Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 30 Mart 2008

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


İslam YAŞAR

Şahs-ı mânevî olabilmek



Şahıs ve şahs-ı mânevî…

Şahsı; kişi, kimse, insanın cismi, benliği diye tarif eder lûgatiyyun.

Şahs-ı mânevî için de; “Bir şahıs olmadığı hâlde kendisine şahıs muâmelesi yapılan müessese, şirket, cemiyet, cemaat veya bir topluluğun taşıdığı mânevî kuvvet ve meziyetler” der.

Şahs-ı mânevî, bazı ortak değerler etrafında toplanıp kendini o değerlerle ifade eden şahıslardan meydana gelir. Şahıs da, şahs-ı mânevîde fâni olarak hayatına mânâ kazandırır.

Şahıs, şahs-ı mânevîsiz olsa da, şahs-ı mânevî şahıssız olmaz.

Bir şahs-ı mânevînin teşekkül etmesinde şahısların kemiyeti de mühimdir ama esas olan keyfiyettir. Şahs-ı mânevîler, kendilerini meydana getiren şahısların kemiyetlerinden ziyade keyfiyetleri nisbetinde kuvvetli addedilirler.

İçtimâî topluluklarda kemiyet bedeni, keyfiyet aklı, fikir ve değerler de ruhu teşkil ettiğinden, birliğin kuvvetli bir şahs-ı mânevî hâline gelebilmesi için üçünün intizam ve insicam içinde işlemesi gerekir.

Bu itibarla şahs-ı mânevîyi meydana getirecek olan şahısların hem varlıklarının esası olan değerler üzerinde ferdî gayretleriyle çalışıp didinerek keyfiyet kazanmaları, hem de şahs-ı mânevî içinde kemiyetten bir fert gibi fâni olmaları icabeder.

Bunu yapmak şahsa zor gelse de şahs-ı mânevînin teşekkülü için zaruridir. Zaten şahs-ı mânevî de ancak o fedakârlığı gösteren şahısların meziyetlerinin mezcolması sayesinde şekillenir.

İşte, Nurlarla Nur talebeleri arasında meydana gelen böyle bir insicamın neticesinde teşekkül etmiştir, Rîsâle-i Nur’un ‘Kevser-i Kur’ânîden süzülen tatlı ve büyük bir havuzu’ andıran şahs-ı mânevîsi.

***

‘İnsan-ı kâmil ismine lâyık bir şahs-ı mânevînin âzâları’ olmak!..

Nur Hareketi içinde yer alan her ferdin hayat gayesinin ve hizmet hedefinin ifadesidir Said Nursî’nin, Nur Talebesinin vasıflarını tasrih etmek için söylediği bu cümle.

Bu uhrevî hedef, fertler tarafından seçilse de ferdî gayretle ulaşılabilecek bir mazhariyet değildir. O sıfata sahip olmanın ilk merhalesi, ferdî zaafları olabildiğince azaltarak insan-ı kâmil vasfı kazanmaktır.

İnsan, kemâlât merdiveninin mânevî basamaklarında yükselmeye başladıktan sonra bakış açısı insanlığı içine alacak şekilde genişler, nazarı cemiyeti kucaklar ve kendinden ziyade onlar için çalışmayı varlığının esası sayar.

Fakat bu hassasiyet, o mânevî şahsiyetin âzâsı olmaya yetmez. Çünkü böyle bir mensubiyet hisseden ferdin, insanlara faydalı olabilmesi için cemiyetin problemlerini bilmesi, çarelerini bulması ve âzâsı olduğu şahs-ı mânevî adına arz etmesi gerekir.

Bu zamanda onu başarmanın yolu da Nur Talebesi olmaktan ve Risâle-i Nur’un şahs-ı mânevisi içinde yer alarak onun cihanşümul hitabına bir nebze de olsa güç vermekten geçer.

Çünkü Said Nursî’nin de ifade ettiği gibi “Risâle-i Nur, bu asrın ehemmiyetli ve mânevî ve ilmî bir mürşididir. Bu risâleleri anlayarak ve kabul ederek okuyan, bu zamanın mühim, hakikatli bir âlimi olabilir. Eğer anlamasa da madem Risâle-i Nur şakirtlerinin bir şahs-ı mânevîsi var; şüphesiz o şahs-ı mânevî bu zamanın bir âlimidir.”

Nur Hareketi; dost, kardeş, talebe gibi birbiri içinde işleyen mütedahil dairelerden müteşekkildir. Bu harekete mensup olanlar da içinde bulundukları dairelere göre bazı sıfatlar alırlar.

Bediüzzaman’ın, Nur hizmetine girmek isteyen bazı kişileri kardeşliğe kabul ederken onların kendilerinin talebe olmaya çalışmalarını istemesi, bu hareketin merkezinde ‘talebe’ dairesinin olduğunu, oraya da ancak kişilerin sadakatle çalışmaları sayesinde girebileceklerini göstermektedir.

Bir kişinin Nur Talebesi sıfatını kazanabilmesi için “Sözler’i kendi malı ve telifi gibi hissedip sahip çıkması ve en mühim vazife-i hayatiyesini onu neşir ve hizmeti bilmesi” gerekir.

Bu hasletleri yaşayarak Nur Talebesi sıfatını alan kişiler de hizmetteki sadakatleri, gayretleri, feragatları ve fedakârlıkları nisbetinde makbul ve muteber sıfatlar kazanırlar.

Zaten Said Nursî’nin “Risâle-i Nur’un şahs-ı mânevîsi ve o şahs-ı mânevîyi temsil eden has şakirtlerin şahs-ı mânevîsi ‘ferîd’ makamına mazhar oldukları için değil hususî bir memleketin kutbu, belki ekseriyetle Hicaz’da bulunan kutb-u âzamın tasarrufundan hariç olduğu gibi onun hükmü altına girmeye mecbur değil” sözleri ile de ifade ettiği gibi Risâle-i Nur’un şahs-ı mânevîsini ancak o sıfatları taşıyan Nur talebeleri temsil edebilir.

Nur hareketi içinde, dost dairesinde sayılanların sayısı milyonlara, kardeş dairesine mensup olanlarınki yüz binlere bâliğ olsa da, talebe dairesine girenlerin adedi ancak yüzlerle ifade edilebilir.

Hayatını Nur hizmetine vakfederek Bediüzzaman’dan ‘saff-ı evvel, has, hassü’l-has, vâris’ sıfatlarından birini alıp Risâle-i Nur’un mânevî şahsiyetini temsil etme hasleti kazanan kişilerse beşi, onu geçmez.

Said Nursî’nin “Bu dünyada benim için medâr-ı tesellî sizlersiniz ve hakkınızda büyük ümitlerimi doğru çıkardınız. Cenâb-ı Hak sizden ebeden râzı olsun” diyerek sena ettiği o insanlar, bu zamana kadar Risâle-i Nur’un şahs-ı mânevîsini hakkıyla temsil etmişlerdir.

Lâkin ‘Büyük ve bâki hakikatler, fâni ve âciz şahsiyetler üstüne binâ edilemeyeceğinden’ bu ebedî dâvânın mânevî şahsiyetini temsil etme vazifesi sadece o şahıslara münhasır değildir.

Eğer öyle olsaydı, temsil ettikleri şahs-ı mânevînin tesir sahası da onların bulundukları mekânlarla, yaşadıkları zamanlarla ve muhatap oldukları insanlarla sınırlı kalır, onlar ahirete irtihal ettikçe o manevî şahsiyetin tesiri azalır, bir süre sonra da tamamen kaybolurdu.

Halbuki bizzat müellifinin tasrihiyle “Risâle-i Nur külliyâtı, bu asrı ve gelecek asırları tenvir edecek bir mu’cize-i Kur’âniyedir.” Elbette böyle cihanşümul ve ebedî bir hareketin, mânevî şahsiyetinin hükmü de o nisbette umumî olacaktır ve uzun sürecektir.

Nitekim, Said Nursî’nin sena ettiği saf-ı evveller hayata veda ettikçe onların yerini, onlar kadar sadık, sebatkâr, gayretli ve hizmet ehli müdebbirler aldılar ve hizmetin inkişafını sağladılar.

Gerçi yeni kuşak Nur talebeleri Üstadı görüp hizmetinde bulunma şerefine mahzar olmadıklarından ‘has, hassü’l-has’ gibi herhangi bir sıfat almamışlardı. Ama onların da en az o sıfatlar kadar ulvî bir mazhariyetleri vardı.

Üstelik bu mazhariyet de sadece onlara has değildi. Geçmişte olduğu gibi hâl-i hazırda ve gelecekte de Nur hareketi içinde hizmet etmek isteyen her insan, o uhrevî hazlara mazhar olabilirdi.

Zîra, “Talebe ise, Kur’ân-ı Hakim’in dellâlı cihetinde ve hocalık vazifesindeki şahsiyetimle münasebettardır. Her sabah mütemadiyen ismiyle, bazen hayaliyle yanımda hazır olur, hissedar olur” demişti Bediüzzaman.

Aslında bu cümleler bir temenninin veya teşvik ifadesinin tezahürü değildi. Bediüzzaman Said Nursî, öldükten sonra da tasarrufu devam eden büyük evliyalardan biri olması hasebiyle muhtemelen bazı talebeleri ile mâneviyât âleminde sık sık görüşüyordu.

Onun için bu mânevî münasebet vesilesiyle kendini ona yakın hisseden ve her sabah onunla görüşüp duâsını aldığını düşünen Nur talebelerinin nezdinde bu iltifata mazhar olmak, o sıfatları taşımak kadar muteberdi.

Onlar da Nur hareketinin müessisi, hasları ve saff-ı evvelleri gibi büyük zorluklar çektiler, emsâlsiz zulümlere, eziyetlere, işkencelere maruz kaldılar, sebepsiz gayza, gadre uğradılar. Bazıları ferdî olarak bu gibi sıkıntılara katlanmakla kalmadı, aileleri ile birlikte en yakınları tarafından bile horlandılar, yadırgandılar, maddî mânevî pek çok mağduriyetler yaşadılar.

Buna rağmen yılmadılar. ‘Kendi malları ve telifleri’ olarak kabul ettikleri Risâle-i Nur’un intişarını hayatlarının gayesi addettiler ve her ezaya, cefaya katlanıp her meşakkate göğüs gererek hedeflerine doğru kararlı adımlarla yürüdüler.

Yolcusu da, yoldaşı da, haramisi de insanlardan meydana gelen ve zahiren zevki kadar zorluğu da olan bu yürüyüşün hedefi insanlarla muhatap olmaktı. İnananların imanlarını kuvvetlendirmek bir adım, inanmayanların imanlarını kurtarmalarına vesile olmaksa merhale idi.

Onlar sık sık o adımları attılar, o merhaleleri yaşadılar ama hiç birini şahıslarına mâl etmediler. Hizmet içinde yaşadıkları ihlâsın, samimiyetin, şevkin ve gayretin tezahürü olan bu mesuliyet hissiyle şahs-ı mânevîyi temsil ettiler.

Daha sonra onları yenileri takip etti. Onlar da öncekiler gibi değişik fıtratta ve farklı mizaçta insanlardı. Farklılığın tezahürü olan şahsiyetlerini, enaniyetlerini terk ederek şahs-ı mânevînin bir âzâsı olmaya çalıştılar.

***

Şahs-ı mânevîye kuvvet vermek…

Başlangıçta hepsinin maksadı buydu. Yaptıkları her işi münhasıran temsil ettikleri mânevî şahsiyetin adına yaptıkları için de ondan kuvvet almak gibi bir niyetleri yoktu.

Fakat bazıları farklılıklarını içtimâî zenginlik sayarak korumak isteyince, kendilerini o fıtratlara yakın hissedenler onların etrafında toplandılar ve birlikte hareket etme temayülü içine girdiler.

Zâhiren büyüme, gelişme, yayılma gibi görünen bu münferit ve müstakil hareket etme zaafı, zamanla fertleri de grupları da birbirinden soğutup şahs-ı mânevîyi zayıflatmaktan başka bir netice vermedi.

Said Nursî’nin, “Zayıfların cemiyeti ve şahs-ı mânevîsi kavî, kavîlerin cemiyeti ve şahs-ı mânevîsi ise zayıftır” sözleri ile de ifade ettiği gibi hepsi kendilerini kuvvetli olarak görüp başkaları ile ittifaka ihtiyaç hissetmediklerinden gittikçe zayıfladılar.

Buna mukabil, kendilerini zayıf hisseden ehl-i dalâlet mensupları, umumî meselelerde birbirleri ile ortak hareket ederek güçlü bir şahs-ı mânevî meydana getirdiler ve bazı sahalarda ehl-i hakikate karşı galip gelmeye başladılar.

Bunu gören bazı şahıslar ve gruplar farklılıklarını muhafaza etmekle birlikte, câmiâyı ilgilendiren umumî meselelerde diğerleri ile müşterek hareket edebilecekleri ortak bir zemin teşekkül ettirmeye çalıştılar.

Çeşitli vesilelerle yapılan anma toplantıları, seminerler, açık oturumlar, paneller, Risâle-i Nur’u anlayıp anlatma sempozyumları ve benzeri faaliyetler ‘müfritâne irtibat’ için mümbit bir zemin oldu.

Bu faaliyetler her sene muayyen zamanlarda ve çeşitli yerlerde yapıldıkça, Nur hareketi içinde bir misyonu ifa eden bazı gruplar kemiyet şeklinde de olsa o toplantılara katılmayı hizmet telâkki ettiler.

İttihadı, tesanüdü intaç eden bu hareketi sadece Allah rızası için, hâlis bir niyetle ve samimiyetle yaptıklarından, mensubu oldukları şahs-ı mâneviye kemiyetlerinden çok daha büyük güç verdiler.

Zira, “Niyet-i hâlisenin dahi kerâmeti vardır. Samimiyetin dahi kerâmeti vardır. Bahusus Lillah için olan bir uhuvvet dairesindeki kardeşlerin içinde ciddi, samimî tesanüdün çok kerâmetleri olabilir. Hatta şöyle bir cemaatin şahs-ı mânevîsi bir veli-i kâmil hükmüne geçebilir, inayâta mazhar olur.”

30.03.2008

E-Posta: [email protected]




Abdurrahman ŞEN

Ahmet Özdemir gibi ağabeyin olsun



Türkiye’de bazı meslekler vardır ki… İşin ustaları; kendilerini yerinden edebileceği kaygısı başta olmak üzere çeşitli vesvese ya da kıskançlıklarla arkalarından gelenlere bilgi kırıntısı bile vermemeye özen gösterirler…

Ne yazık ki basın mesleği de bu ayıptan ziyadesiyle beslenmektedir…

Elbette her meslekte olduğu gibi basın mesleğinde de bu ayıplı duruma bulaşmaya tevessül etmeyen, paylaşmayı seven, kendine güvenen, mesleğini inanarak yapan insanlar var…

Sayıları az da olsa var!

İşte o isimlerden biridir sevgili Ahmet Özdemir Ağabeyim…

Az sayıdaki ehil, usta, işinin ehli, bilgili, gani gönüllü, mütevazi bir meslek büyüğüm Ahmet Ağabey…

Kalemini eğip büğmeyen…

Kalemini günlük siyasetin çalkantılarına teslim edip, “o şunu dedi, bu şunu dedi”cilerden olmaktansa, daha kalıcı olanı, kültürünü tanıtmayı seçen bir meslektaş Ahmet Ağabeyim...

Halk kültürümüzün gerçek bilgelerinden.

Benim açımdan sadece bir meslek büyüğü değil elbette.

Hemşehrim… Hemşehrisi olmaktan gurur duyduklarımdan hem de…

İkimiz de—ne mutlu ki—âşıklar yatağı, medeniyet otağı, yiğidolar yatağı Sivaslıyız…

Okuldaşım… İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde hemen hemen, edebiyat dünyamızın son nesil büyük hocalarından okumuş olmamızın ortak güzelliğini paylaşıyoruz…

Az önce işaret ettiğim gibi meslektaşız… Gazeteciyiz.

Hakkını veremesem de mahalledaşız da.

Dergi denemelerimin ilki olan Cemre’yi, 1982 Temmuz’unda yayınladığımızdan kısa bir süre sonraydı… Dergimiz hakkında Ortadoğu Gazetesi’nde geniş bir tanıtım yazısının çıktığını haber verdi dostlar… Gazeteyi aldık ki; tam bir sayfa Cemre’ye ayrılmış…

Dergimiz hakkında bu değerlendirme yazısını yazan Mehmet Zeki Akdağ Ağabeyimizdi…

Hemen Ortadoğu Gazetesi’ne gidip, bize o desteği veren kişiye teşekkür etmek istedik. Murat Şimşek’le beraber gazeteye gittik… Büyük bir sıcaklıkla bizi karşılayan Zeki Ağabey Sivaslı olduğumu öğrenince hemen Ahmet Ağabeye seslendi…

Bugün, o ilk “merhaba” üzerinden 26 güzel yıl geçmiş.

Kültürel zenginleşmeme katkılar sağlayan ağabeylerden biriyle tanışmış olmanın 26’ıncı yılında, onun adına bir saygı günü düzenlenmiş olması ne güzel.

Evet… Sanatalemi.net sitesi yazarları hakkında düzenlenen toplantılar serisinden; Sadık Yalsızuçanlar ve Abdurrahman Şen’den sonra Ahmet Özdemir Ağabeyimiz için de 29 Mart Cumartesi günü saat 16.00’da Türkiye Yazarlar Birliği (Kızlarağası Medresesi)’nde bir toplantı düzenlendi.

Vefatının 10. yılında, 15 Mart’ta Özkan Yalçın için sanatalemi.net sitesiyle birlikte ilk programı düzenleyen Edebiyat Sanat ve Kültür Araştırmaları Derneği (ESKADER) yöneticileri, kültürümüze çok değerli ve kalıcı eserler kazandıran araştırmacı yazar Ahmet Özdemir için de hak ettiği bir organizasyona imza attılar.

Şair ve yazar Bestami Yazgan’ın yönettiği ve Eminönü Belediyesi’nin de katkıda bulunduğu programda söylenebilenler, Ahmet ağabey hakkında söylenmesi, yazılması gerekenlerin su üstünde görünen kısmıdır…

Ahmet Özdemir Ağabeyin programa katılabilen dostlarından ancak bir kaçı –zamanın elverdiği ölçüde- onunla ilgili düşüncelerini, görüşlerini, anılarını paylaştı programa katılanlarla…

Ahmet ağabey çok yönlü bir kâlem erbabıdır…

Ahmet Ağabeyim gazetecidir… Kelimenin gerçek anlamında gazetecidir. İşin mutfağında da tezgâhında da başında da hakkıyla bulunmuş, mesleğinin hakkını her aşamada vermiş bir gazeteci…

Ahmet Ağabeyim iyi bir biyografi yazarıdır, araştırmacıdır…

Pir Sultan Abdal, Âşık Veysel, Karacaoğlan, Dadaloğlu, Gevherî, Dertli, Hacı Bayram Velî, Eşrefoğlu Rûmî, Şarkışlalı Serdarî, Kelkitli Âşık Serdarî, Âşık Cafer, Sefil Selîmî, Ahmet Haşim, Cenap Şahabettin, Abdülhak Hamid, Tevfik Fikret, Sait Faik, Muallim Naci, Rıza Beşer gibi bir çok kültür insanımızı; yöreleri ya da inançları doğrultusunda istismar etmeden, gerçek eksenlerinde tanıtan bir araştırmacı ve biyografi yazarıdır Ahmet Ağabeyim…

Ahmet Ağabeyim mütevazı bir şairdir de aynı zamanda… Şaircik, değil… Şair…

Ahmet Ağabeyim hikâyecidir de… Hem de yabana atılamayacak türden bir hikâyeci…

Ahmet Ağabeyim Âşık Veysel gibi bir ustanın ülkemizde tanınması yolunda en fazla emek verenlerden bir halk kültürü sevdalısıdır aynı zamanda… Gerçek anlamda halk edebiyatı uzmanıdır…

Ahmet Ağabeyim; günümüzde, “halk edebiyatı” denilince—tereddütsüz—başvurulacak ilk 3 isimden biridir…

Ahmet Ağabeyim; halk kültürümüzün gerçek bilgelerindendir anlayacağınız…

Bana, “Nasıl yazar oldun?” gibi bir soru yöneltildiğinde, katkılarını da anlatarak; Mustafa Miyasoğlu, Tahir Kutsi Makal, Zeki Akdağ ve Ahmet Özdemir isimlerini hep özel ve ayrı bir yere koyarım…

İşte bu 4 isimden biri olan Ahmet Ağabeyim, 25 Nisan’da 60 yaşını tamamlayacak…

İlk yazısının 1962’de “Pancar” dergisinde yayınlanması üzerinden geçen 46 yıl sonra, geniş çaplı bir programla hatırlandı, hatırlatıldı…

Kıymetlerimizin kıymetlerini yaşarken bilmemize ve bilmelerine vesîle olan bu programa emeği geçen herkese sonsuz teşekkürler…

Ahmet Ağabeyime daha nice uzun yazı yılları ve eşiyle, çocuklarıyla, torunlarıyla kısaca bütün ailesi ve sevenleriyle, bol okurlu nice sağlıklı yıllar diliyorum…

Son ifadem ise başlıkta!

30.03.2008

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Şevkin ikinci düşmanı



Birbiri ardı sıra, hattâ bazan iç içe gelen zorluk ve engellerle dolu bir imtihan meydanı niteliğindeki dünya hayatında insanın şevkini kırıp onu tenbellik zindanına atacak en tehlikeli düşmanlardan ikincisi, hizmet ehlinin kendisini başkalarından, diğer hizmet arkadaşlarından farklı ve üstün görme duygusu.

Yeis engelini ümit kılıcıyla öldüren hizmet erbabı, bundan sonraki etapta bu hissin istibdadıyla karşı karşıya gelir. Hele başkalarında bulunmayan farklı meziyet ve kabiliyetlere sahipse, bu istibdada boyun eğme riski çok büyür.

Burada söz konusu “üstünlük” hissinden söz edilirken “istibdat” kelimesinin kullanılması çok manidar. Demek ki bu duygu, insanın iç âleminde şiddetli bir baskı ortamı oluşturuyor.

Bu baskıya teslim olan insan ne kadar zeki ve kabiliyetli olursa olsun, diğer hizmet erbabını kendisinden küçük görerek onları rencide ettiği için, şahs-ı manevînin haricine sürüklenir.

Ve kendini beğenmişlik duygusunun istibdadı altında, kendi kendisini tecrit edip yalnızlığa mahkûm edecek bir sürece girer. Bu tecrit halinin varacağı yer ise, zekâ ve kabiliyetlerini köreltecek zindan-ı ataletten başka birşey olmaz.

Meylü’t-tefevvuk, kendisini başkalarından farklı ve üstün görme hissinden kaynaklanan bu istibdat ve baskı tezahürleri için Üstad, “Müzahemetsiz (çekişmesiz) olan hakkın hizmetinin yerini zapteder, himmetin başına vurur, atından düşürttürür” ifadelerini kullanmakta.

Demek ki, burada ciddî bir eksen kayması oluyor. Asıl hedef hakka hizmet iken, üstünlük duygusu nazarları oradan çevirip “ene”ye döndürüyor ve bu durum hizmet ehli arasında çekişmelere yol açıyor. Ve sonuçta hakka hizmetin yerini, kendisini beğenmiş insanların ardı arkası gelmeyen kavga ve çatışmaları alıyor.

Bu kavgaların artarak devamı da, bir şekilde yatışması da bu sonucu değiştirmiyor: Şevkleri kırılan insanlar tenbellik zindanına atılıyorlar.

Himmeti şevk bineğinden düşürmek suretiyle hizmet ehlini yolundan alıkoyan bu düşmanı alt etmenin tek çaresi, hakka hizmetin aslını ve ruhunu oluşturan ve hayata da gerçek anlamını veren “rıza-yı İlâhî” hedefine yönelmek. “Allah için işleyiniz, Allah için görüşünüz, Allah için çalışınız” sözlerindeki mânâları yaşamak.

Hizmet sadece ve sadece Allah için yapılmalı ki, bu çeşit süflî hislere mağlûp olunmasın.

Allah’ın insana bahşettiği üstün meziyet ve kabiliyetler, ancak Onun yolunda, Onun rızası dairesinde kullanıldığı zaman anlam ve değer kazanır. Aksi takdirde sahibini yoldan çıkarır.

Kaldı ki, yaratılışı acz, fakr ve noksanlıklarla yoğrulmuş olan insanın, hiçbir şekilde üstünlük duygusuna kapılıp böbürlenmeye ve başkaları üzerinde tahakküm kurmaya asla hakkı yok.

Unutmayalım ki, mazhar kılındığımız bütün iyilikler Allah’tan, fenalıklar ise nefsimizdendir.

İşin bir diğer ciheti de şu: İhlâs Risalesi’nde anlatıldığı üzere, hakka hizmet büyük ve ağır bir defineyi taşıyıp muhafaza etmek gibidir. O defineyi omuzunda taşıyanlar, ne kadar kuvvetli eller yardıma koşsalar, daha çok sevinirler. Üstünlük hissiyle onları dışlamak ve kıskanmak bir tarafa, bağırlarına basar, onların fazilet, meziyet ve hizmetleriyle samimane iftihar ederler.

Hakka hizmet için yapılanları rıza-yı İlâhî hedefine ulaştırıp muvaffak kılacak ihlâsa sahip yekvücut ve sarsılmaz bir şahs-ı manevî ruhunun teşekkül ettiği yerde hiç tenbellik olur mu?

Tam tersine, bir vücudun âzaları gibi birbirini tamamlayan, kusurlarını örten, noksanlarını ikmal eden, eksilerini değil, artılarını, yani Cenab-ı Hakkın bahşettiği haslet ve kabiliyetlerini ortak bir hedef ve ideal için istihdam-ı İlâhînin teşkil ettiği şahs-ı manevîye vakfeden hizmet erbabı, hiç eksilmeyen bir motivasyon kaynağına sahip oldukları için hep dinamik ve şevklidir.

Ferdî veya umumî çapta şevk kıracak sebeplere karşı en iyi sığınak da o şahs-ı manevîdir...

30.03.2008

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Siyahlar ülkesinde



Afrika kıt’ası, geri bırakılmış olmanın sancısını çekiyor. Yeraltı kaynakları bakımından zengin olsa da, “Asya münafıkları ile Avrupa’nın dessas zalimleri” bu imkânları, kıt’ada yaşayanların elinden almış ve koca kıt’ayı fakir fukara haline getirmiş.

Sudan, Afrika kıt’asında yer alan ve toprak büyüklüğü bakımından Türkiye’den 3 kat daha büyük bir ülke. Bu büyüklüğüne rağmen, fakir ve fukaralığa mahkûm edilmiş bir ülke.

Tarihî bilgilere göre, Araplar bu ülkeye geldiğinden “Siyahlar ülkesi” anlamında “Bilad-us Sudan” demişler, ancak ilerleyen yıllarda sadece Sudan denilmeye başlamış. Sudan’ın maddî ve manevî pek çok problemleri var. 40 milyon civarındaki nüfusun büyük çoğunlu (yüzde 80’e yakını) Müslüman, yüzde 10’a yakını Hıristiyan ve kalan kısmı da değişik inançlara mensup durumda.

İnsan Hak ve Hürriyetleri Vakfı’nın (İHH) davetlisi olarak kalabalık bir gazeteci grubuyla Sudan’dayız. Nasip olursa Pazartesi günü Türkiye’ye dönmüş olacağız. Sudan seyahatinin sebebi, İHH’nın öncülüğünde bu ülkede bir ‘katarakt ameliyat merkezi/hastahanesi’ kurulmuş olması. Niçin Sudan ve niçin katarakt sorusu akla gelebilir. Bunun da uzun uzadıya izaha ihtiyacı olabilir, ama kısaca, ‘katarakt’ın ameliyatla tedavi edilebilecek bir tür ‘körlük’ olduğunu ve Sudan’da bu hastalığa yakalananların 2 milyonu aştığı hatırlanırsa, Sudan’daki vahim durum anlaşılır.

3 günlük bir ‘gözlem’le etraflıca değerlendirme yapmak elbette yanıltıcı olabilir. Ancak Sudan’ın geleceğinin parlak olacağını söylemek zor değil. Pek çok eksiğine rağmen, son yıllarda turizm yatırımlarında gözle görülen bir artış olduğu ifade ediliyor. Nil Nehri kenarında yükselen oteller, bu gelişmenin en bariz misali. Aslında bütün İslâm ülkelerinde olduğu gibi Sudan’da da ortak problemler var. Yine her dünya ülkesinde olduğu gibi Sudan’da da zengin-fakir arasında uçurumlar var. Tabiî bu durum, sadece İslâm ülkelerinin değil, bütün dünyanın problemi. Dünyanın kaynakları bütün insanlığa fazlasıyla yetebilecekken, hırs sebebiyle zenginler daha çok pay alıyor, fakirler ise bir anlamda ölüme terk ediliyor. Elbette zengin ve fakir arasında bir gelir ve seviye farkı olacak, ama bu fakirlerin ölümle karşı karşıya kalmasını sonuç vermemeli.

Sudan’da da 4 çarpı 4 araçlar caddeleri süslerken, öte yanda ‘asırlık’ arabalar da göze çarpıyor.

Belki de Sudan’ın yapabileceği ama nedense ihmal ettiği bir durum daha var: Nil-i Mübarek’den (Nil Nehri) yeterince istifade edememesi. Nil Nehri denince akla Mısır geliyor. Oysa Sudan bu konuda en az Mısır kadar avantajlı. Üstelik Nil Nehrinin iki ayrı kolu olan ‘Beyaz Nil’ ve ‘Yeşil Nil’ tam da Sudan’ın başşehri Hartum’da birleşerek Mısır’a doğru akıyor.

Hartum’da Nil Nehri üzerinde sadece küçük ‘kayık’ gezileri yapılıyor ki, bunu ‘Nil Nehrinden istifade etmek’ şeklinde yorumlamak imkânsız. Gördüğümüz kadarıyla Nil’den sulama anlamında da gereği gibi istifade edilemiyor. Kısa Nil turumuz esnasında çok sınırlı sayıda sulama motorlarının çalıştığına şahit olduk ve bereketli Nil’in bir anlamda boşa aktığına kanaat getirdik. Hartum’un merkezindeki güzel bir camide edâ ettiğimiz Cuma namazı ise ayrı bir lezzet verdi. Kelime kelime anlamasak da, cami imamının verdiği hutbede ‘ortak değerler’den bahsettiği anlaşılıyordu. Bir şey daha dikkatimizi çekti: Hartum’da da camileri dolduranlar arasında çok sayıda genç var. ‘İhtida öyküleri’ne camiler de şahitlik ediyor. Cuma namazı sonrası bir Hıristiyan genç İslâma teslim oldu ve bu ‘tören’ de ayrı bir şevk unsuru oldu. Demek ki Sudan’da ihtidalar müftülüklerde değil, camilerde, halkın gözü önünde icrâ ediliyor. Aslında güzel bir uygulama. Aynı şey Türkiye’de yapılsa şevke medar olmaz mı?

Genelde İslâm dünyanın, özelde Sudan’ın da çok problemleri var. Ama ümitvârız. Sudan da ‘su’dan sebeplerle engellenmezse, kısa sürede zengin, huzurlu ve müreffeh bir ülke olabilir.

30.03.2008

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

Ankara’nın gündemi ile halkın gündemi uyuşmuyor



Ankara’daki gündemin birkaç olayda kilitlenmesinden dolayı pek çok meselenin üzeri örtülüyor. Haftalardır yazıyoruz, yeni anayasa, düşüncenin önünde engel olan maddelerin bir türlü gündeme getirilmemesi, ekonomideki yaşanan sıkıntılar gibi halkı ilgilendiren pek çok konu “Ankara’nın gündemi”ne adeta kurban ediliyor.

Halkın gündeminde olan diğer sorunları sıralarsak, başörtüsü yasağı bir türlü kaldırılamadı. İfade özgürlüğünün önündeki engeller hâlâ duruyor. Demokrasi ve hukukun üstünlüğü konusunda sorunlar derinleşiyor. Meslek liselerine uygulanan katsayı adaletsizliği bu sene de çözülemedi, çözümü bir başka bahara kaldı. Tabiî bunlar bir çırpıda aklımıza gelenler…

* * *

Ankara’nın gündemi ile halkın gündemi aynı değil. Karabük’ten arayan bir okurumuz geçen hafta yazdığımız bu yöndeki bir yazımıza dikkat çekerken, “Bizim gündemimiz işte bunlar. Gazetelere ve televizyonlara bakıyoruz, bizi ilgilendiren bir şey göremiyoruz. Ergenekon operasyonları veya AKP’nin kapatılma konusu yargının işi. Bize niye bu gündem dayatılıyor? Çiftçinin, esnafı durumu kötü. İş yapamaz hale geldik. Niye bunlar gündeme getirilmiyor” diye şikâyette bulununca, masamın üzerinde duran iki eğitim sendikasının yaptığı anket çalışmaları gözüme ilişti.

Ekonomideki belirsizlik sürer, dolar ve euro almış başını giderken, başta dar gelirli olmak üzere, esnaf, çiftçiler, çalışanlar hep sıkıntı içine düşüyor. Devlet Bakanı Nazım Ekren, “millî gelirimiz 9 bin dolar” dese de kimse inanmıyor. Çünkü işsizlik, açlık ve yoksulluk sınırı artıyor. Bu yüzden, matematik oyunlarıyla bir gecede artan millî gelire vatandaş sinirli bir şekilde gülümsüyor.

* * *

Halkın gündeminde olan sorunlardan birisi de eğitim… Eğitim sorunlarının başında katsayı adaletsizliği ve başörtüsü yasağı geliyor. Bunun yanında bir de eğitim çalışanlarının sıkıntıları var.

Türk Eğitim-Sen’in Türkiye genelinde 2 bin 546 eğitim çalışanı ile yaptığı anket çalışması eğitim çalışanlarının sosyo-ekonomik durumunu gözler önüne serdi. Ankette çarpıcı sonuçlar çıktı. Ankette ortaya çıkan sonuçlardan bazılarını sıralarsak çocuklarımızı geleceğe hazırlayan eğitimcilerin hal-i pürmelâlleri ortaya çıkıyor.

“Eğitim çalışanlarının yüzde 83.6’sı geçimini sağlayamıyor, yüzde 32.4’ü ek iş yapıyor. Ek işler sıralandığında, her türlü iş, boya, badana, tamirat, bahçe işleri, pazarcılık, hamallık, nakliyecilik, kalorifer tamiratı, çaycılık ortaya çıkıyor. Eğitim çalışanlarının yüzde 90.8’inin kredi kartı borcu ya da taksiti bulunuyor. Yüzde 59.1’i kirada oturuyor. Eğitim çalışanlarının yüzde 69.4’ü çocuğunu dershaneye gönderemiyor, yüzde 74.7’si her gün gazete okuyamıyor, yüzde 53.1’i tatilini evinde geçiriyor, yüzde 18.4’ü de tatilde çalışıyor. Eğitim çalışanlarının yüzde 36.2’si çocuğunun doktor, yüzde 12’si mühendis/mimar, yüzde 10.5’i öğretmen, yüzde 8.1’i avukat, yüzde 5.7’si akademisyen, yüzde 5.1’i bankacı, yüzde 2.5’i polis olmasını istiyor…”

Diğer bir çalışma ise Bağımsız Eğitimciler Sendikası’ndan. Çalışmaya göre dershaneler eğitimin kanayan yarası. Devlet okullarında yeterli eğitim verilmediği için veliler çocuklarını dershanelere ve özel okullara göndermek zorunda kaldığı belirtilen çalışmada, dershanelere öğrenci başına 2 ile 15 milyar arasında ödemeler yapan ailelerin, çocuklarını dershaneye göndermediği takdirde anne baba olarak elinden geleni yapmamış konumuna düştüğünü ortaya koyuyor. Sendika “Özel Dershaneler Mercek Altında” adlı çalışmasından çıkan sonuca göre; özel dershaneler artık kanayan bir yara olma durumundan çıkartılmalı, eğitimin ağırlığı okullara kaydırılmalı, rant ticaretine dönen bu sistem artık sona erdirilmeli…

Burada Memur-Sen Konfederasyonu’nun “Memurun Yaşam Memnuniyeti Araştırması”ndan da bahsetmek lâzım. Bu araştırmaya göre de memur halinden memnun değil. Memnuniyetsizliğin başında ise maaşlar. Her 10 memurdan sadece üçü kazancından memnun. 51 ilde 10 bin kişi ile yapılan bu araştırmanın sonuçlarından birisi de kadın memurların daha umutsuz olması. Araştırmaya göre memurlarda kamunun hizmetinden memnun değil. Araştırmada en çok şikâyet edilen kamu hizmeti, eğitim. Bu hizmetten memnun olan memur oranı sadece yüzde 20,71. Adlî hizmetlerden memnun olanların oranı yüzde 21,36, bilgi edinme işlemlerinden memnun olanların oranı yüzde 21,98, belediye hizmetlerinden memnun olanların oranı 23,40, asayiş hizmetlerinden memnun olanların oranı 29,89…

Bu araştırma sonuçlarına bakıldığında, halkın gündemi ile Ankara’nın gündeminin uyuşmadığı ortaya çıkıyor. Ve halk seçtiklerinden kendi sorunlarına çare olmasını bekliyor.

30.03.2008

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

“Göz yaşarır, kalb mahzun olur”



Denge dinidir İslâm. Aşırılıklara müsaade etmez. Zaten yer ve gökler de bu dengeyle ayakta durmaz mı?

Fatiha Sûresinde günde Allah’tan en az kırk defa “Bizi dosdoğru yolda sabit kıl” derken aşırılıklardan uzak orta yolu istemiyor muyuz?

Önemli olan olaylar karşısında insanın tavrını belirlemesidir.

Meselâ ölüm hadisesi gibi bir olayda Allah Resûlü (asm) nasıl dengeyi korumamız gerektiğini bizzat oğlu İbrahim’in ölümünde göstermiştir.

Allah Resûlü (asm) ağlayınca Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer onu tesellî etmişlerdi. “Sen ki Allah’ın hakkına, büyüklüğüne en çok riâyet eden insansın.”

Allah Resûlü buyurdular ki: “Göz yaşarır, kalb hüzünlenir. Biz Allah’ın razı olmayacağı sözü söylemeyiz. Ey İbrahim, eğer ölüm başa gelecek bir hakikat, herkesin muhatap olacağı birşey olmasaydı, geride kalanlar öncekilerin peşinden gitmeseydi bugünkünden daha fazla üzülecektik. Biz senin ölümünden dolayı çok üzgünüz.”1

Evet, Allah Resûlü (asm) denge insanıydı. Her bakımdan örnekti. Ölüm mukadderdi. Herkesin başına gelecekti. Umumi bir caddeydi. Bediüzzaman Hazretleri de meseleyi şöyle açar: “Eğer dünya ebedî olsaydı ve firak [ayrılık] ebedî olsaydı, elimâne teessürat [üzüntüler], meyusâne teellümatın [ümitsizcesine acıların] bir mânâsı olurdu. Fakat dünya bir misafirhanedir. Vefat eden çocuk nereye gitmişse, siz de, biz de oraya gideceğiz ve hem bu vefat yalnız ona mahsus değil, umumî bir caddedir. Hem, madem müfarakat [ayrılık] dahi ebedî değil, ileride hem berzahta, hem Cennette görüşülecektir. ‘Elhükmü lillah’ [Hüküm Allah’ındır] demeli. O verdi, O aldı, ‘Elhamdülillahi alâ külli hâl’ [Her halimizden dolayı Allah’a hamd olsun] deyip sabır ile şükretmeli.”2

Her mü’min bilir ki ölüm yokluk, hiçlik değildir. Geçici bir ayrılıktır. Tekrar sevdiklerimizle buluşacağız. Hem de sonsuza dek. Ölüm sonsuz bir hayatın başlangıcı, dünya sıkıntılarından kurtuluş olduktan sonra ölümden niçin korkalım ki?

Ölüm esnasında elbette insan üzülür, ağlar, ama bu kendini kaybedecek, saçını başını yolacak, dizlerini dövecek, inleyip sızlayacak tarzda olmamalı. Kaza ve kadere rıza göstermeli. Kâinatta tesadüfen hiçbirşeyin olmadığını, ecelin de takdir edildiğini düşünüp, “Kadere iman eden kederden kurtulur” sırrınca mükâfatını düşünüp sabır ve tevekkülle karşılamalı.

Dipnotlar:

1- İbni Mace, Cenaiz: 53.

2- Mektûbât, s. 80.

30.03.2008

E-Posta: [email protected]




Hüseyin GÜLTEKİN

Bir boşanma hikâyesi



“Hanım , biliyorsun sabahleyin kahvaltı yapmadan evden çıktım. İş yerinde bir simit ile bir çayla kahvaltı yapmış oldum. Akşama kadar aç mideyle mesai yaptım... Çabuk bir şeyler hazırla...”

“Haklısın Aliciğim. İnan benim senden farkım yok. Gece yarısına kadar çocuk uyutmadı. Sabah zor uyandım. Ben de senin gibi iş yerine aç gittim. Ayak üstü birşeyler atıştırarak idare ettim. Öyle yorgunum ki, ne olur beraber mutfakta bir şeyler hazırlayıp yiyelim.”

“Olur beraber hazırlayalım hanım... Ama maalesef her gün böyle oluyor. Üstelik bulaşıkları da çoğu zaman ben yıkıyorum.”

“Ali bey, söylediklerin doğru olabilir, fakat düşün ki ben çalışan bir bayanım. Senin gibi ben de akşama kadar mesâi yapıyorum. Yemeği beraber hazırlamamız çok mu Allah aşkına? Sonra sen yemeğini yedikten sonra televizyonun başında çayını içip dinlenebiliyorsun, ben ise çocuğun bakımını yapıyorum, evin diğer işlerini yaptıktan sonra, gece yarısına doğru yatabiliyorum... Öyle değil mi Aliciğim?”

Ali bey, işin her zaman olduğu gibi bir kavgaya varacağını hesap etmiş olmalı ki; “Hatice tamam tamam, haydi mutafa” diyerek hızla yerinden kalkarak mutfağa girdi. Arkasından da hanımı geldi. Vakit bir hayli ilerlemişti. Bu saatten sonra yemek hazırlamak zaman alacağından, bir güzel kahvaltı yaptılar.

Daha sonra Ali bey, elindeki çayı yudumlayarak oturma odasına yöneldi ve “Bak Hatice, kaç gündür şu perişan üst baş ile okula gidiyorum. Üzerimdeki gömlek kirlendi. Elbisede ütü diye bir şey kalkmadı. Bir bakıver, temiz gömleğim, ütülü elbisem var mı?”

“Ali hatırlarsan geçen sefer bunun kavgası yapıldı. Sanki fazladan zamanım var, sanki keyfimden ütünü yapmıyorum. Eve gelince lütfen bir de sen bana yapamayacağım işleri söyleme.”

“Öğrenebilir miyim acaba ‘yapamayacağın işler’ hangileri, yapacağın işler hangileri?..”

“Ali bey, evlenirken bütün bunları konuşmadık mı? Ne çabuk unutuyorsun. Sana tâ ilk günden ‘İkimiz de çalışıyoruz, bunun için evin bütün işlerini beraber yapacağız. Hatta çoğunu sen yapacaksın veya birilerine yaptırtacaksın’ demiştim. Bunların hepsini ilk günden kabul ettiğin halde, şimdi benden iş istiyorsun...”

Benzeri tartışmaları yaşayan ve bu konuşmaların yine mutad bir kavga habercisi olduğunu anlayan Ali bey, Hatice hanımın yaptığı gibi sert bir üslûbu kullanmadan, kırıcı olmamaya nefsini ikna etti. Ama o da bunun artık böyle gitmeyeceğini anlamış olmalı ki, kendini savunma kabilinden “Hanım, söylediklerinde doğruluk payı var... Ama lütfen kendini benim yerime koyar mısın? Çalıştığını, yorulduğunu elbette görüyorum... Bunun için elimden geldiği kadar sana yardımcı oluyorum. Ama sen de daha fazlasını benden isteme... Nerede görülmüş evin bütün işlerini erkeğin yaptığı? Böyle olacaksa biz niye evlendik? Ben sanki halen bekârlık hayatını yaşıyorum. Hatta evlendikten sonra sırtımdaki yük daha da arttı. Ayrıca bu ev sanki ikimiz için bir otel. Gündüzleri zaten ayrı yaşıyoruz. Akşam bir araya gelince de kavga gürültü... Söyler misin Hatice, böyle evlilik olur mu? Ne olacak bu halimiz?”

Beyinin bu sözlerini dinleyen Hatice hanım daha da sertleşerek; “Anlaşılan verdiğin sözleri unutmuşsun. Ve çalışan bir hanımla bu evlilik yürümeyecek. Rahatına düşkün bir erkeğin yapacağı en doğru evlilik, hiç çalışmayan bir ev hanımıyla olmalı. Tahminim sen de böyle düşünüyorsun. Eğer böyle ise, vakit geçirmeden boşanma dilekçelerini verelim.”

“Dilekçeleri verelim hanım, verelim” diyerek Ali bey de kararını verdi.

30.03.2008

E-Posta: [email protected]





Süleyman KÖSMENE

Kısa kısa



Metin Bey:

*“Dinde kin gütmenin yeri nedir?”

Söz Peygamber Efendimizin (asm):

* “Zandan sakının. Çünkü zan, insanın içinden geçen en yalan şeydir. İnsanların gizli yönlerini araştırmayın, ayıplarını öğrenmeye çalışmayın, birbirinize karşı üstünlük yarışına girmeyin, birbirinize haset etmeyin, birbirinize karşı kin beslemeyin, birbirinize sırt çevirmeyin. Ey Allah’ın kulları kardeş olunuz.”1

* “Bir kimse Allah’ın belirlediği cezalardan birinin uygulanmaması için aracı olursa, bundan vazgeçinceye kadar Allah’ın gazabına hedef olmaya devam eder. Bir kimse, hakkında bilgisi olmadığı bir dâvâda bir Müslüman kardeşine aşırı kin duyarsa, o kişinin hakkı konusunda Allah ile çekişmiş olur, Allah’ın gazabına maruz kalmak için aşırı bir cür’etkârlık göstermiş olur ve kıyamet gününe kadar sürekli Allah’ın lânetine uğrar. Bir kişi dünyada iken kötülemek gayesiyle bir Müslüman kardeşi hakkında bir iftirayı yayarsa, Kıyamet Günü bu suçun cezasını çekinceye kadar ateşte asılı tutmak Allah’ın üzerine bir hak olur.”2

* “Şu sekiz sınıf insan Kıyamet Günü yaratıklar içinde Allah’ın en çok buğz ettiği kimselerdir: 1- Yalancılar, 2- Kibirliler, 3- Müslüman kardeşine karşı göğsünde kin tutanlar, 4- Onlarla karşılaştıklarında, içlerinde sakladıklarının tersi bir tavır takınanlar, 5- Allah ve Resûlüne (asm) itaate çağırıldıklarında ağırdan alıp, şeytan ve emirlerine davet edildiklerinde ise hızla koşanlar, 6- Hiçbir şekilde hakları olmadığı halde en ufak bir dünyalık dahi gözlerine çarpar çarpmaz yemin ederek ona sahiplenenler, 7- Söz götürüp getirenler ve dostların arasını ayıranlar, 8- Suçsuz kimselerin ayağını kaydırmak isteyenler. İşte Aziz, Celil ve Rahman olan Allah, bunların yaptıklarını çok çirkin karşılıyor.”3

***

İzmir’den okuyucumuz:

*“Kayıp bir eşyâ bulduğumuzda neler yapmalıyız? Kayıp eşya kullanılır mı? Kullanılırsa şartları nelerdir?”

Buluntu mallara, yani yolda veya umûmî bir yerde bulunan ve sahibi bilinmeyen mallara İslâm hukukunda “lukâta” denir.

Lukâtâyı almanın hükmü ikidir:

1- Eğer lukâtânın kaybolacağı, telef olacağı, zayi olacağı, çalınacağı ve sair olumsuzluklarla mal sahibine ulaşmayacağı anlaşılırsa, mal sahibine ulaştırmak amacıyla el koymak farzdır.

2- Eğer lukâtâ zayi olma, çalınma ve telef olma korkusu duyulmayan ve mal sahibine ulaşacağı bilinen emin bir yerde bulunuyorsa onu oradan almak farz değildir.

Kayıp bir mal bulunduğunda, imkânlar ölçüsünde elde bulunan bütün duyuru araçları kullanılarak ilân edilir. İlân edilirken malın cinsi, miktarı, modeli, markası, tipi… vs. mal sahibini keşfetmeye yarayan özellikleri açıklanmaz. Böylece malın, mal sahibi olmayan birisi tarafından alınmasına da engel olunmuş olur.

Sosyal iletişim araçlarıyla yeterli derece ilân edildikten sonra buluntu malın sahibi ortaya çıkmamışsa, bulan kimse serbesttir: Dilerse onu bir süre daha elinde tutar, dilerse bir fakire geçici sadaka olarak verir. Dilerse ve kendisi de fakir ve muhtaç durumdaysa bu malı kendisi kullanır. Şayet bir süre sonra mal sahibi ortaya çıkarsa, mal tekrar mal sahibine iade edilir veya bedeli ödenir.

Sahibinin lukâtâyı aramayacağını bilen kişi bundan faydalanabilir. Meselâ devşirilmiş bahçeden arta kalan veya yere dökülen meyveden sahibinin yararlanmayacağı kesin olarak biliniyorsa, toplanıp kullanılabilir.

Fakat sahibinin bunu kullanmayacağı bilinmiyorsa, bu mal kullanılamaz; mal sahibi haberdar edilir. Mal sahibi bilinmiyorsa ilân edilir.4

Duâ

Allah'ım! Bizi Kendine kul eyle! Kalbimizi yüce Zâtına âit marifetle doldur! Kalbimize şeytana âit vesvese, evham, kötü duygular, kin ve nefret verme! Kalbimize rızân ile çerçevelenmiş şekilde sevgi, şefkat, insaf ve merhamet ver! Bizi sevgisiz kılma! Bizi şefkatsiz kılma! Bizi insafsız kılma! Bizi merhametsiz kılma! Bizi acımasız kılma! Bizi adâletsiz kılma! Bizi zâlim kılma! Bizi fesatçı kılma! Bizi münkir kılma! Bizi kul hakkıyla huzuruna aldığın kullarından eyleme! Bizi bağışladığın kullarından eyle! Müslümanlarla helâlleşme fırsatı vermeden canımızı alma! Müslümanlarla ve akrabalarımızla helâlleşmemizi nasip kıl ve kolaylaştır!

Dipnotlar:

1- Câmi’üs-Sağîr,2/1576

2- Câmi’üs-Sağîr, 2/1612

3- Câmi’üs-Sağîr, 3/1905

4- Fetâvâ-yı Hindiye, 4/377

30.03.2008

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Deliden al haberi...



Türkçe’de güzel bir deyim vardır: “Deliden al uslu haberi” derler. Arapça’da da buna benzer deyimler vardır. ‘Huzi’l hikmete min efvahi’l mecanin’ bunlardan birisidir. ‘Hikmetli sözü delilerin dilinden öğren’ denilir. Jirinovski denilen bazen de Şirinovski şeklinde telâffuz edilen çatlak Rus politikacı aslında tam şirinlik ve evlere şenlik bir adam. Bu gibi adamlara işaret fişeği ve ses ve sis bombası diyorlar. Görevleri başkalarının söyleyemediği gerçekleri yalpalamadan ve yalın bir biçimde söylemek. Jirinovski de ses bombalarından birisi. Rusya doğrudan söyleyemediklerini delilerine söyletiyor. Böylece hem mesaj verilmiş oluyor, hem de ‘Delidir ne yapsa yeridir’ diye pek fazla ciddiye alan veya tepki gösteren de olmuyor.

Kaddafi de aslında Jirinovski gibi işaret fişeği olacağına hasbe’l kader Libya lideri olmuştur. Time dergisine göre, Avrupa’nın demogogu olan Sarkozy de böyle bir adam. Aslında Jirinovski ile Sarkozy uyumlu bir ikili olabilir. Elbette farkları var, ama ikisinin de bir tarafında Yahudilik var. Akrabalar... Geçtiğimiz günlerde Türkiye’ye geldiğinde Jirinovski gayet soğukkanlı ve yerinde tahliller yaptı. Özellikle de ABD hakkında ilginç şeyler söyledi. Artık ABD’nin ‘hasta adam’ olduğunu ifade etti. Burada Jirinovski yine tecahülü arifan yaparak aslında tam tamına hikmetle konuşmuştur. Deli hikmetini dile getirmiştir. Zira Osmanlı için ilk ‘hasta adam’ ifadesini kullanan Deli Petro ve Ruslar olmuştur. Jirinosvki de onların varisi sayılır. Bu itibarla, tarih tekerrür etmiştir. Osmanlı’nın yerini ABD almıştır. Peki gerçekten de Batı çöküyor mu?

Amerikan kuyruğuna tutunmuş kimi Polonyalı liderlere sorarsanız Batı bilinenden beri yıkılıyor, ama hâlâ dimdik ayakta. Ama Fransız Dışişleri Bakanı Bernard Kouchner, International Herald Tribune gazetesinden Roger Cohen’e aynen dindaşı Jirinovski gibi söylüyordu: “The magic is over” yani sihir ve tılsım bitti. Tabii burada, Rus çıkarlarını temsil eden Jirinovski ile Kouchner’in bakış açıları birbirinden farklı. Elbette Kouchner patronu Sarkozy gibi ABD ile yakın ilişkileri savunuyor ve aynı çıkar alanını temsil ediyor. Bununla birlikte birisi ‘sihir ve tılsım bitti’ derken diğeri de ABD’yi hasta adam olarak ilan etmiştir.

‘A Stupid Conversation As the United States and Europe bicker, the Atlantic alliance is losing influence’ başlıklı Newsweek dergisinde 20 Mart 2008 tarihli yazısında Daniel Drezner şunları yazıyor: “ABD ve Avrupa siyasi, ekonomik ve demografik olarak uzun dönemde elinde tuttuğu üstünlüğüne yönelik tehdit ve meydan okumalarla karşı karşıya...” Gerçi hâlâ ABD ve Avrupa dünya üretiminin yüzde 30’unu ellerinde bulunduruyorlar ve yine dış yatırımın aslan payını (yüzde 75) temin ediyorlar. Bu açıdan, Polonya Dışişleri Bakanı Radoslaw Skorski, “Talk of decline of the West is as old as the West itself/Batı’nın çöküşü iddiası Batı’dan daha eskidir” dese de ateş olmayan yerden duman çıkmaz.

***

Batı’nın birçok çıkmazından bahsediliyor. Bunlardan birisi de Rusya ve İran’ın yanında Türkiye’nin gelecekteki yeri ve konumu. Jirinovski tam da bu noktada: “Türkler paşa çocuğu, artık kuyruk olmak yok. Gelin bizimle birlikte olun. İran, Rusya ve Türkiye birleşsin ve Rusya-Turan birliğini kuralım. Bizde para, silâh, toprak ve gaz bol. Kimseye ihtiyacımız yok. ABD bize vız gelir” şeklinde sözler söyledi. Jirinovski’yi dinledikten sonra insan ister istemez Tuncer Kılıç Paşa’yı hatırlıyor ve ‘Çabaları boşa gitmedi, karşılığını buldu’ diyor. O da yeni bir bloku; Rusya, İran ve Türkiye birliğini savunuyordu. Sonunda nihayet kendisini anlayan birini buldu.

İyimserlik sebepleri hatırlatıldığında Bernard Kouchner şunları söylemekten kendini alamıyor: “Eskiden Batı ne demekti biliyordum, şimdi ise Batı’yı tanıyamıyorum...”

***

Dolayısıyla farklı bir zamanda ve farklı bir mekânda yaşıyoruz. Batı hâlâ güçlü, ama zemin kaybediyor. Bu zemin kaybı sadece siyasî alanda sınırlı değil kendini hem siyasî, hem askerî, hem ekonomik ve hem de demografik alanda gösteriyor. Bu, Jirinovski gibi bir ‘deli’ye malûm oluyorsa, akıllılara gizli kalabilir mi?

30.03.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ahmet ARICAN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Nurettin HUYUT

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT


 Son Dakika Haberleri