|
|
Hüseyin GÜLTEKİN |
Elimizin altındaki nimetlerin farkında mıyız? |
|
Çoğu zaman elimizin altındaki değerlerin kıymetini maalesef bilemiyoruz. Çok yakınımızda olan, dünyevî ve uhrevî hayatımızın gidişâtına yön verecek fırsat ve imkânların farkına varamıyoruz. Ülfet veya gaflet saikasıyla bize pozitif alışkanlıklar kazandırarak, ufkumuzu açacak paha biçilmez defineleri, cevherleri, göremiyoruz veya görüp de bu hazinelerden faydalanamıyoruz.
İlle de çok uzağımızda olmalı veya ecnebi olmalı faydalanacağımız değerler veya eserler. Mahiyetini veya muhtevasını iyice bilemediğimiz bilgiler ve malûmatlar olmalı yararlanacağımız kaynaklar ve imkânlar. Patenti veya markası bize yabancı olmalı, ecnebî olmalı ki, onu kaale alalım, ona dört elle sarılalım.
Böyle bir alışkanlığımız, böyle bir huyumuz var nedense birçok konuda.
Çok yakınımızda olan, bir çok yönüyle numune-i imtisâl olan bir dostumuzun ağzından çıkan doğruları şüpheyle, inanılmaz bir umursamazlıkla dinleriz. Ama ilk defa tanıştığımız bir yabancının söylediklerini pürdikkat dinler, bazen ağzından çıkan yanlışlara da kafa sallarız.
Yabancı bir yazarın hemen hiçbir orijinal tarafı bulunmayan bir eserini bir çok insan şevkle ve merakla okur; ama Bediüzzaman’ın serapa hak ve hakikat, harika bir ilim deryası olan Nur Külliyatını birçok insan görmezlikten gelir hâlen bu ülkede. Bu ülke insanının çoğu, bu toprakların insanı olan Bediüzzaman’ı tanıma ve onun eserlerinden faydalanma imkânını kullanabilmiş değil maalesef. Evet, ille de yabancılara merakımız... İlle de elimizin altındaki değerleri görememe gafletimiz...
Dinde olan birçok şeyi, din dışı kaynaklardan arayıp bulmaya çalıştık. Dertlerimize devâ olacak, problemlerimize çözüm getirecek çareleri, bize yabancı olan ve çoğu zaman bize yanlış reçeteler sunan mahfillerde, kaynaklarda bulmaya çalıştık.
Sözgelimi yıllarca elimizin altında bulunan, okuduğumuz Nur Risâlelerinin, bize imânî dersleri vermenin yanında ruh sağlığımızı düzene koyduğunu, moral değerlerimizi yükselterek bizi sürekli dinç ve zinde tuttuğunu, olumlu ve müsbet bakabilme alışkanlığını kazandırarak pozitif bir düşünce sahibi olmamızı sağladığını; insanın psikolojisini bozan, stres ve depresyonlara sürükleyen hırs, inat, adavet, haset gibi çirkin hasletlerden alıkoyarak, hoşgörü, sevgi, şefkat, hüsn-ü zan gibi ruh sağlığını sağlayan güzel hasletleri kazandırdığını biliyor muyuz acaba? Diğer bir ifadeyle, Kur’ân’ın ve sünnet-i seniyyenin tarif ve tavsiye ettiği bir yaşantı tarzını tercih etmekle, her türlü psikolojik rahatsızlıktan uzak, huzurlu bir hayata kavuştuğumuzu unutmamak gerekir.
Bu gerçekleri ciddiye almayıp, ille de ne olduğu belli olmayan batı menşe'li felsefî kaynaklardan medet beklemek veya kendi hastalığını dahi teşhis edememiş günümüz psikolog ve psikiyatristlerinden şifa talebinde bulunmak ne derece doğru olur bilemiyorum.
Yine herkesçe bilinen bir gerçektir ki, doğru bir İslâmî yaşantı, sünnet-i seniyye doğrultusundaki bir hayat tarzı, her insana sağlam bir karakter, genel kabul görmüş bir görünüm ve kimlik kazandırıyor. Bilhassa elimizin altındaki Nurlu eserlerdeki orijinal prensip ve düsturların, bize pozitif bakış alışkanlığını, orijinal üslûp ve ifade tarzını, düzgün ve etkili konuşma, hatta yazma becerisini; her insana hoşgörü, şefkat ve merhametli bir yaklaşım sergilemekle herkesle müsbet bir iletişim kurma alışkanlığı verdiğini; cemaatteki dostlarla sık sık bir araya gelmekle medeni münasebetlerimizi güçlendirerek, hayata olan bağlılığımızı arttırdığını... Sayamayacağımız daha nice paha biçilmez alışkanlıkları kazandırdığını yakînen biliyoruz.
Çok yakınımızda olan, elimizin altındaki bu imkânları göremeyip; çözümü, kudsî değerlerimizin şifabahş reçetelerine perde olan yerlerde aramak, çare olur mu bilemiyorum.
03.08.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Yasemin GÜLEÇYÜZ |
Tesettür Risâlesi keşfedilirken (16) : Kadınların yüzyılı |
|
21. yüzyılın fütüristlerce (gelecek bilimci) “kadınların yüzyılı olacak” dediği günleri yaşamaktayız. Kadınlar kilit noktada ve tesettür tartışmaları kıyasıya devam etmekte…
Bediüzzaman Hazretlerinin, içinde Tesettür Risâlesi’nin de yer aldığı Hanımlar Rehberi’nde hadislerden çıkardığı bir netice de aslında başka bir açıdan fütüristleri doğrulamakta.
“Gayet ehemmiyetli bir hakikate kısa bir işaret” başlıklı bölümde bakın ne diyor: “Bazı ehadis-i şerife ile işaret var ki, ‘Ahirzamanda, kadınlar taifesinde hakaik-i imaniye ziyade inkişaf edecek. O zamanın dalâlet tehlikelerinden bir derece mahfuz kalacaktır.”
‘Ahirzamanda ihtiyar kadınların dinlerine iktidâ ediniz’
‘Kızların babasının rızkına bereket düşer’
“Demek kız çocukları ahirzamanda çoğalır. Hem mübarek ve rızıkları bereketli olur. Ben çok zaman evvel bu hadislerin sırrını bilmiyordum. Cenâb-ı Hakka şükür ki bu âhirde o sırrı anladım… İktidarsız yavrulara ve zayıf validelerine tam yardım ve himaye etmek hikmetiyle erkeklerde haysiyet ve namus seciyesi fıtratında dercedilmiş. Bu namusta halis ve ücretsiz mukabelesiz samimî bir kahramanlık derc edilmiş. Fakat o seciye bazı esbab ile bir derece bozulduğu için samimî ve halis kahramanlık seciyesi ekseriyette zayıflamış. Fakat kadınlarda o seciye-i fıtrî olan şefkat kahramanlığı bozulmamış. Bu seciye-i fıtrî ehl-i İslâmda ahirzamanda büyük bir hizmet ve hayat-ı içtimâiyede İslâm dairesinde bir esas olacağına o gibi hadis-i şerifler işaret edip remzen haber veriyorlar.”
Evet, ahirzaman kadınlarına Bediüzzaman’dan bir müjde!
TESETTÜRDE EHL-İ SÜNNET ÇİZGİSİ VE BU TOPRAKLAR…
Tesettür tartışmaları ve sefih medeniyetin Kur’ân’ın bu emrine açıkca muhalefeti Osmanlı’dan günümüze devam edegelmekte.
Evet, problem bu topraklarda çıktı, çözüm de bu topraklarda üretilecek. “Yiğit düştüğü yerden kalkar” misâli İslâm âlemindeki tesettüre dair şüphelerin çözümlendiği yer de bu topraklar olacak başka bir yer değil.
Tesettür Risâlesi de işte tam da bu noktada çözümün anahtarı olacak.
Risâle-i Nur’un bu asrın itirazlarına aklî delillerle cevap veren orijinal metodu, sadece sefih medeniyet mensuplarının değil Kur’ân’ın tesettür emrinde ifrat ve tefrit uygulamaların yaşandığı İslâm âleminde de örnek model oluşturacak.
Kadınların baş örtmeleri konusunda köşeye sıkıştığını hissettiği anda “Arabistan’a ya da İran’a gitsinler istiyorlarsa” diyenler “Vehhabi ve Şiî” modelinin tarihte olduğu gibi bugün ve istikbalde de bu topraklarda hâkim olamayacağını anlayacaklar.
Kadınların zorla başlarını örttürürken, beri yanda özgürlük adına uluslar arası spor ve san’at çalışmalarına destek veren İran modeli, ya da kadınların araba kullanmasını dahi yasaklayıp, “dokunmak haram” düşüncesiyle yangında bile müdahale etmeyen Suudi modeli kendi içlerindeki çelişkiyi ehl-i sünnet çizgisi ile aşacak, dengeli orta noktayı bulacak.
Tesettür konusunda ehl-i sünnet çizgisini asrın anlayışına sunan en önemli kaynakların başında da Bediüzzaman’ın Tesettür Risâlesi gelmez mi?
Tunus, Fas, Cezayir gibi ülkelerde, kadınların örtünmesi ile ilgili uygulanmakta olan sömürgeci zihniyete teslim metotlar da iflâs edecek. Fransa modeli laikliği, Katolik Fransızlar bile kendi aralarında tartışmaya başladıklarına göre tezgâhların tamamen bozulmasına sayılı zaman kaldı.
Güneşin artık Batıdan doğmaya başladığı, İslâmın Batıda hızla yayıldığı günümüzde Kur’ân’ın tesettür emrinin kadınları hürriyetine kavuşturan fıtrî bir dâvet olduğunu Tesettür Risâlesinden daha güzel ispatlayan başka bir eser var mı?
VEBAL…
O halde, böylesine bir yeni dünya düzeninde Risâle-i Nurlardaki hakikatleri bilenler, farkında olanlar kendilerine bir iyilik yapsınlar. Bu eserlere sımsıkı sarılıp, çekirdeğin ruh-u aslîsini incitmesinler. Derin anaforların yaşandığı hayat denizinde, yolunu kaybedenlere bir deniz feneri, bir pusula olsunlar.
Evet, Allah nurunu tamamlayacaktır…
03.08.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Müslümanlara olan bakış açısı çarpık |
|
Müslümanların Batı toplumu ile entegre olamamasının asıl kaynağı, Batı toplumunun İslâmiyete ve Müslümanlara yaklaşım tarzı. Rönesans’la birlikte Hıristiyan dinine yaklaşım tarzlarını aynen İslâmiyete uyarlayarak, bakış açılarını hatalı bir zemine oturtuyorlar.
İlk devir katı, bağnaz oryantalistlerin İslâmiyet ve Müslümanlar hakkındaki çarpıtmalarını, medyanın da bire bin katarak arttırdığı bu menfî imajları şöyle sıralayabiliriz: “İslâm şiddet dinidir, hoşgörüsü yoktur”, “Müslüman kadınları baskı altındadır. İslâmda çok evlilik vardır. Çocuklar dövülerek büyütülüyor”, “İslâmiyet, Müslümanların bizimle entegre olmalarına engeldir, bizimle kaynaştırmıyor”, “Müslümanlar hayvanlara da kötü davranıyorlar”, “İslâmiyet ilerlemeye mânidir”...
Buna bir de, provake ile Müslümanlara mâl edilen “şiddet ve terör”ü de eklerseniz, ne kadar menfî bir tablo ile karşı karşıya bulunduğumuz anlaşılır.
Bütün bunlara, Hıristiyan-Yahudî medyası işbirliğini de eklememiz gerekiyor. Batı ülkeleri kamuoylarını müthiş bir şekilde etkileyerek yanıltıyor ve yanlış enforme ediyor.
“Müslümanlık gerici bir din ve ilimle çatışıyor. Nerede Müslüman varsa Hıristiyanlara nisbeten fakir ve geridir. Şu halde İslâmiyet ile fenler çatışmaktadır.”
Bu, aslında Hıristiyanlık-laiklik çatışması anlayışının bir ürünü. Hıristiyanlık tahrif edilmiş ve bozulmuştur. Kilise, dinî bir baskı ve sömürü aracı olarak kullanmış. Tarih boyunca, Hıristiyanlar dinlerine sarıldıkları zaman gerilemişler, dinden uzaklaştıkları zaman da ilerlemişlerdir. Çünkü, batıldan uzaklaşan gerçeğe yaklaşır.
Müslümanlar ise, ne zaman dinlerine sarılmışlarsa ilerlemişler, medenîleşmişler, ne zaman dinlerinden uzaklaşmışlarsa vahşîleşip herc ü merc ile çeşitli belâlara düşmüşlerdir. Müslümanların Ortaçağda da altın devirlerini yaşadıklarını tarih gösteriyor. Öyle ise, neden Batı’da bu menfî imaj süregeldi?
Batılılar, dinde reform ve san'atta rönesans hareketleriyle Hıristiyanlıktan uzaklaşınca yükselirler. İşte bunu, bütün dinlere teşmil ettiler. Yâni, İslâmiyeti de Hıristiyanlıkla karıştırdılar ve onun da akıl ile, ilim ile, fen ile çatıştığına hükmettiler. Müslümanlara da bu peşin hüküm ile yaklaştılar. Müslümanların geri kalması ve fakirliklerini de dinlerine hamlettiler. Böylece Batı’da Müslümanlara karşı menfî bir imaj uyandı. Bunun kırıntıları hâlâ devam ediyor.
Charles Mismer, “Hıristiyanlar âlim olunca Hıristiyanlıktan alâkaları kesilir, Müslümanlar da câhil olunca İslâmiyet ile alâkaları kesilir” der. Bu önemli bir nüansı vurgular.
Rusya’nın ünlü İslâm hukuku uzmanı, Rusya Bilimler Akademisi ve Hukuk Enstitüsü üyesi Prof. Leonid Sukiyanen, Batı’nın bugün gurur duyduğu birçok değeri İslâm dünyasından aldığını, şimdi bunları öz malı saymanın yanı sıra Müslümanları hor gördüğünü söyler.
Batı ve İslâm’ın insan hakları yaklaşımlarının çok yakın olduğunu ve bir araya getirilebileceğini savunan Prof. Sukiyanen, Diyalog Avrasya Platformu’nun Moskova’daki ‘Dinler ve Barış’ toplantısında İslâm hakkında hiçbir fikri olmayanların, demokrasinin sadece Batı kaynaklı olduğunu düşündüğünü, halbuki İslâm içinde insan hakları, insan onurunun korunması ve diyaloğun teşviki gibi demokrat ilkelerin var olduğunu kaydetti.
03.08.2008
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
M. Ali KAYA |
Kur’ân’ı akılla anlamak |
|
Allah’a hamd ve senâlar olsun ki iman ile şereflendirdi. Dinin temeli tevhid inancıdır. Tevhid ilmi, ilimlerin en şereflisidir. Bu inanç ifrat ve tefritten berî olup istikamet olan “sırat-ı müstakîm” olduğu için Kitap, Sünnet ve İcmâ-i Ümmet ile her nevî bid’at ve dalâletten münezzehtir. Ancak istikametli yol bir olup buna aykırı yollar çok olduğu için istikameti muhafaza etmek çok zordur.
Peygamberimiz (asm) “İsrailoğulları yetmiş iki fırkaya ayrıldı. Benim ümmetim ise yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır. Bunlardan benim ve sahabelerim ve onların yolunu takip edenlerin dışındakiler Cehennemdedir” (İbn-i Mâce, 2: 1302; Tirmizi, İman, 18) buyurdular. Kurtulan fırka her ne kadar bir fırka ise de ümmetin ekseriyetini teşkil etmektedir. Çünkü hak ve hakikat çok açık, berrak ve sadedir. Fıtrata uygundur. Bunun için ilk bakışta anlaşılır; ancak kafası yanlış fikir ve düşüncelerle karışmış olanlar hak ve hakikati anlamakta zorlanırlar.
Peygamberimiz (asm), bu bakımdan “Ümmetim dalâlet üzere ittifak etmez” (İbn-i Mâce, 2:1302) buyurmuştur. Ümmetten maksat hak ve hakikati bilen ve savunan kimse veya kimselerdir. Bundan dolayı denilmiştir ki “Bir müçtehit dağ başında da olsa tek başına bir ümmet ve yalnız başına bir cemaattir.” Nitekim yüce Allah, İbrahim (as) hakkında “Muhakkak İbrahim, Hak dine yönelen Allah’a itaat eden bir ümmet idi. O asla müşriklerden değildi” (Nahl, 16:120) buyurmuştur. Evet, şâirin dediği gibi “Bütün dünyayı bir kişide toplamak Allah için zor değildir.” Nitekim yüce Allah “Kim benim inzal ettiğim hidayetime uyarsa, dünyada sapmaz, ahirette de zahmet çekmez” (Tâhâ, 20:123) buyurarak hidayetin insana dünya ve ahirette nasıl fayda vereceğini ifade etmektedir.
Hak ve hakikat, Allah’ın hikmetindendir. Hakkı ve hikmeti anlayan ise akıldır. Bundan dolayı hak, akla aykırı olamaz. Akla ve mantığa aykırı olan, hak ve hakikate aykırı olduğu için dine de aykırıdır. İlim, hakkı ve hakikati ortaya çıkaran şeydir. Hakikat şudur ki, Allah vardır ve birdir. Şirk ise muhaldir. Hakkı ve hakikati ortaya koyan Kur’ân, bütün ilimlerin başıdır. Bütün ilimler, hak ve hakikati ortaya çıkardıkça, Hz. Muhammed’in (asm) ilminin kölesidirler.
Aklî ilimlerle meşgul olmak, hak ve hakikate hizmet amacı dışına çıktıkça, aklı şaşırtmayı netice verdiği için Peygamberimiz (asm) “Bahsin derinliğine dalarak haddi aşanlar helâk olmuştur” buyurur. (Müslim, 4:2055; Ebu Davud, Sünnet, 5) Akıl, hak ve hakikati aramak yerine yanlış kanaat ve düşünceyi müdafaaya yönelirse, elbette sahibini yoldan çıkarır.
İslâmiyet, deliller üzere müessestir. Sağlam inançlar ve bu inancı takviye eden deliller, akıllı insanların aklını iknâ ve kalbini tatmin ederler. Bunun için şeytan bir kimseyi yoldan çıkarmak ve kendine yoldaş etmek için inancını bozacak olan batıl düşünce ve fikirleri kalplere ekmeye ve aklı şaşırtmaya çalışır.
İmandan sonra insana lâzım olan “salih amel”dir. Salih amel ise Allah’ın emirlerine itaat etmek ve yasaklarından kaçınmak demektir. Bu bakımdan, iman ve istikamet ile iki cihan saadetini kazanmak için “Bu Kitap insanlara kifayet eder.” (İbrahim, 14:52)
Dinde mücerret akıl ile hüküm vermek insanı yanıltır. Ancak “nass”ları esas alarak bunları izah etmek ve açıklığa kavuşturmak için aklı ve delilleri kullanmakla gerçeği ortaya çıkarmak ve anlamaya çalışmak gerekir. Aklın amacı budur. Nasslar esas alınır ve akıl bunları anlamaya çalışır. Aklın zaruriyât dediği hususlarda ise akıl esas alınır ve nakil tevil olunur. Bediüzzaman da, bu mânâda “Takarrur etmiş usuldendir: Akıl ve nakil teâruz (birbirine zıtlık) ettikleri vakitte, akıl asıl itibar ve nakil tevil olunur. Fakat o akıl, âkıl olsa gerektir” der.
Kur’ân iman edenlerin imanını, kâfirlerin de küfrünü artıran bir imtihan kitabıdır. Bunun için “Cenâb-ı Hak, sivrisinek ve daha büyüğü ile misâl vermekten çekinmez. İman edenler bunun Allah’tan geldiğinden ve hak olduğundan şüphe etmezler. Kâfirler ise ‘Allah bununla neyi murad etmiştir’ diye itiraz ederler. Cenâb-ı Hak bu misâl ile çoklarını saptırır ve pek çoklarını hidayete sevk eder.” (Bakara, 2:26) “Biz bu Kur’ânda mü’minler için şifa ve rahmet olan âyetlerimizi inzal ederken, zalimlerin ise ancak sapıklıklarını artırırız.” (İsra, 17:82) buyurur. Bunun için Kur’ân insanın lehinde ve aleyhinde delil olacaktır.
03.08.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Sosyal ilişkilerimiz |
|
Muzaffer Bey: “Bir mü’minin sosyal yaşantıda ehl-i dünyâ ile ilişkileri nasıl olmalıdır?”
İnsanlar bizim aynamız. Nasıl muâmele yaparsak, öyle muâmele göreceğimizi unutmamalıyız. Seven, sevilir. Saygı gösteren, saygı görür. Kin tutan, kin bulur. Haset güden, hasete uğrar. Merhamet eden, merhametle ödüllendirilir. Affeden, affedilir. Bağışlayan, bağışlanır. Mü’minin dünya sıkıntılarından birini gideren, kıyâmet günü sıkıntılarının birinden kurtulur. Bunlar, adâlet-i İlâhiyenin sünnetleridir.
İnsanlara olan yaklaşımımızda birleştirici, kucaklayıcı, müşfik, müjdeleyici, saygılı, nâzik, bağışlayıcı ve affedici olmalı; kınayıcı, dışlayıcı, itici, suçlayıcı, itham edici, nefret ettirici tavırlar sergilemekten kaçınmalıyız. Kini, husûmeti, nefreti, intikâmı, hasedi, dargınlığı, kırgınlığı körükleyen davranışlardan uzak olduğumuz gibi; bu rezîl duyguların kapanına düşmüş insanlara da elimizden geldikçe yardımcı olmalı, toplumda barış ve kardeşliğin yerleşmesinde bir mü’min olarak payımızı, her zaman gündemimizin birinci sırasına almalıyız.
Hatâsız insan olmaz. İnsanlarda hatâ aramaya ayırdığımız zamanı, hatâları bağışlamayı ne kadar başarabildiğimizi test etmeye sarf etmeliyiz. Affı her zaman esas tutmalıyız. Kur’ân’ın af hassâsiyetini sosyal ilişkilerimizde muhakkak öne çıkarmalıyız. “Eğer onları affeder, kusurlarına bakmaz ve bağışlarsanız; muhakkak Allah da çok bağışlayıcı ve merhamet edicidir”1 âyet-i celîlesi her zaman kulaklarımızda çınlamalı.
Kendi hatâlarımızı görmeye ve ıslah etmeye daha çok zaman ayırmalıyız. Başkalarının hatâlarını düzeltmeye çalışmakta bir sakınca yok. Fakat bunu yaparken insanların hatâlarını yüzlerine vurmamalı, hatâ düzelteceğim derken rencîde etmemeliyiz. Halk deyimiyle, kaş yapayım derken göz çıkarmamalıyız. İnsanın mükerrem olduğunu, rencîde edici bir üslupla hatâsının ulu orta eleştirilmesinden rahatsızlık duyacağını unutmamalı; kırıcı, küçük düşürücü, suçlayıcı ve itham edici tavırlardan kaçınmalıyız. Üstad Saîd Nursî Hazretlerinin, hatâ ve günahları nedeniyle insanları yargılama yolunu değil; saf îmân, sâfî îtikat, hâlis ubûdiyet, sonsuz muhabbet ve garazsız uhuvvet mesleğini tercih ettiğini; Risâle-i Nûr’un, toplumda adâveti ve husûmeti değil; muhabbeti ve uhuvveti hâkim kılmak istediğini bilfiil, yani davranışlarımızla ispat etmeliyiz.
Hatâları kınamadan ve uhuvvet sırrını rencîde etmeden düzeltmekle ilgili Peygamber Efendimiz’in (asm) torunları Hazret-i Hasan ve Hüseyin’in (ra) örnek bir davranışını hatırlamamızda yarar var: Bir gün yaşlı bir kimsenin abdesti yanlış aldığını görürler. Adamın hatâları söylenmeli, yanlışlıkları giderilmeli, doğrusu öğretilmeliydi. Ama nasıl? Adama, “Abdesti yanlış alıyorsun!” dendiği anda; adam ya kırılacak, ya yanlış almadığını söyleyecek ve kendini savunacak, ya karşı tarafı bilgiçlik taslamakla ve nihâyet haddini aşmakla suçlayacak, ya hatâsının başkasınca bilinmesinden rahatsız olacak... vs. Adama öyle bir tarz ve üslûpla yaklaşılmalı ki, bunların hiç birisini düşünmeden, hiç rencîde olmadan kendi hatâsını görsün ve düzeltsin! Kardeşlerden birisi diyor ki: “Amca, kardeşimle hangimiz doğru ve güzel abdest alacağız, bize bir bakar mısın?” Adamın hâkim ve denetçi bakışları altında, her ikisi de bütün âdâbına riâyet ederek güzelce birer abdest alırlar. Adam bunları sessizce izledikten sonra der ki: “Evlâtlarım, her ikiniz de çok güzel abdest aldınız! Sizi izlerken asıl ben kendi hatâlarımı gördüm. Allah sizden râzı olsun ki, bana doğrusunu öğrettiniz!”
İnsanları dîn ve dünyâ görüşleri nedeniyle ayırıma tâbi tutmamalıyız. “İnsan” ortak paydası bizim muhatabımıza el ve gönül uzatmamız için yeterlidir. İlişkilerimizde dindar-günahkâr, ehl-i dünyâ-ehl-i ukbâ tasnifine girmek veya din, mezhep, meslek, meşrep, siyâset, parti...vs. gibi görüş ve inanç farklılıklarını öne çıkarmak gereksizdir. İnsanları görüş ve düşünceleri nedeniyle kınamamalı, herkesi olduğu gibi kabul etmeli; fakat kendi görüş ve kanaatlerimizi açık yüreklilik ve samîmiyetle ifâde etmeliyiz. Aykırı görüş ve kanaatlere tahammül etmemiz ve dinlememiz; başkalarının da, bizim görüş ve kanaatlerimizi dinlemesine kapı açacaktır.
Dipnot:
1- Tegâbûn Sûresi, 64/14
03.08.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şükrü BULUT |
Global teröre dair |
|
Dünya çok mu büyük? Coğrafyalar çok mu geniş? Dünyanın hadiseleri birbirlerinden çok mu kopuk? Kıt’alararası mesafeler çok mu uzak? Kur’ân’a göre hiç de değil. Dünyaya halife olarak indirilen ve bakışları kâinata takılı insan için büyüklük, genişlik, kopukluk ve uzaklık izafî şeyler değil mi? Dünyamızın mülkünde bir sinekten de küçük düştüğü Rabbimizin halifesi için, yukarıdaki belirtmeler çok da kıymet ifade etmiyor. Uzaydaki satelistlerden yerküre üzerindeki hareketleri izleyen halife-i zemin için, yine insanlarca tanımlanan farazî hatların eskisi kadar önemli olmadığını zamanla daha iyi anlayacağız.
Kitlelerin, bilgilerin, haberleşmenin, istihbaratların, dost ve düşmanların mütemadiyen iç içe dalgalanmaları, dünyayı bütün mahalleleriyle bir bütün olarak değerlendirmemizi gerektirdiği gibi, kâinatla dünya arasına da fazla mesafe koymamayı emrediyor.
Kur’ân-ı Kerim yerküremizden bahsederken “arz ve sema” tabirlerini birlikte kullanıyor. Varlığa, hadiselere ve insanlığa küllî olarak bakıyor. Ferdin içine bütünü yerleştirirken, bütünün yapısını ferde göre yaratan Rabbimizin açık-seçik kitabının adesesinden hadiselere bakamayanlar aldandılar ve ömürleri ifrat ve tefrit arasında koşuşmalarla geçti.
Dinsiz Avrupa felsefesi, insanımızın bakışını surî alâyiş ve nümayişiyle Kur’ân’dan nisbeten koparınca, yolumuz beyabanlara düştü. Mi’rac’tan hayata bakması gereken insanlığımız, felsefenin kendisini uçurduğu derelerden bakıyor bugün... Fakat kendisini zirvelerde zannediyor. Nazarının ise problemleri ihata ettiğini düşünüyor. Hafızamızın ulaşabildiği geçmiş zamanlardan günümüze gelen süreçte dinsiz Avrupa’nın adeselerinden bakanların hep yanlış gördüğünü müşahede ediyoruz.
12 Eylül’e kadar İslâm âlemi dinsiz Avrupa medeniyetine önyargılarla yaklaşıyordu. Tahlile yarayan süzgeçlerimiz vardı. Fakat bu münafıkâne hareket süzgeçlerimizi kırdığı gibi tahlillerimizi de bitirdi. Kur’ânî bakışlarımız, tespitlerimiz ve ölçülerimiz Bektaşî nefislerimizin indî nazarına mahkûm olunca, “Bana göre!” veya “Ben böyle düşünüyorum” gibi ucubelerle yer değiştirdi. Maalesef kimsecikler, Kur’ân’ın yanında veya onun zamanımızdaki tefsiri indinde “Sen ve ben var mıyız?” demediler. Zira felsefî hava buna mani oluyordu...
Kur’ân’dan kopuk nazarın tenvimi (uyutulması) bu zamanda kaçınılmaz. Bir odanın içinde yüzlerce sihirbaz ve hipnozcunun size karşı ittifakına dayanmanız, elbette mümkün değildir. O sihirleri ve hipnotik tesirleri usulünce dağıtacak yalnızca “Kur’ânî bakış” değil mi?
Kur’ân “terörün” ahirzamanda global olacağını haber veriyor. Ebabil kuşlarının kıt’alararası uçacağını ve çekirge sürülerinin “millî sınırları” kaldırmaya çalışacağını bildiriyor. Devletler ve milletler arasındaki savaşların yerlerini, “global sınıflar savaşına” terk edeceğini, ahirzaman dinsizliğinin aileden başlayarak millet ve vatan mefhumlarını imha edeceğini ihbar ediyor. Yeni liberalizm ile “millet duygusuna”, globalizm ile “vatan sevgisini” ve yanlış hürriyet fikriyle de düzen ve otoriteleri yok etmeye çalıştıklarını görmemek için, ya uykulu veyahut hain olmak gerekiyor. Artık Müslümanlara, tehlikelere global düzeyde bakmak farz oldu. Aynı düşmanın değişik yönlerden ve farklı cephelerden başka başka üniforma ve silâhlarla hücumuna avlanmamak için, Efendimizin “ahirzaman ölçülerini” kullanmak zorundayız. Zihinlerdeki kargaşayı gidermek için Onun terminolojisi insanlığın ortak dili olmalı. Global teröristin “Yecüc ve Mecüc”, global işgalcilerin ise “Deccaliyet kuvvetleri” olduklarını bir yere kaydetmeyenler, mutlaka onların tuzaklarına düşerler. Bu dehşetli “küresel savaş”taki karşı tarafın ise, “Müslüman- Hıristiyan “ ittifakına katılmış insaniyetperverler olduğunu bilmeden, global terörün hakkından gelmek mümkün değildir.
Meselâ birisinin silâhlı ve üniformalı, diğerinin ise sivil ve hürriyetçi geçinmesi bizi aldatmamalı. Zira ikisi de semavî dinlere ve insanî değerlere düşman. Hedefleri Kur’ân’ı “hayattan” koparmak ve İslâm dünyasındaki Peygamber-i şeairi tar u mâr etmek. Ahirzamanın mütecaviz dinsizlerinin cemaat halinde ağlarıyla dünyanın dört bir yanına yayılacağını Peygamberimiz haber veriyor. Durum böyle olunca, Türkiye’deki terör hareketinin Washington ve Londra veya bir başka Avrupa merkezlerinden emir aldığını söylemek elbette ki “komplo teorisi” olmamalı. Hangi cani cinayetini ilk elden ikrar etti ki... Caniler, kendilerini teşvik edenleri elbette ki “komplo teoriciliğiyle” suçlayacaklardır. Gazete arşivlerini bu nazarla incelediğimizde, yığınla inkâr ve karşı suçlama ile karşılaşacağız! Conilerin Kur’ânî bakışın kör düğümleri çözdüğünü, conilerin saklandıkları izbeyi aydınlattığını, global terörün oyunlarını boşa çıkardığını bildiğimize göre, tekrar Kur’ân’ın sinesine yükselmek zorundayız. Bize yapılan aldatma, hipnoz ve manyetizmaların bir çırpıda kaybolacağını göreceğiz. Zaten dünyanın selâmeti de, kurtuluşu da buna bağlı değil mi?
03.08.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
İslam YAŞAR |
RUSYA’DA NUR’UN İNTİŞARI |
|
“Ben Sungur’u Rusya’ya, Tiflis’e göndereceğim.”
Bediüzzaman Said Nursî böyle demişti, Samsun Savcısının talebi üzerine deniz yolu ile oraya gitmek üzere Emirdağ’dan İstanbul’a geldiğinde. Fakat rapor alarak Samsun’a gitmemiş ve ifadesini İstanbul’da vermişti.
O zaman Mustafa Sungur, Samsun Hapishânesinde idi. Orada on bir ay yattıktan sonra beraet edip tahliye oldu ve Üstadının yanına gelerek hizmetlerine devam etti. Üç sene sonra askerliğini Samsun’da yaptı, terhis olunca da Isparta’ya döndü.
Bediüzzaman onun askerliğini de Samsun’da yaptığını öğrenince, “Ben seni Rusya’ya göndereceğim demiştim, demek bu mânâ imiş” diye lâtife ederek karşıladı.
Samsun’un Karadeniz Bölgesinde bulunmasını, Karadeniz’in de Rusya ile Türkiye arasında sınır olmasını nazara alan Mustafa Sungur; Üstadının, bu komşuluk münasebetini hatırlatarak kendisini taltif etmek istediğini düşündü.
Çünkü o zaman Rusya, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği adı altında dünyanın üçte birini istilâ edip insanlığı küfrün karanlığında boğmaya çalışan zalim, kanlı bir rejim olan Komünizmin mümessili idi ve Demir Perde tâbir edilen o ülkelere girip iman mücadelesi vermek neredeyse imkânsız gibiydi.
Onun için Sungur, Bediüzzaman’ın mezkûr lâtifesinin istikbale ait bir tavzif olabileceğini pek düşünmediğinden o hayattayken her sözünü hatırladığı, her hatırasını hafızasına kaydettiği ve her vesile ile bunları nazara verdiği hâlde o sözü pek medar-ı bahs etmedi.
Said Nursî’nin vefatından sonra ise, Nur hizmeti kendi içinde kısmî bir dalgalanmaya maruz kaldığı; Zübeyir, Tahirî, Ceylan, Bayram, Hüsnü, Abdullah ve diğer saff-ı evveller gibi Sungur da kendini Nur hizmetinin sükûnetini, istikrarını sağlamakla vazifeli bildiği için bütün gücü ile cemaatin birlik ve beraberliğini sağlamaya çalıştı.
Bu uğurda yolu yine sık sık karakollara, nezarethânelere, mahkemelere, hapishânelere düştü. Bazı Nur Talebeleri ile birlikte Mersin Hapishânesinde aylarca yattı.
Karşısına çıkan engeller bunlarla kalmadı. O da ekser saff-ı evvellerle birlikte cemaatin mahallî bir kesimi tarafından dâvâya ihanetle itham edildi, horlandı, dışlanmak istendi ve çeşitli sıkıntılara maruz kaldı.
Lâkin ‘fenâ-finnur’ olmanın verdiği mes’uliyet hissiyle şahsına yapılan hakaretleri sineye çekip onlara mukabele etmedi ve sadakatle, cesaretle, metanetle hizmetlerine devam etti. Birlikte hareket ettiği Zübeyir Gündüzalp’in sadık, sebatkâr, cesur, müdebbir hareketleri sayesinde dalgalanma duruldu, cemaatin sükûneti sağlandı ve Nur hizmeti her sahada inkişaf etmeye başladı.
Bediüzzaman’ın ‘fenâ-filüstad’ dediği Zübeyir, İstanbul’da kalıp Nur hizmetinin, onun koyduğu esaslar çerçevesinde sistemli ve istikrarlı bir şekilde işlemesini sağlarken Sungur, memleketi köy köy, kasaba kasaba, şehir şehir dolaşarak müşfik tavrı ile hizmeti canlı tuttu, cemaatin fertlerinin ve hizmet mahallerinin birbiri ile irtibatını sağladı.
Böylece Said Nursî’nin; “Dinsizlik Rus’u, şimdiye kadar yarı Çin’i ve yarı Avrupa’yı istilâ ettiği hâlde bize karşı tecavüz ettirmeyip tevkif ettiren, hakaik-ı Kur’âniye ve imaniyedir” sözleri ile dile getirdiği ‘Sedd-i Kur’ânînin’ yapılmasına yardım etti.
Zübeyir Gündüzalp hayatta olduğu sürece cemaatin uhuvveti, ittihadı ve hizmetin istikrarının yanı sıra, onun müşfik tavrında da herhangi bir değişme olmadı. Herkes değişik mizaçta, karakterde, anlayışta olmasına rağmen bu farklılıklar meslek ve meşrebe yansımadı.
Gerçi o zaman da bu farklılıkları nifak unsuru hâline getirecek pek çok sebep zuhur etti, haricî parmaklar karıştı. Ama cemaat, karşısına çıkan meseleleri ehil insanlarla istişare ederek aştı. Lâkin onun vefatından sonra, haricî tahriklerin neticesinde bazı iç hareketlenişler, mizaç farklılığından doğan gruplaşmalar ve ayrı hizmet teşekkül ettirme temayülleri tezahür etmeye başladı.
Böyle hareketler meydana geldikçe nazarlar Sungur’a çevrildi. Fakat o şefkati şiâr edindiğinden, Üstada sadakatsizlik ve Risâle-i Nur’a ihanet mânâsı taşımayan gruplaşmalara müdahale etmedi.
“Allah, Risâle-i Nur’un bir rüknünü ihyâ eden her gruba hayat hakkı verir” diyerek şefkatinin hududunun, Bediüzzaman’a ve Risâle-i Nur’a sadakatle sınırlı olduğunu ifade etti.
Fakat Risâle-i Nur’un mesleğine, meşrebine aykırı hareket etme maksadı taşıyanlara karşı ancak niyetleri alenileştikten sonra tavır koymaya çalıştığından, bazı sapmalara ve kopmalara mâni olmadı.
Bunun yanı sıra her ne kadar, o zaman içinde bazı kişilere ve gruplara karşı şefkat hassasını ihlâl etti; bazı kişiler ve gruplar da onun gösterdiği şefkati istismar etti ise de tavrını pek değiştirmedi.
Memlekette sağlam bir zemine oturan ve ferde de, cemiyete de güven veren Nur Hareketi, yurt dışına açılıp demokrasi ile yönetilen hür ülkelerde faaliyet göstermeye başladığında oralara gidip destek verdi.
Risâle-i Nur hizmeti medar-ı bahs olduğu zaman ne engel tanıdı, ne yorgunluk hissetti. Her an hazır bir vaziyette bekledi ve gelen her dâvete, uzak yakın, küçük büyük demeden icabet etti.
Böylece, fena-finnur olmanın verdiği hizmet şevkiyle dünyanın, Türkiye’ye çok uzak ülkelerini bile defalarca dolaştı ama sınır komşusu olduğu ve Üstadı oralara göndereceğini söylediği hâlde Rusya’ya da, Tiflis’e de gidemedi.
Tâ ki, 1987 yılında Moskova’da Gorbaçov tarafından Glastnos hareketinin ilân edilmesiyle başlayıp, 1989’da Almanya’da Utanç Duvarı’nın yıkılmasıyla hızlanan Sovyetler Birliği’nin çöküşüne kadar.
Mustafa Sungur, o zaman Üstadının mezkûr sözünün o anlık bir taltif değil, istikbale matuf mühim bir tavzif olduğunu anlayınca, onun henüz gerçekleşmeyen hedeflerinden birini de hatırladı.
Zîra 1910 yılında İstanbul’dan Van’a dönerken Tiflis’e uğrayan Bediüzzaman, Şeyh Sanan Tepesine çıktığında, yanına gelip ne yaptığını soran Rus polisine medresesinin plânını yaptığını söylemişti.
Onun Bitlis’le Tiflis’i karıştırdığını zanneden polis, “Burası Tiflis’tir” diyerek İslâm âleminin perişan hâlini nazara verip ümidini gerçekleştirmesinin mümkün olmayacağını ima edince de o tarihî cevabı vermişti:
“Asya’da, âlem-i İslâmda üç nur birbiri arkasında inkişafa başlıyor. Sizde birbiri üstünde üç zulmet inkişafa başlayacaktır. Şu perde-i müstebidâne yırtılacak, takallüs edecek, ben de gelip burada medresemi yapacağım.”
Tiflis’te medrese açmanın, Üstadın geleceğe ait bir hedefi olduğunu anladı bu sözü biraz mütalâa edince. Rusya’nın, o sözde belirtildiği şekilde takallüs ederek yıkılmasını, medresenin yapılacağının delili saydı.
Said Nursî’nin, kendisini Rusya’ya ve Tiflis’e göndereceğini söylemesinin, zamanı geldiğinde bu işi yapma vazifesinin tebliği olduğunu hissederek hemen harekete geçti ve Demir Perde yırtılınca oraya ilk giren Nur Talebelerinden biri oldu.
Gerçi ondan önce çeşitli maksatlarla Rusya’ya giden ve gizlice Risâle-i Nur’u götüren Nur Talebeleri olmuştu ama Sungur oraya münhasıran hizmet maksadıyla gittiği ve yaptığı her işi Risâle-i Nur adına yaptığı için onun gidişi diğerlerinden farklı idi.
Rusya’da Nur’un intişarının ilk merhalesiydi Tiflis. Oraya gidince Şeyh Sanan tepesine çıkıp Üstadının nazarıyla şehri temâşâ ettikten sonra, tepenin görüş menzili içinde bir yere ilk Nur medresesini açtı.
Ardından Azerbaycan’a geçti. Yıllardır komünizmin tasallutundan bıkarak mânevî bir melce arayan Azeriler; diline, üslûbuna âşinâ oldukları ve muhtevasına hasret kaldıkları Risâle-i Nurlara kucak açtılar.
Hâl böyle olunca Azerbaycan’da, Nahçivan’da yeni bir Nur medresesi açmak için sadece Sungur’un veya onun gönderdiği bir Nur Talebesinin, o maksatla oraya gitmesi yetti. Böylece kısa zamanda, Bakü başta olmak üzere Azerbaycan’ın çeşitli şehirlerinde, kasabalarında onlarca Nur medresesi açıldı ve her birinde yüzlerce insanın iştirak ettiği Nur dersleri yapılmaya başlandı.
Rusya, Tiflis’ten ve Azerbaycan’dan ibaret değildi elbette. Mustafa Sungur da onlarla iktifa etmedi. Oradan ata yurdu Orta Asya’ya açıldı ve Sovyetlerin çöküşünden sonra hürriyetlerine kavuşan Türkmenistan’da, Özbekistan’da, Tacikistan’da ve diğer Türk cumhuriyetlerinde ard arda Nur medreseleri açtı. Bu hamleler neticesinde Kafkaslar ve Orta Asya da birer hizmet merkezi hâline geldiği için, Türkiye’de yetişen bazı Nur Talebeleri oralara gidip yeni Nur müdebbiri yetiştirdiler ve kısa zamanda her ülkenin kendi hizmetine sahip çıkmasını sağladılar.
Artık sıra Rusya’ya gelmişti. Oraya giden Nur talebeleri, Tatarlara Risâle-i Nurları anlattılar. Onların gayreti ve Sungur’un desteğiyle Moskova’nın Müslüman mahallelerinden birinde açılan Nur medresesini çok geçmeden başkaları takip etti.
Hizmet sahası, büyük deccalın ve âvânelerinin, yıllarca maddî mânevî tahribat yaptıkları yerler. Devlet kademelerinde ve cemiyetin müessir yerlerinde de hâlâ pek çok mensupları faaliyet hâlinde.
Bu yüzden Rusya’da Risâle-i Nurların intişarı pek kolay olmadı. Lâkin Nur Talebeleri, Süfyan tabir edilen İslâm deccalının ülkesindeki kadar büyük engellerle de karşılaşmadılar. Gerçi orada da Risâle-i Nurlar zararlı neşriyat tevehhüm edilerek yasaklanmak istendi, bazı Nur Talebelerinin faaliyetleri engellenmeye çalışıldı ama medreseler basılmadı, kitap okuyanlar hapse atılmadı, risâleler toplatılmadı.
Nur Talebeleri mahkemelere sevk edilip risâleler bilirkişilere inceletilmeye başlanınca Rus aydınları ve gazeteleri ekseriyet itibariyle bu yasaklama teşebbüslerine karşı çıktılar.
Türkiye’de, ancak elli yılda alınabilen mesafe Rusya’da on yılda aşıldı. Hâl-i hazırda bazı yerlerde mahkemeler devam ediyorsa da Nur medreselerindeki hizmetlere ve Nurların matbaalardaki neşriyatına bir müdahale yok.
Bediüzzaman, Rusya’nın geleceğini “Dinsiz bir millet yaşamaz. Rusya dinsiz kalamaz, geri dönüp Hıristiyan da olamaz. Olsa olsa küfr-ü mutlakı kıran ve hak ve hakikata dayanan ve hüccet ve delile istinad eden ve aklı ve kalbi ikna eden Kur’ân ile bir musalâha veya tâbi olabilir” sözleri ile tebşir etmişti. Şimdi, Rusya’da; Mustafa Sungur’un gayretleriyle harekete geçen Türk, Tatar, Rus, Azerî, Türkmen, Özbek, Tacik, Gürcü, Abaza, Çeçen, Çerkez ve sair mahallî ırklara mensup Nur Talebeleri, o musalaha ve tebaiyetin zeminini hazırlıyorlar.
Bir gün “Sungur, bende öyle hastalıklar var ki, bir tanesi sende olsa yerinden kalkamazsın” demişti Said Nursî.
Bu gün seksenini aşan Sungur’da öyle hastalıklar var ki, bir tanesi herhangi bir insanda olsa, o kişi yerinden kalkamaz. Fakat o yerinde durmuyor. Üstadı gibi hastalıklara meydan okuyarak hizmet ediyor.
“Üstadla hayatının sonuna kadar beraber olmuş bu zat, Üstadın vefatından otuz sene sonra bile sanki o anda onunla beraber yaşıyor gibi hatıraları capcanlı. Her fırsatta Üstaddan bahsediyor, sözleri saf bal gibi akıyor. Aramızda lisân engeli olmasına rağmen konuşması hiçbir usanç vermiyor. Çünkü o dil ile konuşmuyor. Açılan kalbinin kanatları ile konuşuyor. Şevkinde, Üstada olan sevgi ve saygısının derinliği her hâlinden okunuyor.”
Yıllar önce Bediüzzaman Sempozyumu için Türkiye’ye geldiğinde tanıştığı Sungur’un, Said Nursî’ye ve Risâle-i Nur’a olan sadakatini bu ifadelerle dile getirmişti, Iraklı Arap âlimlerinden Prof. Dr. İmadüddin Halil Bey.
Mustafa Sungur hâlâ aynı ahvâl içinde.
İnşallah hep öyle de kalacak.
Zîra, fenâ-finnur olmanın iktizası bu hâl.
03.08.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Facialardan ders çıkarmak |
|
Arka arkaya patlak veren facilar, bütün Türkiye’yi derinden sarstı. “Sarstı” diyoruz, ama hiç sarsılmayanların var olduğunu da bilmek lâzım. Dünya yanıyor, ama bazılarının umurunda değil. Maalesef, ‘vur patlasın, çal oynasın’ havasındalar...
Televizyon kanallarının böyle felâketler karşısında istiflerini bozmaması anlaşılır gibi değil. Düşünün, binlerce dönüm orman arazisi yanıyor, onlar eğlencede. İhmal neticesi binalar çöküyor, onlarca çocuk ‘şehit’ oluyor, onlar yine eğlencede. Allah (cc) rızası için biri söylesin: Bunların uyanması için kıyametin kopması mı gerekecek?
Uzmanların ifadesine göre Antalya ve ilçelerini tehdit eden yangın, Türkiye’nin şahit olduğu en büyük yangınlardan. Yangının hangi sebeple çıktığı tartışmalı olsa da, içinde bir ‘ikaz’ olduğunu da düşünmek lâzım.
Aynı şekilde, Konya’nın Taşkent ilçesinde meydana gelen ‘gaz faciası’ da sebep olanları iyice düşündürmeli. Elbette yangınlarda ‘ikaz’ olduğu gibi, yıkılan bina faciasında da bir ‘ikaz’ vardır.
Ancak medyanın, bilhassa TV kanallarının bu facialar karşısındaki tavrı da bir facia! Bütün bir millet üzüntü ve kederle yoğrulurken onlar hiçbir şey olmamış gibi davranmaya devam ediyor. Ya da yıkılan yurt binasında olduğu gibi hadiseden bir ‘irtica’ senaryosu çıkarmanın peşinde.
Yıkılan binanın kaçak olması ya da belgelerin eksik olması ayrı bir şey, orada Kur’ân öğretilmesi ayrı bir şey. Yani, kaçak ve sakat binalara karşı çıkarken ‘oku’maya karşı çıkmamak lâzım. Diyelim ki yıkılan bu bina Diyanet’e bağlı ‘resmî Kur’ân kursu’ olmuş olsun. O halde, çocuklar sağ mı kalacaktı? Ya da ‘resmî Kur’ân kursu’ olduğu için bina yıkılmayacak mıydı?
Mühendislik kaidelerine aykırı şekilde yapılan çürük, sakat ve plansız binalara hep beraber karşı çıkalım, sorumlularının cezalandırılmasını da isteyelim. Ama bu faciadan ‘irtica’ senaryosu yazmaya, “Kaçak Kur’ân kursu felâkete sebep oldu” gibi değerlendirmelere kapılmayalım.
Bilhassa 28 Şubat 1997 tarihinden sonra ağırlıklı olarak gündeme taşınan bu konunun da enine-boyuna tartışılmasına zemin hazırlansın. Ne demek ‘Kaçak Kur’ân kursu?’ Böyle kurslar açılıyor ve millet bile bile çoluğunu, çocuğunu buralara gönderiyorsa, o halde hadisenin temeline inmek lâzım. Niçin böyle bir şeye ‘ihtiyaç’ duyuluyor? Yeteri kadar ‘resmî Kur’ân kursu’ mu yok, yoksa başka sebepler mi var?
Bütün bunları araştırmadan, incelemeden Kur’ân öğrenmek isteyenleri ‘kaçakçı’lık gibi ağır bir suçla itham etmek Türkiye ve dünya gerçekleriyle örtüşmez.
Gerek Türkiye’yi idare edenler, gerekse millet olarak hepimiz facialardan mutlak sûrette ders çıkarmamız lâzım. Aksi halde, facialar faciaları takip eder.
Facialardan ders çıkaralım, ama ‘irtica senaryosu’ çıkarmayalım... Bu vesile ile ‘cennet kuşu’ olan yavrularımıza Allah’tan (cc) rahmet, yakınlarına da sabırlar temennî ediyoruz.
03.08.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|