"Gerçekten" haber verir 06 Temmuz 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Yasemin GÜLEÇYÜZ

Tesettür Risâlesi keşfedilirken (12)



Kur’ân’ın tesettür emri ilmîdir, siyasete âlet edilemez

On bir haftadır devam ettiğimiz Tesettür Risâlesi açılımlarımızın “ummandan bir katre” misâli sonuna gelmiş bulunuyoruz.

Görüldüğü gibi “Tesettür esarettir” diyerek Kur’ân’ın tesettür emrine muhalefet eden sefih medeniyetin dayanak noktalarını, kadın fıtratını esas alarak temelinden sarsan bu “kısacık” risâlecik baştan sona orijinal, aktüel, hayatın içinden tahlil ve çarelerle dolu.

Risâlenin satırları arasında çekirdek misali yer alan birçok kavram ise sahasında uzman, önyargılardan azade, sadece ve sadece gerçeğin peşinde olan münevver bilim insanlarınca daha detaylı bir şekilde yorumlanmayı beklemekte.

Sosyologlar, evlilik danışmanları, pedagoglar, istatistikçiler, tıp doktorları gibi birçok alanda ihtisas sahibi uzmanların Bediüzzaman Hazretlerinin Tesettür Risâlesi’nde üzerinde ehemmiyetle durduğu kavramlarla ilgili söyleyecekleri çok sözleri olsa gerek.

TESETTÜR İLMÎ BİR MESELEDİR…

Onun Kur’ân’ın tesettür emrini yorumlayan bir din âlimi sıfatıyla yazdığı Tesettür Risâlesindeki “adi kundura boyacısı”ndan bahsettiği cümle yüzünden yargılandığı Eskişehir Ağır Ceza Mahkemesi’ndeki savunmalarında üzerinde hassasiyetle durduğu en önemli noktalardan biri şudur: Tesettür ilmî bir konudur, siyasî değildir.

İşte bu savunmadan konumuzla ilgili sayısız tesbitler içinden seçtiğimiz birkaç cümlecik:

“O risâle medeniyetin Kur’ân’ın âyetine ettiği itiraza karşı müskit ve ilmî bir cevaptır. Bu hürriyet-i ilmiye, Cumhuriyet zamanında elbette kayıt altına alınamaz.”

“Bir ihtiyar adamın saadet-i ebediyenin anahtarı olan imanına dair hatırât-ı ilmiyesini yazmasını dünyada hiçbir kanun ona yasak diyemez ve demez kanaatindeyim. Ve şimdiye kadar hiçbir âlim tarafından tenkit edilmemesi elbette o hatırât ayn-ı hak ve mahz-ı hakikat olduğunu ispat eder.”

Evet, Bediüzzaman Hazretleri irtica söylemleri içinde Tesettür Risâlesinin rejimi tehdit eden siyasî bir eser değil, ilmî bir eser olduğunu savunmasında defalarca ifade eder. Böylece aynı zamanda, ülke gündemimizden hiç düşmeyen tesettür meselesinin çözümü için izlenmesi gereken yolu da gösterir bizlere.

Tesettürün hangi şekilde olursa olsun siyasî arenada malzeme yapılması sefih medeniyetin uyguladığı dessasâne planlardan bir tanesidir. Bediüzzaman Hazretlerinin 1935’te mahkeme savunmalarında dikkati çektiği bu planın 2008’de “Velev ki siyasî olsun” söylemleriyle geldiği noktayı hâlâ ibretle müşahede edemeyen var mı?

Risâle-i Nurlardan aldığımız dersle tesettürü siyâsîleştirerek adeta kaçak güreşenlere “Hodri meydan” diyoruz!

Evet, tesettür emri; fıtrîdir, ilmîdir ve aklî delillerle ispat edilebilir!

TESETTÜR EMRİNİ SETRETME PLANLARI

Evet, Kur’ân’ın tesettür emri “İrtica geliyor!” tekerlemesi altında yıllardır bitmeyen ninni misâli söylenegeldiği gibi siyâsî değil, ilmî bir meseledir…

Üzülerek ifade edelim ki, artık bunaltan başörtüsü probleminin siyasî arenada yıllardır politika malzemesi yapılması fıtrî kökü derinlere uzanan Kur’ân’ın tesettür emrini setretmekte, siyasî söylemlerle tesettür hakikatinin üstü örtülmeye çalışılmaktadır!

İşin acıklı tarafı dinin mukaddes değerlerini menfaat uğruna siyasete âlet edenler sadece politikacılar da değildir.

İlahiyatçılar da başka bir tarzda dinin bu emrini tahrip edenlere garip içtihatlarıyla destek vermekte! Sanki Asr-ı Saadetten itibaren 14 asır boyunca âlimlerin üzerinde “icma” ettikleri uygulama hiç olmamış gibi!

Peygamberimizin (asm) “İlmin kapısı” olarak nitelendirdiği Hz. Ali (ra) boşuna bir kısım ahir zaman âlimlerine “ulemâü’s-sû’” demiyor!

Bunlara bir de sefih medeniyetin dellâlları olan malûm medyayı ekleyin!

Zaman zaman ve ne hikmetse hep demokrasiye müdahale edilecek kritik günlerin arefesinde medya, siyasetçileri, nedense pek itibar ettiği ilahiyatçıları (!) ve söylediği sözün nereye gideceğini kestiremeyen safdil başörtülüleri arenaya salıp birbirine kırdırmakta, halkın zihinlerini karmakarışık ederek tesettür hakikatinin üzerini örtmeye çalışmakta.

Zaten halkın çoğunda taklidî olan iman da zedelenmekte.

Ne yazık ki dinin dessâsâne tahrip edilmeye çalışıldığı bu siyasî manevralarda hedefte hep tarikatlar bulunmaktadır!

"DİN UMUMUN MALIDIR"

Bediüzzaman Hazretlerinin bu tesbiti, başörtüsü problemini politikaya âlet ederek menfaat sağlama gayretinde olan siyasetçilerin, din adamlarının, medya patronlarının ve her on yılda bir “demokrasi ve özgürlük” adı altında yapılan ihtilâl heveslilerinin tamamının ezberini, planlarını bozacak mahiyettedir.

RİSÂLE-İ NUR TARİKAT DEĞİL HAKİKATTİR

Bediüzzaman Hazretlerinin kerâmet ve keşiflere dayanan tarikatlardan çok farklı bir metotla, sarsılmayan ilmî delillerle, bütün şüpheleri ortadan kaldırıp, aklı tatmin eden üslûbu çağın hastalıklarına devadır. Zira günümüzde inançsızlığın yayılması bilim maskesi altında gerçekleşmektedir.

Sadece Tesettür Risâlesi’nde bile bu yöntemi açıkça görmek mümkündür. Kur’ân’ın emri sadece naklî delillerle değil, daha çok aklî delillerle ispat edilmiştir.

Bediüzzaman, bilim tarihinde “deha” olarak tanımlanan İbni Sina’nın “Öldükten sonra tekrar dirilmeye peygamberler ve kitaplar anlattığı için inanırız. Akılla ispatlanamaz, aklî değil naklîdir” dediği haşir konusunu 10. Söz’de nasıl aklı iknâ eden delillerle ispatlıyorsa, aynı şekilde tesettür emrini de aklî delillerle anlatarak şüpheleri izale eder.

Bediüzzaman Hazretleri İmâm-ı Rabbani’nin “Bütün tarikatların müntehası ve en büyük maksadları hakaik-i imaniyenin inkişafıdır. Ve bir mesele-i imaniyenin kat’iyetle vuzuhu, bin kerâmetlerden ve keşfiyatlardan daha iyidir” (Emirdağ Lâhikası, Yeni Asya Neşriyat, s. 91) düsturunu bütün eserlerinde olduğu gibi Tesettür Risâlesinde de uygulayarak tasdik eder.

Risâle-i Nur Külliyatında sıkça geçen “Zaman tarikat zamanı değil, iman kurtarmak zamanıdır. Tarikatsız Cennete giden pek çok; fakat imansız Cennete girecek yok. Onun için imana çalışmak lâzımdır. Risâle-i Nur tarikat değil hakikattir” tesbitlerini, bir de bu açıdan yorumlamakta fayda var!

TAKLİT EDİLMEZ BİR TURRA: KADIN FITRATI

Kadın fıtratı, adeta taklidi imkânsız bir mühür gibi dünyanın hangi coğrafyasına gidilirse gidilsin değişmeyen yapıdadır. Bütün kadınlar, insan, anne, eş, ev hanımı, çalışan kadın… gibi bir çok sıfatı taşımaktan gelen zorlukları farklı dozlarda bütün dünyada yaşamaktadırlar.

Evet, gelişen haberleşme teknolojileri sayesinde fark ediyoruz ki, sadece ülkemizde değil bütün dünyada kadın olmak zordur. Hem de çok zor.

İşte, Tesettür Risâlesi’nde kadının kendi iç dünyası, aile yaşantısı, eşi-çocukları ile iletişimi konusunda yaşayabileceği problemlere Kur’ânî çözümleri adeta “koruyucu hekimlik” gibi şefkat ve merhametle sıralanmaktadır.

EĞER KADIN İSTERSE…

“Yapan bilir” düsturunca kadını incecik san'atlarıyla adeta dantel letâfetiyle dokuyup yapan Usta San'atkâr, onun hayatı boyunca karşılaşabileceği bütün problemleri de biliyor.

(Bediüzzaman Hazretlerinin kadın fıtratı üzerine eşsiz tahlillerinin yer aldığı Risâlelerden bir tanesi de Sözler isimli eseridir. 32. Söz’ün Üçüncü Mevkıf’ında mahir bir ressam ve heykeltıraş olan Zatın, insan cins-i lâtifinden gayet güzel bir hasna’nın heykelini yapma isteğinden bahseder. Kadında tecellî eden san'atlardan San'atkârın yüceliğine uzanan bir çizgide kadın fıtratını analiz eder. Belki “Risâle-i Nur’da Kadın” başlıklı başka bir çalışmamızda da bu emsâlsiz tesbitlerin açılımını yapmaya çalışırız. Ne dersiniz?)

Evet, Usta San'atkâr muhteşem san’at eserinin başına gelmesi muhtemel olaylara çözüm yollarını, açıklamalı bir kılavuz kitapla ve bu kılavuzun nasıl uygulanacağını göstermekle vazifeli bir rehberle izah ediyor. Kitaba ve rehbere sadık kalıp kalmamak, sonuçlarına katlanmak şartıyla kadının hür iradesine bırakılmış.

Kendisini yapan San'atkârın ve Onun vazifelendirdiği elçilerin kurallarına tabi mi olacak, yoksa heveslerinin esareti altında özgürlük zannettiği başıboşluğu mu tercih edecek?

İşte kadını bekleyen, onun bütün dünya yaşantısını ve ölüm sonrası hayatını etkileyecek olan yol ayrımı…

Günümüz modern hayatında yer alan “özgür” kadından, Hz. Âdem (as) ile Havva’nın peygamber şeriatına uymayıp Kabil’i tercih eden asi kızlarına kadar uzanan ve ebedî esaretine mal olan köklü tercih.

Evet, her zaman olduğu gibi tercih kadının elinde.

PAHA BİÇİLEMEYEN BİR MÜCEVHER: TESETTÜR

Dünyanın neresinde olursa olsun hakikatin peşinde olan kadınların fıtraten kabullendikleri bir gerçektir örtünme. Âlemlere rahmet olarak gönderilen Kur’ân ve sevgili Peygamberimiz (asm) şefkat ve merhametle eziyet çekmemeleri için kadınları tesettüre dâvet etmekte.

Bu dâvete icabet etmek kadınların kendilerine yapabilecekleri en büyük iyiliklerden bir tanesi. Takabilecekleri en kıymetli mücevher.

Tesettür Risâlesini bir kez daha bu duygularla okumaya ne dersiniz?

Bakın Bediüzzaman Hazretleri kendisinden ders isteyen hanımlara ne diyor:

“Şimdi sizin gibi mübarek ve masum hemşirelerime ve evlâtlarım hükmündeki küçüklerinize başta Tesettür Risâlesi ve Gençlik Rehberi ve Küçük Sözler benim bedelime sizlere ders versin” (Hanımlar Rehberi, s. 17)

06.07.2008

E-Posta: [email protected]




İslam YAŞAR

‘LEBBEYK...’ DEME ZAMANI



Lebbeyk…

Dâveti de, icâbeti de ifade ediyor bu kudsî kelime.

Hazret-i İbrahim, Allah’tan emir alınca ‘Lebbeyk!..’ diye haykırarak bütün beşeriyeti oraya dâvet etmiş.

O gün o İlâhî dâvet vuku bulduğunda, etrafta sesi duyup icabet edecek kimse yokmuş. İnsanlar olsa ve gelse bile orada hayatî ihtiyaçlarını temin edebilecekleri bir şeyler bulmaları mümkün değilmiş.

Kur’ân-ı Kerim’in tavsifiyle ‘Ekin bitmeyen vadi’ iken Zemzem’le hayat bulan Mekke, bu dâvetle de İlâhî ikrama mazhar olmuş ve mükerreme sıfatını kazanarak ‘Beldetü’l-Emin’ addedilmiş.

Zamanı ihata eden dâvet hitabı çok geçmeden muhatabını bulmuş ve önce Cürhüm Kabilesi gelmiş. Onlar Hazret-i Hacer’den izin alıp oraya yerleşince onları Amalika kabileleri takip etmiş.

Bir süre sonra çevreden Mekke’ye ziyaret ve ticaret seferleri başlamış. Her gelen, geldiği yerin en kıymetli eşyalarını ve leziz nimetlerini oraya getirince, hiçbir şey yetişmeyen Mekke, yeryüzündeki bütün nimetlerin bulunduğu muteber bir yer hâline gelmiş.

Bugün ‘Lebbeyk, Allahümme Lebbeyk’ telbiyeleriyle, tekbirlerle, tehlillerle, tesbihlerle, dünyanın dört bir yanından kafileler hâlinde mü’minler akıyor Mekke-i Mükerreme’ye.

Ziyaretini tamamlayarak ayrılanların yerini daha büyük kalabalıklar alıyor. O İlâhî dâvete icabet, her geçen gün artarak devam ediyor. Bu hâlin kıyamete kadar da devam edeceği de muhakkak.

Zîra dâvetin içinde zikir, zikrin içinde de dâvet var.

***

“Dâvete müheyya bir kulun Allah demesi,

Allah’ın lebbeyk demesinin ta kendisidir”

O dâvete âşina ve müheyya olan Mevlânâ, Mesnevî’de bu şekilde ifade etmiş kulun Allah’ı zikretmesiyle Allah’tan kuluna gelecek gaybî dâvet arasındaki alâkayı.

Bu hasletin sadece havassa has kalmaması, her seviyeden insanın o hakikatleri daha iyi anlayarak istifade etmesi için de meseleyi küçük bir kıssa ile insanların idrakine yaklaştırmak istemiş.

“Adamın biri, dilini dudağını tatlandırmak için

Gece gündüz durmadan Allah’ı zikrediyordu

Bir gün şeytan ona, ‘A çok zikreden kişi’ dedi

Bunca Allah demene karşılık, buyur sesi nerede?

Baksana Allah’tan sana bir cevap bile gelmiyor

Sen daha ne kadar böyle Allah deyip duracaksın?

Şeytanın bu ilhadı karşısında adamın gönlü karardı

İçine düştüğü ye’sin tesiriyle başını yere koyup yattı

Biraz sonra rüyasında, yeşillikler içinde Hızır’ı gördü

‘Kendine gel’ diye seslendi onun hâlini anlayan Hızır

‘Neden zikrinden kaldın, Rabbinden neden usandın?

Çünkü ‘lebbeyk diye bir cevap gelmiyor’ dedi adam

O’nun kapısından sürüleceğimden korkmaktayım’

Senin Allah demen, Allah’ın lebbeyk demesidir

Senin yalvarıp yakarışların, O’nun haber elçisidir

Senin O’na kavuşmak için çeşitli çareler araman

O’nun, seni huzuruna dâvet etmesinin neticesidir

Senin hissettiğin korku Allah’ın lûtfunun kemendidir

Her ‘Yârabbi’ deyişinin ardında ‘buyur’ hitabı vardır”

Kıssanın sonundaki hakikat bahrinde meseleyi bilgiye bağlayan Mevlânâ, böyle bir duâyı ancak bilgili insanların yapabileceğini; bilginin Allah’ın bir ihsanı olduğunu, hakikat bilgisinden uzak olan kişilerin ağızları ve gönülleri mühürlendiğinden oralara dâvet edilmeyeceklerini söylemiş.

İnsan, Esmâ-i Hüsnânın mânâlarını bilerek zikrettiği takdirde o isimlerin ardındaki gaybî dâvet hitabı, ruh dünyasını harekete geçirir ve ruh kendini vuslata hazırlamaya başlar.

Lâkin ruhun etrafında hâlelenen ulvî hasseler ve nezih lâtifelerle birlikte, şeytanî telkinler ve nefsanî ihtiraslarla harekete geçen beşerî zaaflar da insan iradesini tesir altına almaya çalışır.

İnsan hedefe yaklaştıkça şeytânî telkinlere ve nefsânî tesirlere daha çok maruz kalacağından, kendini hissî bir tereddüt girdabının içinde bulur ve kurtulmak için çırpınır durur.

Eğer insan bu çırpınışlar sırasında aklına, iradesine güvenir; bilgisinden, imkânından, makamından güç almaya kalkarsa bocalar ve dâvetin sırrına vakıf olamaz.

Şayet ihlâs, samimiyet ve teslimiyet hasletiyle hareket ederse dâvet vaki olur ve yollar açılır.

***

İşte o hasbî hasletin, hayata akseden güzel hâllerinden biri.

Birbirine imanî kardeşlik bağlarıyla bağlı olan on beş kadar genç kız, yıllarca muayyen zamanlarda birlikte okudukları kitaplar sayesinde Mukaddes Beldeleri ziyaret etme hasretiyle yanmaya başlamışlar.

Oralara gaybî bir dâvet gelmeden gidilemeyeceğini bildikleri için duâlarını, zikirlerini, derslerini ve sohbetlerini dâvet vesilesi yapmaya çalışmışlar. Oraları hatırladıkları zaman ruhlarının ferahlamasından dâvetin vaki olduğunu hissedince de harekete geçmişler.

İmkânları kıt, zamanları mahdutmuş. İçtimâî durumları, medenî hâlleri ve zahirî vaziyetleri, sınırların ötesine uzanan öyle uzun yolculuklara çıkmaya pek müsait değilmiş.

Bu gerçekler, vuslat hasretiyle yanan ruhlarını teskin etmeye yetmeyince kendilerine düşen vazifenin sebeplere teşebbüs etmek olduğunu, neticeye karışmamaları gerektiğini düşünerek harekete geçmişler.

Önce meselenin maddî tarafının halledilmesi gerektiği için bir işte çalışanlar, masraflarını azaltarak aylıklarının bir kısmını ayırırken, çalışmayanlar el işleri, mantılar yapıp dost meclislerinde satarak birkaç yılda, kısa süreli bir umre ziyareti için lâzım olan zarurî masrafları karşılayacak kadar para biriktirmişler.

Mezkûr kıssadaki muhayyel şahsı ifsat etmeye çalışan şeytan, bu zaman içinde onlara da musallat olmuş ve her vesile ile ‘Sizin için lebbeyk deme zamanı gelmez’ diyerek onları kararlarından döndürmeye çalışmış.

Bu arada, aralarında bazılarının aile büyüklerinin de bulunduğu bir kısım insanlar, zahirî şartlara bakarak meselenin zorluğunu gördüklerinden onların sonradan üzülmelerine mani olmak maksadıyla, kararlarını bir süre tehir etmelerini istemişler.

Genç kızlar, onlarla tek tek muhatap oldukları zaman kendileri için duyulan endişelere hak verseler de bir araya geldiklerinde, kararlarında sebat etmeleri gerektiğini hatırlatarak birbirlerine güç vermişler.

Böylece gereken parayı tedarik edenler, Diyanet’in ekonomik umre turlarından birine katılarak resmî muamelâta başlarken buna muvaffak olamayan birkaç kişi hasretle yanmaya devam etmiş.

Müracaat esnasında da manilerin ardı arkası kesilmemiş. Kimi vize alamayacaklarını söylemiş, kimi gümrükten geçemeyeceklerini. Kimi de bu hususta daha önce yaşanan bazı menfî hadiseleri anlatmış.

İyi niyetle söylenen her söz, anlatılan her hadise, genç kızların içlerindeki endişe bulutlarını kabartsa, evham hislerini tahrik etse de onlar gerektiğinde sınır kapısından geri çevrilmeyi göze almak pahasına kararlarından vazgeçmemişler.

Neticede yaşı kemâle ermiş birkaç kişiye ebeveynlerinin noter huzurunda verdikleri vekâletlerle vize meselesini de halletmişler ve hedeflerine bir adım daha yaklaşmışlar.

Bu arada iştirak edecekleri grubun, mukaddes beldelerde kalacakları otellerin mescitlerden uzak olduğunu ve ancak servisle gidip gelebileceklerini öğrenmişler ama onları oralarda karşılaşacakları söylenen muhtemel meşakkatler de yıldıramamış.

Meseleden haberdar olan sahavet sahibi bir kişi, genç kızların nahivliklerini, nazikliklerini, narinliklerini nazara alarak onların; Mescid-i Haram’a ve Ravza-i Mutahhara’ya yakın otellerde kalarak ibadetlerini, ziyaretlerini rahatça yapabilmeleri için aradaki fiyat farkını karşılamayı teklif etmiş.

Genç kızlar, kimden geldiğini bilmedikleri bu teklifi kabul etmişler ama verilen parayı, rahat edecekleri daha lüks otellere değil, umre masraflarını tedarik edemeyen iki arkadaşlarına vermişler.

Onlarla birlikte zarûrî, fuzûlî bütün resmî muamelâtı bitirip hazırlıklarını tamamladıktan sonra kalabalık bir gruba katılarak Medine-i Münevvere’ye vasıl olmuşlar.

Yalnız insanlarına değil; havasına, suyuna, taşına, toprağına da Ensar hasletinin sirayet ettiği bu mukaddes beldede, her an Peygamber-i Zîşanın siyanetini üzerlerinde hissettiklerinden hiçbir müşkülatla karşılaşmamışlar.

Ravza-i Mutahhara’da idrak ve ihyâ ettikleri kırk vakte yakın zaman içinde sayısını ancak mahşerde amel defterlerini—inşallah—sağ taraflarından aldıkları zaman öğrenecekleri emsâlsiz saadet-i ebediye gülleri dererek veda etmişler.

Zülhuleyfe’de ihrama girip yer yer Peygamberimizin (asm) hicret hattından geçerek Mekke-i Mükerreme’ye geldiklerinde ilk işleri Mescid-i Haram’a gitmek olmuş. Kâbe-i Muazzama’yı gördükleri anda gözyaşları içinde şükür secdelerine kapanmışlar ve Cennet-i Firdevs’te rü’yet-i Cemâlullahla müşerref olmayı dilemişler.

Orada geçen ilk günün ardından mekâna intibak edip otelden servisle Kâbe’ye gidip gelmeye başladıklarında, yüksek meblâğlar ödeyerek yakın otellerde kalan bazı umrecilerin, Mescid-i Haram’ın etrafını açma çalışmaları yüzünden uzak yerlerdeki otellere gittiklerini öğrenince; bu hâlin, kendilerine o maksatla verilen parayı arkadaşları adına kullanmalarının mükâfatı olduğunu anlayarak hasletlerine şükretmişler.

Mekke-i Mükerremede de Allah’ın inayeti siyanet etmiş onları. Orada geçen zaman içinde hiçbir can sıkıcı, gönül incitici hadise vuku bulmamış ve nice cennetâsâ hâller yaşayarak sağ sâlim evlerine avdet etmişler.

Şimdi onların hafızaları ve hatırları münezzeh manzaralarla müzeyyen.

Amel defterleri de oralarda yazılan nuranî hatlarla münevver.

***

Belde-i Mukaddeseye gitmek ulvî bir mazhariyet.

Zira arzın merkezi orası. Arşı ferşe bağlayan amud-u nurânî orada.

Hazret-i Âdem, orada Hazret-i Havva’ya kavuşmuş ve Beytullah’ı yapmış. Hazret-i İbrahim orayı yurt tutmuş, Hazret-i Hacer, İsmail’i (as) orada büyütmüş, Hazret-i İsmail, orada yuva kurup peygamber olarak insanları irşad etmiş.

Seyyid-i nev-î beşer (asm) orada teşrif etmiş dünyaya. Kendisine vahyolunan Kelâm-ı Ezelî’yi oralarda terennüm etmiş, oralarda İslâm’ı anlatmış; âl ve ashâbıyla birlikte Bedir’i, Uhud’u, Hendek’i, Hayber’i oralarda kazanmış.

Oralar nice mucizâta zemin, mî'râca basamak olmuş.

Âlem, oralarda tenevvür eden nurla hayat bulup ihya olmuş.

Onun için her insanın, hassaten Müslüman’ın, ömründe bir sefer bile olsa oralara gidip Mukaddes Beldeleri ziyaret etmeye ve oralarda tecellî eden uhrevî ihtizâzı an be an yaşamaya ihtiyacı var.

Peygamber Efendimiz (asm), “Aziz ve Celil olan Allah yolunda cihada çıkan kişi ile hacca ve umreye giden kişi Allah’ın elçisidir. Allah onları çağırmış, onlar da dâvetine icabet etmişlerdir. Onlar Allah’tan ister, Allah da onlara verir” diyerek oraya dâvetin sırrını tebşir etmiş.

Zaman şühûr-u selâse, yani lebbeyk deme zamanı.

Gaybî dâvet umumî, imkânlar hazır, yollar açık.

İcâbet etmek için de hâlis bir niyetle istemek yetiyor.

06.07.2008

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Dünyadaki Cennet bahçesi



Her günahın ateşte, her iyi amelin de Cennette bir karşılığı, daha açıkçası amellerin sadece dünyada değil ahirette de karşılıkları bulunduğunu biliyoruz.

Başka nasıl olabilirdi?

Dünyada bile öyle değil mi? Bir öğrenci üniversiteye girebilmek için az mı çalışır? Bir esnaf beş-on kuruş para kazanmak için işine ne kadar eğilir, önem verir. Bir işçi azıcık bir ücret alabilmek için ne kadar çırpınır. Bir memur belki de cüz’î bir maaş için gün boyu çalışmak zorunda kalır. Bin bir zorlukla kazandığımız paralarla ev, araba, bağ, bahçe ve daha nice şeyler satın almaz mıyız? Dünyevî emeklerin karşılığı olur da uhrevî amellerin hiç karşılığı olmaz mı?

İşte namaz ve mescidlerle ilgili ibadet ve hayırların bazı karşılıkları! Kâinatın Efendisi (asm) buyururlar ki:

“Kim hakkıyla namazına devam ederse, onun için Kıyamet gününde bir nur, delil ve kurtuluş olur.”1

“Kim Allah rızasını arayarak bir mescid yaptırırsa Allah da ona Cennette bir benzerini ihsan eder.”2

“Kim cân ü gönülden, iştiyakla mescide devam ederse Allah ona Cennette bir konak hazırlar.”3

Cennet meyvelerinden yiyebilmek için de burada bol bol Sübhanalllah, Elhamdülillah, Allâhüekber demek gerekiyor. Buna da Ebû Hüreyre’nin rivayet ettiği şu hadis-i şerifte dikkat çekiliyor: Birgün Kâinatın Efendisi (asm) “Cennet bahçelerine uğradığınız zaman nimetlerinden nasiplenin” buyurduğunda yanında bulunan Ebû Hüreyre sordu: “Cennet bahçeleri nelerdir?” Resûl-i Ekrem (asm) cevap verdi: “Mescidlerdir.” Ebû Hüreyre tekrar sordu: “Ya Resûlallah, o bahçelerdeki nimetler nelerdir?” “Sübhanallah, Elhamdülillah, Lâ ilâhe illallah ve Allahü ekber’dir.”4 Demek iman, ibadet, güzel ahlâk, yaptığımız iyilik ve zikirlerin ahirette birer karşılığı var. Bizim gerçek sermayemiz ve ahiret azığımız bunlar.

İman, ibadet, ahlâk ve hayırlarda ne kadar mesafe alırsak, bu dünyada olduğu gibi orada da o kadar rahat ederiz.

Dipnotlar:

1- Fethu’r-Rabbânî, 2:232 (Hadis no: 81). 2- Tirmizî, Salât: 120; İbni Mâce, İkame: 1. 3- Buharî, Ezan: 37; Müsned, 2:509. 4- Tirmizî, Daavat: 83.

06.07.2008

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Uhud geçidini terk eden okçular gibi miyiz?



Putperest Kureyşliler 3000 bin kişilik askerî kuvvet hazırlayıp Medine üzerine yürür. Bunu haber alan Resûlullah (asm) meseleyi ayrıntılı olarak olarak ashabıyla istişare eder. Kendisi düşmanı şehir dışında karşılama yerine, şehir müdafaası yapma taraftarıydı. Ne var ki, çoğunluk meydan savaşı istiyordu. Peygamberimiz (asm) istişareye uyar.

Savaş Uhud önlerinde yapılacaktır. Müslüman ordusu ise, 1000 kişidir.1 Resulullah (asm), düşmanın sızabileceği, kuşatmayı yarabileceği, özellikle ordunun sol tarafındaki dağın vadisini beklemek üzere Abdullah b. Cübeyr kumandasında 50 kişilik bir okçu birliği bırakır ve sıkı sıkıya şu tembihte bulunur: “Bizi arkamızdan koruyunuz, sakın yerinizden ayrılmayınız. Bizim öldürüldüğümüzü görseniz de yardımımıza gelmeyiniz. Ganimet topladığımızı görseniz de bize katılmayınız. Kuşların bizleri kapıştığını görseniz de, ben size haber göndermedikçe sakın yerlerinizden ayrılmayınız. Siz yerinizde durmazsanız biz galip olamayız.”

Müşrikler bütün güçleriyle yüklenmelerine rağmen bozguna uğrayıp kaçmaya başlar. Bunu gören Müslümanların bazıları dünyaya meylederek, ganimet toplamaya koşar. Ordunun gerisindeki vadiyi bekleyen 50 okçudan bazıları, komutanları Abdullah b. Cübeyr’in (ra) sıkı emirlerine rağmen “Ne duruyorsunuz, Allah düşmanı bozguna uğrattı, kardeşlerimiz ganimet topluyor, siz de toplayınız!” diyerek görevlerini terk edip, ganimet, dünyalık toplamaya koştu!

Oysa henüz kesin netice alınmamıştı. Okçular yerlerini terk edince, bu ânı gözetlemekte olan 200 kişilik düşman süvari birliği komutanı Halid b. Velid vadiden girerek İslâm ordusunu arkadan çevirir. Böylece Müslümanlar iki ateş arasında kalır. Üstünlüğü sağlamışken dünyalığa meyletmeleri ve Peygamberimizin (asm) emrini çiğnemeleri yüzünden zor duruma düşerler. Sonuç malûm:

Peygamberimiz (asm) ölüm tehlikesi geçirir; iki mübarek dişi kırılır; 70 şehid ve Uhud Savaşı kaybedilir…

Uhud’dan günümüze gelirsek:

Müslümanlar; dinsizlik, ahlâksızlık, zındıklık, sapıtmışlık vs.’den müteşekkil deccalizmin ordusuyla savaşmıyor mu? Cehaletle savaşmıyor mu?

Peki, çağdaş “Uhud okçuları” bizlere ne oluyor ki, hubb-u cah (şan, şöhret, makam, mevki sevgisiyle) tama/açgözlülük ile ganimet toplamaya, köşe dönmeye koşuyoruz!

Ehl-i imanı sahil-i selâmete ulaştıracak gemide çalışan hademeler, yani geçidi tutan ehl-i hizmet yerlerini terk ederek, para kazanma, makam ve mevki peşine düşebilir mi?

O takdirde deccalizmle yapılan savaşı nasıl kazanacağız?

Yoksa Nebiler Nebîsi (asm), Uhud’dan okçulara tenbih verirken, bizlere mi hitap ediyor!

***

İşte şehidlerden mücahitlere gelen Nebevî (asm) müjde:

“Uhud’da kardeleriniz şehid olunca Allah Teâlâ onların ruhlarını yeşil kuşların içine koymuştur. Bunlar Cennet ırmaklarına gelirler, içerler ve Cennet meyvelerinden yerler. Sonra bu kuşlar, arşın gölgesinde bulunan altın kandillere konarlar. Şehit ruhları böyle mutlu bir hayata erişince, ‘Bizim bu halimizi dünyadaki kardeşlerimize kim bildirir ki, onlar da cihaddan çekinmesinler’ demişlerdir.”2

Dipnotlar:

1- Sîre, 3 : 63; Tabakât, 2 : 39; 2- Tecrîd, 186 vd; İbn Sa’d, II; 148.

06.07.2008

E-Posta: [email protected] [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Niyetin önemi üzerine



Diyarbakır’dan okuyucumuz: “Niyet ile iman arasında nasıl bir bağlantı vardır? Niyet sevabı günaha, günahı sevaba nasıl çevirir”

Niyet ile iman birbirini doğuran, birbirini doğrulayan, birbirini gerekli kılan, birbirini tamamlayan iki temeldir. İman ve itikat, hâlis ve makbul niyetin tarlasıdır. İyi bir niyet de doğru imanın ve itikadın meyvesidir. Peygamber Efendimize (asm), hicret edenlerin arasından birisinin, sadece bir kadını nikâhlamak niyeti taşıdığı, bunun için hicret ettiği bildirilir. Peygamber Efendimiz (asm): “Ameller niyetlere göredir. Herkese ancak niyet ettiğinin karşılığı vardır. Kimin hicreti Allah ve Resûlü için ise, hicreti Allah ve Resûlü içindir. Kimin de hicreti dünya malı veya nikâhlayacağı kadın için ise, hicreti onun içindir” buyurur.1

Üstad Bedîüzzaman Hazretlerinin ifadesiyle niyet, eşyanın mahiyetini değiştirir. Günahı sevaba, sevabı günaha çevirir. Niyet; adî, ama ibadet kastıyla yapılan bir hareketi ibadete; gösteriş için yapılan bir “görünüşte ibadeti” de günaha dönüştürür. Meselâ, varlıklara sebeplerin yaptığı şeyler niyetiyle bakılırsa cehalet olur; Allah’ın yarattığı şeyler niyetiyle bakılırsa marifet olur, ilim olur, irfan olur; imanı olgunlaştırır.2

Yine meselâ yoldaki taşları Müslüman’ın ayağına takılmasın ve zarar vermesin niyetiyle kenara atmak sevaptır, hayırdır, güzeldir, ibadettir. Bu işi yaparken, dikkat etmesine rağmen sehven birisine zarar verse özür diler, zarar verme kastı ve niyeti olmadığından, günahtan da muâf olur. Yine bu işi yaparken yolun sertleşmesi ve oturması için döşenmiş taşları da sehven ayıklamış ve atmış olsa, bilgi eksikliğinden doğan zararı telâfi eder. Niyetinin sıhhatinden dolayı günahkâr olmaz, sevabında eksilme de olmaz.

Fakat aynı davranışı kötülük yapmak ve zarar vermek niyetiyle yaparsa, yaptığı iş ibadet olmaz, günah bir fiil olur. Peygamber Efendimiz (asm) bu hususu şu veciz hadisiyle ifade buyurur: “Mü’min’in niyeti amelinden hayırlıdır. Münafığın ameli ise niyetinden hayırlıdır. Herkes kendi niyetine göre amel işler. Mü’min hayır ve iyilik niyetiyle bir amel işlediğinde kalbinde bir nûr ve feyiz bulur.”3

Bu hadislerin tefsiri sadedinde Üstad Saîd Nursî Hazretleri, niyetin sıradan âdetleri ve adî davranışları ibadete çeviren pek acîp bir iksir, bir mâye ve bir ruh olduğunu, ölü halleri ibadetle canlandırdığını kayde-der. Bediüzzaman’a göre niyetin ruhu ihlâstır. Öyle ise gerçek kurtuluş ancak ihlâs ile mümkündür. Az bir ömürde, bütün lezzetleriyle ve güzellikleriyle Cennet ancak böyle bir halis niyetle kazanılır. Çünkü niyet ile insan daimî bir şâkir olur, daimî şükredici olur; daimî şükür sevabı kazanır.4

Niyetin mahşerdeki yansımasını Peygamber Efendimizden (asm) dinleyelim:

* “Allah hak edenlerin üzerine azabı indirdiğinde bazı salih kimseler de ölürler. Onlar da diğerleri ile birlikte helâk olurlar. Sonra âhirette niyetleri ve amelleri üzerine diriltilirler.”5

* “İnsanlar niyetlerine göre diriltilecek ve hesaba çekilecektir.”6

* “Kıyamet gününde aleyhinde ilk önce hüküm verilmek üzere, şehit olduğu bilinen bir kimse geti-rilir. Allah ona olan nimetlerini anlatır. O da mazhar olduğu nimetleri hatırlar. Allah:

“Ne amel işledin?” diye sorar. Adam:

“Allah’ım, Senin yolunda cihad ettim ve nihayet senin için şehid düştüm” der. Allah:

“Yalan söyledin. Sen cesaretlidir desinler diye savaştın. Senin için öyle de denilmiştir” buyurur ve ameli kabul görmez.

Sonra ilim öğrenmiş, öğrendiğini başkasına öğretmiş ve Kur’ân okumuş bir kimse getirilir. Allah ona da nimetlerini hatırlatır, o da itiraf eder. Sonra Allah ona:

“Ne amel işledin?” diye sorar. O da:

“Allah’ım, Senin rızan için ilim öğrendim. Onu başkalarına öğrettim. Senin için Kur’ân okudum” der. Allah:

“Yalan söyledin. Sen âlim denilmek için ilim öğrendin. Ne güzel okuyor desinler diye Kur’ân okudun. Hakikaten senin hakkında bunlar da söylendi” buyurur ve amelini kabul etmez.

Sonra Allah’ın kendisine her çeşit maldan bolca verdiği bir kimse getirilir. Allah ona nimetlerini hatırlatır. O da hatırlar. Sonra Allah ona:

“Ne amel işledin?” der. Adam:

“Allah’ım, verilmesini istediğin yerlere senin rızan için bolca verdim” der. Allah:

“Yalan söyledin. Benim için vermedin. Ne cömert bir kimsedir desinler diye verdin. Nitekim hakkında böyle de denilmiştir” buyurur da amelini kabul etmez.7

Dipnotlar:

1- Buhârî, 1,50; Müslim, İmâre, 155; Riyâzü’s-Sâlihîn, 1; Câmiü’s-Sağîr, 1/1; 2- Mesnevî-i Nûriye, s. 45; 3- Câmiü’s-Sağîr, 4/3810; 4- Mesnevî-i Nûriye, s. 61; 5- Câmiü’s-Sağîr, 955; 6- Câmiü’s-Sağîr, 1436; 7- Müslim, İmâre, 152

06.07.2008

E-Posta: [email protected]




Hüseyin GÜLTEKİN

Geçmişten günümüze yetki kargaşası



Ülkemizde devam etmekte olan kurumlar arası çekişmeleri, çatışmaları düşündükçe, hayalim beni yetmişli, seksenli yıllara götürdü. O tarihlerde de bizzat yaşadığım veya şahit olduğum bir takım olaylar, şöyle film şeridi gibi gözümün önünden geçtikçe, ülke yönetiminde kurumlar arasında sergilenen çekişmelerin, sürtüşmelerin geçmişte yaşadıklarımızın aynısı veya benzeri olduğunu fark ettim. Ve bu konuda adeta tarihin tekerrür ettiğini, olup bitenlerden çekişmelerin içinde bulunanların hiçbir ders almadıklarını görüyoruz. Demokrasi, hukukun üstünlüğü, insan hak ve hürriyetleri konusunda adeta yerimizde saydığımızı görüyoruz.

Atanmışların, milletin hür iradeleriyle seçilmiş olanlarla çekişmelerini, bürokrasinin keyfî engellemelerini, başta askerler olmak üzere yargı ve üniversitelerin her fırsatta iktidarlara pervasızca kafa tuttuklarını bugünkü gibi geçmişte de görüyoruz.

Bilinen güç odaklarının, malûmunuz olan zinde güçlerin zaman zaman yetkilerini aşan icraatlara kalkıştıklarını, üstlerine vazife olmayan alanlarda söz sahibi olmaya cür’et ettiklerini, geçmişte şahit olduğum olayları hatırladıkça, bu meyanda malûm kişi veya kurumlarca sergilenen yetkisiz, kanunsuz beyan ve tavırlar benim için sürpriz olmuyor artık.

Şimdi 12 Eylül darbesinin yaşandığı seksenli yılların başlarında, büyük bir salonda, başta bütün resmî kurumların amir ve memurları olmak üzere, mahalle ve köy muhtarları, genç-yaşlı, kadın-erkek, köylü-şehirli olmak üzere yaklaşık bin kişilik bir kalabalığa hitaben aşağıdaki konuşmayı yapan konuşmacının hangi yetkilere sahip olduğunu ve hangi makamda bulunduğunu bakalım tahmin edebilecek misiniz:

“Değerli kurum amirleri ve memurları; kıymetli köylü hemşirelerim!

“Çağrılarıma kulak verip bu toplantımıza geldiğiniz için hepinize teşekkür ediyor ve hepinize hoşgeldiniz diyorum. Aranızda çok yaşlılar ve hatta hastalar da bulunduğu halde uzak köylerinizden buraya kadar beni dinlemek için geldiğinizden dolayı ayrıca teşekkürlerimi sunuyorum.

“Evvelâ ifade etmeliyim ki, burası terörün olmadığı, huzur ve barışın olduğu, ülkemizin sayılı bir yöresi... Ana dili Kürtçe olduğu halde, anarşi ve teröre prim vermeyen belki de tek ilçe. Bu bakımdan da hepinizi tebrik ediyorum.

“Ama hemen belirtmeliyim ki, Türkiye’nin problemleri terörden ibaret değil. Uygar milletler seviyesine ulaşmak, gerilikten ve gericilikten kurtulmak, medeniyetin bütün nimetlerinden kurtulmak da hepimizin en önemli gayesi olmalı diye düşünüyorum.

“Tarif etmeye çalıştığım hedeflere ulaşmak için de başta eğitim olmak üzere, sağlık, ticaret gibi alanlarda çokça çalışmamız gerekiyor. Bu konuda hep beraber bir eğitim seferberliğine girmeliyiz.

“Aldığım bilgilere ve yaptığım tesbitlere göre, bu güzel ilçemiz çok geri kalmış. Bir süredir çarşılarınızı, pazarlarınızı geziyorum, insanlarla konuşuyorum. Halkımız okumuyor, cahil kalmış. Dinî yaşantıya önem vermeniz, camilerin dolup taşması bu ilçeyi geri kalmaktan kurtaramamış... Dindarlığınıza saygı duyuyorum ama sizin gibi olmayan vatandaşlarımıza baskı yaptığınızı hissediyorum. Meselâ çağdaş bir kıyafeti kabul etmediğiniz gibi o kıyafetteki bayanlara da başka gözle bakıyorsunuz.

“Aynı zamanda ilçe esnafının Ziraat Bankasına hiç uğramadığını öğrendim. Birileri size faizin haram olduğunu söylemiş. Böyle olunca buradaki banka hiçbir iş yapamıyor. Banka ile alış veriş yapmanızı istiyorum.

“Ayrıca kadınlara seslenmek istiyorum... Habire çocuk yapıyorsunuz. Kocalarınızın her söylediğini yapmak zorunda değilsiniz. Sizin de haklarınız var. Bu haklarınızı öğrenip, sonuna kadar kullanmakta serbestsiniz. Kız çocuklarınızı okula gönderiniz. Siz de gece okullarına devam ediniz. Ancak bu şekilde cehaletten, geri kalmaktan, gericilikten kurtulabilirsiniz...”

Evet, özelde bu minvâl üzere millete nutuk atan yetkilinin kim olabileceğini tahmin edebildiniz mi? Bir ilin valisi mi? Bir ilçenin kaymakamı mı? Yoksa bir milletvekili veya bakan mı?

Maalesef hiçbirisi değil? Emniyet ve asayişi sağlamakla vazifeli, rütbesi de yüzbaşı olan bir bölük komutanı...

06.07.2008

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Her taşın altından ihtilâller çıkıyor



Türkiye’nin yakın tarihinin, gizli ya da açık darbelerle ve teşebbüsleriyle dolu olduğu malûmdur. Gerek 27 Mayıs 1960 ve gerekse 12 Eylül 1980 darbesinin yanında, ‘tek parti’ devrinde de çeşitli ‘garip olay’lar yaşanmıştır.

28 Şubat 1997’de sahneye konulan ‘farklı darbe’ de bu listede yer alması gerekenlerden biridir. Son günlerde yine darbe teşebbüslerinden bahsedilmekte. Türkiye bir yandan ‘Darbe olur mu olmaz mı?’yı tartışırken, birileri aksatmadan darbe niyetlerini devam ettirmiş bile...

Nasıl ki bütün kötülüklerin anası ‘alkollü içkiler’dir, öyle de Türkiye’de şahit olunan bütün darbelerin kaynağında da ‘millete rağmen millet için’ şeklinde özetlenen ‘tek parti anlayışı’ vardır. Birileri bu anlayışı terk etmedikten sonra, darbe tehlikesi, niyeti ve planları sona ermeyecek.

Elbette köprülerin altından çok sular aktı ve Türkiye ve dünyanın şartları değişti. Zaten teşebbüslerin, ‘plan’dan icrâ sahfasına konulamaması da bu yüzden. Artık eskisi gibi medya sadece ihtilâlcileri değil, ihtilâle karşı olanları da dinliyor. Dünyadaki dengelerin de ihtilâlcilerin aleyhine geliştiği unutulmamalı. Sırf maddî menfaatini düşünen ‘uluslar arası güç’ler de artık ihtilâllerden değil, ‘istikrar’lardan yana tavır almaya başladı.

Bolu Valisi Halil İbrahim Akpınar’ın, Abant’ta düzenlenen bir toplantıda yaptığı konuşma medyanın ilgisi çekmiş.

Akpınar, 12 Eylül ihtilâlini suçlu ilân ederken haklı olarak şöyle konuşmuş:

“Doğu’daki en büyük ayrışma, yıpranma, zihinlerdeki ayrılık 12 Eylül’den sonra yaşandı. (...) 12 Eylül’den sonra Türkiye’nin her tarafındaki insanlar işkenceden geçildi, idam edildiler, yüzlerce insan kayboldu, 500 bin kişi gözaltına alındı. (batıda) gözaltında işkence görenler dediler ki, ‘Bunu polis yaptı, asker yaptı veya bu ahlâksız insan yaptı.’ Güneydoğu’da işkence görenler ise dediler ki, ‘Bunu bana Kürt olduğum için yaptılar.’ (...) Ben çok dramlara şahit oldum. 20 yıl sonra anlatırken bile ağlayarak anlatan insanları gördüm. Yargısız infazlar, faili meçhuller... Maalesef bunlar yaşandı. (...) Türk-Kürt problemi, Alevi-Sünni örtülü ya da açık problemleri halkın arasında varlık gösteren bir problem değil. Türkiye’de sayıları 3-5 bin civarında olan bürokratik elit ile halkın arasındaki problem. Bürokratik elitin dayattığı bir problem. (...) Demokrasi gelecekse şimdi gelmeli. 70’inden sonra demokrasiyi ne yapayım? Adam gibi bir ülkede, demokrat ve özgürlükçü bir ülkede yaşamak istiyorum. Bazen de devleti tahrik etmek için söylüyorum, en az Yunanistan kadar bir demokraside yaşamak istiyorum.” (Milliyet, 5 Temmuz 2008)

Bolu Valisinin dile getirdiği tesbitler, kamuoyunda da genel kabul gören tesbitler değil mi? Medya da zaman zaman bu konuları tartışmıyor mu? Elbette suçlu 12 Eylül’dür, ama sadece 12 Eylül değil. Bu yolu başlatan, her 10 yılda bir ‘mutad’ darbelere kapı açan ‘darbelerin anası’ 27 Mayıs’ı unutmamak gerekiyor.

Türkiye, düzlüğe çıkmak istiyorsa, darbeci zihniyetle kanun önünde hesaplaşmalıdır. Ancak bu şekilde, Türkiye’nin önünü tıkayan ve ufkunu karartan adımlardan kurtulabiliriz...

06.07.2008

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

Meselelerin çözümü demokrasi içinde aranmalı



AKP’NİN kapatılma dâvâsında karar için sona yaklaşılıyor. Yargıtay Başsavcısı ve AKP’nin sözlü savunmalarını yapmalarının ardından raportör raporunu hazırlayacak. Anayasa Mahkemesi Başkanvekili Osman Paksüt dâvânın 4-5 hafta içinde sonuçlanacağını söyledi. Diğer taraftan Ergenekon soruşturması ile ilgili 2 bin 500 sayfalık iddianamenin önümüzdeki hafta içinde açıklanabileceği söyleniyor.

* * *

Dünkü yazımızda halkın gündemini konuştuğumuz DP Genel Başkanı Süleyman Soylu’nun bugün de “Ankara’nın gündemi” ile ilgili sözlerini paylaşmak istiyorum.

AKP’ye kapatılma dâvâsı açıldığında ilk tepkisini, “demokrasi tutulması” ve “demokrasiye darbe” şeklinde dile getiren ve “Bu konuda DP’nin tavrı açık ve nettir. Bu kapatma dâvâsına karşıyız” diyen Soylu aradan geçen üç aylık sürede de aynı “net tavrı” gösteriyor. “DP partilerin açılmasının da kapatılmalarının da millet tarafından olacağına inanıyor. Elbette ki gelişmiş ülkelerde uygulanan kriterlerin dışında siyasete yakışmayacak unsunlar olan bölücülük ve şiddetin dışında siyasî partilerin kapatılmasının millet tarafından yapılmasını değerlendiren bir anlayışa sahibiz” diyerek demokratik duruşunu sergiliyor.

Soylu bunları söylerken bir itirazını da dile getiriyor. “AKP samimî demokrat değildir” derken sebeplerini şöyle açıklıyor: “Eğer samimî demokrat olsaydı iktidara geldiği günden itibaren Türkiye’de hem siyasî sistemi, hem Türkiye’nin yönetim sistemini demokratikleştirirdi. Türkiye’yi demokratik bir anayasayla, siyasî partiler ve seçim kanunu ile beraber geçmiş 6 yılı aslında daha iyi düşünebilen, daha iyi tartışabilen, daha iyi demokratikleşmeyi sağlanmış bir sürece taşıyabilirdi. Ama AKP bundan kaçmıştır. AB konusunda samimi olmadığı gibi demokrasi konusunda da samimî değildir. Ne parti içi demokrasi konusunda, ne parti dışı demokrasi konusunda samimîdir.”

Soylu bu konudaki sözlerini şöyle bağlıyor: “Kapatma dâvâsına daha şiddetle karşı çıkılmalı. Milletin açtığı partileri ancak millet kapatır. Anayasa Mahkemesine daha önce söylediğim gibi yine sesleniyor. Ne olur kapatmayın da AKP’yi yere sermenin keyfini bize yaşatın…”

* * *

Soylu ile konuştuğumuz diğer mesele de Ergenekon soruşturması oldu. Bu konuda partisinin başkanlık divanının açıklamasını hatırlatan Soylu, son dönemdeki kutuplaşma ve gerilimi kaygıyla izlediklerini söylüyor. Demokratik temel hukuk düzeni dışında yasal olmayan yollardan her türlü siyasî mücadelenin gayrimeşru olduğunun altını çiziyor. “Devletin demokratik temel düzen çerçevesi dışında yasalara aykırı her türlü siyasal ve diğer örgütlenme biçimleriyle mücadele etmesi son derece tabiîdir” diye partinin duruşunu gösteriyor.

Hukukun herkese gerekli olduğunu, kimsenin de kendisini hukukun üstünde görmemesi gerektiğini dile getirirken, hukukun bir iktidar mücadelesi alanına dönüştürülmemesi gerektiği üzerinde duruyor.

İddianamenin önümüzdeki günlerde açıklanacak olmasının kamuoyunu rahatlattığını belirtiyor ve demokrasilere bir darbe girişimini düşünmenin bile fevkalâde yanlış olduğunu hukukla ve demokrasi ile bağdaşmadığının altını çiziyor. “Burada bir tek nokta kalmadan bu işin üstüne gidilmelidir” demeyi de ilave ediyor.

Soylu bir şeye daha dikkat çekiyor. Hukuk mücadelesinin “rövanş duyguları”yla yapılmasının yanlışlığına temas ediyor ve “Böyle bir şey olması da son derece yanlıştır. Siyasî ve hukuk skandalı olur” diyor.

Demokratikleşmenin önündeki bütün engellerin kaldırılması gerektiğini söyleyen Soylu, bu iki meselede sağduyu ile meseleye yaklaşması çağrısında bulunuyor. Ve diyor ki, “Siyaset bu meseleyi kendi içinde çözmelidir. Uzlaşma ve olgun siyaset anlayışı içerisinde, pozitif siyaset anlayışı içerisinde çözmelidir. Siyasetin dışındaki başka güçlere merkez kaydırılmamalıdır…”

Süleyman Soylu ile yaptığı bu sohbeti özetleyecek olursak, öncelikle meselelerin çözümünde demokratik tavır gösterilmeli ve sağduyulu davranılmalı. Rövanş duygusu yerine demokrasi ve hukukun içinde kalınarak meselelerin çözümünün aranması gerekiyor. Demokrat Parti liderinden de “demokrasi” vurgusu beklenir elbette.

06.07.2008

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Şeriatçı başpapazdan, şeriatçı başyargıca



Ünlü Alman filozofu ve Frankfurt Okulunun mühim simalarından Jürgen Habermas, Türkiye’ye bir konferans için geldiğinde Batı toplumlarının ‘post-seküler dönem’e geçtiğini vurgulamıştır. Bilgi Üniversitesinde yaptığı konuşmada Batılı toplumların sekülarizm sonrası dönemi yaşadığını ifade etmiştir. Bu durumda, bizim bu ülkede hâlâ laiklik kavgası yapmamız anakronik bir vaziyettir. Keza Batı kısmen de olsa İslâm hukukunu uygulamanın yöntemlerini tartışırken bizim hâlâ şeriat tartışmalarının içine gömülmemiz yine anakronik bir durumdur.

İslâm hukukukun özellikle aile hukuku kısmında dahi olsa tatbikatının Kanada ve İngiltere gibi ülkelerde tartışılmasından herhalde bizim de alacağımız dersler olmalı. Bununla birlikte, Türkiye’deki tarihî hesaplaşma bitmediğinden kamplaşma sürüyor. Kamplaşmanın bir tarafında yanlış ideoloji öteki tarafında da yanlış siyaset var ve bunlar Türkiye’yi tıkıyorlar. Yanlış ideoloji hâlâ Sovyet tipi laiklikte ve cumhuriyetin jakoben yorumunda direniyor. Halbuki artık dünya başka bir dönemi yaşıyor ve tartışıyor. Şeriat meselesine gelince; Kanada bu meseleyi en azından bazı eyaletlerinde tartıştı ve tartışıyor. ABD’nin 11 Eylül ikliminden uzaklaşması ve ortamın daha da olgun hale gelmesi halinde emin olun bu tartışmalar yeşerecek ve olumlu meyveler verecektir.

İngiltere’de Michael Nazır-Ali gibi köktenci ve radikal bazı Anglikan kalıntı ve artıklarının şiddetli hucumlarına maruz kalmasına rağmen Anglikan Kilisesi Başpiskoposu Rowan Williams bundan 4 ay kadar önce İslâm hukukukun İngiltere’de uygulanmasının kaçınılmaz olduğunu söylemişti. Gün gelecek bu kaçınılmazlık kendisini fiiliyatla ortaya koyacaktır. Willams’ın bunu söylemesinden sonra yer yerinden oynamıştı. Solo ve koro saldırılar birbirini takip etti. Özellikle de bağnaz dini kesimlerle köktenci seküler kesimler bir olup Williams’a kazan kaldırmışlar ve tahtını sarsmaya çalışmışlardır. Fakat İslâm hukukunun Batı’da da tatbikinin kaçınılmaz olduğu gerçeği dört ay sonra gelen başyargıcın sözleriyle daha da pekişmiştir.

***

Müslümanları ve ihtiyaçlarını anlayanlar her kesimin insaflıları arasından çıkıyor. Bu meyanda Noah Feldman gibi kimi Amerikalı Ortodoks Yahudiler de İslâm şeriatına övgüler düzmüşler ve onunla da kalmamışlar İslâmın siyasî yapısı olan hilâfet meselesinde de olumlu görüşler serdetmişlerdir. Ulemanın ve Osmanlı’nın yokluğunun büyük bir travmaya yol açtığını ve bugünkü mevcut otoriter ve totaliter rejimlerin varlığından Osmanlı’yı yıkanları sorumlu tutmuştur. Totaliter rejimlerin varlığını ulemanın yokluğuna bağlamıştır. Feldman’nı Ortadoks bir gelenekten gelmesi İslâm hukukunu anlamasını kolaylaştırmıştır. İngiltere’de de Yahudi aile ve miras hukukunu ihtiyari, sivil veya tercihli bir biçimde uygulayan Yahudi Ortodokslardır. Williams ve başyargıç Lord Philips de bu durumu emsal alıp Müslümanların da bu haktan yararlanması gerektiğini savunmuşlardır.

Bu da asil geleneklerin birbirlerini beslediklerini gösteriyor. Peygamberimiz Müslim’de rivayet edilen bir hadis-i şerifte ‘bakaya ehl-li kitap,’ ‘ehl-i kitap kalıntıları’ndan bahsetmiştir. Keza daha önceki yazılarımda da Hazreti Musa’nın kendi yolundan giden ve şaşmayan bir bakiyye topluluk için Allah’a yalvardığına temas etmiştik. Dolayısıyla bakaya ehli kitap sadece Hıristiyanlığa mahsus bir durum değildir. Ve Peygamberimiz Müslümanlar arasında da bakiyyetü’l selef sayılabilecek bir taife-i mansureden bahsetmiştir. ‘La tezalu taifetün min ümmeti zahirine ale’l hak’ hadisi de bize bakaya ehli kitap ifadesini çağrıştırır. Rowan Williams’dan sonra Lord Phillips de Müslüman toplulukların İngiltere gibi ülkelerde en azından aile hukuku ve miras hukukunda ihtiyarî olarak İslâm hukukunu referans alabileceklerini kabul etmektedir. Bu Batı açısından önemli bir açılımdır. Buna mukabil, bizde karşı cephenin tunç gibi itiraz etmesine paralel Batı toplumlarında laikleşmiş Müslümanların da aynen sekülerleşmiş Batılılar gibi bu fikrin karşısına çıkan en amansız topluluk olduğunu görüyoruz.

ABD’nin ılımlı İslâm (elbetteki manipülatif olduğunu kabul ediyoruz) demesine mukabil bizimkilerin İslâm adı noktasında sıfır tölerans göstermeleri gibi İslâm hukuku tartışmalarında da kimi insaflı batılılar karşısında Müslüman bir gelenekten ve geçmiştern gelen kimi insanların en insafsız çizgiyi temsil etmesi manidardır. Sanki laikler de ayrı bir millet gibi davranmaktadırlar. Lord’a itiraz yine ‘sekülarizm taraftarı ve şeriart karşıtı’ Müslümanlardan geldi. İşçi Partisi Milletvekili Halit Mahmut, İngiltere’de ‘şeriat’a izin vermenin “bölücülük” olacağını iddia ediyor: “Bu iki kutuplu bir toplum meydana getirecektir. Yozlaşmaya yatkındır. Müslüman toplumumu İngiliz toplumundan soyutlayacak ve yabancılaştıracaktır. İngiliz Müslümanların ekserisi İngiltere kanunları altında yaşamak ister ve farklı muamele edilecekleri herhangi bir şeyi reddeder. Lord Phillips ve başpiskopos, idraklerin çok ötesinde bir şeyi tartışıyorlar.” 300 yıldan beri Yahudiler toplumu bölememişler de Müslümanlar mı bölecek? Bu hem üzücü hem de düşündürücüdür.

***

Çok hukukluluk meselesi Türkiye’de de tartışılmış ve Taha Akyol Medine’den Lozan’a kitabında bu tartışmalara ışık tutmuş ve çok hukuklu bir yapıya itiraz etmiştir.

06.07.2008

E-Posta: [email protected]




Semra ULAŞ

Ruhunuz bu kadar ihaneti kaldırmaz



Yabancılaşma insanın tabiatına, “fıtratına” karşı, ona ters işler yapmaktır. Yaratıcının verdiği cana ihanet, ona muhalif işler yapmaktır. Yani bir tür yabancılaşmaktır.

Tarkovski’nin Tommy filminde de bahsedildiği gibi toplum ve insanlık bu yüzden belki de marazî vak'alarla doludur.

Yaradan’ın emrinde yaşanmayan bir ömür, ruh sancılarına da müsaittir ve zemin hazırlar.

Zira insanlığın ruhu bu kadar ihaneti kaldıramamaktadır.

Ortalık, “dipteyim, depresyondayım” sözünden ve şarkısından geçilmiyor bu yüzden.

Nefret, kin, düşmanlık, çekememezlik, ara bozma, hâsılı şeytana uygun, ruha ters ne varsa yaparsak, iyilik ve ibadetlerle, Kur’ân’la güzellikle, hayırlı faydalı işle süslemezsek hayatı, ruh ne yapsın “dipteyim depresyondayım” diye çığlık atmanın dışında.

“Boşta kaldın mı bir işe koyul” diyor Yaratıcı. Bizler “Boş kalınca TV’nin karşısına kurul” havasındayız.

Şüphesiz TV’nin de faydalı yönleri var ancak daha güzel şeyler yapabileceksek, bizim için de başkaları için de faydalı olabilecek işler yapabileceksek, TV başında niye zaman öldürelim ki?

Bu da zamana ihanet değil mi?

Ağustos böceğinin akıbetine uğramamak için eğlenceye de kararınca yer ayırmalıyız gibime geliyor.

Toplumdaki herkes için geçerli bunlar diye düşünüyorum. Hepimiz bu yanlışlıklardan kurtulmalıyız.

Zira ruh bu kadar ihaneti kaldırmıyor.

Ülkeler için de bunun ifadesi var, yeri var. Savaş için çalışanlar, barışa yer vermeyenlerin, iyiliğe yer vermeyenlerin, bebekleri öldürenlerin, yaşlılara işkence edenlerin ruhlarının varlığından bile söz edilemez. Ülkelerin, şehirlerin de ruhu vardır. Yukarıda bahsettiğim kötülükler de ülkenin, şehrin ruhuna ihanettir.

Yaradan’ın emri dışında hareket etmek ihanettir. Evet bu yüzden ruhumuz bu kadar ihaneti kaldırmaz, kaldırmıyor da.

06.07.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 
GAZETE 1.SAYFA

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Site yöneticisi | Editör
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır