir saadet, bir ni’met olduğunu, bütün bütün kör olmayan görür, derk eder. Mâlûmdur ki, zararsız yol, zararlı yola velev on ihtimâlden bir ihtimâl ile olsa tercih edilir. Halbuki, meselemiz olan ubûdiyet yolu, zararsız olmakla beraber, ondan dokuz ihtimâl ile bir saadet-i ebediye hazînesi vardır. Fısk ve sefâhet yolu ise hattâ fâsıkın itirafiyle dahi menfaatsiz olduğu halde, ondan dokuz ihtimâl ile şekâvet-i ebediye helâketi bulunduğu, icmâ ve tevâtür derecesinde, hadsiz ehl-i ihtisâsın ve müşâhedenin şehâdetiyle sabittir ve ehl-i zevkin ve keşfin ihbarâtıyla muhakkaktır.
Elhâsıl, âhiret gibi dünya saadeti dahi, ibâdette ve Allah’a asker olmaktadır. Öyle ise biz dâimâ, El-hamdü lillâhi ala’t-tâati ve’t-tevfîk (Emirlerine itaate ve hayırlı işlerde başarıya ulaştırdığı için Allah’a hamd olsun) demeliyiz ve Müslüman olduğumuza şükretmeliyiz.
Sözler, s. 25
çendan: Gerçi.
âbid: İbadet eden, kul.
istinad: Dayanma.
tahassun: Sığınma.
emniyet-i tâmme: Tam bir emniyet, güven, huzur.
seyyiât: Kötülükler.
cebânet: Korkaklık.
münevverü’l-kalb: Kalbi nurlanmış, imanla aydınlanmış olan.
küre-i arz: Dünya.
kudret-i Samedâniye: Herşey kendisine muhtaç olan Allah’ın gücü.
münevverü’l-akıl: Aklı nurlanmış, aydınlanmış olan.
ubûdiyet: Kulluk.
fısk: Günah.
sefâhet: Gayrimeşrû eğlenceler, hareketler.
şekâvet-i ebediye: Sonsuz sıkıntı, azap.
icmâ: Fikir birliği. Bir meselede âlimlerin ittifak etmesi.
tevâtür: İçinde yalan ihtimali bulunmayan ve birbirlerine kuvvet veren haberlerden oluşan büyük bir topluluğa ait haber.
|
06.08.2008
|
|
NURA BİRİNCİ MUHATAP OLMAK - 1
Bediüzzaman’a muhatab olmak veya olabilmek!
Zor ve baskıcı bir dönemde Üstadı ziyaret etmek, her şeyi göze almak demektir. Güllerin diyarı Barla’nın yollarına o yıllarda güller döşenmemişti. Sanki mayınlar döşenmişti. Bu mayınlara çarpmadan gitmek her babayiğidin kârı değildi. O günlerin babayiğitlerine “Barla sıddıkları” veya “saff-ı evvel”leri denilmişti.
Lâhika mektubları, bir bakıma Üstadla talebeleri arasında geçen müdavele-i efkâr cinsinden yazılı konuşmalardır. Onların tadını anlamak için o günlere gitmek lâzım gelir diye düşünüyorum. Belki bu fiilen mümkün değildir. Ama hayalen gitmeye bir engel yoktur herhalde. Bu yazımda “Barla sıddıkları” içinde yer alan ve Bediüzzaman’ın ifadesiyle “Mektubâtü’n-Nur’un birinci muhatabı olan Hulûsi Bey”le hayalen birlikte olmaya çalışacağım. Hulûsi Bey, Bediüzzaman’la 1929 yılı bahar aylarında tanıştıktan sonra defalarca görüşmüş ve pek çok da mektup yazmıştır. Bediüzzaman’ın mektuplaştığı talebeleri arasında ilk sıralarda Hulusi Bey gelmektedir. Barla Lâhikası “Mukaddeme”sinde Hulûsi Bey ve Sabri Efendi Bediüzzaman’a birlikte muhatab olmuşlardı. “Yirmi yedinci mektub ve zeyilleri” başlığı altında yer alan takdim cümlelerinden birincisi Hulûsi Beyle, ikincisi Sabri Efendi ile ilgilidir. Bu cümlelerle lâhika mektublarının külliyât içindeki yeri de belirlenmektedir. İlgili takdim cümleleri şöyledir: “Otuz Üçüncü Sözün Yirmi Yedinci Mektubudur ki, Mektubâtü’n-Nur’un birinci muhatabı olan Hulûsi Beyin hususî mektuplarından, Risâletü’n-Nur hakkındaki takdirâtını gösteren fıkralardır. Yirmi Yedinci Mektubun ikinci kısmı olan ‘Zeyl’i dahi, elhak bir Hulûsi-i Sâni olan Sabri Efendinin Risâletü’n-Nur hakkındaki takdiratını gösteren hususî mektuplarındaki fıkralardır.”1
Lâhika mektuplarına Sözler’in (Risâlelerin) neşriyle başlanmıştır. İlk yazılan lâhika mektupları “Barla Lâhikası” adı altında toplanmıştır. Barla Lâhikası, Bediüzzaman’ın Barla hayatını kapsamaktadır. Daha sonra Kastamonu ve Emirdağ Lâhikaları takip etmiştir. Mektupların sıralanışında hangi kıstas göz önünde bulundurulmuştur? Yazılış tarihi esas alınmış mıdır? Bunu şu anda–en azından şimdi—tam kestiremiyoruz. Aşağıda üzerinde çalışacağımız mektup, Barla Lâhikasının başlarında yer almakla birlikte yazılış tarihi diğerlerinden önce olduğunu kesinlikle göstermiyor. Mektubun başında yer alan ifadelere, “son iki mektubunuzda” diye başlayan cümleye ve tamamına bakılırsa bu mektubun yazılış tarihinin daha sonra olduğu anlaşılmaktadır.
Risâle-i Nur Külliyatına dâhil olan eserler Üstadın tasarrufundadır. Hangi mektupların risâlelere ve ne kadar dâhil edileceğine Üstad karar vermektedir. Bu, talebelerinin yazdığı mektuplar kadar kendi yazdığı mektupları da kapsamaktadır. Meselâ, Mektubât’taki İkinci, Üçüncü ve Dokuzuncu Mektub’ların başlarına dikkat edilirse bazı paragrafların eksik olduğu görülür. Bu bir maksada müteveccihtir. Hatta İkinci Mektub’da geçen hediye meselesi Necmeddin Şahiner tarafından Merhûm Hulûsi Beye ısrarla sorulduğunda tebessümle cevap vermiştir. Hulûsi Bey, İkinci Mektub’da Üstad’ın yazıp yazmadığını sormuştur. Şahiner de yazmadığını söylediğinde, Üstadın yazmadığını, dolayısıyla kendilerinin de söyleyemeyeceğini ifade etmişlerdir.2
Bizim kültürümüzde genellikle mektupların yazılış tarihi bir şekilde belirtilmektedir. Ancak mektupların yazılış tarihi çok az sayıda olduğu için akla bazı soruları getirmektedir: Niçin bir tarih yazılmamış veya konulmamıştır? Bir tedbir / ihtiyat olarak düşünülmüş müdür? Bu konuda Üstadın bir tasarrufu olabilir mi? Yayınlanırken terk edilmiş midir?
Bu soruların cevaplarını külliyat içinde veya son şahitlerin ifadelerinde bulmaya çalışacağız. Şimdilik bunun da bir hikmeti vardır, deyip geçiyoruz. Üç lâhika, Mektubât’ın Yirmi Yedinci Mektubunu oluşturmuştur. Böylece yazılan lâhika mektupları risâleler içinde yerini almıştır. Bir yabancı ilim adamı, yabancı dile çevrilen risâleleri okumuştur. Lâhikaların yabancı dile çevrilmeyişini bir eksiklik olarak görmüştür. Ancak kendi gayretleriyle öğrendiği Türkçe ile lâhikaları okuduktan sonra risâleleri tam anlayabildiğini ifade etmiştir. Merhûm Zübeyir Ağabeyin dediği gibi lâhikaları okuyanlar hadiseler karşısında nasıl hareket edeceklerini öğrenirler. Bir bakıma lâhikalar gemilerin pusulası gibidir. Gemide seyahat edenlere yol haritasını bulmakta yardımcı olurlar. Zaten lâhikalar aslının tamamlayıcısıdır. Peki, lâhikaların aslı nedir? Sözler, Mektubat, Lem’alar ve Şuâlar gibi diğer risâlelerdir. Lâhikaları okumadan risâleleri tam anlamak da mümkün değildir.
Merhûm Hulûsi Beyin, Üstada yazdığı mektup, Barla Lâhikası’nın başlarında yer almaktadır. Barla Lâhikası’nın sonlarında yer alan Refet Beye gönderilen mektuplarda 1934’lü yıllar kullanılmıştır. Bir dipnotta3 bu tarihlerin “Re’fet Bey’e vürud tarihi” olduğu belirtilir. Yani bu mektuplar Refet Bey’e o tarihlerde ulaşmıştır. Bir başka ifadeyle bu tarihleri Refet Bey sonradan kendisi ilâve etmiştir. Hulûsi Beyin mektubunun yazılış tarihi kesin olmamakla birlikte 1930-1934 yılları arasında olduğu tahmin edilebilir.
Hulûsi Bey mektubuna her hayrın başı olan “Bismillahirrahmanirrahim” ile başlar. Besmeleden sonra yine Allah’ın adını ifade eden “Bismihi” ile “Hiçbir şey yoktur ki O’nu övüp tesbih etmesin”4 âyetini yazar. Arkasından “Allah’ın selâmı, rahmeti ve bereketleri kâinatın zerreleri sayısınca ebediyyen üzerinize olsun” duâsı ile Üstada selâmlama yapar.
Hulûsi Beyin ilk hitap cümlesi “Eyyühe’l-Üstâdü’l-Muhterem!”dir. Yani, ey muhterem Üstadım. Bazı büyük zatlar tevazu göstermekte zevk alırlar. Bunun için seçtikleri özel kelimeler vardır: “Fakir ve hakir” gibi. Hulûsi Bey, Bediüzzaman’ın “talebem, kardeşim, biraderzadem” ünvanlarıyla kendisini taltif ettiğini belirtirken daha yukarıda geçen “mukaddeme”ye atıfta bulunmaktadır. Mukaddemede talebe, kardeş ve arkadaşlığın özellikleri anlatılmaktadır.5
Hulûsi Bey kendisi için asrın dinsizlik fırtınalarına karşı Üstaddan duâ beklemektedir. Risâle-i Nurun görevini ve Üstadın bu hizmetteki yerini şu sözlerle ifade etmektedir: “Serâpâ nur olan Kur’ân-ı Mûcizü’l-Beyânın hak ve hakikatini, bu asır insanlarının, bilhassa fırak-ı dâllenin gözlerine sokacak derecede, bazı Kur’ân lemeâtının zahir olmasına murad-ı İlâhî taallûk etmiş ve bu emr-i mühimme, felillâhilhamd, muhterem Üstadımız vasıta olmuştur.”
Baştan aşağıya nur olan Kur’ân’ın hak ve hakikatini bu asır insanlarının özellikle dalâlet fırkalarının gözlerine sokacak derecede bazı Kur’ân parıltılarının görülmesine Allah’ın muradı taallûk etmiştir. Bu önemli işe Said Nursî vasıta olmuştur. Bediüzzaman, Hulûsi Beye yazdığı bir mektupta bu konuya şöyle temas eder: “Ümit ediyorum ki, Cenâb-ı Hak kabul etse, tevfik verse, yazılanlar dalâlet bulutlarını dağıtmaya kâfidirler.”6
Dipnotlar:
1- Barla Lâhikası, s. 22
2- Necmeddin Şahiner, Son Şahitler, c. 1, s. 331
3- Barla Lâhikası, s. 179
4- İsra Sûresi: 44
5- Bkz. Yeni Asya Gazetesi, 18-20 Haziran 2008
6- Barla Lâhikası, s. 134
- DEVAM EDECEK -
|
Ahmet ÖZDEMİR
06.08.2008
|
|
Rahmetin en kıymettar bir anahtarı: Salâvat
Kulluğumuzun alâmeti… Ubudiyetimizin özü… Kalbimizin hisli sözü… Lisânımızın, kalbimize gönüllü tercümân olduğu bir an.… İçimizi, en kudretli dostumuza döktüğümüz an. Sadece O’nun huzurunda olduğumuzu hissettiğimiz ihlaslı bir hâl… En faziletli ibadet: Duâ…
İnsanın sevdiklerine verebileceği en güzel bir armağandır duâ… Kulun kendine verebileceği manidar bir hediyedir, halis bir duâ. Bilhassa estağfirullah ve salavat ile tezyin edilmiş bir buket duâ … Çünkü “Duâ edileceği vakit, istiğfar ile mânevî temizlenmeli; sonra, makbul bir dua olan salâvat-ı şerifeyi şefaatçi gibi zikretmeli ve âhirde yine salâvat getirmeli. Çünkü, iki makbul duanın ortasında bir dua makbul olur”1
Her anımızı dua ile geçirmeli.... Aciziz ve fakiriz… Rabbimizin merhametine muhtacız. Madem öyle, Peygamber Efendimiz’den (asm) öğrendiğimiz gibi her halimizi duâ ile kıymetlendirelim. Böylelikle kul, tam bir teslimiyet içinde olur. Ve emniyette hisseder kendini. Çünkü en kudretli dostunun, kendisini gözettiğini bilir. Her şeyi bilen, işiten, gören, Rabbimize sığınmak güç verir biz kullara.
Her şeyi O’ndan istemeli. İsterken dar açıdan bakarak değil. Sadece dünyayı esas maksat yapmamalıyız. Geniş düşünüp, onun sonsuz kudretine sığınıp, hayırlısını istemeli… Hayır, hem bu dünyada devam eder, hem ahirette. Biz iki âlem için de hayırlısı ne ise onu istemeliyiz. Hem ümitsizce değil… Kararlı bir şekilde… Peygamber Efendimiz (asm) şöyle buyurmuştur: “Sizden biri duâ edince ‘Ya Rab! Dilersen beni affet! Ya Rab dilersen bana rahmet et!’ demesin. Bilâkis, azimle (kesin bir üslubla) istesin, zira Allah Teâlâ Hazretleri’ni kimse icbâr edemez.”2
Allah ü Teâlâ, ubudiyet gibi güzel bir makamı lütfetti bize... Kullarının içinde ahlâkça en mükemmelini, en nurlusunu, biz kullarına rehber eyledi. Bütün insanlığa üstat yaptı onu ve methetti. Peygamber Efendimizin (asm) nuruyla hayat buldu kâinat. Onun hürmetine hayat buldu zîhayat. Ve o (asm), kucak açtı ümmetine. Hem bu dünyada hem ahirette, hep şefaatiyle kucak açtı bize. Biz de onun sünnetine tâbî olup, ona salavat getirelim inşaallah. Zira salâvatın çok geniş ve nurâni bir manası var;
“Salâvatın mânâsı rahmettir. Ve o zîhayat mücessem rahmete rahmet duâsı olan salâvat ise, o Rahmeten li’l-Âlemînin vüsulüne vesiledir. Öyleyse, sen salâvatı kendine, o Rahmeten li’l-Âlemîne ulaşmak için vesile yap ve o zâtı da rahmet-i Rahmân’a vesile ittihaz et. Umum ümmetin, Rahmeten li’l-Âlemîn olan Aleyhissalâtü Vesselâm hakkında, hadsiz bir kesretle, rahmet mânâsıyla salâvat getirmeleri, rahmet ne kadar kıymettar bir hediye-i İlâhiye ve ne kadar geniş bir dairesi olduğunu parlak bir sûrette ispat eder.”3
Bu sebeple insan, niyazını salavat ile tezyin ederek sunar Rahman’a. Ehemmiyeti büyüktür salâvatın. Her salâvat ile Rabbânî bir sofra olan Efendimiz’in (asm) geniş şefaatine icabet ediyoruz. Ve okuduğumuz her salâvat bize şefaat ve lütuf şeklinde dönüyor. Üstad Hazretleri bunu Mesnevî-i Nuriye’de çok hoş bir şekilde izah buyurmuş:
“İ’lem eyyühe’l-aziz! Nebiyy-i Zîşânın (asm) makam-ı mahmûdu İlâhî bir mâide ve Rabbânî bir sofra hükmündedir. Evet, tevzi edilen lütuflar, feyizler, nimetler o sofradan akıyor. Resul-i Zîşâna (asm) okunan salâvat-ı şerife, o sofraya edilen dâvete icâbettir.
“Ve keza, salâvat-ı şerîfeyi getiren adam, zât-ı Peygamberîyi (asm) bir sıfatla tavsif ettiği zaman, o sıfatın nereye taallûk ettiğini düşünsün ki, tekrar be tekrar salâvat getirmeye müşevviki olsun.”4
Besmelenin sırlarında izah edildiği gibi, Rahmet hazinelerinin en kıymettar pırlantası Peygamber Efendimiz’dir (asm)... Ve en birinci anahtarı Besmeledir. Ve en kolay bir anahtarı da salâvattır.
Dipnotlar:
1- Mektubat, s. 270
2- Kütüb-ü Sitte
3- Lemalar, s. 104
4- Mesnevî-i Nuriye, s. 76
|
Fatma ALTUNER
06.08.2008
|
|
|
|