Dini referans alarak iktidar olup hizmet etmeyi esas alan hareketler, “İslâmcılık” olarak anılır.1 Bunun kökleri 1870, II. Meşrutiyet ve özellikle 1930’lu yıllarda; bu akımın teorisyenleri olarak Mısır’daki Müslüman Kardeşler Teşkilâtının kurucusu Hasan El-Benna ve Hint-Pakistan Cemaat-i İslâmi’nin müessisi Ebu’l-Ala Mevdudi’ye dayandırılır. İran devrimiyle zirvesine çıkan bu hareket, İslâm’ın her şeyden önce siyasal bir sistem olduğu ön fikrine dayanır. Dolayısıyla bütün çalışmalar devlet kontrolünü ve iktidarı hedefler. Şimdiye kadarki siyâsî İslâmî söylemler, hareketler, partiler, iktidarlar gösterdi ki, iktidarı hedef alan bütün çalışmalar boşuna verilmiş çabalardır, enerjilerin hebâ olmasıdır.
Bediüzzaman, öze dönüş stratejisini “iman, ibadet, şeriat ve ahlâk” eksenine oturtur. İman, her şeyin düşünce ve temel boyutudur. Ve ona göre, “Din, devletin himaye ve korumasına muhtaç değildir!” Dicle Üniversitesi Sosyoloji Bölümünden Doç. Dr. Mazhar Bağlı, bu noktaya şöyle açıklık getirir: “Bediüzzaman, dinin devlete muhtaç olmadığı tezi üzerinden metodolojisini geliştirmiş bir âlimdir. Bence onun düşünceleri, özellikle muhafazakârlar açısından çok dikkate değerdir. Özellikle de dinle devlet arasında ontolojik bir akrabalık kurup kendilerini mahkûm edenler için o ferahlatıcı bir yol göstericidir.”2 1910’lu yıllarda, II. Meşrûtiyet’e, hürriyete sahip çıkılması için Doğu illerindeki insanları uyarır. Onların “Dine zarar olmasın, ne olursa olsun?” şeklindeki sorularına verdiği cevapta şöyle der: “İslâmiyet güneş gibidir, üflemekle sönmez. Gündüz gibidir; göz yummakla gece olmaz. Gözünü kapayan, yalnız kendine gece yapar. Hem de, mağlûp biçare bir reise, yahut müdahin memurlara (dalkavuk bürokratlara) veyahut mantıksız bir kısım zabitlere itimat edilirse ve dinin himayesi onlara bırakılırsa mı daha iyidir; yoksa efkâr-ı âmme-i milletin (kamuoyunun) arkasındaki hissiyat-ı İslâmiyenin mâdeni olan, herkesin kalbindeki şefkat-i imâniye olan envâr-ı İlâhînin lemeâtının içtimalarından ve hamiyet-i İslâmiyenin şerârât-ı neyyirânesinin imtizacından hasıl olan amûd-u nuranînin ve o seyf-i elmasın hamiyetine bırakılırsa mı daha iyidir, siz muhakeme ediniz.”3
Meseleyi şu misâlle açar: “Siz göçersiniz. Göçerin malı koyundur; o işi bilirsiniz. Şimdi herbiriniz, bazı koyunları bir çobanın uhdesine vermişsiniz. Halbuki çoban tembel ve muâvini kayıtsız, köpekleri değersizdir. Tamamıyla ona itimat etseniz, rahatla evlerinizde yatsanız, biçare koyunları müstebit kurtlar ve hırsızlar ve belâlar içinde bıraksanız daha mı iyidir; yoksa onun adem-i kifayetini bilmekle nevm-i gafleti terk edip, hanesinden her biri bir kahraman gibi koşsun, koyunların etrafında halka tutup, bir çobana bedel bin muhafız olmakla, hiçbir kurt ve hırsız cesaret etmesin, daha mı iyidir? Acaba Mâmehuran hırsızlarını tevbekâr ve sofî eden şu sır değil midir?”4
“Siyasal İslâm” hareketleri, özellikle “ifsat komitelerince” yönlendirilmedi mi? Milyonlarca genç, siyasetin labirentlerinde dolaştırıldı. Bu hareketin çıkmaz sokak olduğu anlaşılınca, bu enerjik gençler öze dönmesin diye, yine AKP ile sistemin içine çekilip dünyevîleştirildi. Eh, onun da tutmadığı anlaşılınca şimdi yeni oluşumlar peşine düşüldü...
Dipnotlar:
1-Roy, Oliver, Siyasal İslâm’ın İflası, çev. Cüneyt Akalın, (İstanbul: Metis Yayınları, 1995), s. 11. 2-Yeni Asya, 28.04.2008.; 3-Münazarat, s. 44-45. 4-Age, s. 46.
09.05.2008
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|