Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 29 Mart 2008

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Kazım GÜLEÇYÜZ

Nur leke tutmaz



Yerli-yabancı bütün gözlemci ve sosyologların ittifakıyla, Türkiye’nin—ve dünyanın—en güçlü sosyal hareketlerinden biri olarak nitelenen Nur hareketinin en orijinal özelliklerinden biri, maruz kaldığı onca baskıya, muhatap olduğu onca tahrik ve provokasyona rağmen müsbet ve yapıcı tavrını bozmaması.

Ve şu günlerde bir kez daha bunalmış ruhları ferahlatıp gözleri kamaştıran rengârenk görüntüleriyle ve olanca ihtişamıyla temâşâya doyamadığımız muhteşem ilkbahar inkılâbını örnek alan bir metodla yürüttüğü hizmetinde, hiçbir menfî cereyanla irtibatının tesbit edilememesi.

Pırıl pırıl, ter temiz, hiçbir şaibe ve gölgenin lekeleyemediği hizmetini omuzlarken, insanların öncelikle ebedî hayatını kurtarma ve dünya hayatlarını da huzura kavuşturma olarak özetlenebilecek ulvî hedefine kararlılıkla yürümesi.

Ve dâvâsına, hiçbir dünyevî, uhrevî, siyasî, maddî, manevî, şahsî ya da cemaatî hesabın gölgesini düşürmeden yoluna devam etmesi.

Bu nurlu hareketi, önüne çıkarılan onca engele rağmen muvaffak kılan en önemli sır bu.

Sadece Allah rızasına kilitlenme hali: ihlâs....

Ve gücünü bu ihlâstan alarak hiçbir baskıya boyun eğip taviz vermeden yürürken, “Biz muhabbet fedaileriyiz, husumete vaktimiz yok” parolasını kendisine rehber edinen ve maruz kaldığı husumetleri, en önemli prensiplerinden biri olan şefkatle etkisiz kılan bir sevgi misyonu.

Böyle olunca, dünyaları köhnemiş ve çağdışı ideolojileri ile sınırlı olanların pespaye sataşmaları, saldırıları, tahrik ve provokasyonları, sahip ve tertipçilerine geri dönerek onları utançlarıyla başbaşa bırakan bumeranglara dönüşmekte.

Bu çeşit sataşma ve saldırıların arkasındaki niyet, benzeri durumlar için hep söylenegeldiği gibi, “Çamur at, izi kalsın” mantığına dayanıyor.

Ama Nur hareketinde bu taktik de işlemiyor. Çünkü bu hareket öylesine sağlam temellere dayanıyor ve o denli temiz, duru ve şeffaf ki, atılmak istenen çamurların izi kalmıyor, bir yerinden bulaştırılmaya çalışılan lekeler tutmuyor.

Nur hareketinin tarihçesi, bu çeşit tutmayan ve geri tepen tezgâhların sayısız örnekleriyle dolu. Ama birileri buna rağmen yılmıyor, usanmıyor, bıkmıyor; hâlâ yeni tertiplerin peşinde koşarak bu harekete leke sürmeye çalışıyorlar.

Son dönemdeki yeni örnekler ortada.

27 Mayıs’ı övüp idam coşkusundan söz edebilen bir sözde hukukçunun, o hezeyanları arasında, ecdadımızı temsil eden ter temiz kıyafetini diline doladığı Bediüzzaman'a sataşma saygısızlığında bulunması; AKP'ye karşı açılan kapatma dâvâsının iddianamesinde bazı belediyelerin Said Nursî ile ilgili kitaplar dağıtmasının ve bazı okullarda hazırlanan internet sitelerinde Risale-i Nur’dan hakikatli vecizelere yer verilmesinin “suç delili” olarak gösterilmesi gibi.

Ya da şu günlerde devam eden Bediüzzaman’ı anma toplantılarından birinde Üstadın 80 yaşındaki muhterem bir talebesine İslâmî ve insanî saygı ve nezaket gereği olarak gösterilen itibarın, sanki çok ayıp ve yakışıksız birşey yapılıyormuş edasıyla jurnallenerek serrişte edilmesi gibi.

Yahut bugüne kadar Bediüzzaman’a hiç kulak vermemiş, hattâ zaman zaman İmralı’daki liderinin ağzından çok ağır hücumlarda bulunmuş ve Risale-i Nur’daki mesajlarla tamamen çelişen bir eksene oturttuğu yanlış ve tahripkâr siyasetini sürdürerek, temsil etme iddiasında olduğu insanlar başta olmak üzere bütün Türkiye’ye zarar vermekte ısrarlı bir partinin doğu illerindeki mitinglerinden birinde Said Nursî posterleri açılarak onun da istismara kalkışılması gibi.

Ne var ki, seksen yıllık süreçte yaşanan tertip ve tezgâhlar gibi bunlar da ve bundan sonra muhtemel bilumum provokasyonlar da boşuna.

“En büyük hile hilesizliktir” prensibiyle yürüyen nurlu kervan, bunların hiçbirine aldırmadan, hepsini boşa çıkararak yola devam edecek.

Herşeye rağmen...

29.03.2008

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

İşgal, Irak’a demokrasi değil, gözyaşı getirdi!



Türkiye, AKP’nin kapatılması ve Ergenekon örgütünü tartışırken, hafta başında 10 günlük Ortadoğu turu yapan ABD’nin Başkan Yardımcısı Dick Cheney’yi ağırladı. Irak işgalinin mimarı olarak da bilinen Cheney işgalden önce de Türkiye’ye gelmişti. İşgalin beşinci yılında yine geldi.

Beş saatlik Ankara ziyareti sırasında Başbakan, Cumhurbaşkanı ve Genelkurmay Başkanı ile görüşen ABD’nin gizli başkanının temaslarının arka planında neler olduğu bilinmiyor. Açıklananlardan başka konular da var mıydı? Yoksa “devlet sırrı” olduğu için açıklanmıyor mu? Millet bu soruların cevabını merak ediyor.

Burada komplo teorileri de üretecek değiliz. Söyleyeceğimiz şey, ABD’nin Irak’ı işgalinin beşinci yılında hâlâ gözyaşı, açlık, sefalet, belirsizliğin sürdüğü...

Bir tarafta İsrail Başbakanı Ehud Olmert’in tehditleri devam ediyor. Gazze’de acı yöntemler kullanmaktan kaçınmayacaklarını söylüyor. Dünyanın gözü önünde Gazze’de Filistinlilerin iç yakan durumu sürüyor. Diğer yanda Irak’taki işgal devam ederken, işgalin meydana getirdiği karışıklık ve belirsizlik içinde bölgesel kalan iç savaşın bütün bölgelere yayılması endişesi var.

* * *

ABD’nin ve müttefiklerinin Irak’ı işgal etmesinin beşinci yılına girildi. 2003 yılında “Irak’a demokrasi ve özgürlük getireceğiz” diye giren ABD ve müttefiklerinin amaçlarının başka olduğu daha başından belliydi. Ancak dünya bu işgale seyirci kaldı. Birçok ülke asker göndererek işgale yardımcı oldu. Dört yılın sonunda bakıldığında, Irak’ta demokrasi de, özgürlük de yok, tam tarsine istikrarsızlık, huzursuzluk ve güvensizlik var. “Irak’ta kitle imha silâhları var” propagandası yaparak, işgali yasal bir zemine oturtmaya çalışan ABD, şimdiye kadar kitle imha silâhları bulabilmiş değil.

Sözün burasında beşinci yılına giren işgalin Irak’taki bilânçosuna bir bakalım.

Irak’ın işgalinden sonra evlerini terk edip komşu ülkelere sığınıp mülteci durumuna düşen sivil sayısı 5 milyonun üzerinde. İşgalin başladığı 2003 tarihinden bu yana ölenlerin sayısı tam olarak bilinmemekle birlikte bir milyon 200 bin civarında olduğu açıklandı. Günde ortalama 100 Iraklı öldürülüyor. ABD’nin açıklamasına göre 160 bin askerinden 4 bin öldü. Ancak bu rakamın çok daha fazla olduğu tahmin ediliyor. 16 bin sivilin kayıp olduğu, 4 milyondan Iraklının açlığa mahkûm olduğu, 8 milyon kişinin ise hayatta kalabilmek için acil yardıma muhtaç olduğu bildiriliyor. Petrol zengini ülke bugün içme suyu ve elektrik gibi temel ihtiyaçlarını dahi karşılayamıyor. Kendi vatandaşına benzin veremeyecek duruma düşürüldü. Yetersiz beslenme ve ilâçsızlık yüzünden her gün onlarca çocuk ölüyor. Ülkenin hiçbir bölgesi güvenli değil.

* * *

Durum bu kadar vâhimken, Irak’taki işgali değerlendiren işgalin lideri ABD Başkanı George Bush, “Irak’ta operasyon başlattıkları için dünyanın daha güzel bir yer haline geldiğini” söyleyebiliyor. “Pişmanlık duymuyorum” derken pişkinliğini gösteriyor. Onca can kaybı ve harcanan milyarlarca dolara rağmen, büyük bir zaferin eşiğinde olduklarını söyleyebiliyor.

Türkiye’yi de ziyaret eden Yardımcısı Cheney de, “Savaşın beş yılının başarılı olduğunu, sonucun tüm çabalara değdiğini” ifade edebiliyor. Cheney hâlâ kalkıp “Irak’ta misyonumuzu tamamlayacağız” diyor. Sormak lâzım. Bu misyon daha fazla insanın ölmesi mi, daha fazla gözyaşı mı? Şurası gerçek ki, “çabalarına değen” dünyanın en büyük petrollerinden birinin üzerine konmaları…

* * *

İşgalin ortaya çıkardığı meselelerin kısa sürede çözülmesi zor görünüyor. Bu da bölgede istikrarsızlığın devam edeceğini gösteriyor. Bu yüzden de bölge ülkelerin özellikle Türkiye, İran ve Suriye’nin bu meselelerin kısa zamanda çözülmesi, ülkenin istikrara kavuşması ve bölünmemesi için çaba sarf etmesi gerekiyor. Türkiye iç sorunlarına kapanmışken Irak’ı unutmaması gerekiyor. Çünkü gerek Irak’ın parçalanmaması, gerekse oradaki istikrarsızlık Türkiye’ye zarar verebilir. Parçalanmış Irak, hem bölge insanı için, hem de Irak halkı için felâket olur. Bunun için komşu ülkeler el ele verip çözümü aramalıdır.

Irak’ta çözüm için ağlamanın ve üzülmenin çare olmadığı görülmeli. Dünyanın bu trajedi karşısında artık neler yapılabileceğini tartışması gerekli. Bunun için ilk adım işgal güçlerinin bir an önce buradan çıkmasının sağlanması. Çünkü, işgal altında ne demokrasi gelir, ne de istikrar sağlanır. Silâh zoruyla demokrasinin kurulamayacağı ve ayakta tutulamayacağı da aşikârken…

29.03.2008

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

“İttihad-ı millî ve muhabbet-i millî”



Türkiye’nin dört bir yanında ve yurtdışında çağımızın Kur’ân müfessiri Bediüzzaman Said Nursî’nin, bu ülkenin, İslâm âleminin ve dünyanın karşı karşıya bulunduğu problemlere çâreleri konuşulurken, Ankara’nın hâlâ bigâne kalması gerçekten dramatik…

Vefatının 48. yılı münâsebetiyle Ankara’dan başlanarak Anadolu’nun muhtelif merkezlerinde Bediüzzaman’ın geçen asrın başlarından itibaren izâh ettiği tefsirlerindeki demokrasi, hürriyet ve insan haklarını Kur’ân nâmına alkışlayan temel tesbitleri, binlerce dâvetlinin katıldığı programlarda dile getirilmekte. Türkiye’nin, bölgenin ve dünyanın çıkmaza sürüklendiği hususlarda belirlediği Kur’ânî çözümleri sunulmakta…

Ne var ki, “kapatma dâvâsı”yla “Ergenekon iddiası” arasında sıkışan siyaset, bir türlü ülkenin tıkandığı konularda Bediüzzaman’ın önerdiği açılımlara açılamamakta; Meclis’tekiler üzerlerine bir vecîbe olan gerçekleri ifâdeden hâlâ kaçınmaktalar…

Oysa Bediüzzaman, salt cumhuriyet, hürriyet, demokrasi, insan hak ve özgürlüklerin esasını Kur’ân ve Sünnetten alan, Kur’ân’daki “şûrâ”, “meşveret” ve meşrutiyetin anlamını açıklayan târiflerle kalmamış; bunların pratiklerini de göstermiştir.

Bundandır ki, son iki haftadır “Nevruz” bahanesiyle Güneydoğu’dan Mersin ve İstanbul’a uzanan geniş bir alanda sergilenen “etnik tahrikler”in arkasındaki “karanlık eller”in ve emellerin deşifresini ve bunun çâresini Bediüzzaman’ın tefsir ve tesbitlerinde bulmaktayız…

* * *

Fitne plânı, Müslüman komşu milletlerin yeni yüzyılda çeşitli ırkî ve mezhebî ayırımlar üzerine birbirleriyle uğraşmaları, kavga ve kargaşa üretmeleri üzerine kurulmuş...

Türkleri Araplara, Arapları Türklere, küçük-büyük bütün Müslüman unsurları birbirine “düşman” eden Lawrenceler’in sistemli kışkırtmalarıyla sürmüş; binbir çeşit kışkırtma yapılmış… En son sekiz yıl süren İran - Irak savaşı söz konusu bu plânın bir parçası. Buna Körfez ülkelerinden, İran ve Azerbaycan’dan Orta Asya, Afganistan, Pakistan’ı hedefleyen ve Önasya’yı da içine alan İslâm coğrafyasında “Şîi- Sünnî çatışması” senaryosu eklenmekte…

Uzun zamandır Türkiye ve bölgedeki Müslüman komşu ülkelere karşı kullanılan terör örgütünün “kullanma miâdı” kısmen dolduğundan, Bediüzzaman’ın tâbiriyle “zındıka tarafından kullanılıp—işi bittikten—sonra kırıp atılan her âlet” gibi bir kenara atılıyor. 28 Şubat sürecinde toplumu “irtica tehdidi” uydurmasıyla toplumu ayrıştırıp kutuplaştırma senaryosuna âlet olan aktörler, ABD ve İngiltere’nin Irak’ı işgaliyle son demde “etnik ayırımcılık” oyununu azdırdılar. En vâhimi bu kez “siyasî aktörleri”ni sahneye sürdüler. Amaç, “Türk-Kürt” kamplaşmasıyla ülkeyi zehirlemek; kavgaya tutuşturmak…

Bölgenin jeostrateji ve jeopolitik geleceği üzerinde hesap yapan Amerikan Yahudi lobisi kuruluşlarında hazırlanan haritalar ortalıkta geziyor. Hedef; Bediüzzaman’ın şiddetle sakındırdığı, “tavâif-i mülûk”le, İslâm âleminin parçalanması. Müslüman coğrafyanın, ırklar ve kavimlere göre küçük devletlere bölünüp parçalanarak taksimi…

İşte karşılıklı kışkırtmayla toplumda “Türk - Kürt çatışması”nın körüklenmesini amaçlayan “federasyon” çıkışları, “ayrılık” mırıltıları hep bu projenin bir parçası. “Muhtariyet”le başlayıp “meyl-i iftirak (ayrılık fikri) marazı”nı tahrik desisesiyle tırmandırılan terör, kargaşa ve kaosla iç çatışma türetmek; peşinden “federasyon” provokasyonuyla fitneyi ve “kavmiyetçiliği” uyandırmak…

* * *

Bunun içindir ki daha Osmanlının son döneminde, Bediüzzaman, “milyonlarla şühedânın (şehidlerin) pahasına kanlarını verdiği ruhu İslâmiyet, aklı iman ve Kur’ân olan milliyetimizin korunması”nın lüzûmunu nazara verir. “Irkçı” ve “ayrılıkçı” temâyüllere karşı, Kürtlere hitaben yazdığı makalelerde, “İttifakta kuvvet var, ittihada hayat, kardeşlikte saadet ve selâmet vardır” diye ikaz eder. “İttihadın ipini (zincirini) ve muhabbetin şeridini iyi tutun ki, sizi belâdan halâs etsin” diye, birlik ve beraberliği tembihler…

“Cehâlet, fakirlik, keşmekeş ve dahilî ihtilâf” olarak teşhis ettiği üç düşmana karşı, “üç elmas kılıç” olarak tavsif ettiği ve “din, nâmus ve gayret lisânıyla muhâfazası”nı istediği “üç kıymettar cevher”in en birincisini “ittihad-ı millî” olarak belirler. İkincisini “ sa’yi insanî (insanî hizmet ve emek) ve üçüncüsünü de yine “muhabet-i millî” olarak sıralar. (Asâr-ı Bediiye, 452-453) Bediüzzaman’ın bir asır önce devrin gazetelerinde ve çeşitli zeminlerde ifade ettiği bu temel tezlere bu ülkenin bugün de büyük bir ihtiyacı vardır. Hakikaten günümüzde “Güneydoğu meselesi”nin, “Bediüzzaman’ın “Medreset’üz Zehra” çözümünde özetlediği “ittihad-ı millî ve muhabbet-i millî” olan “kardeşlik projesi”yle ancak çözüme kavuşabileceği, dünden bugüne gelişen olaylarla ortada…

29.03.2008

E-Posta: [email protected]




Meryem TORTUK

Durakta beklerken



Bu aralar çok ilginç olaylar yaşıyorum. Bir tanesini geçen hafta paylaşmıştım. Dün de bir olay yaşadım ve gerçekten toplum psikolojimizi özetler nitelikteydi.

Fatih Draman caddesinde Eminönü ve Beyazıt’a kalkan iki otobüs vardır. Eminönü’ne kalkan otobüsler her zaman düzenli olarak saatinde hareket ederken, Beyazıt otobüsünde her zaman bir problem vardır. Bu uzun yıllardan beri böyle devam eder ve hiç de çözülmemiştir. Nedense şikâyetler de bir sonuç getirmez. İşte ben de evden Beyazıt’a gitmek üzere çıktım. Durağa geldiğimde Beyazıt yolcuları yine bir hayli sinirlenmişlerdi. Bir saattir otobüsü bekledikleri halde gelmediğinden ve bu arada üç tane Eminönü otobüsünün hareket ettiğinden yakınıyorlardı. Önümde de yaşlı bir amca vardı. En çok da o öfkelenmişti galiba.

Duraktaki banka oturup kitabımı okumaya başladım. Bu arada bir tane daha Eminönü otobüsü geldi. Yolcular iyice sinirlenmiş ve bu sinirlerini yatıştırmak için kendi aralarında yönetime veryansın ediyorlardı.

Amca konuşmalarına devam ediyordu. “Neden İslâm ülkeleri hep geride kalıyor? Adamlara bak, bütün her şey onlarda. Bir bomba atsa bizim hepimizi öldürür.”

Bu arada arkadan gelen bir ses, daha da ilginçti:

“Bu gün yine Bağdat’ta 36 kişi öldürülmüş.”

Başka biri de ona cevap verdi, “Ya bu Bağdat’ta da ne çok insan yaşıyormuş, öldür öldür bitmiyor.”

Amca da, “Bakın adamlara, bütün İslâm devletlerini esir almışlar. Biz de onların uşağı durumundayız işte” diye, sözlerine devam etti.

Bu durumu izlemeye koyuldum. Amca bu kez söyleyeceklerini bana bakarak söylemeye başladı:

“Biz Peygamber Efendimizin sözleri diye diye bir takım şeyler söylemekten öteye gidemezken, adamlara bak bütün makineler onların ellerinde. Bir tuşa bassalar topumuzu yok ederler.”

Hiçbir şey söylemeden kitabıma gömüldüm. Sadece dinlemek istiyordum. Bu konuşmalar nereye gidecek, diye de içimden merak ediyordum.

Sonra amca geldi, yanıma oturdu. Benimle konuşmaya başladı: “Ben bunu televizyondan kulaklarımla duydum. Bir misyoner papaz konuşmasında ‘Biz istesek İslâm âleminin hepsini bir anda yok ederiz, ama biz merhametliyiz” diyordu. Adamlar Hiroşima’yı nasıl yok ettilerse, bizi de bir atom bombasıyla yok edebilirler” dedi. Ben de ona sadece gülümsedim. Ne onaylama, ne de reddetme gibi bir duruşa da girmedim. Sözlerinin tamamını duymak istiyordum.

Sonra, “Bence insanların bu durumdayken Hacca gitmeleri bile doğru değil” dedi. “Neden? Çünkü, onlar da Amerika’nın uşağı. Verdiğimiz paralarla başkalarına uşaklık edip, bizi arkamızdan vuruyorlar.”

Bu kez de ben, “Amca az önce bize de uşak demiştin galiba?” dedim. “Bu durumda bizim bu ülkede de yaşamamamız gerekiyor.”

Yüzüme baktı ve herhangi bir şey söylemedi.

“Bizim geri kalmışlığımızın nedeni işte tam da şu an yaptığımız şey” dedim. “Hacca gidip gitmememiz değil, kendi içimizde birbirimize düşmemiz ve korku senaryolarının tellallığını kendi içimizde yapmaya başlamamız.” Amca bu kez beni onayladı. Sonra otobüs geldi ve hepimiz otobüse bindik.

Bu yaşadığım mikro ölçekteki olay, aslında toplumsal fotoğrafımızın küçültülmüş bir halini yansıtır nitelikte.

Toplum yine artı ve eksi kutuplara itilerek birbirine düşürülmeye çalışılıyor. Seksen yıllık senaryolardan sağcı ve solcular, laik, antilaik postuna bürünmüş; Dinci, Laikçi söylemleriyle içimizde korku tohumlarını ekmeye çalışıyor.

Bir toplumun en büyük harcı dindir. Bu harcı kimisi, din adına, kimisi de dinsizlik adına karıştırarak kendine yer açmaya çalışıyor.

12 Eylül 1980 darbesinin arka yüzünü anlatan Zincirbozan filmini izleyenler bilirler, orada şöyle bir cümle geçer: “Sağcılar solcuları öldürür, solcular da sağcıları. Böylece temizlenir giderler.”

Darbelerle dolu yakın tarihimizi iyi okumamız ve üzerimize yazılan senaryoları iyi tahlil etmemiz gerekiyor ki, onların biçtikleri postları giymeyelim. Ve geri kalmışlığımızın bedelini de dine ödetmeyelim. Zira bu toplumu ayakta tutan, bu harç.

29.03.2008

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Hıristiyanlığın zemini



Corriere della Sera gazetesinin editörlerinden Magdi Allam’ın vaftiz edilmesiyle ilgili değerlendirmeler sürüyor. Elbette diyalog dilekçesi ve arizesi imzalayan ve Hıristiyan kurumları diyaloğa çağıran Müslüman kanaat önderleri bu maksatlı vaftize olan öfkelerini dindiremiyorlar. BBC’nin bu yöndeki haberine göre Müslümanlar Vatikan’ın bu teşebbüsünü ‘triumphalist tool/zafer malzemesi’ olarak görüyorlar. Pek de haksız sayılmasalar gerek. Hastalıklı bir ruh hâlini yansıtıyor gibi. Esasında çok güzel bir ifade var. ‘Sırça köşkte oturan başkasına taş atmasın’ diye. O bakımdan aslında Vatikan sırça köşkte bile değil fanusta yaşıyor. Maddî olarak Stalin vaktiyle İkinci Dünya Savaşı sırasında ‘Vatikan’ın kaç tümeni var’ diye sorarak küçümsemişti, ama SSCB tümenler tarafından yıkılmadı, manevî rüzgârlarla berhava oldu. Ama Vatikan’ın özellikle 16’ncı Benediktus zamanında bu havasından da eser yok. Zaten Hıristiyanlığın zemini oldukça çürük. İslâmiyete yaslanmazsa ayakta kalması ve bekası mümkün değil. Bırakın İslâmiyete galebe çalmayı İslâmiyete yaslanmazsa varlığını bile koruyamaz. Sebebi basit, Hıristiyanlık sisler içinde bir din. Menkıbe ile mevize arasında yaşıyor. Sözgelimi, son sıralara kadar Hazreti İsa’nın (as) en azından peygamberlik dönemi olan hayatının son üç yılının kayıt altında olduğu varsayılıyordu. Ama bu efsane de son yıllarda yeni araştırmalarla yıkılmıştır. Charles Anderson Scott Hazreti İsa’nın (as) hayatının sadece 50 gününün bilindiğine dikkat çekiyor. Dolayısıyla Hazreti İsa’nın (as) hayatı da göğe çekilmesi de nüzûlü de müteşabihat arasındadır. Halbuki Hazreti Muhammed’in (asm) hayatına baktığımızda doğumundan ölümüne kadar kayıt altında olduğunu görüyoruz. Dolayısıyla efsane ile gerçek bir değildir. Sadece Scott’un araştırmaları da değil. Vatikan’ın tarihçesi de sisler altındadır. Bu anlamda bir haber 24.3.2008 tarihinde Sabah gazetesinde yayınlanmıştır. “Katolikleri sarsacak iddia!” başlıklı haberde ezcümle şöyle deniliyor: “Katolik mezhebinin kurucusu St. Peter’in (Aziz Petro) İtalya’nın başkenti Roma’ya giderek dini batıya yayan havari ve ilk Papa olduğu kabul edilir. Ancak yeni bir belgesel, Aziz Petro’nun Roma’ya hiç gitmediğini ve mezarının da bu şehirde değil Kudüs’te olduğunu iddia etti. Oxford Üniversitesi’nden Dr. Robert Beckford, Channel 4 kanalı için hazırladığı belgeselde, Aziz Petro’nun kemiklerinin Kudüs’te bir tapınakta bulunduğunu, dinin güç merkezi olmak için Vatikan’ın gerçekleri sakladığını ileri sürdü...”

***

Hıristiyanlığın bekası tamamen İslâm’la ittihad ve ona iltihak etmesine bağlıdır. Sözgelimi, yine son sıralarda İncil’in yeni versiyonlarından bazılarından cehennem kavramının kaldırılmakta olduğu söyleniyor. Bu yeni bir durum değil. Kimi Hıristiyanlara göre cehennem veya öte dünya diye bir şey yok. İnsanlar bir şekilde Allah’ın ilminde var olacaklar. Öte dünyada bizatihi varlıkları olmayacak. Bu filozofların söylediklerinden bile geri bir durum. En azından bazı filozoflar haşrin cismani olmayacağını sadece ruhanî olacağını söylüyorlar. Kimi kilise ricali bunu bile aşmış durumda. 25.3.2008 tarihli gazetelerde yer alan bir haberde ise bu konuda Kilise ricali arasındaki yeni yaklaşımın ipuçları veriliyor: “Danimarka’da rahipler, İncil'de cehennem ile ilgili bir açıklamanın yer almadığını belirterek, dinle ilgili yeni açıklamalarda bu konuya yer verip vermemeyi tartışıyor. Ülkede artan cehennem ile ilgili tartışmaların, Norveç’te bu konuyla ilgili olarak yapılan ve 2010 yılına kadar bitirilmesi planlanan yeni İncil çevirilerinden kaynaklandığı bildirildi. Danimarka’nın Aorhus şehrinde görev yapan Papaz Jacob Holm, cehennemin insanların hayattayken içlerinde yaşadıkları bir hâl olduğunu belirterek, ‘İnsanların sonsuza kadar cezalandırıldığı bir cehennem yok. İncil’de de böyle bir tarif bulunmuyor’ dedi...”

***

Cehennem yoksa elbetteki ona bağlı olarak günah ve suç kavramı da olmayacaktır. Öyleyse yaşasın zalimler için hayat! Bu durumda ‘yaşasın zalimler için cehennem’ diyemeyeceğiz. Dick Cheney gibilerin yaptıkları yanlarına kâr kalacak. Acaba gerçekten de vicdanı nasırlaşan Cheney gibiler yaptıklarından pişman oluyorlar mı? Dünyada varsayılan vicdanî cezalarını çekiyorlar mı? Peki cellatların kurbanlar üzerindeki bu imtiyazlarının sebebi ne? Keza Bush... Bundan dolayı ‘yaşasın zalimler için cehennem’ diyemeyen bir dinin bir sütunu çökmüştür. Bu durumda, zaten zemini çürük olan Hıristiyanlıktan geriye ne kalacak?

29.03.2008

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Yüz sene önce savunulan değerler



Osmanlının yıkılış dönemlerinde kurtuluş için Meşrutiyete geçiş yapılmış, yürütülememiş, sekteye uğramış, yıllar sonra ikinci defa yine ona dönülmüştü.

Ülke barış ve kalkınmasını isteyenler Meşrutiyete dört elle sarıldılar. Bunlardan biri de Bediüzzaman Said Nursî’ydi.

Meşrutiyetin topluma, özellikle Doğu halkına mal olması için elinden gelen her türlü gayreti göstermişti.

Ancak Meşrutiyetin de doğru anlaşılması ve uygulanması lâzımdı. Oyun, kurallarına göre oynanmalıydı. Diyordu ki: “Meşrutiyeti meşrûiyet ünvanı ile telakki ediniz. Ta yeni ve gizli ve dinsiz bir istibdat, pis eliyle o mübareği ağrazına [garazlarına] siper etmekle lekedar etmesin.”1

Meşrutiyet o günün demokrasisiydi. Esasını adalet, meşveret ve kuvveti kanunda topmak teşkil ediyordu.2

Meşrutiyet milletin, çoğunluğun hakimiyeti demekti. Hükümet efendi değil, hizmetkâr olacaktı. Meşrûtiyet, şu önemli hususları da hakim hâle getirecekti:

1. İttihad-ı kulûb: Kalbler bütünleşecek, birlik ve beraberlik içinde tekyürek hâlinde çarpacaktı.

2. Muhabbet-i milliye: Millî sevgi oluşacak; fertler birbirlerini seveceklerdi.

3. Maarif: Eğitim ve öğretime gerekli ağırlık verilecekti.

4. Sa’y-i insanî: Gerekli sahalarda gerekli çalışmalar yapılacaktı.

5. Terk-i sefahet: Maddî ve manevî hayatı mahveden zevk ve eğlencelerden uzak kalınacaktı.6

6. Meşveret-i şer’iye: Meşveret meşrû ve kurallarına uygun tarzda yapılacaktı.

7. Fikir hürriyeti: Düşünce hürriyeti de vazgeçilmezlerdendi.7 Çünkü fikir hürriyeti olmazsa doğruları bulma, yakalama imkânı azalır, hür düşünce körelirdi.

Bunları Bediüzzaman Said Nursî yüz sene önce Meşrutiyet yıllarında savunmuştu. Cumhuriyet döneminde de, demokrasiye geçildiğinde de bu doğrularında sebat etti.

Demek tek adam değil, millet hükmeder; kuvvet şahısta değil, kanunda olur; adalet ve meşveret ön plana geçerse yukardaki güzelliklere de ulaşılacaktır.

Gönül arzu ederdi ki hâlâ demokratik esaslar üzerinde tartışma yerine “Ülkenin kalkınması, halkın refah ve mutluluğu için neler yapabiliriz?” yol ve yöntemleri üzerinde tartışma yapabiliyor olsaydık!

Dipnotlar: 1- Divan-ı Harb-i Örfî, s. 24-25. 2- Hutbe-i Şâmiye, s. s. 93. 6- Divân-ı Harb-i Örfî, s. 75. 7- Devlet Felsefesi, s. 260.

29.03.2008

E-Posta: [email protected]




Nejat EREN

Sorumluluk almak ve prensipli davranmak için



İNSANOĞLU fıtratı ve yaratılışı gereği, “ben” merkezli bir varlıktır. “Her nefis, ilk önce kendisini sever” gerçeği buna işaret eder.

Ama aynı zamanda da “sosyal” bir varlıktır. Başkalarıyla devamlı ilişkiler yumağı içerisinde kalması lâzımdır.

Başkalarıyla birlikte yaşaması gerektiği gerçeğini kafasına yerleştiremeyen veya kabullenemeyen bir kişinin, toplumda problem olma şansı çok yüksektir.

Bu konuda çare olacak pusula ve ölçüler, yine kaynağında vardır.

İşte örnekler:

Sorumlu ve yetkililerin verdikleri karar ve münasip gördüğü tarzlar, herkesin kabullenmesine medar olmalıdır.

Birlikteliğin vereceği enerji, aşk ve şevki devamlı canlı tutmalıdır.

Bütün hizmet ve faaliyetlerde halisâne ve ciddi gayretin yanında sarsılmamak, dik durmak ve medenî cesaret sahibi olmak gereklidir.

Gayret ve faaliyetler bir ömür boyu devam edecek şekilde planlanıp, programlanmalıdır.

Hayata memnunluk verecek kapasitede bir anlayışı hâkim kılma gayesi ön plana çıkmalıdır.

Risâle-i Nur’daki yüksek hâysiyetler ve şahs-ı mânevînin pek büyük meziyetleri, şahıs merkezli olmaktan uzak tutularak kuvvetten düşürülmemelidir.

Yoksa dağ gibi o yüksek mânâların yükü altında şahıslar ezilir ve sıkılırlar. Netice de alınamaz.

İnsanın moral değerlerini yükselten, ruh, kalp ve duygularını heyecana getiren faaliyetler devamlı gündemde tutulmalı ve bu alanda süreklilik sağlanmalıdır.

Tesanüd ve dayanışmadan meydana gelen bir şahs-ı mânevînin fevkalâde ehemmiyeti, kıymeti, üstadlığı ve irşadı dâvâ sahiplerine kâfî olduğu hiçbir zaman gözden ırak tutulmamalıdır.

Şöhret, hırs, dünya sevgisi, makam sahibi olmak, dâvâ arkadaşlarına üstünlük sağlamak gibi hisler ve insanlara iyi görünmek, haddinden fazla kendine ehemmiyet vermek ve verdirmeye çalışmak, lâyık olmadığı yüksek makamlarda görünmek ve riyakârlığın, kardeşlik ve tesanüdü mahvettiği dikkatten uzak tutulmamalıdır.

Ve bilhassa fırtınalı hücumlar karşısında birbirinin yardımına koşmak, kahraman ve vefadar ve şefkatkârların şe’ni ve özelliği olduğunu daima hatırda tutmanın elzemliği unutulmamalıdır.

Bilhassa, zayıf ve zor durumda olan kardeşlerin ağır vazifelerine karşı çok hususî ve ihtimamlı bir niyetle yardım etmelidir.

Birbirine karşı ebeden duâ hissi içerisinde, irade ve iktidar ortaya koyarak birbirini hem uyanık tutmak, hem de yardım etmeyi ihmâl etmemelidir.

Kur’ân-ı Hakîm’in bu zamanda bir mucize-i mâneviyesi olan Risâle-i Nur hesabına, onun talebesi olmak haysiyetiyle, ona tasdikkârâne teslim ve irtibatı, şâkirâne kabul edebilmelidir.

Yoksa, az bir ihtilâf, menfîlik, çekişme, gerginlik bu zamanda imana, İslâma ve Risâle-i Nur’a büyük bir zarar verebilir.

Cenâb-ı Hak, vatanımızı, milletimizi, câmiâmızı, bütün Müslümanları ve insanlığı her türlü şer, musibet ve belâlardan muhafaza etsin. Âmin.

29.03.2008

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Uygun adım dersleri



Sivil Toplum Kuruluşları tarafından yapılan "uzlaşma" çağrısı, gerilimden bunalma noktasına gelenler için adeta bir can simidi gibi göründü. Bu sebeple, çağrıya ilgi bir hayli fazla oldu.

Oysa, bu çağrının mahiyeti meçhûl ve muhtevası bilinmiyor.

Az buçuk bilinen bir tek şey varsa, o da "Herkes bir adım geri atsın" teklifidir.

İyi de, bu "herkes"in içine haklı–haksız cidden herkes giriyor mu, yahut girmeli mi? Bu noktada açıklık yok. Tam bir muğlaklık var.

Böyle bir işleme göre, elmalarla armutlar aynı hesaba dahil edilmiş olmuyor mu?

Bakın, "herkes" dediğiniz zaman, bunun içine siyasî parti(li)ler, hükümet ve muhalefet kanadı, yargı mensupları, çete üyeleri, yüksek öğretim camiası, medya, vs. hepsi de giriyor.

Bu durumda siz çıkıp da hangisinden geri adım atmasını beklersiniz?

Acaba, ben haksızım, yanlış yaptım diyen, yahut yaptıklarımdan pişmanım diyen, diyebilen veya diyebilecek olan var mı?

Hiç sanmıyoruz... O halde, bu "geri adım" teklifi kime, yahut kimlere?

* * *

Esasında, ârife târif gerekmez; bir tek işaret kâfidir.

Kaldı ki, o işaret de vardır; orta yerde duruyor. O işareti hâlâ görmeyen, yahut göremeyenlere de biz yardımcı olalım: Evet, hiç şühpe edilmesin ki, bu geri adım çağrısı özellikle ve öncelikle iktidardaki hükümete ve onun dayandığı partiye yöneliktir.

Zira, zaten 5–6 yıllık icraatlarında da görüldüğü gibi, risk taşıyan hemen her meselede daima geri adım atmıştır. Hatta, bir önceki dönemde bu iktidarın bir ismi de "geri adım hükümeti" olmuştur.

İşte, şimdiye kadar hep bu tarz politikalara mecbur edilen iktidar kanadı, muhtemelen yine geri adım atacak ve yelkenleri yine indirme yolunu tercih edecektir. Şu anki intibalar, maalesef bu yönde.

Oysa, biz bu hükümetten beklerdik ki, beş–altı yıllık bir tecrübenin ardından artık geri adım atmayı bıraksın da, hiç olmazsa "uygun adım" atmayı öğrensin.

Ama, maalesef gördük ki, bilhassa son YÖK meselesiyle üniversitelerde başörtüsü meselesinde yine uygun adım atmasını beceremedi, başaramadı. Aksine, durum daha da kötüleşerek geriye doğru gidilmiş oldu.

Artık serbestlik olacak diye pür ümitle tahsile devam etmeyi düşünen başörtülü öğrenciler, nice teessüfler ki bir kez daha sukût–u hayâle uğratıldılar.

Halbu ki, daha evvel yaşanmış olan benzeri mahiyetteki müflis manevralardan iyi bir ders çıkarmalıydı.

Ama gariptir, bugün bu tarz dostane ikazlarımız sebebiyle bizi eleştirenler, dün de Erbakan'ın birtakım dengesizliklerine sahip çıkarak bize kanatıcı eleştiri oklarıyla mukabele ediyorlardı.

* * *

Evet, siyasetçinin mühim bir görevi de, ileriyi görerek ve mevcut dengeleri gözeterek hareket etmektir.

Bunları dikkate almadan yapacağı her hamleden hem kendisinin zararlı çıkacağını, hem de beklenti içinde olan vatandaşlara büyük sıkıntı vereceğini bilmesi gerekir.

Aksi halde, vatandaşın ümidi kırılır, morali bozulur. Aynı zamanda, kendi eliyle iktidara taşıdığı siyasilere olan güveni de zayıflar. Bu ise, umumî zarardır.

Hülâsa, ikide bir geri adım atma mecburiyetinde kalmamak için, uygun adımlarla ilerleme dersine iyi çalışmak lâzım.

Tarihin yorumu

Vietnam'da acıklı son

Yirmi yılı aşkın bir süredir devam eden Vietnam Savaşı (eski Çinhindi bölgesi), ABD askerlerinin bölgeden çekilmesiyle birlikte nihayet sona ermiş oldu.

II. Dünya Savaşından hemen sonraki dönemde, iki büyük devlet arasında (ABD–SSCB) yaşanan zıtlaşma ve kutuplaşma hareketi, günden güne kızışmaya başladı.

Bu iki süper güç, diğer dünya ülkelerini de iki kutuptan birini tercih etmeye zorladı: Devletler ve topluluklar, ya Komünist Rusya'dan yana, ya da Kapitalist/Liberal Amerika'ya yakın durmak mecburiyetinde kaldı.

İşte, 20 yıldan fazla sürene ve yüz binlerce insanın hayatına mal olan Vietnam Savaşı da, bu iki blok arasında yaşandı.

Savaşın kızışmasıyla birlikte, ülke ikiye bölündü: Rus ve Çin yanlısı Kuzey Vietnam komünizme kayarken, ABD yanlısı Güney Vietnam ise gelenekçi bir çizgide kaldı.

Neticede ise, sadece silâh üstünlüğüyle hedefe varacağını hesaplayan ABD, bu savaşta mağlup düştü. Ayrıca, savaş müddetince yaklaşık 53 bin askerini kaybetti.

Vietnamlılar'ın kaybı ise, kaynaklarda 250 binden fazla olduğu belirtiliyor.

Savaşın ve ideolojinin böldüğü Vietnam, nihayet 1975'te birleşti ve yeniden tek devlet haline geldi.

* * *

"Acıklı son"la biten Vietnam Savaşı, zamanla bütün Amerikalıların korkulu rüyâsı haline geldi. Bu hadisenin etkisi "Vietnam sendromu" diye isimlendirildi.

Bu fecâatten gerekli dersi çıkarmadığı anlaşılan ABD, şimdi de işgal etmiş olduğu Irak'ta Vietnam benzer bir sendromu yaşıyor.

29.03.2008

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

İmanda aklın sorumluluğu



Şanlıurfa’dan okuyucumuz:

*“İnsan, aklıyla Allah’ı bulabilir mi? Bulamazsa sorumlu olur mu?”

KUR’ÂN’DA Hazret-i İbrahim’in (as) aklî muhakeme yoluyla Allah’ın varlığını nasıl bulduğu hikâye edilir. Yıldızlara, aya ve güneşe tapan bir toplumda Hazret-i İbrahim’in (as) yıldızları, ayı ve güneşi sorgulayarak ve muhakeme ederek, yakînî bir bilgiye ve îmâna ulaşması insanlık tarihi açısından önemli bir ibret levhasıdır. Kur’ân, Hazret-i İbrahim’e (as), yakînî bilgiye kavuşması için böyle bir sorgulama usûlü ile göklerin ve yerin hükümrânlığının gösterildiğini kaydeder.1

Hazret-i İbrahim (as) bir gün, “Gece basınca bir yıldız gördü. ‘İşte benim Rabb’im’ dedi. Yıldız batınca, ‘Batanları sevmem’ dedi. Ayı doğarken görünce, ‘İşte bu benim Rabb’im!’ dedi. Ay batınca, ‘Rabb’im beni doğruya eriştirmeseydi, and olsun ki sapıklardan olurdum!’ dedi. Güneşi doğarken görünce, ‘İşte bu benim Rabb’im! Bu daha büyük!’ dedi. Güneş batınca, ‘Ey milletim! Doğrusu ben ortak koştuklarınızdan uzağım!’ dedi.”2

Genç bir muhakeme ve zekâ fırtınasına sahip olan Hazret-i İbrahim (as) bir yandan etrafındaki hâdiseleri sorguluyor, diğer yandan da kavmine “doğru muhakemeyi” öğretiyordu. Muhakemesinde her kademede bir adım daha Allah’a yaklaştı.

Birinci kademede batanların ve ufûle gidenlerin Rab olamayacağına intikal eden Hazret-i İbrahim (as), diğer kademelerde bu kanaatini arttırdı ve yakînini güçlendirdi. Ay’ı daha parlak gördüğünde “Belki bu olabilir mi?” demişti. Fakat Ay da batınca biraz daha düşündü ve Allah’ın kendisini doğruya eriştireceğine dair bilgi ve kanaatini güçlendirdi, Ay’dan vazgeçti.

Üçüncü kademede güneş daha parlaktır, daha caziptir, daha göz alıcıdır. “Belki bu olabilir mi?” derken, güneşin de batışı Hazret-i İbrahim’in (asm) dimağında bomba gibi fırtınaların esmesine sebep oldu. “Rab olan batar mı? Yaratıcı olan ufûle gider mi? Hükümrân olan tasarruftan vazgeçer mi? Sâhip ve Mâlik olan varlıkların tedbîrini ve idâresini başka ellere bırakır mı?” Hazret-i İbrahim (as) güneşin batmasıyla birlikte kendisine geldi ve “Ey kavmim! Siz batanları ilâh edinmişsiniz. Oysa Allah her an hâkimdir, batmaz, hayatı son bulmaz, bizden ayrılmaz, ufûle gitmez” mânâsını hissederek “doğru imana” yakînen ulaştı, kavmine de doğru imanı gösterdi.

Her insan hangi kültür ve inanç toplumunda bulunursa bulunsun; mükellef çağına ulaştıktan sonra, doğru muhakeme gücüyle bütün kâinatın bir Sahibi ve yaratıcısı olduğunu bilmekle ve iman etmekle mükelleftir. Aklıyla Allah’ın varlığını bulamayan ve bilemeyenler mesul olurlar. Çünkü Allah’ı bulmak ve bilmek aklın vazifesidir.

Ancak kendilerine Peygamber tebliği ulaşmayanlar, imanın diğer erkânı ve ibadetler hususunda mesul değildirler. Ehl-i sünnet inancı budur.

***

Erkan Bey:

*“Sıla-ı Rahim anlamında annemi ziyaret ediyorum; ama annemin uzak akrabalarını ziyaret edemiyorum. Bununla da yükümlü müyüm? Uzak ve en uzak akrabalarımı ziyaret edemediğim için üzülüyorum.”

Sıla-i rahim yapmak farzdır. Ancak şekli bize bırakılmıştır. Sıla-i rahim yalnız ziyaretten ibaret de değildir. Önemli olan akraba ve yakınlarımızla ilişkimizi “husumet” mânâsında kesmemek, araya düşmanlığın girmesine meydan vermemek; onlarla kırgın olmamak, dargın olmamak; onların kusurları olduğunda affedici olmak; onlarla görüşme imkânı bulduğumuzda güler yüzümüzü eksik etmemek; hâl ve hatırlarını sormak; imkânlarımız varsa problemleri ile ilgilenmek veya dertlerini paylaşmaktır. Böyle sıcak ilişkilere bizler de insan olarak muhtacız. Yani bir akrabamız, bir problemimizi paylaştığında derdimizi unuturuz.

Toplum içinde kin, nefret, iğbirar, intikam, dargınlık, kırgınlık, husûmet, düşmanlık, kıskançlık, haset gibi olumsuz duyguların yaşamasına meydan vermeyelim, fırsat vermeyelim. Şeytan bizi bu menfî duygularla yıkmak ister. Birbirimizi inadına sevelim; inadına sayalım; sıla-i rahimi gerçekleştirmiş oluruz.

Dipnotlar:

1- En’âm Sûresi, 6/75

2- En’âm Sûresi, 6/76,77,78

29.03.2008

E-Posta: [email protected]




S. Bahattin YAŞAR

Gün ‘ömür’de; ömür ‘gün’dedir



Ne olup bitiyorsa, hepsi gün içindedir. “Geldi-gitti, oldu-bitti” derken, gün bitiveriyor. Gün gün tükeniyor ömür. Ömür, içinde günleri; gün, içinde ömrü taşıyor.

Ancak geçen günden ziyade, gün içinde geçenler belirliyor hayatı.

Günün sonunda, yaşananlara, ‘ohh bee!’ diyememek ne büyük bir kayıp.

Acılar, sızılar, kederler, göz yaşları, hasılı; insanın aciz olduğunu haykıran tarafı ile; sevinci, neşesi, heyecanı, tadı, tuzu, lezzeti hayatın hepsi bir günün içinde defalarca uğrar insana. Bazen keder daha kalıcı oluyor, bazen de neşe. Ama hepsi de geliyor ve gidiyor.

Dün gülenler, bu gün ağlamada; dün ağlayanlar bu gün gülmede.

Bir güldüklerimizden bir de ağladıklarımızdan imtihandayız.

YÜZ HATLARIMIZ YAŞADIKLARIMIZIN İZLERİDİR

Ne çok şey sığıyor, güne. Bazen güne gün eklenir adeta, kederdir yaşanan ve geçmek bilmez zaman, uzar gider.

Neşe, sevinç zamanı da kısacıktır. Hemen gelir ve gider. Neşe de keder de, üzerinde ‘kişiye özeldir’ notuyla insana misafir. İncitmemeli onları.

Yaşanan duygu ne olursa olsun, hepsi bir iz bırakır insana.

Ve ömrün sonunda beliren çizgiler bu yaşananların izleridir.

GÜNE UYANMAYIZ, UYANDIRILIRIZ

İnsan o kadar aciz ki, uyanırken göz kapaklarını bile açamıyor ya da kapatırken istediği için kapanıyor değiller.

Hatta insan bazen ne çok istediği halde uyanamıyor, göz kapaklarına söz geçiremiyor; bazen de ne çok uyumak istediği halde bir türlü uyuyamıyor insan. da uyumak da, insanın iradesinin dışındadır.

Rahatla uyuyabilmenin, rahatla uyanabilmenin şükrü eda edilmelidir.

Göz kapaklarımızı biz açmak istediğimiz için açmayız.

Her gün, yeni bir gün içinde, bir ömür verilir insana.

Her gün doğarız ve her gün ölürüz.

İSTEDİĞİMİZ İÇİN YAŞIYOR

DEĞİLİZ, YAŞAMAMIZ İSTENDİĞİ İÇİN

YAŞIYORUZ

Aldığımız nefes bile irademizin dışında. Hepsi, eskimemiş birer ikram.

Ve, her nefes ‘kişiye özel’. Farkındalıkla soluk almak vermek büyük haz.

Ve her gün bir yük alıyoruz sırtımıza; günün yükü. O yükle yürüyoruz yarına. Yük altında ezilmeden, sırtımızdan yere indirmeli ve üstüne oturmalı. Yoksa yaşamanın, tadı kaçacak.

İnsan yük taşımaya gelmedi dünyaya. Misafir yanında götüremeyeceği şeylere kalbini bağlamamalıdır.

Biline ki istediğimiz için yaşıyor değiliz, yaşamamız istendiği için yaşıyoruz.

Var olmamız, yaşıyor olmamız, duygu taşıyor olmamız ve gün be gün ölüyor olmamız birer nimet.

GÜN İÇİNDE BİR ÖMÜR GEÇER

Bir çocuk gibi başlarız güne; aciz, zayıf, güçsüz ve ilgiye muhtaç.

Sonra gençleşiriz; ‘başkaldırı hali’ hükmeder hikmeten. Bu hal, ‘hayatı sorgulasın’ diyedir. Bu ruh hali olduğu için put yapıcısı Azer’in genç oğlu İbrahim, babasının putlarına tapmadı. Sorguladı her şeyi. Ve Allah’a ulaştı.

Hazret-i Ali, henüz bir çocukken, Hazret-i Hatice ve Hazret-i Peygamberin bir şeyler yaptıklarını görür. “Siz ne yapıyorsunuz?” diye sorar.

Hazret-i peygamber, “Allah’a ibadet ediyoruz.” der ve onu da ibadet etmeye davet eder.

O, “Hayır, ben yapmam, babama sormalıyım.” deyince, Peygamber (a.s.m), ‘Babana sormadan gel.’ der, hazret-i Ali, “hayır” der ve gider.

Gider ve yapılan daveti sorgular. Ertesi gün geldiğinde, ‘Tamam, daveti kabul ettim’ der. “Babana sordun mu?” denildiğinde, ‘Hayır babama da sormadım.” “Neden” diye soran peygambere karşı, “Allah beni yaratırken babama sormadı da ondan.” cevabını verir.

Onun için gençlikteki âsîlik anlamlıdır. Bu ruh halinin ne için kullanıldığı belirleyici. Günde gençleşiriz, gençlikte şahsiyet kazanırız.

Artık adım adım her şey elini eteğini çekmektedir zamandan, yaşlanmak başlamıştır gün içinde.

Kazanılan her şeye, uğraşılan her işe göz kapanır akşam vakti.

Alınan nefes gibi, saat be saat kullanıyoruz, tüketiyoruz ömrü.

Hasılı gün içinde bir ‘ömür’ yaşanır.

Not:

“Korku Tahlili” başlıklı yazımızda, bir kaynak sayfa numarası sehven yanlış çıkmıştır. Doğrusu, İşârâtü’l-İ’câz, s. 103-104’ olacaktır, düzeltir, okuyucularımızdan özür dileriz.

29.03.2008

E-Posta: [email protected]




Habib FİDAN

Öyle değil, böyle demeli!



Çoğu zaman dil yanlışlıklarının artık vahim bir şekilde gittikçe yaygınlaştığını ve bu konuda ciddi bir farkındalık eksikliğinin varlığını düşünmeden edemiyorum. Özellikle de basın yayın kuruluşlarında çalışanların tezgâhından geçen yazıların yanlışlıklar içinde boğulduğunu bir türlü mazur göremiyorum. Yok, arttık ben bunu bilgisizlikle açıklamak da istemiyorum. Bence bu, bilgisizlikten ziyade, ilgisizlik. Hatta bu, sorumsuzluğun doğurduğu ilgisizlikten başka bir şey değil.

Hepimiz okuyor, konuşuyor, yazıyor ve nihayet görüyoruz. Mesela konuşmalar yahut yazılardaki mantıksal hataları ya görmezden geliyor ya da “Olsa da oldu, olmasa da oldu” gibisinden bir düşünceyle başımızdan savıyoruz. Artık söylemekten bıktığım “de”nin yazımıyla ilgili yapılan fahiş yanlışlıkları dile getirmekten bıktım. “Yahu” diyorum kendi kendime: “Neden bu konularda fazla hassas olunmuyor? Dil konusu bu kadar mı ucuz ve değersiz bir konu?”

Bu bağlamda, örneğin “1994’te” yerine yazılan “1994’de” ifadeleri artık kanıksanmış gözüküyor herhâlde. “İncirlik’te” yerine “İncirlik’de” diye yazılan ifadeler de hâlâ yazı dünyamızın iğreti bir süsü olmakta direniyor. Hatta direnmek de denemez, galat-ı meşhur olma yolunda uygun adım ilerliyor. Böylesi bariz bir yanlışlığı her defasında neden yapar insan? Sormak lazım. Hele de belli makamlarda oturan, sözüm ona kelli felli ekâbirin de bu yanlışlıklar korosuna dâhil olup bir de “Mesela, örneğin, diyelim ki…” gibi nevzuhur bir “NEOTÜRKÇE(!)” tadında terkip meydana getirme gafletine düşmeleri yok mu, işte bu beni yiyip bitiriyor.

Mantıksal hata demişken, gerek gazete ve gerekse de dergi veyahut kitap türü yayınlarda “Sorunun büyümesine katkıda bulunuyorlar?” gibi kerameti kendinden menkul ifadelere hiç mi takılmıyorsunuz? Çünkü bir sorunun büyümesine katkıda bulunamaz bir insan. Ancak sorunun büyümesine neden olabilir. İşin garibi asıl yerinde kullanılmaz da “Çok çalışması, başarıyı yakalamasına neden oldu” gibi hiç de “neden”sellik kokmayan ifadelere don paça sıkıştırılmakta. Oysa “neden” kelimesi olumsuzluk bildirdiğinden, “başarı” gibi olumluluk bildiren kelimeyle kullanılamaz. Onun yerine, ancak “sağlamak” kelimesi kullanılabilir ki, “Çok çalışması, başarıyı yakalamasını sağladı” gibisinden mantıklı bir cümle ortaya çıksın. Söyler misiniz, olumlu ve olumsuz bir yargının birlikte kullanılabileceği bir cümle yapısı nerede var? Yoksa bu da bizim ikircikli yapımızın, ne demek istediğimizi anlatamadığımızın kavram haritamızın cümlelerimize yansıması mıdır? Tipik ne evet ve ne de hayır diyebilen yurdum insanının “Havet” demesi gibi bir şey. Öyle olmasa, Çanakkale Savaşı gibi elim bir olaya, yer yer “Çanakkale Kutlama Töreni” diyerek garabete saplanır mıydık? Olsa olsa Çanakkale Şehitlerini “Anma” Töreni derdik. Sakın ölüyü alkışlama garabeti, kelimelerimiz ve dahi ifadelerimize sirayet etmiş olmasın? Eee; neyse hâlin, odur kâlin…

Hele son günlerde mantar gibi hemen her kelimeyle kol kola gezme cüretinde bulunan bir kelime var ki, neredeyse yurdum insanının elinde hoyratça kullanıla kullanıla sıradanlaşmaya doğru gitmekte. Evet, “yaratmak” kelimesinden bahsediyorum. Kişisel gelişimle ilgili kitapların tercümesinden dolayı dilimizde sıkça kullanılagelen bir kelime olmaya aday. Hadi, diyelim ki kişisel gelişim konusuna has bir kavram olduğundan kullanılabilir; peki ya cafcaflı görünme gayretkeşliğinin yansıması olan “Sorun yaratmayın”

türünden ifade tarzlarına ne demeli? Sorun yaratılmaz çünkü, sorun çıkarılır. Ve dilimizde “sorun çıkarmak” deyimken, ne diye “ayrılsak da beraberiz” durumu ortaya çıkarılır, anlamak zor.

Bilmiyorum; döne dolaşa “Bizim oğlan minare okur, döner durur, yine okur” atasözüne mazhar olmaktan öteye gitmeyen bir sinek vızıltısı kadar değeri olacak mı bu uyarıların. Yoksa yine, “Bizim oğlan minare okur, döner durur, yine bildiğini okur” demekten kurtulamayacak mıyım? Ne diyelim, bizden uyarması…

29.03.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ahmet ARICAN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Nurettin HUYUT

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT


 Son Dakika Haberleri