|
|
Rifat OKYAY |
Haydi yemeğe! |
|
Elimize alıp şöyle bir baktığımız değil de, okumak anlamak için alıp okuduğumuz kitaplar, yazılar… Samimî ve isteyerek, iştiyakla okumak. Kalbî, ruhî, aklî istifade ve istifazayı hedefleyerek, tefekkür ve tezekküre ulaşabilecek şekilde, tarzda okuyarak faydalanabil-diğimiz kitaplar ve yazılar.
Her kitabı ve yazıyı değil de evvel emirde, öncelikle ihtiyaç olanları, bunların içinden de en çok ihtiyaç olanı bulup, kütüphane raflarına bırakmadan her yerde ve her zamanda faydalanmayı hedefleyerek okumak… O zaman faydası yoksa okumamak. Ve asla okumak için okumamak. Anlamayı hedefleyerek okumak…
Eğer okunan satırlar, yazılar, kitaplar okuyanı başka bir ruh iklimine, başka lezzetli bir âleme götürebiliyorsa okumaya devam etmek hem de ısrarla ve devamla… Başlangıçta az olsun, devamlı olsun, ama sonraları çok olsun hem de doyurucu olsun… İşte fayda ve tesiri ortaya koyabilen okumak. Sorular ve cevapları, vurucu ve önemli noktaları değil anlamayı esas alarak ve bunu kendimiz açısından nazara vererek okumak ve hazların lezzetlerin, zevklerin netice vereceği bir tefekkür ve tezekkürün içinde bulunmak…
Önemli olan manevî sofraların kurulmasında kalp, ruh ve akıl tabaklarına nasip olacak, dökülecek, konacak bilgilerin peşinde koşmaktır.
Okumaya iştiyakla, büyük bir arzuyla gönül vermek ve gerçekten okumayı istemek yüzde elli yolu kat etmektir. Bundan sonra kalan yol için önce yavaş daha sonraları hızlı adımlar gerekiyor. İlk anda koşmaya hiç gerek yok, yeter ki önceleri isteğimizi, okuma aşkımızı sabırla koruyarak devam ettirelim.
Bu işi nasıl yapalım? İnat denen şeyin ısrarını isteğe çevirelim. Yemek yemenin su içmenin önünde kim durabilir? Kimse… Çünkü çok büyük bir isteğe çevrilmiş bir ihtiyaçtır. Öyle ise okumak için de inat edelim ve sabır gösterelim. Neticede ihtiyaç haline gelecek olan isteği elde edeceğizdir. İnşaallah.
Muhatap biz olduğumuza göre Kur’ân okumak, cevşen okumak, cemaatle namazlara devam etmek, tesbihat yapmak, sohbetlere iştirak etmek, dikkatle ders dinlemek okumanın manevî destekçileri ve özendirerek, devamlı olarak okumanın yardımcılarıdırlar… Yeter ki bulunduğumuz ruh ve hal iklimine yeni, yepyeni, taze ve taravettar, lezzetli, zevkli iklimleri ilâve etmek, katmak isteyelim.
Okuma isteğinin müteharriki ise nefsimizle birlikte toplum ve birlikte hareket ettiğimiz arkadaşlar olmalıdır herhalde. Dünyevî her şeyimizi paylaştığımız insanların, uhrevî ve manen değerli mânâ ve kavramlar içinde muhakkak bir katkıları, destekleri olmalıdır. Haydi yemeğe, içmeye gidelim, haydi gezelim, hadi lak lak yapalım… Yerine haydi okumaya, haydi okuyalım, haydi okuduğumuzu tartışalım ve benzeri cümlelere doğru yönlendirici ve ısrarcı olmalıyız. Haydi…
09.05.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şükrü BULUT |
Ey musibetzede Şark! |
|
Senin en büyük derdin cehalettir... Yüzyılı aşkın zamandan bu yana kurtulmaya çalışıyorsun. Paslı ve kaba zincirleri Ermeni çocuklarıyla birlikte kırmak istedin, bırakmadılar... Birileri, pis menfaatleri uğruna hem seni, hem de Ermeni çocuklarını tehcir, cehâlet ve sefalete tutsak verdiler. Hâlâ kanıyor yaraların... Bir asırdır didiniyorsun... İhanet eden Selanikli hanedan sana arkasını döndü. Üç çeyrek asırdır yolsuzluğa, elektriksizliğe ve mektepsizliğe mahkûm edildin. Öz kaynağından yavaş yavaş uzaklaşan tek-tük medreselerle durumu idareye çalıştın. Sonra da; sana, dinine, örf ve geleneğine düşman mektebi burnunun dibine tuttular. Anlayamadın ve anlaşamadın. Ve hatta zaman zaman “Bırakın çocuğumu, cehaletime razıyım” dediğin de oldu. Baktın olmuyor, evlâdına, bu coğrafyanın dışına çıkarak ilim ve fazilet toplamalarını telkin ettin. Cehaletten kaçanların mektep veya medrese deyip gurbete çıktıklarında, şarka düşman hanedan bir başka tuzak kurmuştu yollarına: Asabiyet veya ırkçılık. Saf, temiz ve berrak fıtratların ırkçılıkla nasıl bozulduklarını, şarkın dostları yıllardır hüzünle seyrediyor. Bugünün şarkını işgale kalkışan “habis ruhlar” o “müşevveş okumuşların” yardımlarıyla ifsad binalarını yükseltiyor ve işgal ağlarını örüyorlar bugün.
Milyonları bulan senin çocukların “garib bir hicrete” mecbur olmuşlardı da, kimlerin kendilerini Enbiya-Asfiya topraklarından tehcir ettiklerini maalesef bugüne kadar anlayamadılar. Garbın “dünya sevdasına” yakalananlar ise, birçok şey ile birlikte şarkı da unuttular. Tıpkı hayatın muhabbetine tutkunların garba uçtukları gibi. Anadolu Afganistan’ın garbıydı, Avrupa ise Anadolu’nun... Avrupa da garpsız kalamazdı. Oradan kalkanlar gâh “Yeni Dünya”ya, gâh yedinci kıt'aya, yani Okyanusya’ya kondular. Fakat Anadolu’nun şarkından kopanlar, kopuşlarını anlayamadan gurbeti yaşıyorlar.
Ey musibetzede Şark! Ey Osmanlıya asırlarca ruh, mânâ ve kalb dağıtan coğrafya! Mevlânâ Halid’in, Bediüzzaman’ın, Bitlisî’nin, Ahmed-i Hânî, Gürânî ve Hasan Can’ların toprakları... Arvasilerin, Alvarlıların, Hıznavî ve Gavsların yurdu. Nerede, o herkesi doyuran kalbin nerede? Ruhlara uruc merdivenlerini gösteren bakışların? En çetin ve ham ruhların, içinde cennet misâl olgunlaştıkları iklimlerin? En ileri rasathanelerden de berrak ve duru biçimde yıldızların temâşâ edildiği sokakların nerede senin? Sünnet-i Seniyye ile yoğrulmuş tasavvufun incelttiği asfiyaların? Kur’ân imbiklerinden süzülmüş gelenek ve göreneklerin... Daha doğrusu asıl köklerin nerede senin ey Peygamber Yurdu?..
Köklerin deyince, müfsitlerin isnad ettikleri iftiraları hatırladım. Birileri Sümerlerden, diğerleri Mançur-Moğol’dan bahsetmiş aslın için. Seni inanç olarak Şamanizm ile Babil putperestliğine bağlamak istiyorlarmış. Anlaşılan on üç asırlık köklerini inkâra kalkışan mülhidlerle başın dertte senin... Asıl köklerine dönüşten başka çaren yok gibi. Köklerine dönemezsen Avrupa merkezlerinde mudhike olmaya devam edeceksin. Hayat, boşlukları affetmiyor. Doğrular yerlerini almazsa, ifsad dört gözle bekliyor eksik aksaklıklarımızı... Doğrudur, geleneği öldürdüler. Fakat köklerin o kadar sağlam, temiz ve duru ki... Yanlışların veya yanlış göreneklerin farkına varmak yetiyor sana. Çünkü şark, her yerden ve herkesten daha yakın köklerine... Yani “kökler” dediğimiz, Kur’ân ve sünnete... Deccaliyetin hediyesi hipnotizma kutularını dünyandan çıkarıp, mütecaviz dinsizlerin süfyaniyetin yardımıyla oluşturduğu manyetik alandan çıktığın an, kurtulacaksın. Güneş, dünyana eski parlaklığıyla yeniden doğacak. Beyaz zulmetlerden kurtulup, bâlâ coğrafyalardan dünyayı yeniden temâşâ edeceksin. Yalnızca, göz ve kalbini kapatan sihirbazların müfsit âletlerinin farkına varman yetecektir sana... Kaygılarım, tarih ve coğrafyanadır senin... Kaderden gelen okların bir kısmına da onlar sebep. Tarihin kadar coğrafyan da ahirzaman dinsizlerinin iştahını kabartıyor. “Kilit coğrafya” ismini takmışlar sana. İttihad-ı İslâmın bu kapısını şarklılara bırakmamak üzere bir çok ifsad dolabı aynı anda Washington, Londra, Paris ve Brüksel’de dönüp duruyor. Deccaliyet, senin kapından İttihad-ı İslâma giden Sultan Selim’in yolundakilere, dağlardan kayalar yuvarlıyormuş. Mahiyetini bilenler, bu coğrafyadaki Mesih ile Deccal’ın vuruşmasını artık garipsemiyorlar. Evvelâ İslâm’ın ittihadını, sonra da Hıristiyanlık âleminin İslâm âlemiyle ittihadını ve daha sonra da dünya İslâmını, yani barışını temine medar olacak bu toprakların kıymetini er geç anlayacak sen misin ey musibetzede şark? Sefahetin medeniyet diyerek lanse edildiği bir zamanda, çocukların, güya medeniyete kavuştular. Giderlerken de, seni müfsid, ırkçı ve zalimlere terk ettiklerinin farkına bile varamadılar.
Ayağa kalk ey Seyda’nın yurdu! Evlâdını geri çağır! Mukaddeslere düşmanın parasıyla kasteden mülhidlerin, şark kadınının iffetine nasıl musallat olduğunu detaylıca anlat. Senin kurtuluşun Anadolu’nun kurtuluşunu, Anadolu’nun ayağa kalkması ise dünya barışını netice verecek, ey mânâ sultanlarının otağı!
09.05.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Kul tevbe ettiğinde Rabbini sevindirir |
|
Hedef Allah’ın sevgisini kazanmak olunca, bunun yollarından birinin de tevbe etmek olduğunu görürüz. Bizzat Allah Yüce Kitabında tevbe eden kullarını sevdiğini bildirmektedir: “Muhakkak ki Allah çok tevbe edenleri ve temiz olanları sever”1 buyurarak içtenlik, samimiyet ve pişmanlıkla hatadan, yanlıştan dönen kullarını sever. Hata işlemek insana mahsus. “Beşer şaşar” demişlerdir. Şaşar; hatalar, kusurlar işler, kendisine yazık eder. Önemli olan, hatada ısrar etmemek, dönüş yapabilmektir. Bedenimizi kirlerden, paslardan temizlediğimiz gibi ruhumuzu, kalbimizi, aklımızı da günah kirlerinden temizlemeye ne kadar muhtacız. Resûl-i Ekrem (asm), günahsız olduğu halde günde yetmiş defadan fazla tevbe ederek2, tevbeye olan bu ihtiyacımıza dikkat çekmektedir.
Asıl olan iyiye, güzele, mükemmele ulaşmak, o yolda olmaktır. İnsan günah ve hatalarla bu yoldan saptığında hedeften uzaklaşmış olur. İşte bu noktada bir nev'î sapmadan dönüş, doğru yola giriş olan tevbe yeniden aynı yolda devam etme gayreti içine girme demektir. Kişi, artık Allah’ın rızası yolunda yürümeye başlar. Buna hepimizin ihtiyacı var. Onun içindir ki Kur’ân tevbeye davet eder bizleri: “De ki: Ey günahta aşırı giderek nefislerine zulmetmiş olan kullarım! Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Muhakkak ki Allah bütün günahları bağışlar. Şüphesiz ki O çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir.”3 “Rabbinizden bağışlanma dileyiniz ve tevbe ediniz.”4 Tevbenin de, bir daha o kötülüklere dönmemek üzere yapılması gerektiğini emreder: “Ey iman edenler! Allah’a tam bir ihlâsla tevbe edin.”5 Bu aynı zamanda kurtuluş yoludur. Bunu ise Kur’ân şöyle anlatır: “Ey iman edenler! Hepiniz Allah’a tevbe edin, tâ ki kurtuluşa eresiniz.”6 Hz. Şuayb da isyan ve günahlar içinde yüzen kavminden dönüş yapmalarını istemiş, onları bu kurtuluş yolu olan tevbeye çağırmıştı: “Rabbinizden af dileyin, sonra da günahlarınızdan vazgeçmiş olarak O'na dönün. Muhakkak ki Rabbim çok merhamet edicidir ve kullarını çok sever”7 diyordu.
Tevbe sadece kulu sevindirmez. Allah’ı da, zâtına yakışır şekilde sevince gark eder. Cenâb-ı Hak, kullarının bu dönüşlerinden o kadar kudsî bir sevinç duyar ki bunu Peygamberimiz (asm) bir hadis-i şeriflerinde, “Kulunun tevbesinden dolayı Allahu Teâlânın sevinci sizden birinizin ıssız çölde devesini kaybedip de tekrar bulduğundaki sevincinden fazladır” buyurur. İşte kul tevbe ettiğinde, Allah’ın zatına mahsus sevinci o adamın sevincinden çok daha fazladır.8
Tevbede asıl olan günahtan tamamen dönüş yapmak, pişman olmak, bir daha dönmemek üzere gayret göstermek; kul hakkıyla ilgili bir meseleyse hakkını ödemek, onunla mutlaka helâlleşmektir. Gerçek anlamda tevbe eden kullarının günahlarına Cenâb-ı Hak bir sünger çeker. Tevbe kapısı her zaman açıktır. Vakti saati olmaz. Gece gündüz her an, her saat ve her yerde tevbe edilebilir.
İşte Allah’ın sevdiği kullardır böyle kullar.
Dipnotlar:
1- Bakara Sûresi: 222., 2- Riyazü’s-Salihîn Terc., 1:18 (Buharî’den.), 3- Zümer Sûresi: 53., 4- Hud Sûresi: 3., 5- Tahrim Sûresi: 11., 6- Nur Sûresi: 31., 7- Hûd Sûresi: 90., 8- Riyazü’s-Salihîn Terc., 1:20 (Müslim’den.)
09.05.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Halil USLU |
Kars ve Iğdır’dan müjde esintileri |
|
“ÇIRA DİBİNE KARANLIK” derler, doğrudur. “Ülfet, öldürücü hastalıktır” derler doğrudur. Kars ve Iğdır hakkında Anadolu’nun çok değişik intibaları vardır. Geçmişten bugüne kadar devam eden hadiseler, kafalarda sabit fikirler oluşturmuştur. Osmanlının son dönemi, Cumhuriyet dönemi ve Cumhuriyet döneminde de 1980 öncesi veya sonrası çok tartışılan, konuşulan ve zihinlerden bir türlü çıkmayan tesbitler vardır. Fakat yakınına varınca ve bu aziz topraklara ayak basınca, şehitlerin kan izleri, tarih dolu kaleler, kuleler, muhteşem alınteri tabyalar, göklere merdiven kuran minareler ve gönül sultanlarının türbeleri, dergâhları ile karşılaşınca ve yeni gelişmeleri gördükçe müjde pencereleri açılmaktadır.
Ne garib tecellîdir! Defalarca dolaştığım Türkiye’de ayak basmadığım nadir bir kaç yer kaldı, bunlardan bir tanesi, hasretinde bulunduğum Kars ilimizdi. Dâvet olunmayan yerlere gitmedim, çantamı alıp da gezmiyorum, davet vuku bulursa gitmişim ve gitmekteyim, ömrüm hep böyle geçti. Vardığımda evvelâ ziyaretinde bulunduğum ve gözyaşı döktüğüm Şeyh Ebu’l Hasanı Harakani Hazretlerinin türbesine ve bu diyarlara, Kafkas Üniversitesinde okuyan kızım Saadet Birsen Uslu’nun ısrarlı daveti üzerine geldim.
Hizmet adamı muhterem Abdülkadir Yörükoğlu gibi can dostlarımız vardı, beni bırakmadılar, yüzlerce üniversiteli genç ve ilim adamlarına muhatap kıldılar. Bu cihetle Kars’a bambaşka duygularla ve büyük ümitlerle baktım ve tefekkür ettim. Büyük bir vahdet, fevkalâde irtibat ve hoşgörü içinde hizmet ettiklerini ve karşılığında da başarıya ulaştıklarını, bu aziz vatanın bir ferdi olarak sevinçle müşahede ettim.
Özellikle “İlim Yayma Cemiyeti Kars Şubesi” konferans salonunda, değerli ve cevval müdürleri Taner Taştekin’in himmetiyle Kafkas Üniversitesi öğrencilerine verdiğimiz “Peygamberimizden Çağımıza Müjdeler” başlıklı konferansımızdaki gençlerin dikkati ve suâl cevap diyaloglarındaki ciddiyetleri takdire şayandı. Ayrıca Kars Eğitim Gönüllüleri Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği Başkanı Eğitimci Mustafa Okta Beyin gayretleriyle Kafkas Üniversitesi ve eğitim camiasının kıymetli eğitimcilerine “Çağımızda tecellî eden müjdeler” başlıklı seminerimizle muhatap olduk. Yine kızımın refakatinde Kafkas öğretim üyeleriyle tek tek görüşme, konuşma ve yeni çıkan kitaplarımı verme imkânı buldum. Öğretim üyelerinin talebelerle yardımlaşması fevkalâdeydi.
Kars Kültür Müdürü Bekir Bekis Beyin önümüze koyduğu belgelere baktıkça, aylarca Kars’tan ayrılmamak lâzımdı. Ayrı günlerde Kars Futbol takımının 2. lige çıkması ve eski dostlarımdan merhum aşık Murat Çobanoğlu adına tertiplenen aşıklar bayramının serhat türküleri ve yanık ağıtları kulakları çınlatıyordu. Fakat biz, kızım Saadet’le birlikte daha önce “inşallah” diyerek söz verdiğimiz Iğdır ilimize hareket ettik. Sınır boyları, serhat şehirleri, karlı dağlar, özellikle Ağrı Dağını seyretmek ruhumda ürpertiler husûle getirdi.
İki yıl önce Mehmet Kutlular Beyle birlikte “Dünya Barışı ve İslâmın Evrensel Mesajları” başlıklı bir konferans verdiğimiz Iğdır’da can dostlarıyla tekrar mülâki olmanın sevincini yaşadık. Yeni Asya temsilcimiz Mehmet Akkuş Beyin gayretleriyle Yeni Asya temsilciliği binasında aziz kardeşlerimize muhatap olduk. Akşamında ise Erzurum Eğitim ve Kültür Vakfı Iğdır şubesinin temsilcisi muhterem İbrahim Armağan Beyin himmetleriyle 5 katlı vakfın görkemli salonunda çok kalabalık bir cemaate Kutlu Doğum Haftası faaliyeti içinde “Peygamberimizden çağımıza müjdelerin tahakkuku” başlıklı iki bölümlü seminer verdik. Burada dikkatimi çeken, Iğdır’da bulunan bütün gönüllü kuruluşların bir araya gelmeleri ve iştiraklarıydı. Bilhassa Iğdırlı gençlerin heyecanları beni çok duygulandırdı.
Bu iki serhad şehrinde emeği geçen herkese, canlı mülâkat yaptığımız Kaya FM yetkililerine, Kars ili “Toplum Destekli Polislik Birimi”ndeki polis kardeşlerime, Aktaş ailesine ve bütün can dostlarına, üniversite öğretim üyelerine ve gönüllü kuruluşlara binler teşekkür ve tebrikler. Duâmız onlarla gönlümüz onlarla.
09.05.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
BİR fuar vesilesiyle Antalya’da birkaç gün kaldıktan sonra sıla-i vatan hasreti ile İzmir yollarına revan olduk. “Araya hasretlik girdi, hazin hazin ağlar gönül” misâli, hasretliği kavuşma sevincine dönüştürdük İzmir’de. Önce, yaklaşık 36 yıl önce ayak bastığımız Kemeraltı, Konak, Hisar Camii, Basmane, Çantacı Necmi Ağabeyin kıdemli mekânı, Yeşildere, Kuruçeşme, Karabağlar, Bozyaka, Çamdibi ve Üçyol... Zaman bir şerit gibi akıp gidiyordu sanki. Eski dostlar, eski mekânlar, hisli duygular... Anlatması zor, anlaşılması başkalarınca imkânsızdır.
O gün, yıllardır “Çamdibi Okuyucuları” olarak tanıdığımız isimleri, simalarıyla görmek nasip oldu. Dersler, sohbetler, hasretlik gidermeler...
Ertesi gün Manisa yoluna koyulduk. Mutad ders müzakerelerinde bulunduk. Vakit önemli değil. Yaz, kış, bahar olur, gece, gündüz olur fark etmez. İzmir’e döndüğümüzde vakit gece yarısını iki saat geçmişti. Sabah ise ayrı bir mekânda bulunmak için yollarda idik. Yıllar var ki, tren yolculuğu yapmamıştım. Doğrusu oldukça özlemiştim.
Ve Tire... Bundan tam otuz altı yıl önce adeta yeniden doğduğum aziz belde. Risâle-i Nur’a bir günde aşık olduğum belde. Aziz insanlar... Nazik ev sahipleri... Hizmet mekânımızın salonu lebâleb dolu. Keseliler, Ersanlar, Ali ağabeyler, Nuri ağabeyler, Osman ağabeyler, aziz gençler, muhterem ihtiyarlar, masum yavrular... Benim adeta dünyamı değiştiren aziz insanlar... Bu topraklar, bu muhabbet halkası, tarifi imkânsız bir duygu selidir. Bir yılın hasretini hasbihalleşerek, dertleşerek ve sevinçlerimizi paylaşarak asude bir gönüller baharını yaşadık. “Siz nesebî kardeşten birbirinize daha yakınsınız” diyen Üstadımızın ne kadar önemli bir mesaj verdiğini bir daha anladık. Gençlik arkadaşım Sezai beyi andıktan yirmi dakika sonra bizim ile müşerref olması ayrı bir tevafuk idi.
Tire Yeni Asya Temsilciliği, kelimenin tam anlamıyla mükemmel dizayn edilmiş. Bu sayısız dostların bir bir isimlerini saymak zordur. Tire’yi görmeyene Tire’yi anlatmak zordur.
09.05.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Din-devlet ilişkisi ve siyasal İslâm |
|
Dini referans alarak iktidar olup hizmet etmeyi esas alan hareketler, “İslâmcılık” olarak anılır.1 Bunun kökleri 1870, II. Meşrutiyet ve özellikle 1930’lu yıllarda; bu akımın teorisyenleri olarak Mısır’daki Müslüman Kardeşler Teşkilâtının kurucusu Hasan El-Benna ve Hint-Pakistan Cemaat-i İslâmi’nin müessisi Ebu’l-Ala Mevdudi’ye dayandırılır. İran devrimiyle zirvesine çıkan bu hareket, İslâm’ın her şeyden önce siyasal bir sistem olduğu ön fikrine dayanır. Dolayısıyla bütün çalışmalar devlet kontrolünü ve iktidarı hedefler. Şimdiye kadarki siyâsî İslâmî söylemler, hareketler, partiler, iktidarlar gösterdi ki, iktidarı hedef alan bütün çalışmalar boşuna verilmiş çabalardır, enerjilerin hebâ olmasıdır.
Bediüzzaman, öze dönüş stratejisini “iman, ibadet, şeriat ve ahlâk” eksenine oturtur. İman, her şeyin düşünce ve temel boyutudur. Ve ona göre, “Din, devletin himaye ve korumasına muhtaç değildir!” Dicle Üniversitesi Sosyoloji Bölümünden Doç. Dr. Mazhar Bağlı, bu noktaya şöyle açıklık getirir: “Bediüzzaman, dinin devlete muhtaç olmadığı tezi üzerinden metodolojisini geliştirmiş bir âlimdir. Bence onun düşünceleri, özellikle muhafazakârlar açısından çok dikkate değerdir. Özellikle de dinle devlet arasında ontolojik bir akrabalık kurup kendilerini mahkûm edenler için o ferahlatıcı bir yol göstericidir.”2 1910’lu yıllarda, II. Meşrûtiyet’e, hürriyete sahip çıkılması için Doğu illerindeki insanları uyarır. Onların “Dine zarar olmasın, ne olursa olsun?” şeklindeki sorularına verdiği cevapta şöyle der: “İslâmiyet güneş gibidir, üflemekle sönmez. Gündüz gibidir; göz yummakla gece olmaz. Gözünü kapayan, yalnız kendine gece yapar. Hem de, mağlûp biçare bir reise, yahut müdahin memurlara (dalkavuk bürokratlara) veyahut mantıksız bir kısım zabitlere itimat edilirse ve dinin himayesi onlara bırakılırsa mı daha iyidir; yoksa efkâr-ı âmme-i milletin (kamuoyunun) arkasındaki hissiyat-ı İslâmiyenin mâdeni olan, herkesin kalbindeki şefkat-i imâniye olan envâr-ı İlâhînin lemeâtının içtimalarından ve hamiyet-i İslâmiyenin şerârât-ı neyyirânesinin imtizacından hasıl olan amûd-u nuranînin ve o seyf-i elmasın hamiyetine bırakılırsa mı daha iyidir, siz muhakeme ediniz.”3
Meseleyi şu misâlle açar: “Siz göçersiniz. Göçerin malı koyundur; o işi bilirsiniz. Şimdi herbiriniz, bazı koyunları bir çobanın uhdesine vermişsiniz. Halbuki çoban tembel ve muâvini kayıtsız, köpekleri değersizdir. Tamamıyla ona itimat etseniz, rahatla evlerinizde yatsanız, biçare koyunları müstebit kurtlar ve hırsızlar ve belâlar içinde bıraksanız daha mı iyidir; yoksa onun adem-i kifayetini bilmekle nevm-i gafleti terk edip, hanesinden her biri bir kahraman gibi koşsun, koyunların etrafında halka tutup, bir çobana bedel bin muhafız olmakla, hiçbir kurt ve hırsız cesaret etmesin, daha mı iyidir? Acaba Mâmehuran hırsızlarını tevbekâr ve sofî eden şu sır değil midir?”4
“Siyasal İslâm” hareketleri, özellikle “ifsat komitelerince” yönlendirilmedi mi? Milyonlarca genç, siyasetin labirentlerinde dolaştırıldı. Bu hareketin çıkmaz sokak olduğu anlaşılınca, bu enerjik gençler öze dönmesin diye, yine AKP ile sistemin içine çekilip dünyevîleştirildi. Eh, onun da tutmadığı anlaşılınca şimdi yeni oluşumlar peşine düşüldü...
Dipnotlar:
1-Roy, Oliver, Siyasal İslâm’ın İflası, çev. Cüneyt Akalın, (İstanbul: Metis Yayınları, 1995), s. 11. 2-Yeni Asya, 28.04.2008.; 3-Münazarat, s. 44-45. 4-Age, s. 46.
09.05.2008
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Kalbin mühürlenmesi ve ümmetin ihtilâfı |
|
Ayşe Hanım: “Kalbin mühürlenmesi ne demektir? Allah o mührü dilerse açmaz mı?”
Kalbin mühürlenmesi, Cehennemvârî bir cezadır. İnsan, kendi kalbini kendi ameliyle mühürletmektedir. Yerden ve gökten hak fışkırıyorken, her bir zerre Allah’ın şahidi hükmünde iken, her gün sayısız şahitler insanın kafasına, gözüne, kulağına, dimağına, aklına, düşünce sahasına, fikir alanına, irade plânına sunulmuşken; bunları görmemek, işitmemek, duymamak, akl etmemek, düşünmemek; bununla beraber, hakkı inkâr etmek, hakîkatı yalanlamak, doğrulara inanmamak, Allah’ın nimetlerini tekzip etmek, insanı–maazallah—Allah’ın rahmetinin uzağına atar. Yani insan kendi sonunu kendi elleriyle hazırlar; kendisi hakkındaki kararı kendisi verir, kendi ipini kendisi çeker. “İnsan yaptıklarına rehindir”1 âyeti bunu ifâde eder. Öyle ki insan, kendi amelinin esiridir; kendi davranışlarının kölesidir; ne çekiyorsa, kendi ellerinden ve davranışlarından çekiyor; ne yapıyorsa kendisine yapıyor. İnsan, kendi elbisesini kendisi biçiyor, kendisi dikiyor.
Oysa Allah Ğafûr ve Rahîm’dir. Allah bütün günahları bağışlar. Allah bütün kötülükleri iyiliklere tebdil eder. Allah mağfiret ve merhamet sahibidir. Allah’ın mağfireti ve merhameti, gazabını geçmiştir.
Ancak Allah’ın kötülükleri örtmesi, silmesi, affetmesi ve onu iyiliklere çevirmesi kulun iman ve salih amel noktasındaki temayülüne bağlıdır.2 İnsan, bu temayülden başka bir şey yapıyor değildir zaten. Kalpte bu yönelişin sebatı önemlidir. Hakka doğru tek bir adım! Bir adım daha! Hani yeni yürümeye başlayan çocuklar gibi, düşe kalka... Allah kendisine doğru düşe kalka da olsa yürüyüş sahiplerinin ellerinden tutuyor, Rahmetine celp ediyor, hidayetini lütfediyor, günahlarını bağışlıyor. Yani kul her şeyi eksiksiz yapıyor da, Allah ondan sonra kabul ediyor değil. Yani kul eğrisiyle, büğrüsüyle yöneliyor;—kul yeter ki yönelsin—Allah affediyor ve kabul ediyor. İşte ibadetler, esasen bir yönelişten ibarettir. Kul yönelirse, Allah—inşaallah—kalplerin kilidini açıyor, mühürleri bozuyor. Yeter ki, kul, ortaya “bir adım” koysun.
Ama kul, yöneliş göstermemekle beraber, haktan, hakikatten, Allah’ın apaçık rahmetinden ve davetinden yüz çevirmişse, kendi elleriyle kulaklarını hakka kapatmış, gözünü hakikatlere karşı perdelemiş ve kalbini duygusuz taşlar gibi katılaştırmış ve mühürlemiş olmaktadır.
***
Ercan Bey: “‘Ümmetim dalâlet üzere ittifak etmeyecektir. Siz bir ihtilâf gördüğünüzde sevad-ı azama tâbi olunuz’3 hadisini açıklar mısınız?”
Dalâlet üzerinde birleşmemek, Hazret-i Muhammed’in (asm) ümmetinin mühim bir imtiyazıdır. Böyle bir mümtaz şahsiyete (asm) ümmet olduğumuz için Rabb-i Rahîm’imize ne kadar şükretsek azdır. Mensubu bulunmakla şeref duyduğumuz “ümmet”in, Allah’ın rahmetine ne derece gark edilmiş olduğu bu hadisten anlaşılmaktadır. Çünkü “dalâlette birleşmemek” diğer ümmetlere nasip olmamış eşsiz bir nimettir.
Ümmetin dalâlet üzerine ittifak etmeyeceği, dalâlet fırkalarının çıkmayacağı mânâsında söylenmiş değildir. Dalâlet fırkaları çıkacaktır. Nitekim bir başka hadis-i şerifte Allah Resûlü (asm), “Ümmetim yetmiş üç fırkaya bölünecektir. Bunlardan yetmiş ikisi cehennemde, biri de Cennette olacaktır” buyurmuş; “Cennette olan kimlerdir Ya Resûlallah?” diye sorulduğunda da, “Benim ve ashabımın yolunda olanlar” buyurmuştur.4
Burada bahsi geçen yetmiş iki fırka dalâlet fırkalarıdır. Kurtulan fırka ise, sünnet-i seniyyeyi esas alan Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaatin yoludur. Demek “sevâd-ı azam” yani ümmetin kahir ekseriyeti ehl-i sünnet yolunda olacaktır. Dalâlet fırkalarının sayısı ne kadar çok olursa olsun, Allah’ın müsaade etmemesi neticesinde, etkileri ve güçleri zayıf olacak, ümmetin ekseriyetine söz dinletemeyecek, çoğunluğun sağduyusunu bozmaya güç yetiremeyecek, ekseriyetin inancını ve anlayışını idlâl edemeyecek, İslâm toplumunu dalâlete atamayacaktır.
Bu hükmü anlamak için, ülkemizde ihtilâfa konu edilen bir çok mesele hakkında ümmetin kahir ekseriyetinin hilâfsız birleşmiş olduğuna bakmamız yeterlidir. Söz gelişi başörtüsünün, ya da ezanın nasıl okunacağı meselesinin veya namazın kaç vakit olduğunun “dindeki yerini” anlamak için doğudan batıya, kuzeyden güneye, Türkiye’den Endonezya’ya Müslüman çoğunluğun “ameline” bakmak kâfidir. İhtilaf mı var, ittifak mı?
Demek, ihtilâflı meselelerde çelişkiye düşenler, ümmet ekseriyetinin ameline ittiba ederlerse, Cadde-yi Kübrâyı (geniş ve büyük caddeyi) bulmuş olacaklardır. Çünkü ümmet-i Muhammed (asm), Allah’ın izniyle, dalâlette ittifak etmemiştir.
Dipnotlar:
1- Tûr Sûresi, 52/21;Müddessir Sûresi, 74/38, 2- Ankebût Sûresi, 29/7, 3- C. Sağîr, 1/582, 4- Tirmizî, 2/107
09.05.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Hollanda’da bir CHP gönüllüsü |
|
Nasr Hamid Ebu Zeyd Türkiye’deki ilâhiyat çevreleri arasında çok iyi tanınan ve bilinen bir sima. Zaman zaman Türkiye’ye de davet edilmişti. Eski bir kural ve kaide olan ‘halif turef/muhalefet et meşhur ol’ gereği bevval-ı zemzemlerin meraklısı ve alıcısı çok olur. Kur’ân hakkındaki ‘modern okumaları’ kapsamında Ebu Zeyd tekfir edildi ve 1995 yılından beri ülkesinin dışında yaşıyor. Ve Fitne gibi filmlerin üretildiği veya Ayan Hırsi Ali gibilerin prim yaptığı bir ülkede ikamet etmesi de tesadüfe hamledilemez. Mısır’da meriyette olan hisbe kanunu çerçevesinde irtidat suçlamasıyla birlikte yargı yoluyla eşi İbtihal Yunus’dan tatlik suretiyle (eşlerin evlilik akti hukuken lağvedildi) ayırıldı. Daha sonra Hollanda’ya yerleşen Nasr Hamid Ebu Zeyd artık faaliyetlerini burada sürdürüyor. Vahiy konusunda Abdulkerim Suruş gibilerle aynı kanaati ve zemini paylaşıyor. Bütün bunlar bir yana CHP ile tıpatıp aynı görüşleri paylaşıyor. Adeta Şahin Filiz’in Mısır versiyonu gibi. Ebu Zeyd Türkiye’de yaşamış olsaydı muhakkak ki CHP’ye girerdi ve Yaşar Nuri Öztürk’ten boşalan koltuğu kapardı. Baykal dinî içerikli konuşmaların ardından Ezher’den diploma getireceğini de söylemişti. Ezher’den diploma alabilir mi? Neden olmasın. Çok rahatlıkla Nasr Ebu Zeyd ve benzerlerinden diploma alır ve aynı mahfilleri paylaşabilirdi. Zira aynen CHP ağzıyla konuşuyor. Bir konferansında başörtülülerden başörtülerini çıkarmaları çağrısında bulunan Ebu Zeyd bir de soruyor: “Başörtüsü İslâm’ın altıncı şartı mı?” CHP lideri Baykal da aynısını sormuyor ve söylemiyor muydu: “32 farzın içine baktım, aralarında başörtüsünü bulamadım. Öyle bir mecburiyet yok. 54 farzın içine baktım orada da bulamadım...” Baykal 32 ve 54 farzlar içine bakıp bulamamış ama Ebu Zeyd beşten alâsını tanımıyor. Ondan dolayı ‘başörtüsü İslâm’ın altıncı şartı mıdır?’ diye soruyor. Esasında Hayri Kırbaşoğlu gibiler bu hususta CHP Lideri Baykal’ı itidâle davet etmişlerdi. Ancak aynı zamanda Hayri Kırbaşoğlu, Ebu Zeyd’e rağbet eden ve onun İmam-ı Şafii ile ilgili eserlerini veya makalelerini basan bir ekolün içinden geliyor. Bakalım ona da itidâl tavsiye edecek mi?
***
Kahire Üniversitesi eski hocalarından olan Ebu Zeyd fıkhî ve hukukî yönden başörtüsünün farz makamında değerlendirilemeyeceğini savunuyor ve bir de, illeti itibarıyla CHP’ye taktik ve akıl veriyor: “Eğer başörtüsünün sebebi fitne ise veya fitne korkusundan dolayı kadınlar başlarını örtüyorlarsa o takdirde erkeklerin de başlarını ve yüzlerini örtmesi gerekmez mi? Zira onlardan bazıları da kadınları fitneye düşürüyor. Bu durumda onların da yüzlerini örtmesi ve peçelemesi gerekir (Moheet.com, 5/5/2008)...”
Gördünüz mü akla ziyan mantığı? Bu kadarı CHP kurmaylarının bile aklına glmezdi. Din konusunda Marks gibi konuşuyor ve müstebit ve otoriter rejimlerin yakıtının din olduğunu ileri sürüyor. Bu tarz bir kültürün özgürlük yokluğunun ve bozulmanın ve dejenerasyonun kaynağı olduğunu söylüyor. İki defa El Cezire’ye çıkan Vafa Sultan gibi dinin hakikatı tekelinde bulundurma iddiasının ve insanları korumacılık kaygısının topluma baskı olarak geri döndüğünü savunuyor.
***
Heykel ve timsallerin yasaklanmasına da karşı çıkan ve bundan dolayı ulemayı paylayan Ebu Zeyd aksine Müslümanların ilk dönemlerde Mısır’a girdiklerinde Firavunlar medeniyetinin eserlerini ve onların inşa ettikleri timsal ve heykelleri koruduklarını hatırlatıyor. Keza Hindistan ve Afganistan’a girdiklerinde de Taliban gelinceye kadar öyle yapmışlardı. Evet gerçekten de Müslümanlar Mısır’ı fethettikleri günden beri antika eserlere dokunmamışlar, onları itinayla ve titizlikle korumuşlardı. Napolyon ise Mısır’a geldiğinde Sfenks’e zarar vermişti. Ezher’in Muhammed Abduh’u sahiplenmesini sahtekârlık olarak değerlendiren Ebu Zeyd, ‘la içtihade mea’n nassi/nas bulunduğunda içtihad yoktur’ kuralının hürriyetin önündeki en büyük engel olduğunu ileri sürüyor. Avrupalı sosyal demokratlar CHP’nin yaptıklarını anlamasa da arkasında Ebu Zeyd gibi bir gönüllü ordusu var. Onlar oldukça CHP’nin sırtı yere gelmez.
09.05.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Felâket ve saadet |
|
Eskiden Burma, sonra Birmanya olarak bilinen, yeni adıyla Myanmar, Bangladeş’le Tayland arasında bir Uzakdoğu ülkesi.
Bu ülke geçen yıl, neredeyse yarım asırdır iktidarı elinde tutan askerî cuntaya karşı rahiplerin yaptığı protesto eylemleriyle gündeme geldi.
Eylemler cunta tarafından çok sert ve kanlı bir şekilde bastırıldı. Mabedlere baskınlar yapıldı, birçok rahip bilinmeyen yerlere götürüldü.
Kanlı operasyonun bilânçosu ise bilinmiyor.
Bir süre dünya gündeminde yer tutan bu olay bilâhare “unutuldu.” Myanmar halkı ve rahipler tekrar cuntanın mezalimiyle başbaşa bırakıldı.
Aradan aylar geçti. Ve son günlerde ülke bu defa çok farklı bir sebeple yine gündeme geldi.
Görülmemiş şiddette esen bir kasırga felâketi Myanmar’ın bazı bölgelerini harabeye çevirdi. On binlerce insan hayatını kaybetti veya kayboldu. Bazı yerleşim yerleri haritadan silindi.
Yol açtığı kayıpların ve tahribatın boyutları hâlâ tam olarak belirlenemeyen bu korkunç afet sonrasında cuntanın tavrı da ayrı bir felâket tablosu oluşturdu. Zavallı halk ortada bırakıldı.
Geçen yıl protestocu rahipleri dağıtırken veya mabedleri basıp din adamlarını karga tulumba derdest ederken fevkalâde dinamik ve enerjik reflekslerle hareket eden askerî kuvvetler, kasırga sonrasında tek kelimeyle “arazi” vaziyeti aldı.
Ortalıkta günlerce tek bir asker gözükmedi.
Böyle olunca, kasırgadan sağ kurtulan felâketzedeler kendi başlarının çaresine bakmak zorunda kaldılar. Devrilen ağaçları kör testerelerle kesip yolları açma işini dahi onlar üstlendi.
Geçen yıl askerlerin itip kaktığı rahipler halkla birlikte yara sarma seferberliğine katıldılar.
Ama evleri yıkılan; gıda, temiz su ve sağlık ihtiyaçlarının karşılanması için mutlaka yardıma ihtiyaç duyan insanların kendi başlarına bu zorlukların üstesinden gelmeleri mümkün değildi.
Ve bu iş, cuntanın da boyunu aşıyordu.
Myanmar’ın bu felâketin şokunu atlatıp evvelâ âcil ihtiyaçlarını karşılayabilmesi, sonra da yaralarını sarıp tekrar derlenip toparlanabilmesi için uluslararası yardıma şiddetle ihtiyacı vardı.
Ama yarım asırdır ezdiği halkını böylesine bir felâket karşısında yüzüstü bırakan cunta, inanılmaz bir şekilde dış yardımlara da kapıyı kapattı.
Gelen haberlere göre cesetlerin yerleri kaplayan sularda yüzdüğü, ülkenin en önemli gıda kaynağı olan pirinç tarlalarının yok olduğu, salgın hastalık tehlikesinin başgösterdiği ülkede cuntanın başı normale dönüldüğünü söylüyor!
21. yüzyıl dünyasında böyle bir tablo...
Doğrusu inanılması çok zor, ama gerçek!
Felâket ve musibetleri “geçmiş günahların cezası ve keffareti” olarak niteleyen Bediüzzaman, felâketten de saadet doğabileceğini ifade ediyor.
Bakalım, Myanmar’daki kasırga felâketi, neticede ülke halkını yarım asırdır baskı altında inim inim inleten gaddar cuntanın sonunu getirerek böyle bir saadetin kapısını aralayacak mı?
Mâlûm, üç buçuk yıl önce yine oralarda özellikle Endonezya’nın Açe bölgesini vuran ve yüz binlerce insanın hayatını kaybettiği bir tsunami felâketi yaşanmıştı. Son derece büyük bir acıydı.
Ama vesile olduğu hayırlardan biri, Jakarta ile Açe arasındaki silâhlı gerilimi yumuşatıp çözüme yaklaştıran yeni bir iklim doğurması oldu.
Bütün bölge halklarının, dinleri ne olursa olsun, felâketi İlâhî ikaz olarak yorumlayıp hayatlarına çekidüzen vermeleri işin ayrı bir boyutu.
Biz de 17 Ağustos 1999’da deprem felâketine maruz kaldık. Ve bugün Myanmar’da olup bitenlerin farklı, ama benzer bir versiyonu, 28 Şubat Türkiye’sinde yaşandı. Baskı ve dayatmada gösterilen hüneri, yardım ve kurtarma faaliyetlerinde göremedik. Dahası, gönüllü yardımlar engellendi.
Ama kazançlarımız da oldu. O güne kadar bizi reddeden AB, 28 Şubat’ı da sona erdirecek olan adaylık sürecimizi o felâketten sonra başlattı. Bu imkânı kullanabilsek daha çabuk düze çıkacağız.
Felâketten saadete geçiş de çok kolay olmuyor.
09.05.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
AB'nin önüne gelecek dosya |
|
Avrupa Birliği yöneticilerinin son günlerdeki açıklamaları, Türkiye ve dünya gerçeklerinden habersiz olanları ciddî mânâda rahatsız ediyor. Onlar istiyor ki, AB yöneticileri de Türkiye’deki bazı ‘laikçiler’ gibi her sorulduğunda başörtüsünün aleyhinde beyanlarda bulunsunlar, bu ‘hak’kı inkâr etsinler, ‘halka rağmen halkçılık’ yapsınlar...
AB Komisyonu Başkanı Barroso’nun Türkiye ziyareti esnasında, gerek gazetelere verdiği beyanların, gerekse TBMM’de yaptığı konuşmanın, ‘yasakçılar’ın arzuladığı istikamette olmaması onları çok rahatsız etmişti. “Bunlar Türkiye’nin durumunu bilmiyorlar” bahanesine sığınıp, güya “Türkiye gerçekleri”ni anlatmayı denemişlerdi. Ne var ki, Türkiye ve ilâve olarak dünya gerçeklerini bilmeyenler bizdeki ‘yasakçılar’dan başkası değildi.
Nitekim, Avrupa Birliği’nin Genişlemeden Sorumlu Komiseri Olli Rehn de pek çok konuda Barroso gibi konuşmuş. Milliyet’e verdiği özel mülâkatta hem başörtüsü konusunda, hem de parti kapatma konusunda ‘doğru’ tesbitlerde bulunmuş.
Olli Rehn, tartışmaları sona erdirmek için bir ‘ombudsmanlık/hakemlik’ müessesesi kurulmasını tavsiye ediyor. Bu tavsiye ise bizim ‘yasakçı’ların hoşuna gitmiyor. Çünkü muhtemelen ‘ombudsman’ı millet seçerse ‘yasakçı’ olmaz diye endişe ediyorlar.
Türkiye’deki ‘yasakçı’ları telâşlandıran asıl tesbit ise şu olsa gerek: “Türkiye şu anda türban konusunda Avrupa ülkeleri arasında en katı ve kısıtlayıcı yasalara sahip.”
Rehn şöyle devam etmiş: “Ombudsmanlık yasasının eski Cumhurbaşkanı ve Anayasa Mahkemesi tarafından engellenmiş olmasını çok talihsiz buluyorum. Böyle bir kurum laiklik ilkesiyle temel vatandaşlık haklarının korunması açısından çok önemlidir. Böyle bir ombudsmanın yalnızca laiklik ilkesi konusuna bakan bir yardımcısı da olabilir.” (Milliyet, 7 Mayıs 2008)
Gündem o kadar hızlı değiştiriliyor ki, ‘ombudsman/hakemlik’ konusunun Türkiye gündemine geldiğini ve bu yolun bir şekilde engellendiğini bile unutmuş haldeyiz.
Ancak şunu unutmamak gerekir: AB yöneticileri engellemelere rağmen ‘hak’ları savunmaya devam ediyor ve inşallah bu ısrar devam edecek. Bugün sözle, beyanlarla iktifa edilen ısrar; gün gelecek Türkiye’nin önüne ‘dosya’ olarak konulacak ve bu anlamsız yasağın sona ermesi istenecek. “Türkiye şu anda türban konusunda Avrupa ülkeleri arasında en katı ve kısıtlayıcı yasalara sahip” tesbitini başka nasıl yorumlamak mümkün olabilir ki?
Gerek medya ve gerekse ‘yasakçı’ların ısrarlarına rağmen, AB yöneticilerinin; doğruların arkasında durmaya devam etmeleri önemsenmelidir. Onlar da bu ısrarlar karşısında havaya uyup, ‘konjonktürel’ cevaplar verebilirdi! Ama bu ‘ucuz ve yanlış’ yolu tercih etmeyip, ‘güçlü’leri gücendirmek pahasına doğruları savunuyorlar.
AB yöneticilerinin bu tavrı, Türkiye’yi idare etmeye talip olan her siyasetçiye örnek olmalı. “Gelen ağam, giden paşam” anlayışıyla bir yere gidilemeyeceğini anlamak gerekiyor.
Şimdi anlaşıldı mı ‘yasakçılar’ın “AB’ye hayır” nidalarının sebebi?
09.05.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kemal BENEK |
28 Nisan ruhu |
|
AKP’nin Anayasa Mahkemesine verdiği metin, “Cevap Veren: Adalet ve Kalkınma Partisi. Karşı Taraf: Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı” diye başlıyor. Cevap metninde “karşı taraf”a yani iddianameye, başsavcıya ve temsil ettiği anlayışa ciddî eleştiriler de getiriliyor.
“Karşı taraf” için kullanılan bazı cümleler şöyle: “Çarpık bir okuma… Algılama sorunu, ön yargılı bir yaklaşım… Çelişkiler yumağı… Tezvirat ve yakıştırmaları öne çıkaran bir anlayış… İddianamenin hukukî ve siyasî anlamda hiçbir meşruiyetinin olmadığı, kurgusal bir metin, iddianame hukuk dışı bir dille kaleme alınmıştır… Siyasî bildiri niteliği taşımaktadır... Bu tür ciddiyetten uzak siyasî iddiaları cevap vermeye değer görmüyoruz... Yargı kurumları hiçbir zaman siyasî muhalefetin aracı olarak kullanılamaz… Başsavcı, muhalefetin diliyle konuşan siyasi bir kimliğe bürünmüştür... Zorlama bir mantıkla hazırlanan iddianamede… Tek parti döneminin anlayışı… Hayal dünyasında üretilen spekülasyon ve vehimler...”
Hukuki bir karşı cevabın yanında başsavcının iddianamede yanlış kullandığı kavramlar, yapılan harf ve tarih hataları doğru anlamları ve yazılışlarıyla birlikte sıralanmış. Bir anlamda ders verilmiş. Başbakan’ın “Gönlümün derinliklerinde yatan hıçkırıklar var” sözünün bile iddianamede “laikliğe aykırı” olarak zikredilmesi, “İnsan gönlünün hıçkırıklarına müdahale etmek isteyen bu iddianame, böylece laiklik ve insan hakları teorisine ‘çok özel bir katkıda’ bulunmuş olmaktadır” şeklinde ti’ye alınmış.
Doğrusu AKP’nin bu kadar dik bir duruş sergileyeceği beklenmiyordu. En azından yazılı savunmada bu sağlanmış. Milletin temsil yetkisi verdiği iktidardan da bu beklenirdi. Uzlaşma adı altında hakkını savunamayan, acziyet içindeki bir görüntü en evvel millete hakaret olurdu. Geçmişte sıradan bir komutanın başbakana ağza alınmayacak hakaretlerde bulunmasına rağmen gerekli karşılığı alamaması oy veren-vermeyen herkesin ağırına gitmişti.
“Savunma değil cevap” olarak adlandırılan metin, cumhurbaşkanlığı seçim sürecinde TSK’nın 27 Nisan gece bildirisine karşı hükümetin 28 Nisan’da verdiği cevabın ruhunu taşıyor. O günkü bildiriyi “hükümetin statüko kanadı”nda yer almakla suçlanan Cemil Çiçek zorlanarak okumuştu. Savunma hazırlayan ekibin içinde de yer almasına rağmen ön savunma, Çiçek’ten çok Başbakan Erdoğan’ın üslûbunu hatırlatıyor.
AKP, uygulamalarında da en azından 27 Nisan karşı bildirisi ve kapatılmaya verilen cevap kadar cesur olmalı ki inandırıcı olabilsin. Kâğıt üzerindeki dik duruşun demokratikleşme reformlarıyla desteklenmesi gerekir. Aksi halde ekonomik göstergeler gibi olur. Ekonomide kâğıt üzerinde rakamlar her şeyi güllük gülistanlık gösteriyor fakat piyasalar feryadı figan ediyor.
09.05.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mehmet KARA |
“Cevap” ve senaryolar |
|
Ankara’da kulisler hareketli. Böyle karışık ve sıkıntılı dönemlerde ortaya çıkan senaristler yine sahnede. Her eline kalemi, kâğıdı alan yeni senaryo yazmaya başladı. AKP kapatılırsa şöyle olur, kapatılmazsa böyle olur…
Yargıtay Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya’nın AKP’nin kapatılması istemiyle Anayasa Mahkemesi’nde açtığı dâvânın ardından AKP “ön savunması”nı süresinin dolmasına iki gün kala verdi. Ancak AKP “savunma” yapmadı, iddialara “cevap” verdi. Salı günü basında tamamı yayınlanan cevaplarda dâvânın “hukukî olmadığı, siyasî bir dâvâ olduğunun üzerinde duruldu. 100 sayfanın üzerindeki “cevaplarda” dikkatimi çeken bir konuyu aktarmakta fayda görüyorum. Refah Partisi kapatma dâvâsında verilen savunmalarda, “İmam hatipleri biz açmadık, AP, DYP açtı” denilirken “Kapatılacak parti varsa onları kapatın” anlamına gelen sözler sarf edilmişti.
AKP’nin savunmasında da Süleyman Demirel, Mesut Yılmaz, Bülent Ecevit, Deniz Baykal ve Devlet Bahçeli’nin İslâm ve laiklikle ilgili açıklamalarından örnekler verilirken, “Bakın onlar neler söylemiş, onların partisi niye kapatılmadı” anlamına gelecek cevaplar verilmesi dikkat çekici. Özellikle Demirel’in Köprü Dergisi’ne verdiği beyanatlarından oluşan “İslâm, Demokrasi, Laiklik” kitabından üç sayfalık bölüm alınmasının anlamı nedir sizce…
* * *
Savunma ya da cevapla ilgili şimdilik bu kadar yazdıktan sonra başta bahsettiğimiz senaryolarla ilgili birkaç not aktaralım.
Başbakan Tayyip Erdoğan “AKP kapatılmayacak” diyor, fakat başkaları da partiyi kapatıp yerine gelecek “emanetçileri” bile belirlemiş durumda. Ali Babacan’dan Cemil Çiçek’e, Köksal Toptan’dan Mehmet Ali Şahin’e kadar herkes emanetçiliğe lâyık görülüyor.
Kapatılma durumundaki senaryolardan birisi de, parti kapatılıp siyasî yasaklı konuma düşecek olan Erdoğan’ın tekrar milletvekili olması ile ilgili. Bu senaryoya göre, bir ilin bütün milletvekilleri istifa ettirilecek. Bu durumda kanunî olarak üç ay içinde seçim olması gerektiği için Erdoğan bu ilden bağımsız aday olarak seçime girip kazanacak, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül de hükümet kurma görevini “bağımsız milletvekili” Erdoğan’a verecek. Siirt plânı da denilen senaryoya göre 3-4 ay aradan sonra Erdoğan tekrar başbakan olacak.
Peki, Anayasa Mahkemesi partiyi kapatırken, Erdoğan’ın da içinde bulunduğu 40 milletvekili için “siyaset yapamazlar” demesi halinde bu senaryo çürümüş oluyor.
AKP’nin yetkili organları bundan sonra atılacak adımlar için Erdoğan’a tam yetki verdi. Erdoğan şimdi “yol haritası”nı çizmeye çalışıyor. Parti içinde de “çatlak isimler” açıklamalarda bulunuyor. Hatta 28 Şubat döneminde olduğu gibi “ismini vermeyen parti içindeki etkili isimler” partinin hatalarını sıralamaya başladılar. Özellikle ANAP kökenli Kırıkkale Milletvekili Vahit Erdem ve Elazığ Milletvekili Fevzi İşbaşaran ile CHP kökenli İstanbul Milletvekili İbrahim Yiğit’in AKP’nin laiklik ve başörtüsü politikalarını eleştirmesi parti içinde bundan sonrası yaşanacaklar için ilk işâretler oldu.
Bu konudaki asıl dikkatle incelenmesi gereken parti içindeki üst düzey isimsiz birisinden gelen uyarılardı. Şu ana kadar bu üst düzey yetkilinin kimliği ortaya çıkmadı. Sadece tahminler yapılıyor. Bu tahminlerde ilk isim ise Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek… Çiçek bu konuşmayı ne yalanlıyor, ne de sahipleniyor. Cemil Çiçek’in öne çıkmasının sebepleri var tabiî. Abdullah Gül, Köşk’e çıktıktan sonra bakanlar kurulunda ikinci isim olan Cemil Çiçek üzerinden yapılıyor. AKP’nin kapatılma dâvâsında ismi olmayan Çiçek için Fazilet Partisi’nin kapatılmasında da yasaklılar listesinde olmaması dikkatlerin Çiçek’e yönelmesine yol açıyor.
Erdoğan’ın TESEV Başkanı Can Paker’in evinde gazetecilerin dâhil olduğu bir grup insana verdiği yemekte “off the record”lu konuşmaların basında yer almasından sonra sert şekilde yalanlanmasına da burada dikkat çekmememiz gerekiyor. Milletvekillerine kapatma konusunda konuşma yasağı getiren Erdoğan’ın özel yemekte yapılan konuşmaların ucundan-kıyısından sızmasından duyduğu rahatsızlık sonrasında hangi halet-i ruhiyede olduğunu göstermesi açısından önemli.
* * *
AKP savunmasını verdi. Şu anda “sağduyulu, uzlaşmacı, germeyen” bir tavır sergilemeye çalışılıyor. Dâvâ açıldığında ortaya atılan anayasa değişikliği, referandum ve erken seçim gibi seçenekler şu sıralar dillendirilmiyor ya da öyle bir görüntü veriliyor. Fakat yetki Erdoğan’da olduğu için bunlar her an gündeme getirilebilir. Yol haritasında neler olabileceğini önümüzdeki günlerde takip edeceğiz.
09.05.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|