Adalet içinde hürriyete muhtacız
Aleyhime hükûmetin bir kısım memurlarını evhamlandırmakta istimal ettikleri bir iki desiselerini beyan ediyorum.
Derler: “Said’in nüfuzu var. Eserleri hem tesirli, hem kesretlidir. Ona temas eden, ona dost olur. Öyleyse, onu herşeyden tecrid etmek ve ihanet etmekle ve ehemmiyet vermemekle ve herkesi ondan kaçırmakla ve dostlarını ürkütmekle nüfuzunu kırmak lâzımdır” diye hükûmeti şaşırtır, beni de dehşetli sıkıntılara sokarlar.
Ben de derim:
Ey bu millet ve vatanı seven kardeşler! Evet, o münafıkların dedikleri gibi, nüfuz var. Fakat benim değil, belki Risâle-i Nur’undur. Ve o kırılmaz; ona iliştikçe kuvvetleşir. Ve millet ve vatan aleyhinde hiçbir vakit istimal edilmemiş ve edilmez ve edilemez. İki adliye, on sene fasılayla şiddetli ve hiddetli yirmi senelik evrakımı tetkikat neticesinde, bir hakiki sebep cezamıza bulmaması, bu dâvâya cerh edilmez bir şahittir.
Evet, eserler tesirlidir. Fakat, millet ve vatanın tam menfaatine ve hiçbir zarar dokundurmadan yüz bin adama kuvvetli iman-ı tahkikî dersi vermekle, saadet ve hayat-ı ebediyelerine tam hizmette tesirlidir. Denizli hapishanesinde, kısmen ağır ceza ile mahkûm yüzler adam, yalnız Meyve Risâlesiyle gayet uslu ve mütedeyyin sûretine girmeleri, hatta iki-üç adamı öldürenler, onun dersiyle daha tahta bitini de öldürmekten çekinmeleri ve o hapishane müdürünün ikrarıyla, hapishanenin bir terbiye medresesi hükmünü alması, bu müddeâya reddedilmez bir senettir, bir hüccettir.
Evet, beni herşeyden tecrid etmek, işkenceli bir azap ve katmerli bir zulümdür ve bu millete gadirli bir hıyanettir. Çünkü otuz-kırk sene, hayatımı bu millet içinde geçirdiğim halde, temasımdan hiç zarar görmediğine ve bu dindar millet çok muhtaç olduğu kuvve-i mâneviye ve tesellî ve kuvvet-i imaniye menfaatini gördüğüne kat’î bir delili, bu kadar aleyhimde olan şiddetli propagandalara bakmayarak her tarafta Risâle-i Nur’a fevkalade teveccüh ve rağbet göstermeleri, hatta itiraf ederim, yüz derece haddimden ziyade lâyık olmadığım büyük iltifat etmesidir.
Ben işittim ki, benim iâşeme ve istirahatime buradaki hükûmet müracaat etmiş, kabul cevabı gelmiş. Ben bunların insaniyetine teşekkürle beraber, derim:
En ziyade muhtaç olduğum ve hayatımda en esaslı düstur olan, hürriyetimdir. Asılsız evham yüzünden, emsâlsiz bir tarzda hürriyetimin kayıtlar ve istibdatlar altına alınması, beni hayattan cidden usandırıyor. Değil hapis ve zindanı, belki kabri bu hâle tercih ederim. Fakat, hizmet-i imaniyede ziyade meşakkat ise ziyade sevaba sebep olması bana sabır ve tahammül verir. Madem bu insaniyetli zatlar benim hakkımda zulmü istemiyorlar, en evvel benim meşrû dairedeki hürriyetime dokundurmasınlar. Ben ekmeksiz yaşarım, hürriyetsiz yaşayamam.
Evet, on dokuz sene bu gurbette yalnız iki yüz banknot ile, şiddetli bir iktisat ve kuvvetli bir riyazet içinde kendini idare ederek, hürriyetini ve izzet-i ilmiyesini muhafaza için kimseye izhar-ı hâcet etmeyen ve minnet altına girmeyen ve sadaka ve zekât ve maaş ve hediyeleri kabul etmeyen bir adam, elbette iâşeden ziyade, adalet içinde hürriyete muhtaçtır.
Emirdağ Lâhikası, s. 17- 18
izhar-ı hâcet: İhtiyaç içinde olduğunu göstermek.
iâşe: Geçindirme, besleme, yedirip içirme.
nüfuz: Bir kimsenin emir ve hükümlerinin işlemesi, geçerli olması.
iman-ı tahkikî: İmana dair bütün meseleleri inceleyip delil ve bürhan ile inanma.
hayat-ı ebediye: Sonsuz hayat, ahiret.
istibdat: Baskı, tahakküm.
|
NUR'A BİRİNCİ MUHATAP OLMAK -2
Hulûsi Bey kendisini “hiç ender hiç” olan bir talebe olarak kabul etmektedir. Said Nursî’nin makamını “lütuf ve fazl ve inâyet-i İlâhî ile bu âlî memuriyetini ifâ eden aziz ve muhterem hoca” olarak kabul etmektedir. Kendisine ise Hazret-i Kur’ân hesabına pek küçük bir “hademelik” yaptırıldığını belirtir. Bundan dolayı ne kadar şükretse az geldiğini ve fahre zerre kadar hakkı olmadığını söyler. Üstaddan istediği bir şey vardır: Hademelikte yapmış olduğu muhtemel hatalardan ve kusurlardan dolayı af.
Merhûm Hulûsi Beyin, Said Nursî ile ilişkileri, bize Üstadın yeğeni Merhûm Abdurrahman’ı hatırlatır. Mektupta geçen ifadeler, samimî ve içtendir. Fena şahsiyetini târif etmenin mânâsız olduğunu belirtir. Üstadı bu sözleriyle rahatsız ettiğini düşünür. Ancak onun yazdığı mektuplar ve görüşmelerde Üstadın pek çok büyük iltifatlarını gördüğünden hâsıl olan utanmanın sevkiyle ufak bir rahatsızlıkta bulunduğunu belirtmeyi de ihmal etmez.
Bediüzzaman, Hulûsi Beye yazdığı bir başka mektubunda da “Sen ve Hakkı Efendi benim için yüz ciddî talebe hükmüne geçtiniz” der. O Kadere de bir gönderme yapar ve der ki: “Kader-i İlâhî beni bu yerlere göndermesi, sizleri şu vazife-i kudsiyede uyandırmak içinmiş.” Şu zamanda tahkikî iman dersini vermek pek büyük bir fazilettir ve kudsî bir vazifedir. Tahkikî imanı taşıyan bir mü’min, çok mü’minlere bir dayanak noktası olur. Said Nursî, hem kendini hem de talebelerini şöyle anlatır: “Ben şu vazife-i kudsiyede bilmeyerek istihdam olunurdum; siz bilerek hizmet ediyorsunuz, bahtiyarsınız.”7 Bundan sonra bahtiyar Nur Talebelerine çok hizmetler düştüğünü söylemeye bilmem gerek var mı?
Merhûm Hulûsi Bey, “Son iki mektubunuzda suâl buyurulan hususa cevap vermekliğim ısrarla emir buyuruldu” der. Bu cümle de bize Üstadın Hulûsi Beye çok sayıda mektup yazdığını göstermektedir. Bir başka risâlede Üstad, kardeşi Abdülmecid’le karşılaştırma yaparken Hulûsi Beye verdiği önemi şu sözleriyle anlatır: “Kardeşimiz Abdülmecid’e ayrı mektup yazmadığımın sebebi, size yazdığım mektupları kâfi gördüğümdendir ki, Abdülmecid, benim için Hulûsi’den sonra kıymettar bir kardeşim, bir talebemdir. Her sabah akşam Hulûsi ile beraber, bazen daha evvel duâmda ismiyle hazır oluyor. Size yazdığım mektuplardan, evvel Sabri, sonra Hakkı Efendi istifade ediyorlar. Onlara da ayrı mektup yazmıyorum. Cenâb-ı Hak seni onlara mübarek büyük bir kardeş yapmış. Sen benim yerime Abdülmecid ile muhabere et, merak etmesin, Hulûsi’den sonra onu düşünüyorum.”8
Acaba Hulûsi Bey “son iki mektup”la neyi kastetmektedir? Adı geçen son iki mektup hangisidir? Bu mektuptan önce bir “mukaddeme” yer almaktadır. Öyleyse burada kast edilen mektuplar nerede yer almaktadır? Şimdilik bekleyeceğiz.
Hulûsi Beyin mektubunu takip etmeye devam ediyoruz. Hulûsi Bey sorulan soruya Kur’ân’dan iki kelimeyle cevap verir: “Dinledik ve itaat ettik”9 Soru ağır, acz ve fakr nihayetsizdir. Merhûm Hulûsi Beyi zor anlar beklemektedir. O sıkıntıdan kurtulmak için sığınacak bir yer aramaktadır. İnsanın sığınacağı yer neresi olabilir ki? O sığınağını bulmuştur: “İnâyet ve kerem-i İlâhî ve meded-i ruhaniyet-i Peygamberîye iltica.” Yani, Allah’ın yardım ve keremi ile Peygamberin (asm) ruhaniyetine sığınmak. Allah yâr ise, her şey yarar. O yâr değilse, insanlar neye yarar?
Hulûsi Bey, Üstadın sorusuna “Mübârek Sözler şüphesiz Kitab-ı Mübînin nurlu lemeâtıdır” diye başlar. Buradaki Sözler kelimesi Risâle-i Nur’la eş anlamlı olarak kullanılmıştır. Risâlelerin telif edildiği ilk yıllarda Sözler adı diğer kitapları da kapsamaktaydı.
Kitab-ı Mübîn nedir? Risâle-i Nurda, “Kitab-ı Mübin” değişik yerlerde ele alınmaktadır. Bir yerde, “Kitâb-ı Mübîn, Kur’ân’dan ibârettir”10 denilir. Yaş ve kuru her şey Kur’ân’ın içinde bulunmaktadır. Fakat herkes her şeyi içinde göremez. Zîrâ muhtelif derecelerde bulunur. Bir başka sayfada bu söz şöyle açıklanmaktadır: “Kitâb-ı Mübîn ise, âlem-i gaybdan ziyâde âlem-i şehâdete bakar. Yani, mâzi ve müstakbelden ziyâde zaman-ı hazıra nazar eder. Ve ilim ve emirden ziyâde, kudret ve irâde-i İlâhiyenin bir ünvânı, bir defteri, bir kitâbıdır.”11 Gördüğümüz şahadet âlemini açıklar. Yani kâinat kitabının okunmasıdır. Hulûsi Beyin kast ettiği mânâ daha çok birincisi gibi gelmekle birlikte diğerine de engel teşkil etmez. Aşağıdaki satırlarda kast edilen mânâ belki biraz daha netleştirecektir.
Hulûsi Beye göre, Risâlelerin içinde açıklamaya muhtaç yerler eksik olmamakla beraber, tamamı kusursuz ve noksansızdır. Beşerin her tabakası kendi fıtrî anlayışları nisbetinde hisse alırlar ve faydalanırlar. Şimdiye kadar tenkit edilmemiştir. Her meslek, mezhep ve meşrep ehline hoş gelmiştir. Hulûsi Beye göre, “mülhidlerin dil uzatamayıp ebkem kalmaları” risâlelerin sıhhatine delâlet etmeye kâfidir. Yani mülhidler ilzam olmuşlar ve dilleri tutulmuştur. Bu durum İslâmiyet’in ilk yıllarında müşriklerin Kur’ân’a karşı gelemeyip kolay yol olan “muharebe-i bil-huruf”u bırakıp “muharebe-i bis-süyuf”u seçtiklerini hatırlatmaktadır. Risâlelerin hızla yazılması ve yayılması bu fikre muhalif olanların akıllarını başlarından uçurmuştur. Fikirlerini çürütmek yerine önce Bediüzzaman'ın şahsına yüklenmişlerdir. Eza-cefa, işkence, hapis, sürgün, zehirleme gibi akla hayale gelmeyen yollara başvurmuşlardır. O gafiller bilmiyorlardı ki, “İslâmiyet güneş gibidir, üflemekle sönmez. Gündüz gibidir; göz yummakla gece olmaz. Gözünü kapayan, yalnız kendine gece yapar.”12
Hulûsi Bey, Üstadın vazifesinin bitmediğini delilleriyle açıklayacaktır. Bunların neler olduğunu tesbit etmeye çalışalım:
1- Hulûsi Bey, Üstada görevinin bitmediğini bir hadis-i şerifi hatırlatarak başlar ve önce bid’atlara dikkat çeker: “Bid’atların çoğaldığı bir zamanda ulemânın sükût etmemeleri lâzım geldiğine dair beyan buyurulan hadisteki emir ve zecir.” Burada geçen “bid’at” üzerinde biraz durmak gerekir. Bid’at, dinin aslında olmadığı halde inanç ve ibadet alanında sonradan icat edilen inanış ve davranışları ifade eder. Daha açık bir ifadeyle, Hz. Peygamber zamanında olmayan veya meşrû görülmeyen bir inanış, ibadet, dini anlayış ve davranış bid’at kavramı içinde yer almaktadır.13 Sonuçları müsbet ve iyi maksatla dine sonradan giren şeylere bid’at-ı hasene, kötü ve zararlı olanlarına bid’at-ı seyyie denmiştir. Burada konu edilen bid’at ikinci kısımdır. Hadisin hükmüne göre, “Her bid’at dalâlettir ve her dalâlet Cehennem ateşindedir.” Zamanımızda bid’atların çoğaldığını söylemeye bilmem gerek var mı? Âlimlere düşen görev bunlara karşı susmamaktır. “Ateş olmayan yerden duman çıkmaz” diye bir söz vardır. Mânâ-i muhalifiyle âlimler susmuşlar veya susturulmuşlar ki, bid’atlar çoğalmıştır. Bu konuda hadiste belirtilen emir vardır. Susmanın getireceği veya getirdiği tehlikeyi düşünebiliyor musunuz?
2- Dünyevî işlerde istediğiniz kadar çalışırsınız. Belli şartlar dâhilinde emekli de olursunuz. Sizi bağlayan fazla bir şey olmayabilir. Uhrevî hizmetler dünyevî hizmetlerden çok farklıdır. “Yeter” denilmez. Vazife kabir kapısı kapanıncaya kadar devam edecektir. Üstadın bu konudaki iman ve Kur’ân hizmeti hayatının sonuna kadar devam edecektir. İşte Hulûsi Bey, Bediüzzaman’a bunu hatırlatıp “Peygamberimizin ittibâına mükellef olduğunuzdan, onlar gibi müddet-i hayatınızca vazifeye devam mecburiyeti olduğu”nu belirtir.
3- Hulûsi Bey, bizi Resulullahın (asm) son yıllarına götürmektedir. Onun vazifesinin bittiği vahiyle bildirilmiştir. Veda Hutbesinin sonunda “Yarın beni sizden soracaklar, ne diyeceksiniz?” dediğinde Sahabe-i Kiram hep bir ağızdan şöyle demişlerdi: “Allah’ın elçiliğini ifa ettiniz, vazifenizi hakkıyla yerine getirdiniz, bize vasiyet ve nasihatte bulundunuz, diye şahadet ederiz.” Bunun üzerine Resul-i Ekrem Efendimiz (asm) şahadet parmağını kaldırıp, sonra da cemaat üzerine indirip şöyle buyurmuştu: “Şahit ol yâ Rab! Şahit ol yâ Rab! Şahit ol yâ Rab!”14 Hulûsi Bey, Üstada “madem bu hizmet münhasıran reyinizle değil, istihdam olunuyorsunuz” diyerek vazifenin isteğe bağlı olmadığını, bilâkis görevlendirildiğini hatırlatmaktadır. Görevi kim vermişse, bittiğini de o bildirir. Bunu söyleyerek Resûlullahın (asm) yolunda gidenin benzer şartları taşıdığını belirtir. Bunu da şu cümleyle ifade eder: “Nasıl Mübelliğ-i Kur’ân, Fahr-i Cihan, Habib-i Yezdân Sallâllahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz Hazretleri bir gün ‘Bugün sizin dininizi kemâle erdirdim’15 ferman-ı celîlini tebliğ buyurmakla aynı zamanda vazife-i risâletinin hitâmına remzen işaret eylemişti. Muhterem Üstadın da hizmeti kâfi görülürse, bildirilir kanaatindeyim.” O anda bittiğine dair bir işaret olmadığına göre vazifeye devam edilecektir.
Dipnotlar:
7- Aynı eser, s.135. Bu mektuplar hakkında ileride ayrı bir çalışma yapmayı düşünüyorum.
8- Lem’alar, s. 364
9- Bakara Sûresi: 286
10- Sözler, s. 229. Kitab-ı Mübin burada örneklerle açıklanır. İsteyenler ilgili sayfalara bakabilir.
11- Aynı eser, s. 505
12- Münâzarât, s. 44
13- İlmihal, c. II, D.İ.B. s. 143
14- Müslim, 4: 42
15- Maide Sûresi: 3
|