|
|
Murat ÇETİN |
Parti mezarlığından geçerken Onuncu Yıl Marşını söylemek |
|
Gözlerim yaşardı, bir ana muhalefet temsilcisinin “Başsavcı görevini yaptı” sözünü işittiğimde. Görev aşkı her zaman kalbimde büyük coşkular meydana getirir, göz pınarlarıma söz dinletemem.
Yine öyle oldu ve Mazhar Alanson’un da dediği gibi “gözlerim dolu dolu oldu, bilinmezliğe…”
Ama bu tamamen benim duygusallığımla alakalı. Yoksa savcılar daima görevini yapar. Hatta ne demişler: “Parti gördün mü kapatma dâvâsı aç, çete gördün mü arkana bakmadan kaç.” Şemdinli savcısı bu öğüdü dinlemediği için başına neler geldi, biliyoruz.
Gözlerimi yaşartan sadece görevini yapan savcılar değil. Mesela “Avrupa’da da parti kapatma var” sözü. “Avrupa’da ne varsa, ülkemizde de yüz, hatta bin misli olacak” gibi bir şiarın ürünü olsa gerek. Zira biliyoruz ki, pek çok Avrupa ülkesinde parti kapatma yok, hatta “parti” ve “kapatma” sözcükleri yan yana bile kullanılmıyor. Olanlarda ise çok istisnai durumlarda işletiliyor. Ama Avrupa’nın bile sahip olamadığı bazı lükslere sahibiz diye kimsenin bize bir şey demeye hakkı yok.
Mesela eminim Avrupa’da işkence de vardır. Tamam çok yaygın değildir, hatta istisnai ve kelimenin tam anlamıyla “münferit” de olabilir. Ama bu bizim, ülkemizde her karakolu bir işkencehaneye çevirmemize de engel değildir. Soranlara da “E, Avrupa’da var” diye bir savunma yapabiliriz.
Zaten bir benzerini 301. maddede yapmıyor muyuz? “Avrupa’da da var, onlara bir şey demiyorsun ama” diye uğradığımız haksızlıkları nasıl da güzel ifade ediyoruz.
Avrupa’da nerde var? Varsa ne kadar uygulanıyor? Uygulanırken kanun kanun olmaktan çıkıp ne kadar elastikiyet kazanıyor? Bu soruların cevapları önemli değil. Önemli olan “Avrupa’da bir varsa, bizde bin olacak. Bizim vatandaşımızın onlardan nesi eksik?” prensibi.
Göz pınarlarım bir kere harekete geçti mi durdurana aşk olsun. Şu AİHM kararını hatırlatanlara karşı da çok duygusallaşıyorum. Allah’ım bu ne AİHM aşkıdır, bu ne uluslar arası insan hakları hassasiyetidir, bu ne adalet duygusudur.
“Madem Refah Partisi’nin kapatılmasına ses çıkarmadılar, o zaman istediğimiz gibi parti kapatabiliriz” formülü karşısındaki hayranlığımı dile getirmeden geçemeyeceğim.
Diğer bütün parti kapatma dâvâlarında, -düşünce özgürlüğüyle ilgili olanlarda olduğu gibi Türkiye haksız bulundu gerçi, ama olsun.
Dâvâyı kazanan partilerin yargılanmanın yenilenmesi talepleri reddedildi gerçi, ama olsun.
“Ama Refah Partisi’nin kapatılmasını haklı buldular.”
Yine MFÖ’nün dediği gibi “Gözyaşlarım bitti mi sandın?”
Asla. Sadece parti mezarlığından geçerken korkmamak için Onuncu Yıl Marşı’nı söylüyorum. Ama ne hikmetse, daha çok korkuyorum.
17.03.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Allah’a kavuşmayı istemek |
|
Birgün Allah Resûlü (asm), “Kim Allah’a kavuşmayı isterse, Allah da ona kavuşmak ister. Kim de Allah’a kavuşmayı istemezse, Allah da ona kavuşmak istemez” buyurur.
Ubade bin Samit, “Hiçbirimiz ölümü istemeyiz ya Resûlallah” der.
Gerçekten ölümü istemek demek miydi bu? Kişi ölünce Rabbine kavuşacaktıysa ölüm de istenmeli değil miydi?
Resûlullah (asm) açıklık getirdi: “Sizin anladığınız mânâda değil bu. Mü’min ölüm gelip de Allah’ın rızası, Cenneti ile müjdelendiği zaman Allah’a bir an önce kavuşmak ister. Allah da ona kavuşmak ister. Kâfir ise ölüm gelip çatıp da Allah’ın azabı ve cezasıyla müjdelendiğinde (!) ona kavuşmak istemez. Allah da ona kavuşmaktan hoşlanmaz.”1
Hayatını, hayatı veren Allah yolunda kullanmış ve vakti gelince emanetini alın akıyla, gönül rahatlığıyla teslim eden bir mü’minin önüne Cennet kapıları açılacaktır. Cennetin onca güzelliği karşısında büyülenen mü’min dünya zindanından—çünkü dünya bütün güzelliğine rağmen Cennetin yanında bir zindan gibi kalmaktadır—kurtulmak, bir an önce Cennete ve Cennette Rabbinin sonsuz cemaline kavuşmak için can atacaktır.
Nasıl can atmaz insan? Öyle bir Cennet ki, Mektûbât’ta denildiği gibi, “Ey insan! Bilir misin, nereye gidiyorsun ve nereye sevk olunuyorsun, Otuz İkinci Söz’ün ahirinde denildiği gibi, ‘dünyanın bin sene mes’ûdâne hayatı bir saat hayatına mukabil gelmeyen Cennet hayatının ve Cennet hayatının dahi bin senesi bir saat rü’yet-i cemâline mukabil gelmeyen bir Cemil-i Zülcelâlin daire-i rahmetine ve mertebe-i huzuruna gidiyorsun…”2
Dünya, kabir ve ahirete birlikte, bir bütün hâlinde bakabilen insan, ahiretteki o güzelliklere kavuşabilmek için üzerine düşen her türlü fedâkârlığı üstlenmekten geri kalmaz. Bunun yolunun Allah’ın rızasını kazanmaktan geçtiğini çok iyi bilir; Onun emirlerini yerine getirme ve yasaklarından kaçınmada alabildiğine titiz davranır.
Ya kâfir? İnançsızlığı sebebiyle gözüne taktığı küfür gözlüğüyle her şeyi karanlık, çirkin, korkunç ve ürkütücü görerek hayatını zindana çevirmekle kalmaz; kabrini de, ahiretini de Cehenneme çevirir. Dolayısıyla dünyası, ahireti yanında Cennet gibi kaldığı için bu yalancı Cennetinden ayrılmak, ölmek ve Rabbine kavuşmak istemez. Çünkü onun azap ve gazabıyla karşılaşacaktır.
Demek Allah’a kavuşmayı istemek veya istememek imanla ilgili. İmanı kuvvetli olan insan bir an önce Rabbine, Onun ihsanlarına kavuşmak ister.
Dipnotlar:
1- Buharî, Rikak: 41; Müslim, Zikir: 15; Tirmizî, Cenâiz: 67; İbni Mâce, Zühd: 31.
2- Mektûbât, s. 223.
17.03.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Düşünme melekesi ve İslâmiyette düşünce hürriyeti |
|
İnsan, düşünen varlık, diye de tanımlanır. Beynimiz/zihnimiz, duygularımız, kalbimiz düşünme ve fikir üretmek için dizayn edilmiş. Tefekkür, insan olmamızın temel özelliği değil mi?
Sonsuz tefekkür gücüne sahip bir maden yatağı gibi olan zihnimizi; düşünme teknikleriyle geliştirip, ona fevkalâde meziyetler kazandırabiliriz. Aynı zamanda ruh-beden, kâinat ve metafizik âlemin enerji boyutlarıyla irtibat kurarak iletişim sağlayabiliriz.
Düşünen beynimiz değil, ruhumuzdur. Ruh, bunu beyin aracılığıyla yapar. Düşünme, hadise ve nesne yerine onların sembollerini kullanarak yapılan zihnî bir faaliyet; eşya ve varlıklar arasında bağ kurma; müşahhastan mücerrede (somuttan soyuta) geçme; mantıkî prensiplere uygun akıl yürütmedir.
İnsanî bir özellik, bir vazife1 olarak da tanımlayabileceğimiz düşünme gücü, tefekkür; şuurlu olarak düşünmek, anlamak, araştırmak, fikir üretmek; bir şeyin hakikatini anlamak için onun üzerinde mantıklı, derin, etraflı, detaylı ve dikkatlice düşünmek, üzerinde yoğunlaşmak, zihnî faaliyet göstermektir. Maddeler halinde sıralarsak düşünme:
• Bir meseleyi çözme, halletme, anlamak için onu irade ile ele alma, çözmeye çalışma, teşebbüse geçme;
• Düşünüşü, bir başka düşünüşe çevirebilme, kaydırabilme, istikamet seyrini çizme;
• Bir konunun çeşitli yönlerini, değişik durumlarını sıralayarak zihninde tutabilme, koruyabilme;
• Birden fazla ve birbiriyle ilgili değişik mesaj ve uyaranların her birisine uygun cevaplar verebilme;
• Bir meselenin bütününe vâkıf olabilme, kavrayabilme; onunla ilgili kısımları anlayıp tefrik edebilme, değişik durumlarını ayırt edebilme; farklılıklarını ve parçalarını bir düzen içine sokabilme;
• Sembolleri kullanabilme, fikir yürütebilme, planlayabilme, programlayabilme; mümkün olanı bulup gerektiği şekilde düzenleyebilme ve çevremizle objektif münasebetler kurabilme kabiliyetidir.
Keşfedici, yüksek düşünce ise; sembol ve taslaklara dayanan düşünceyle gerçekçi düşünce arasında kurulan bağlantının sonucudur. Belirli bir zekâ seviyesi, bilgi, eleştirel, tetkikçi, inceleyici, esnek düşünme alışkanlığı; üstün bir zihnî çalışma ve derin bir tecrübe gerektirir.
İnsanın değeri, ürettiği fikirler oranındadır. İlâhî hakikatlere lâyık bir halifeliğe liyakat kazanması2, yani varlıkların üstünde bir seçkinliğe sahip olması tefekküre bağlıdır.
Akıl ve kalbin besleyici gıda ve enerjisi düşüncedir. Güneşin, gece perdesini aralayıp eşyanın mahiyetini göstermesi gibi, ince ve dikkatli tefekkür de cehalet karanlığını dağıtıp gafleti yok eder, evham karanlığını dağıtır.3
Özellikle kalp; tefekkür ve zikirle işler,4 çalışır. Zikir, bilindiği gibi yalnızca kudsî bir kelimeyi tekrarlamak değil, farkına, şuuruna vararak etraflıca düşünmektir.
İslâmiyet, her türlü düşünce hürriyeti, akıl hürriyeti, araştırma hürriyeti tanımıştır. Hatta, “kötü düşünce” bile, fiile aksetmediği müddetçe, serbest bırakılmıştır. Cenâb-ı Hakk’ın, gizli hazinelerinin ve bazı sırlı hakikatlerinin bilinmesi için insanlığa akıl-ilim ve tefekkür gücü verilmiştir. Kâinatı, dünya, sema, deniz ve yeri karış karış İlâhî san'atlarla bezeyerek “Hakîm” isminin müzesi, fuarı, sergisi yaparak tefekkürhâneye çevirmiştir. Kur’ân’da da, tefekküre pek çok vurgu yapılmıştır:
“Tefekkür etmezler mi?”5, “Kafalarını çalıştırmazlar mı?”6, “Düşünmezler mi?”7, “Haydi, çevir gözünü: En küçük bir kusur görüyor musun?”8, “İbret alınız”9, “Ki, düşünesiniz”10, “Belki düşünüp ibret alırlar”11, “Onlar kendi üzerlerindeki İlâhî san'atları hiç düşünmezler mi?”12, “Düşünen bir topluluk için bunda deliller vardır.”13
Mütefekkirlerin üstadı, rehberi Hz. Muhammed (asm) bir hadiste, “Bir saat tefekkür, bir sene nâfile ibadetten daha hayırlıdır”14 sözüyle düşünmeyi yücelterek muazzam bir tefekkür ufku açmıştır. Hakîm ismine kavuşturan parlak bir yol15 olan tefekkür; hem “ibadet”, hem ışık, hem enerji şarjı faaliyetidir. Böylece hikmet kanununu, yani Allah’ın Hakîm isminin tecellîlerini anladığımız, onlara uyduğumuz oranda enerji elde ederiz.
Sağlıklı bir hayat sürdürmenin şartlarından birisi de tefekkürî gözlemdir. Çünkü güzel görmenin ürünü, güzel düşünme, güzel düşünmenin de neticesi hayatın lezzetlenmesidir. Yani, güzel düşünce huzur, sükûnet verir.
Dipnotlar: 1- Sözler, s. 118.; 2- Mesnevî-i Nuriye, s. 124.; 3- A.g.e., s. 298.; 4- Mektubat, s. 429.; 5- Kur’an, Rum, 8.; 6- Kur’an, Yâsin, 68.; 7- Kur’an, Nisa, 82.; 8- Kur’an, Mülk, 3.; 9- Kur’an, Haşir, 2.; 10- Kur’an, Bakara, 219.; 11- Kur’ân, A’raf, 176.; 12- Kur’ân, Rum, 8.; 13- Kur’ân, Ra’d, 3.; 14- Keşfü’l-Hafâ, I:1004.; 15-Mektûbât, s. 443.
17.03.2008
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
İktidar–muktedir eksenli çekişme |
|
Tam yüz yıldır hürriyet ve demokrasi yolunda düşe kalka giden Türkiye'nin geldiği nokta, cidden üzücü ve son derece düşündürücüdür.
İktidar partisi hakkında açılmış olan kapatma dâvâsının, halihazır görev başındaki Başbakan'ı, hatta Cumhurbaşkanı'nı dahi içine alacak kadar geniş, kapsamlı ve dirençli olması açıkça gösteriyor ki, Türkiye, bir asır evvel yönelmiş olduğu hukuk, hürriyet ve demokrasi yolunda hâlâ ciddî bir handikapla karşı karşıyadır.
* * *
İktidar partisiyle olan münasebetimizin düzeyi ne olursa olsun, bizim yeni başlayan bu süreç içindeki tavrımız ve duruşumuz hiçbir şüphe ve tereddüde mahal bırakmayacak kadar açık ve nettir:
Biz, kat'î sûrette hürriyet ve demokrasiden yanayız; aynı şekilde, bu değerlere yönelecek her türlü oligarşik, militer ve totaliter müdahalenin karşısındayız.
Ayrıca, hangi siyasî görüş ve düşüncede olursa olsun, herkesi de böylesi bir vakur ve izzetli duruşu sergilemeye dâvet ediyoruz.
Burada şunu da hatırlatalım ki, bugün iktidar partisinin hata ve yanlışlar listesini sıralamanın zamanı değil. Zaman, bugün için demokrasiye sahip çıkma ve önündeki engelleri kaldırmaya gayret etme zamanıdır.
Evet, hürriyet, hukuk ve demokrasinin kıymetini bilmeli ve bunlara hakkıyla sahip çıkmalıyız ki, zarar görmesin, zayi olmasın, elimizden gitmesin...
* * *
Bugün yaşananlara baktığımızda, esasen yüz yıldır süregelen "iktidar–muktedir" eksenli bir çekişmenin derin izlerini görmekteyiz.
Millî iradeye dayanarak iktidar olma mücadelesini verenlerin karşısına "devlete dayanan" birimler, unsurlar çıkıyor ve şunu demeye getiriyor: "Sen iktidar olabilirsin. Ama, muktedir olan benim ve daima ben olmalıyım. Aksi halde iyi olmaz; bozuşuruz, ona göre..."
Evet, mâalesef olan–bitenin özü budur ve özeti bundan ibarettir.
* * *
Hâ, bu arada iki büyük fobimiz de var bizim: İrtica ve bölücülük fobisi..
Üstelik, yeni değil; bunların da yaklaşık yüz yıllık bir mâzisi var.
Mürettep 31 Mart Vak'asıyla (1909) başlayan, Şeyh Said Hadisesi (1925) ve Menemen (1930) kumpasıyla devam eden bu vak'alardan, ne yazık ki "irtica ve bölücülük fobisi"nden başka sadra şifâ hiçbir ders–i ibret çıkaramamış dar ufuklu, hatta ardniyetli kişi ve zümreler var, bu ülkede.
Nitekim, bakın haklarında kapatma dâvâsı açılan siyasî partiler hakkındaki isnatlarda öne çıkan argümanlar da aynı cinsten: İrtica ve bölücülük.
Oysa, gerek itikadî değerlerimiz ve gerekse bunca zaman yaşanan hadiseler bize açıkça göstermektedir ki, bu ülkede ne irtica hortlar, ne de bölünme olur.
Bunlar, tümüyle hayalîdir, farazîdir, komik ve de kronik birer fobiden ibarettir.
Hatta, dünyanın en dessas kuvvet ve cereyanları dahi toplanarak işbirliği yapsa, yine de et ve tırnak gibi, yahut farklı çeşmelerden müteşekkil ırmak suyu gibi birleşmiş, kaynaşmış olan bu milletin fertlerini birbirinden ayıramaz, birbirine düşüremez.
Ama, siz bu açık gerçekleri gelin de tabuların, totemlerin, fobilerin adeta esiri haline gelmiş olan kimselere anlatın.
Kolay değil elbet; ama, bizim vazifemiz yine de sabır, sebat, azim ve dirayet ile anlatmak, anlatmaya devam etmektir.
Tarihin Yorumu 17 Mart 1944
Varlık Vergisi kasırgası (1)
Tek parti döneminin hak–hukuk tanımaz icraatlarından biri olan "Varlık Vergisi"nin tasfiye edilmesi hakkında kànun, nihayet yürürlüğe girdi.
Böylelikle, dış dünyanın da şiddetle ayıplamış olduğu vahşiyane bir külfetten, bu ülkenin Müslim–gayr-ı müslim vatandaşları kurtulmuş oldu.
* * *
Varlık Vergisi meselesi, ilk kez Başbakan Şükrü Saracoğlu'nun 5 Ağustos 1942'de Meclis'te okumuş olduğu hükümet programında gündeme geldi.
Yeni Başbakan Saracoğlu, "Biz Türküz, Türkçüyüz ve daima Türkçü kalacağız. Bizim için Türkçülük bir kan meselesi olduğu kadar ve lâakal o kadar bir vicdan ve kültür meselesidir. (...) Biz ne sarayın, ne sermayenin, ne de sınıfların saltanatını istiyoruz. İstediğimiz sadece Türk milletinin hakimiyetidir" diyerek yeni hükümetin ırkçı ve ideolojik ağırlıklı sosyal politikasını açıkladı.
Saracoğlu'nun, konuşmasında "yabancılar, karaborsacılar" diyerek ağır ithamlarla hedef tahtasına koyduğu kimseler hakkında bir süre sonra Millî Şef İsmet Paşa da konuştu ve bu kesimi "soysuzlar" tâbirini kullanarak niteledi.
(Bkz: 29 Ekim 1942, Ankara Hipodromu'ndaki konuşma)
Aynı dönemde yaşanan önemli bir başka gelişme de şudur: Eylül 1942'de İstanbul Defterdarlığı görevine atanan Faik Ökte'nin naklettiğine göre, Maliye Bakanlığı, yüksek kazanç elde ettiği iddia edilen kimseler hakkında çizelge tutulması ve bu çizelgede Müslümanların M, gayrımüslimlerin G, dönmelerin D harfiyle işaretlenmesini talep ediyor. (Bkz: Faik Ökte, ''Varlık Vergisi Fâciası,'' Nebioğlu Y. İstanbul 1951.)
4305 sayılı Varlık Vergisi Kànunu, Meclis'te 11 Kasım 1942’de görüşülerek firesiz şekilde kabul edildi.
(Devamı var)
17.03.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Cemaate sonradan yetişen, namazını nasıl tamamlar |
|
Eyüp Bey:
*“İmama sonradan yetişen kimse, yetişemediği rekâtları mı kılar? Yoksa imamla kıldığı rekâtları baştan sayıp, geri kalan rekâtları mı kılar? Bunun belli bir kuralı var mı? Meselâ: Akşam namazının son rekâtinde imama yetişen kimsenin üç defa teşehhütte bulunmasını açıklar mısınız? Dört rekâtlık bir namazda son rekâta yetişen bir kimse imamla birlikte dördüncü rekâti kılar ve selâm verildikten sonra kalkar; Fatiha ve zamm-ı sûreyi okur; oturur. Kalkar; bir rekât daha kılar ve sadece fatiha sûresini okuyacağı son rekâtini kılar ve selâm verir. İmamla kıldığı rekât birinci rekât ise; kendi başına kıldığı üçüncü rekâtta niye zamm-ı sûre okudu? Dördüncü rekât ise; kendisinin kıldığı birinci rekâtte niye oturdu?”
Cemaatle kılınan namazlarda, birinci rekâtın rükûundan sonra imama uyan kimseye, “cemaate sonradan uyan” mânâsında “mesbuk” denir.
Açıklamanız doğrudur. Ezcümle: Akşam namazının son rek’atinde imama uyan bir kimse; Sübhâneke’yi okur, imamla beraber o rekâti kılar, teşehhütte bulunur, imam selâm verince kalkar; yeniden Sübhâneke’yi okur, Eûzü besmele çeker, Fatihâ ve zamm-ı sûre okur, rükû ve secdeleri yapar ve oturur, yalnızca Tahiyyât’ı okur ve “Allahu ekber” diyerek kalkar; besmele çeker, Fatihâ ve zamm-ı sûre okur, rükû ve secdelerde bulunur, son oturuşunu yapar, selâm vererek namazdan çıkar.
Dört rekâtli bir namazın son rekâtinde imama yetişen kimse; imamla birlikte o rekâti kılar, teşehhütte bulunur; imam selâm verdikten sonra kalkar; Sübhâneke’yi okur, Eûzü besmele çeker, Fatihâ ve zamm-ı sûre okur; rükû ve secdelerde bulunur, oturur, Tahiyyât’ı okur ve kalkar; Besmele çeker, Fatihâ ve zamm-ı sûre okur, rükû ve secdeleri yapar ve kalkar; yalnızca Fatihâ Sûresini okur, rükû ve secdelerde bulunur, son oturuşunu yapar; Tahiyyât’ı, Allahümme Salli ve Bârik duâlarını ve Rabbenâ Âtinâ ve Rabbenağfirlî duâsını okuyarak selâm verir.
Dört rekâtli namazın üçüncü rekâtinde imama uyan kimse; imamla beraber son oturuşta tahiyyât’ı okur ve bekler, imam selâm verince kalkar; ilk iki rekâti sırayla kazâ edeceğinden, bu rekâtleri nasıl kılması gerekiyor idiyse öylece kılar.
Akşam namazına son rekâtte uyan kimsenin, neden üç oturuşta bulunduğunu soruyorsunuz. Dikkat ederseniz bütün mesbuklar, yani namaza sonradan uyanlar hangi rekâtte uyarlarsa uysunlar ve hangi namazda bulunurlarsa bulunsunlar; hemen hepsinde ister istemez bir oturuş fazladan yapmış oluyorlar. Çünkü mesbuk, imam selâm verene kadar namazını imamla kılmıştır; namazında imama tâbîidir; imam selâm verdikten sonra ise kılamadığı rekâtleri kazâya başlayınca, artık tek başına namaz kılan kimse gibidir. Ve kılamadığı rekâtlerin kazasını yapmaya sırayla baştan başlar. Meselâ; akşam namazına son rekâtte yetişen birisi, imama tâbi olduğu için son oturuşu da imamla birlikte yapmak zorundadır. İmam selâm verince kalktığı rekât, kendisinin kaçırdığı birinci rekâttir. Bu açıdan birinci rekâtte okuması gereken bütün duâ ve sûreleri okur. Burada rükû ve secdelerden sonra bir oturuş yapması vaciptir. Çünkü daha önce imamla da bir rekât kılmış olduğundan, toplam iki rekât kılmış olmaktadır. Ve iki rekâtte bir oturuş yapmak vacip olmaktadır. Bu oturuş, kendisinin birinci oturuşu mahiyetinde olduğundan yalnızca Tahiyyât’ı okur; hemen kalkar ve akşam namazının kaçırdığı ikinci rekâtini, nasıl kılınması gerekiyorsa öylece kılar. Sonra son oturuşunu yapar ve selâm verir.
Aynı durum dört rekâtli namazlarda da söz konusudur. Dört rekâtli bir namazın dördüncü rek’atinde imama yetişen bir kimse; dördüncü rekâti imamla kılmış olmaktadır; imam selâm verince kalkar, geçirdiği ilk üç rekâti baştan başlayarak sırayla, her rekâtte okunması gereken duâ ve sûreleri okuyarak kılar. Yalnız burada yine “oturuşta” bulunma açısından, imamla kıldığı son rekâti birinci rekât olarak sayar; kendisi kazâ olarak kıldığı birinci rekâti de ikinci rekât olarak kabul eder ve bir oturuş yapar; çünkü neticede ard arda iki rekât kılmıştır ve bir oturuş yapması vacip olmuştur. Sonra kalan iki rekâti ise, arada oturuş yapmaksızın birisi zamm-ı sûreli, diğeri zamm-ı suresiz olmak üzere kılar, son oturuşunu yapar ve selâm verir.
İmama sonradan uyanlar neticede bir oturuş fazladan yapmış oluyorlar; bunun bir zararı yoktur; vacip oturuşu terk etmiş olmamak için bu böyle teşrî kılınmıştır. Bununla beraber; akşam namazının son rekâtine yetişen birisi; imam selâm verdikten sonra geçirdiği ilk iki rekâtin kazasını yapmak üzere kalkar ve arada oturuş yapmayı unutursa, namazı yine sahih olur, sehiv secdesi yapması gerekmez. Böyle iki rek’atin üst üste kılınması halinde, imamla yaptığı oturuş, vacip oturuş olarak kifayet etmektedir. İslâmiyet kolaylık dinidir.
17.03.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Yeni Asyadan Size |
23 Mart haftası |
|
21 Şubat’tan bir ay sonra, 23 Mart haftasına da girdik. Önümüzdeki Pazar günü 23 Mart özel sayımızla huzurlarınızda olacağız inşaallah.
Geçen hafta duyurduğumuz gibi, o gün, meşrutiyetin 100. yılında Bediüzzaman Hazretlerinin konuya ve Türkiye’deki hürriyet mücadelesine dair görüşlerinin yabancı aydınlar tarafından Yeni Asya için özel olarak kaleme alınan makalelerle yorumlandığı bir ilâvemiz olacak.
Bu ilâvenin yanı sıra, her 23 Mart’ta olduğu gibi, Üstadın yakın talebe ve hizmetkârlarıyla yaptığımız sohbetleri yayınlayacağız.
Bir başka önemli sürprizimiz, çoktandır düşünüp arzu ettiğimiz bir yeniliğin gerçekleşmesi, yani sayfa tasarımlarımızın profesyonel ve modern bir anlayışla tamamen yenilenmesi olacak.
Yani 23 Mart günü, görsel açıdan da çok farklı ve beğeneceğinizden emin olduğumuz yep yeni bir gazete ile karşınızda olacağız inşaallah.
Bu arada, yazar kadromuzu takviye etme çalışmalarımız da devam ediyor. Neticelerini, bu çalışmalar sonuçlandıkça, peyder pey takdim edeceğiz.
***
Ana kucağı
Yeni yazarlar faslında, Bizim Radyo programcılarından Atike Özer’in “Ana kucağı” köşesini geçen hafta başlattık. Atike Hanım medyada başka bir emsali bulunmayan bu orijinal köşede, kadının en önemli ve fıtrî vasfı ve vazifesi olan anneliğin inceliklerini, gereklerini, püf noktalarını işleyecek.
Atike Hanıma hoşgeldiniz diyor, başarılar diliyoruz.
***
Bir okuyucu mesajı
Adana’dan Abdurrahman Ceylan, Yeni Asya ile ilgili düşüncelerini ve hissiyatını şu satırlarla kâğıda döküp göndermiş:
Çok değerli arkadaşım Yeni Asya’m, seninle tanışmamız 38. yılını doldurdu. Ne mutlu bizlere ki, bugünlere geldik. Baskı ve zulümlere boyun eğmeden, sabır ve sebatla bugünlere eriştik.
Seni her sabah görmek, seninle sohbet etmek, adeta pusula gibi siyasî ve içtimaî konularda bize ışık tutman, hazineler yüklü her bir makalen adeta her günümüzü aydınlatıyor.
Senin arkadaşlığından çok memnunum. Çünkü 38 yıldır başımızı öne eğdirecek ve bizi mahcup edecek hiçbir hareketin olmadı.
Biz seninle kerhen ve yapmacık değil, çok ciddî dostuz. Allah bu beraberliğimizi ebediyen sürdürmeyi bize nasip etsin.
Sen Risale-i Nur’un içtimaî hayata, topluma açılan bir kapısısın. Seni gören, bilen ve tanıyan, nasıl bir dâvânın nâşir-i efkârı olduğunu çok iyi biliyor.
Tirajın yüksek olmayabilir, fakat manevî meyvelerle yüklü her bir sayfan, her bir makalen, yalnızca dostlarını değil, düşmanlarını bile senin hakkını teslime mecbur ediyor.
Geçenlerde bir yere sohbete giderken “Günü geçmiş de olsa eski gazeteleri oraya götürelim” dedik. Bir arkadaşımız “Yeni Asya’nın eskisi olmaz ki, o her zaman yenidir” dedi.
Seni ve bütün Yeni Asya camiasını en tepeden en alt kademedeki neferine kadar canı gönülden tebrik ediyor, seninle beraberliğimizin ebediyen devam etmesini Allah’tan niyaz ediyorum.
17.03.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Pişmanlar yeniden sahnede |
|
Yargıtay Başsavcısının açmış olduğu AKP’yi kapatma dâvâsı birçok yönden ele alınabilir. Bu elbette ki bir darbe süreci. Silâhsız bir darbe. Fatih Güllapoğlu’nun Tanksız Tüfeksiz Harekât adını verdiği bir harekât şekli. Başsavcının, amiri hükmündeki cumhurbaşkanlığı makamını da içine alan 71 kişi hakkında siyaset yasağı istemesi de her şeyden önce bir pervasızlık olsa gerektir. Bir nevî 27 Mayıs’ta cumhurbaşkanlığı muhafız alayındaki askerlerin Celâl Bayar’ı tutuklamalarına benziyor. Gerçekten de acı. Bununla birlikte, bu süreç 28 Şubat sürecine benziyor. Biraz daha hafifiyle. 28 Şubat hilâfına basında cılız destek bulabiliyor. Dünyadan ise hiç yok. Hatta şaka zannediyorlar. Bununla birlikte, süreç içinde daha da katı hâle gelebilir. Yani diyalektik bir süreçten geçiyoruz. Herkes eteğindekileri dökecek. Bundan dolayı Türkiye uzun soluklu bir mücadeleye hazır olsun. Bununla birlikte, başbakanın ilk konuşmaları metanetini gösteriyor. Zaten yenilgiyi kabullenmek, yenilmektir. Bununla birlikte, olayın en üzücü tarafı bir partinin kapatılması veya diğerinin açılması değildir. Bu badirelerde olan hep halka oluyor. 28 Şubat sürecinin enkazını henüz kaldıramadık. Halk ve içtimaî doku telâfisi yılları alacak belki de tamiri mümkün olmayacak tahribata uğradı. Toplumsal doku zayıfladı. 28 Şubat sürecinde ülke hem ekonomik, hem de sosyal anafora ve buhranlara kapıldı. Ekonomi soyuldu ve talan edildi. Zaten bu buhranlar tekrar Milli Görüş’ün evrilmiş veya başkalaşmış bir devamını iktidara getirdi. Eğer AKP’nin başkalaşması suç ise aslında bundan da yine darbeciler sorumludur. Refah Partisini beğenmedikleri için ona darbe yaptılar, ama mutasyon geçirmiş hâlini de beğenmiyorlar. Öyleyse bunlar neyi beğenecekler?
The Guardian gazetesinin tabiriyle seküler fundamentalistler neyi beğenir ve neden hoşlanırlar? Kaynama veya tatmin dereceleri var mı? Başörtüsünün çene altından olanını mı emrederler yoksa hiç takılmamasını mı? Başörtüsünün kadın esareti olduğunu ileri sürüyorlar. Batıda bu söylemi ‘ex müslümanlar’ üretiyor ve paylaşıyorlar. Acaba arada bir benzerlik var mıdır? Peki takke ve sarık takan dindar erkekler nazarlarında nasıl bir görüntü veriyorlar? Onlar da başlarından güneş ışınlarını uzaklaştırarak kendilerine eziyet etmiyorlar mı? Acaba sarıkla onlar da kadınlar karşısında kendilerini küçük düşürmüyorlar mı?
Alev Alatlı gibilerin savunduğu teze göre, başörtüsü dinî bir şiar olmaktan çıkmış erkek egemenliğinin aracı bir kıyafet haline gelmiş. Bu durumda Sudanlıların genelinin yaptığı gibi, sarık veya takke takmak kadın karşısında ikinci sınıf olmayı mı temsil ediyor? Buna da bir kulp bulabilir ve Sudanlı erkeklerin keyiflerinden bu kıyafeti giydiklerini savunabilirler. Pekâla, İsrail’de kadınların başörtüsü takmasını unutmuşlar. Bazıları perukla idare ediyor. Ama erkekler özellikle Sabath günlerinde kippa giyiyorlar. Anaerkil Yahudi toplumunda bu neyi temsil ediyor?
***
Evet, Yargıtay Başsavcısının beklenmeyen bu hareketi şunu gösterdi: AKP’nin Milli Görüş’ten ayrılırken tutunduğu dalın veya söylemin veya gerekçelerin tutarsızlığını... Az gittik uz gittik; nihayet yine aynı noktaya geldik. Elbette bazı farklılıklar var. Konjonktürel değişim gibi. Ama rejimin reflekslerinde fazla da bir fark yok. ‘İdeolojik azınlık’ veya ‘jakoben cumhuriyetçiler’ içinden çıktıkları halkı beğenmiyorlar. Dolayısıyla Amerikan tarafının da işaret ettiği gibi yüzde 47’lik bir halk dilimini hiçe sayabiliyorlar. Ya da iki kişiden birisini yok farz edebiliyorlar. Son yargı hamlesi bunu açıkça ortaya koymuştur.
***
Bir başka husus da 28 Şubat süreci pişmanlarının dön dolaş yine aynı noktaya gelmeleridir. Sözgelimi, 28 Şubat savcısı Vural Savaş daha sonra nedamet getirmiş ve Refah’ı kapatmalarından dolayı pişmanlığını ifade etmiştir. AKP kapatıldıktan ve yürekleri soğuduktan bir müddet sonra ne yaptıklarını anladıklarında yine dizlerini döveceklerinde şüphe yoktur. Basında da bu tipleri yakinen tanıyoruz ve varlıklarını biliyoruz. Bunlardan birisi de Can Ataklı idi. 28 Şubat sürecinin basınla ilgili sırlarından bir kısmını onun itiraflarından öğrendik. Basının aldığı talimatları birinci elden o duyurdu. Peki ne oldu? Yine darbecilerin safına geçti. 28 Şubat sürecinde Erbakan Hoca’nın kusurlu ve hatalı olduğunu söylüyorlardı ve ona karşı çok yönlü hamleye katıldılar ve sonra da pişman oldular. Şimdi neden bir defa daha aynı yola saptılar?
Bu pişmanlık bir yerde Mısırlı tiyatro yazarı Tevfik el Hakim’in şuur dönüşüne benziyor. Tevfik el Hakim her dönemin adamı olmuştur ve o dönem geçince de pişman olmuş ve nedamet getirmiştir. Onun tabiriyle bilincin geri dönüşüne şahit olmuştur. Neden bilinç hep iş işten geçtikten sonra geri geliyor? Anlayan varsa beri gelsin. Önceki darbeden pişmanlık ve nedamet getirenler de her darbenin adamı olup çıkmışlardır. Bu fasit daireyi bir yerinden kırmak gerekmiyor mu? Ama artık bu darbe nedametçilerine veya pişmanlarına bir daha pişmanlık fırsatı tanımamak gerekir. Yoksa olan yine millete olacak. Onlar sonunda pişman olsalar da ağır ve acı bedelini halk ödüyor. Onların pişmanlıkları aslında halkın ödediği bedeldir. Ülke bu bedeli bir daha kaldıramaz. Artık ülke için lüks sınıfına giriyorlar.
17.03.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şükrü BULUT |
Kar çiçeklerinin raksı... |
|
Rakseden çiçekler mi, yoksa sahraların rengârenge büründüğünü gören aşıklar mı? Arılar, kelebekler, kuzular, kuş ve kuşcuklar mı? Veya çiçeklenen çemenlerin karşısında hayretini teskin edemeyen şeydalar mı?
Çiçeklerin raksını çok yaşadınız, ama hatırlayamıyorsunuzdur. Belki de ömrümüzün seneleri boyunca, mevsimi gelince karşımızda raksede durdular, lâkin farkına varamadık. Bakmakla görmenin farkını en iyi siz bilirsiniz...
Bahar çiçekleri diyebileceğimiz gibi, Mart çiçekleri de diyebilirsiniz. Günde elli kez farklı elbiselere bürünebilir misiniz? Veya çok sevdiğiniz yavrunuza günde elli çeşit giysiler... Şu günlerde sükûneti yaşadığım odamın penceresinden havanın sabahtan akşama kadar giyip çıkardığı elbiseleri sayıyorum. Belki de elli çesit... Kaç kez yüzünü astığını ve kaç kez tebessümünü... Gülücüklerine kuşlarla birlikte takılıyorum ki, bulutların dik dik bakışlarıyla teşebbüsüm akîm kaldı. Celâlinden ürküp odama dönerken yeniden bir tebessüm tufanı... Penceremden desen desen çiçeklerin resmini gördüm. Dünyanın gelmiş geçmiş bütün çiçeklerinin beyazlara bürünerek yere indiklerini... Nokta nokta çiçeklerden, badem-zerdalilerin ki kadar çeşit çeşit... En şa’şaalı kristallerden güzeller güzelinin yanağından rengini alan goncalara kadar değişen sayısız çiçek... Muhteşem bir gösteri başlıyor. İnsanların ellerinden çıkan sahneler, dekorlar ve kostümler de insan gibi nakıs, yarım ve çok yetersiz. Bir sahneyi görecektiniz… Milyarların bu küçücük sahnedeki raksını... İnişler çıkışları takib eden uçmalar... Bazıları cûş u huruşla konarlarken ağaca, çimen ve dallara; bazıları nereye konacağına karar verememiş mütereddit kelebekler gibi daldan dala kanat çırpıyor. Ya sonra? İp ip sıralarını bozmayan çiçeklerin mevlevî semasına kalkışları… Sonra dağılıp toplanan mütenasip kümeler… Ortalarında serzakirler… Ayinin ne zaman ve nerede biteceğini artık merak etmiyorsunuz. Kulübeciğim müsaade etseydi onlara iştirak edecektim. Hz. Âdem (a.s.) babamızdan kıyamete kadar gelen insanların bütün raks çeşitlerini odacığımdaki pencerecikten seyrettiğime inanıyorum. Ne kadar şükredilse az değil mi?
Sonra her bir çiçeğin elinden tutmuş bir meleği düşündüm. Süleyman Çelebi merhum bu manzarayı mutlaka bir başka nazmederdi. Kar çiçeklerin raksı bazen de meleklerin raksına dönüşüyor, düşündüğünüz de. Semayı ve semamızı dolduran bu kadar Mart çiçeklerine nezaret eden Hz. Mikail’le bu manzarayı düşünmek, belki de en makulu olsa gerek. Günde elli defa farklı giysi, farklı renk, farklı figür, farklı raks ve farklı imaj ile sizi raksa davet eden şu çiçeklerin, hiçbir şeyi üşütmedikleri dikkatimi çekti. Hem çiçek üşütür mü? Çiçek baharın habercisi değil mi? Ağaçların, budakları, çemen ve nihalleri kış uykusundan uyandırmak üzere adeta bir merasim çerçevesinde raksediyorlar. Çiçeklerin buselere dönüştüğünü de düşünebilirsiniz... Uyuya kalan sevgilileri baharın fecrinde uyandıran buseler... Buselerin konduğu noktalardan hayat çiçek çiçek fışkırmayacak mı? Tabiatın; bahar sabahında, Mart çiçeklerinin raksında ve yine onların buseleriyle uyandığını söylemek mübalağa mı olur acaba? Boyları, desenleri, figürleri ve raksları birbirinden farklı olan bu muhteşem gösterinin bir sahnecikle biteceğine inanmak nahoş bir duygu olsa gerek. Bu kadar ince, nazik, nazenin ve her türlü estetik duyguyu tatmin eden tabloyu hazırlayanın, aynı tabloyu bir tarafa atacağını ve bu gösteriyi bir daha yaşatmayacağını düşünmek ruhun ıztırabı olsa gerek… Bu seyri bize yaşatan, bize ıztırabı yaşatmayacaktır… İnşallah!
Bahar çiçeklerinin raks musikîsini besteleyen “Ezelî Bestekâr”ın nefha nefha tabiata akan diriltici nefesini düşünenler, yanlış düşünmüyorlar kanaatindeyiz. Musikînin sihriyetini bilmeyenler, Mezamir-i Davud’i (a.s) dinlemiş çiçeklere ve o çiçeklerin aşıklarına sorsunlar. Sur-u İsrafil ruhumuza hep celâlli mi üflenmiş ki ismini duyduğumuzda ürperiyoruz? Ya Cemali yok mu bu sur’un? Ve bütün zamanlarda bu haşmetli sura yalnızca iki kez mi üflenecek? Belki de o Sur’a her bahar üfleniyordur. Çiçeklerin raksındaki fon musikîsi o olsa gerek… Yalnız bu gösteride bestelenmiyordur. Toprağın gerinerek uyanışında, tomurcukların ilk tatlı bakışlarında ve daha doğrusu bütün tabiatın bu yeni sabahındaki ezanları hep o sur'dan olsa gerek…
Çiceklerin raksında gizlenmiş yeşil sahraların varlığıyla Elhamdülillah mutluyuz bugün. Ruhlarımızı, şevkle baharları temaşaya çağıran bu davetin güzelliğine ne denilir ki… Bu muhteşem raksı seyrederken, baharları karşılamak üzere soğuk gezegenimizden uçup giden kelebekleri de rahmetle anmak dileğiyle…
17.03.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Saadet TOPUZ |
Alternatif eğitim |
|
Yaşadığımız toplumda ağırlık kazanmış bir anlayış var: Mutlak suretle bir üniversite bitirmek. Bu konuda aileler maddî-manevî gayretler sarf ediyorlar. Bazen kendi hayatlarından fedakârlık ediyorlar. Öyle aşırı örnekler var ki evde gencin yalnız kalınca ders çalışmama korkusundan Risâle-i Nur sohbetine katılmama ve evine ders almama gibi. Sınava hazırlık senesinde ise gencin de hayatı sanki duruyor. Ve her şeyden soyutlanmış olarak sadece ders-okul-hazırlık dersanesi arasında bir tempo. Zaten aile de çoğunlukla buna motive ediyor genci. Bir de aileler arasında yarış var. Bu da ayrı bir gerilim meselesi tabii. İlginç olan da Türkiye’de yaşanan bu durum çok daha az dozajda olsa da yurt dışında da yaşanıyor olması.
Bazen bir etiket elde etmekten öteye geçmeyen ve gerçek dünyadan çok uzak bir eğitim için yıllarca çabalıyoruz. Şartlar gereği de yapmak zorundayız belki. Ama bu zorunluluk hayatımızın bütününü kapsamalı mı? En temel değeri mi olmalı?
Yıllardır yaşadığımız bir sorun var; başörtü meselesi. Yaşananlar ne kadar olumsuz olursa olsun kader cihetiyle bakınca her şey O’nun izni ile oluyor. “Bizim hangi halimiz kadere fetva verdirdi ki bu sorun başımıza geldi?” diye aklımıza gelmemesi mümkün değil. Dünyaya baktığımız pencere dünyalıklardan elbette farklı olması gerekirken bizde bazı sapmalar meydana gelmeye mi başladı acaba? Okul-meslek araç iken, birden amaç haline gelme sinyalleri vermeye mi başladı? En önemli vazifemiz dünyaya geliş gayemiz üzerine şekillenmesi gerekirken herkes gibi mi düşünmeye başlamıştık? Eğitim deyince tek yolun üniversite ve okuldan geçtiği inancı bizde de mi hakim olmaya başlamıştı?
Yaşanan sıkıntılar uyanmamıza vesile oldu. Silkinmeye başladık. Elimizden giden nimetler bize tekrar sorgulama fırsatı verdi. Dünyaya geliş gayemizi bize tekrar hatırlattı. Bu minvalde özellikle bir çok genç kız, “Kendimi nasıl yetiştirmeliyim, nasıl eğitmeliyim?” arayışıyla kendilerine yeni kapılar açtılar. Eğitimli olmak için Risâle-i Nur üniversitelerine katılan bir çok genç kız, en büyük ilim olan iman ilmine kendisini adadı. Hak şerleri bir nevi hayreyledi. En büyük üniversite o değil mi? Bizim başkalarından farklı bakmamamız gerekiyor olaylara. Çevremize karşı hiçbir kompleks taşımadan, gururla talebe olduğumuzu ve üniversitemizin adının da Risâle-i Nur olduğunu söyleyebilmeliyiz.
Bunun çok güzel örnekleri var Anadolu’nun bir çok yerinde. Bu hakikatleri yaşayan yüzlerce genç hanım. Bunlar herkesten farklı olmayı göze alan gençler. Bunlardan bir tanesi de yurt dışında doğup büyüyen bir kardeşimiz. Üniversitesini başörtüsü ile kısa süre önce bitirmiş, ama mesleğine atılmadan önce kendisine daha yüksek hedefler belirlemiş birisi. İkinci bir üniversiteye kaydını yaptırdı. Ailesinden, evinden binlerce kilometre hasret kalmayı göze alarak. Dediğimiz gibi bunun gibi çok güzel örnekler var. Bu tercihlerine saygı duyan ve onları destekleyen ailelerini de hiç unutmamak gerekir diye düşünüyorum. Onlar, zamanın anlayış ve şartlarına teslim olmayan fedakâr insanlar. Bu dâvâya gönül vermişlerden, dünyanın en uzak köşelerinden kızlarına seslenen bir babanın şiiri ile son verelim yazımıza.
Kur’ân’a hizmet olsun en birinci dâvâmız
Risâle-i Nur kılavuzsa, biz bu yolda kalmayız.
Ahireti ihmal etme ‘dünya hesabına,’
Zaten hakiki kul olanın o gelir ayağına.
Demem o ki kızlarım, ahireti unutmayın,
Baki elmaslarınızı fani mala satmayın.
Zillete düşmeyin, boyun eğmeyin namerde
Edep ve iffetinizle çalışın her yerde...
Müslümanız, yaşayarak anlatırız İslâmı,
Risâle-i Nur kuvvetlendirir imanı,
Beş vakit eda edenin ibadettir her anı,
Hem vazifendir Oku! Ve tanı Esmayı. (Mustafa Okur)
17.03.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Nimetullah AKAY |
İnsanlık Muhammedî aydınlığa muhtaç |
|
Karanlıklar olunca akla aydınlıklar gelmektedir. Bundan anlıyoruz ki karanlıklar aydınlıkların değerini arttırmak için yaratılmışlardır. Bütün gecelerin bir sabahı olduğu gibi bütün karanlıkların da mutlaka aydınlıklarla biten bir serüvenleri bulunmaktadır. O halde karanlıklar da aydınlıkların adresini gösterdiği ölçüde değerlidirler.
Hayat şartları bizlere, zifiri karanlıklarda aydınlığa duyulan ihtiyacın daha fazla belirgin bir hâle geldiğini göstermektedir. Bundandır ki bizler de şu yirmi birinci asrın karanlıkları içinde bulunmakta ve iman nurlarıyla âlemimizin nurlanmasını sabırsızlıkla beklemekteyiz. Gecelerimiz çok karardı. Ahirzaman fitnesinden kurtulmak için sarsılmaz ve söndürülemez iman aydınlıklarına ihtiyacımız bulunmaktadır. Bütün fakr ve aczimizle Rabbimizden aydınlık sabahların bir an önce ortaya çıkmasını ve karanlıkları dağıtmasını istiyoruz.
Nura düşman yarasa tıynetli insanların karanlık özlemleri insanlığı büyük bir felâkete sürüklemektedir. Kâinatı aydınlatan Nur-u Muhammedî’nin (asm) değerini anlamaktan aciz olanlar küfür zulmetleri içinde debelenmektedirler. Kâinatı tahkir eden imansızlık hastalığı, eşref-i mahlukat sınıfından olan bir kısım insanları ne yazık ki kurtulması zor karanlık çukurlara sürüklemekte, adeta elmaslar kömürlere dönüşmektedir.
Bütün haşmetiyle insanlık âlemini başta olmak üzere bütün mahlukatı idamdan kurtarmaya hazır olan iman nuru, insanı insan eden özelliğiyle karşımızda durmaktadır. Bütün güzellikler o iman nuruyla değer kazanmakta, bütün mükemmellikler o aydınlıkla nazarlara sunulmaktadır.
İman nurunu insanlığa ve bütün şuur sahiplerine bir kurtarıcı olarak sunan insan-ı kâmil Muhammed’in (asm), kendini düşmanlara bile kabul ettiren ahlâk-ı hamîdesi bir güneş gibi insanlık semasında parlamaktadır. Aklını kaybetmemiş, kalbini günah kirleriyle karartmamış bütün insanlar o nura koşmak istemektedir. Kararlı olanlar, nefis ve şeytanın kayıtlarından kendini kurtaranlar huzura gark olmakta, acizliklerini güce, fakirliklerini zenginliğe tahvil etmektedirler.
Üzücüdür ki bazı hemcinslerimiz akıldan istifa etmiş, kalblerini günahların karanlıklarıyla küsufa uğratmışlardır. Gerçekleri görme melekesinden uzaklaşanlar körleşen gözleriyle serseriler gibi sağa sola koşuşmaktadırlar. Dünyadan ve dünyaya yönelik değerlerden medet bekleyenlerin çaresizlikleri insanlığın yüreğini dağlamaktadır. Ama ne yapalım ki, bazı insanlar kalplerinin, kulaklarının ve gözlerinin mühürlenmesine sebep olmaktadırlar.
Bütün güzellikleriyle hayatları aydınlatan hakikatleri görmemekte ısrar edenler için hiç kimsenin yapabileceği bir şey yoktur ne yazık ki... Gönül arzu ederdi ki, bütün insanlar insan olmanın ifade edilmesi mümkün olmayan lezzetleriyle lezzetlenebilsinler.
Aklı nurlu, kalbi berrak olan her insan, sahip olduğu iman lezzetinden bütün hemcinslerinin nasiplenmesini istemektedir. Ancak yeryüzünde zalimler de vardır ve bu dünya hanında yaptıkları mezâlimin karşılığını görmeden bu dünyadan gitmektedirler. Mazlumların boynu bükük hallerini görmezlikten gelemeyen ehl-i vicdan elbette “Zalimler için yaşasın Cehennem” diyecekler ve zalim ve cahil olanların hakkettikleri cezayı ahirette görmelerini isteyeceklerdir.
İmanlı gönüller, zalimlerden uzak durma nimetiyle hep Rabb-i Rahimlerine şükredeceklerdir. İnsanlık yolunda önemli mesafe almış olanlar elbette Muhammedü’l-Emîn’in ümmetinden olma şerefini, dünyanın bütün değerlerine gönül huzuruyla tercih edeceklerdir.
Allah (cc) ve Muhammed (asm) isimleriyle cezbeye gelen kalplere ne mutlu... Hayatlarını Kâinatın Hâlıkı olan Rablerinin rızası dahilinde geçirenler, Yüce Resûl Muhammed’in (asm) ümmeti olmakla şereflenenlere ve sünnet-i seniyesine uymayı hayatlarının en önemli düsturu haline getirenlere ne mutlu... Dünyanın faniliğini her hâl ve harekette görenlere, ölümün önlenemez gerçeğini hiç unutmayanlara ne mutlu...
17.03.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Hakan YALMAN |
Barışın zemini Nur-u Muhammedî (asm) olacaktır |
|
Hazret-i Muhammed (a.s.m.) yeryüzünde şeffafiyetin en berrak ve pürüzsüz temsilcisidir. Bu boyutu ile o zat ile alakamız bedenî ve maddî alanın ötesine taşmakta, onu (a.s.m.) hiç görmedikleri halde ve beden boyutunda hiç yan yana gelmedikleri halde onu (a.s.m.) yürekten seven ve sahabe ruhu ile ‘anam babam sana feda olsun Ya Resulallah!’ diyecek pek çok gönül ehli bulunmaktadır.
Aslında insanlığın birlik ve beraberlik duygusunun mayası nur-u Muhammedî (a.s.m.) olacaktır. Birlik ruhu sevgiyi gerekli kılar. Sevgi ise kuşatıcı olmalı, insanlığı ve varlığın tamamını içine alacak genişlikte olmalıdır. İnsanlığa bu tarz sevgi nübüvvet eliyle ulaşmıştır ve nübüvvetin en parlak meyvesi ve çekirdeği Hazret-i Muhammed’dir (a.s.m.). Yani gerçek sevginin karşılığı nur-u Muhammedî’dir (a.s.m.).
Ortaklık ve dayanışma, aynı maksat etrafında birlik fıtratın gereği. Ancak hayat ve fıtratların imtihanı şuur sahiplerinde irade ile birliktelik ve ortaklık ruhunu zorlaştırıyor. Bu noktada ruhların şeffaflaşmasına ve aslına dönmesine şiddetle ihtiyaç var. Son günlerde en çok sıkıntı yaşanan konulardan biri uzlaşma olsa gerek. Bu aslında fertlerin kendi doğruları konusundaki katılıklarından kaynaklanıyor olmalıdır. Katı yapıların genel karakteri bulunduğu alanı net kuşatmak ve başkaları ile birlikte olamamaktır. Oysa uzlaşma kişilikli esnekliği gerekli kılmaktadır. Yükseltilmeye çalışılan memleket tansiyonunda benlikler ve kısır çekişmeler bir tarafa bırakılmalı vatanın selameti ve İslâmın barış zemininde huzur ve emniyet dolu bir dünya için elbirliği içine girilmelidir.
Fertler ve toplumlar arasında uzlaşmanın temel yolu doğrular ve yanlışlar konusunda bir esneklik içinde muhatabiyet olmalıdır. Gerçek boyutu ile algılanan varlık âleminin özünde bu esneklik zaten mevcuttur. Belki de ferdî planda ve sosyal hayatta barış, varlığın genel ritmine, zerrelerden yıldızlara uzanan fıtrî ahenge uyum sağlamaktan geçmektedir. Kâinatın ömrü içerisinde bir kesiti teşkil eden insanlık yeryüzünde bulunduğu sürece muhtemelen hep bu uyumun arayışı içinde olmuştur. Uyumun yakalanabildiği durumlar ve zamanlar güzellik kavramının içinde ele alınmıştır.
Ferdin anlık ruh halinin algıladığı herhangi bir nesne ya da olayı güzel veya çirkin tanımlama açısından çok önemi olmalıdır. Aynı iki olay farklı ruh halleri ile farklı şekillerde tanımlanabilir. Bu ve benzeri şartlar içerisinde güzelliğin mutlak tanımı ya da mutlak güzelliğe ulaşma imkânı maddi âlemde ve varlıklar planında pek mümkün gözükmemektedir. İnsanoğlu mülk âlemine geldikten sonra beyin ve algıların gelişimi ile varlık âleminin işleyiş kurallarına muhatap oluyor. Bu çerçevede iyi-kötü, güzel-çirkin, doğru-yanlış gibi tanımlamaları öğrenmektedir. Bu şekilde mülk âlemini tanımlayan insanın bu âleme muhatap oluşunun çerçevesi çizilmekte ve bu çerçeve içinde yaratılışın asıl gayesi olan Halık-ı Alem’i tanıyıp, O’na muhatap olma ve sevgiyle, samimiyetle yönelme sonucu hedeflenmektedir. Bu sonun gerçekleşmesi yolunda kâinat denen zemin insanın idrakine göre hazırlanmış ve mülk onun sınırlı algılarına mana ifade edecek tarzda şekillenmiştir.
İnsanlar genellikle esbab âleminin sınırlılığında ve darlığında varlıkları anlamak konumunda oldukları için Hâlık-ı Kâinatı da bu yapı içerisinde idrak etmeye çalışmanın doğurduğu problemleri sıklıkla yaşamaktadırlar. Zaman ve mekândan münezzeh, dolayısıyla zaman ve mekân içinde yapılmış tanımların dışında olan O Zat-ı Mukaddesi maddî boyutun değer yargıları ile anlamaya çalışmak O’nu maddî âlemin darlığında görmeye çalışmak ve sebep sonuç ilişkileri içinde anlamaya çalışmak gibi büyük bir yanlıştır.
Varlık âleminin başlangıcında iyiyi ve kötüyü tanımlayan kudret, zamanın her bir anında, aynı tanımlamalara devam ediyor ve tanımlar O’nun istekleri doğrultusunda şekilleniyor olmalıdır. Başlangıçta her şey nasıl O’nun ilmi, iradesi ve isteği doğrultusunda bir değer almış ve kıymet ifade eder hale gelmişse aynı şey zamanın en küçük dilimlerinde de geçerlidir. Her şey genel bir değerlendirmenin yanında anda da yani, zamanın en küçük dilimlerinde de ezeli irade doğrultusunda yeniden kıymet almakta ve bir değer ifade etmektedir. Bu değerlendirmeyi yapan Adil-i Mutlak herhangi bir şeyin bağlayıcılığı ve sınırlılığı altında değildir. Maddî boyutta çirkin olarak gözüken bir şey O’nun güzel demesi ile güzelleşir aynı şekilde maddi âlemin en güzeli sadece O’nun çirkin demesi ile çirkinleşir. Eşyanın aslî değerlerini ve esas kıymet-i harbiyesini belirleyecek olan yalnızca İlâhî hükümdür. Çünkü, bütün vasıfları her anda ve zamanın bütününde tanımlayan, değer atfeden ve kıymet veren O’dur. Nefs’ül emiri de esas olarak belirleyen o irade ve Rabb’ül Âleminin kabulleri ve yüklediği değerlerdir.
Bu açıdan bakıldığında gerçek taassup varlığın kendinden kaynaklandığı vehmiyle yüklenen değerlerde ısrarcılıktır. Her gün yeniden şekillenen varlık tablosunda güzellik ve doğruluğun da yeniden şekillendirilebileceğini hep nazarda tutmak ve önümüze çıkan verilere bu esneklik içinde bakmak eşyaya uyum içinde muhatap olabilmenin temel şartıdır. Bu esnekliğin bugünkü sosyal yaşantıya yansıması demokrasi kavramı ile uyumlu gibidir. Bu anlamda demokrasinin alemin fıtri ritmine en uygun idare şekli ve toplumların şekillenmesinde şu ana kadar karşılaşılan rejimlerin en uygulanabiliri olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.
Varlık âleminde her şeyin en doğru ve genel ile ahenkli olanı fıtrî olanıdır. Bu çizgi yakalandığında ferdî ve sosyal mutlulukta elde edilmiş olacaktır. Belki de doğruları bulmak için yapılması gereken tek şey fıtratın sesini dinlemek. Çünkü fıtrat hep doğrunun yanında yer alıyor ve sesi dinlenebildiğinde hep doğruları hissettiriyor. Aslında toplumlar ve milletlerin de fıtratın sesini dinlemeye ve ortak ruhun hissedilmesine ihtiyaçları var. Belki de kavgaların ve kısır çekişmelerin ilacı bu. Her şey gibi insanlar ve milletler de aslına dönünce güzelliğini ve olması gereken fıtrî halini yaşıyor.
Hazret-i Muhammed’in (a.s.m.) yeryüzünü şereflendirmesinin yıldönümünü idrak ettiğimiz şu günlerde en dar daireden en geniş daireye onun (a.s.m.) nurundan yansıyacak şeffafiyetin hissedilmesini ve ferdin kendi ile olan barışıklığından bütün varlık ile barışıklığına uzanan bir zemin oluşturmasını temenni ediyorum. İki günlük dünya ömrünü azaba ve sıkıntılara dönüştürmemenin tek çaresi o zatın (a.s.m.) nuraniyetini ifade eden sonsuz muhabbeti iç âlemlerimize ve yeryüzüne hakim kılması için Rabbimize fiilen ve kavlen dua etmek.
17.03.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
AB yolunda bir çelme daha |
|
Türkiye’yi idare edenler, her imkân ve fırsatta hedeflerinin ülkeyi ‘muasır medeniyet seviyesi’ne çıkarmak olduğunu söylemişler ve söylemeye de devam ediyorlar. ‘Muasır medeniyet seviyesi’ çeşitli şekillerde anlaşılsa bile, ortak nokta; hak, hukuk, adalet ve insan haklarının hükümferma olduğu bir seviye olsa gerek.
Hedef bu ‘seviye’ye ulaşmak olduktan sonra bunun hani isim ile tarif edildiği çok da önemli değildir. Bir kısım insanlar bu hedefi ‘batı’ olarak, diğer bir kısım insanlar ‘doğu’ olarak isimlendirebilir. Bu bakımdan, isimlerden önce maksatlar tartışılmalıdır.
Demokrasimiz, tek partili devrini bir kenara koyduktan ve çok partili hayata geçtikten sonra bu hedefi ‘batı’ olarak isimlendirilmiştir. Avrupa Birliği üyelerinin kabul ettiği ‘Kopenhag Kriterleri’ de bu hedefin son yıllardaki isimlendirilmesinden başka bir şey değildir. Yani, hedef ve anlam aynı olduktan sonra bu ‘kriter ve kural’ların nasıl isimlendirildiği fazla bir önem taşımıyor.
Malûm olduğu üzere, yöneticilerin en çok şikâyet ettiği konulardan biri de ‘bürokratik yapı’dır. Bu yapıyı çözmek de ancak AB üyeliği yolundaki ilerlemenin devamıyla mümkündür. Bu bakımdan, iktidara gelen her partiye, “Aman, AB üyeliği yolundaki yürüyüşü aksatmayın, ihmal etmeyin” çağrıları yapılmıştır. ‘Tek başına, iş başına’ gelen AKP’ye de benzer çağrılar yapıldı.
AKP hakkında açılan ‘kapatma dâvâsı’nın ‘kabul edilemez olduğu’nu bir yana bırakıp, ‘maksadı’nı tartışmak belki de daha doğru olur. Bu gelişmenin bir maksadı da, Türkiye’yi AB yürüyüşünden vazgeçirmek olabilir. En azından yansımaları buna sebep olabilir.
Bir kısım insanlar, “AB yolunda ilerlemeyelim de ne olursa olsun” anlayışıyla hareket edebiliyorlar. Öyle ki, geçmişte başka partiler hakkında açılan kapatma dâvâlarına demokrasi adına karşı çıkanlar, son dâvâ karşısında sessiz kalabiliyor.
İktidar partisi aleyhinde açılan kapatma dâvâsı, dış dünyayı daha fazla şaşırttı. Avrupa Birliği yöneticileri ne diyeceklerini şaşırmış durumda. Çünkü, Türkiye’nin de ulaşmayı hedeflediği ‘kriter’ler arasında böyle bir anlayışa rastlamak mümkün değil. Aslında şaşırmakla kalmıyor, nasıl bir tepki ortaya koyacaklarını da bilemiyorlar. Çünkü atılan adım karşısında ‘yanlış’ demek bile yetmiyor. Mesela, İsveç Dışişleri Bakanı Carl Bildt, ‘’Savcılar her ülkede tuhaf işler yaparlar ama (Türkiye’deki) bu durum astronomik derecede tuhaf’’ demiş. (AA, 15 Mart 2008)
Bu adımlar, Türkiye’nin AB yolundaki ilerleyişine çelme atma anlamı taşıyor. AB yöneticileriyle görüşecek olan siyasetçilerin, bu durumu izah etmeleri mümkün müdür? İzah etmeye çalışsalar bile, hür dünya mensupları bu izahları kabul edebilir mi?
Açılan kapatma dâvâsının sonucunun ne olacağı çok da önemli değil. Böyle bir dâvânın açılmış olması, ‘muasır medeniyet seviyesi’ne ulaşma yürüyüşüne engel olarak algılanacak ve maasef bedelini de yine millet ödeyecek.
Millete bedel ödetmekten vazgeçilsin...
17.03.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kemal BENEK |
AKP’nin de kapatacağı konular var! |
|
Baş kapatmaya karşı olanların parti kapatmaya bu kadar meraklı olmasını anlayamıyorum doğrusu. İş başını örtmeye gelince; açınn! Sıra demokrasi açılımına geldi mi en ulusalcı tavır karşınızda; hoopp! “Açın dedikse o kadar da değil!”
Kapatmaya meraklıdır kendileri. Kapatmanın sona erdiremeyeceğini bile bile yaparlar bunları. Tarikatlar yasaklandı-kapatıldı ne oldu? Geçen hafta açıklanan ABD Dışişleri Bakanlığı’nın yıllık İnsan Hakları Raporu bile kapatmanın sadece gözünü yummaktan ibaret olduğunu gösterdi. Rapora göre “Türkiye’de tarikatlar yasak ama pek çok yönetici tarikat mensubu. Tarikatlar da hâlâ canlı ve etkili.”
İşte böyle bir şeydir kapatma ayakları; kapattıkça büyür aslında kapananlar. Nereden mi geldik buraya? AKP’nin kapatılma davasının zamanlamasının Anayasa Mahkemesinde bekleyen başörtüsü düzenlemesini etkilemeye dönük olduğu şüphelerinin arasından geldik.
**
Bugün “laikliğe aykırı fiillerin odağı haline geldiği” ileri sürülerek kapatılma davası açılan AKP de nereden nereye geldi? DP Genel Başkanı Süleyman Soylu da basın toplantısında buna dikkat çekti.
Soylu, MSP’den AKP’ye uzanan çizgiyi hatırlattı ve Yargıtay Başsavcısına “Yeter artık” dedi: “Ne yaptınız bu güne kadar 8’di 18 yaptınız. 18’di 28 yaptınız. 28’di 33 yaptınız. 33’dü 47 yaptınız. Siyaseti normalleştirmekten uzaklaştırdınız. Yeter artık diyoruz!”.
**
Tamam gün kapatılma davasına karşı çıkma, demokrasiye sahip çıkma günü. Peki sadece hamasetle mi olacak bu? Bir hatırlatma da AKP’ye yapalım. İktidar sarhoşluğu yavaş yavaş sarmaya başlamıştı kadroları. İktidarının ilk yılında reformları ardı ardına yapan AKP, son zamanlarda “Ulusalcıları-Ergenekoncuları” fazla dikkate almaya başlamıştı. Korkunun ecele faydası yok. Dikkate aldı da ne oldu?
Peki ne yapmalı? Yapacak çok iş var. Zor mu? Hiç değil. Demokratik cesaret yeter. İktidarın ilk yıllarındaki rüzgârın esmesi lazım. Demokratik reformlar şoka uğratmıştı rejim bekçilerini. AB süreci geriye doğru gidince hatta durunca da AKP kapatılma şokuyla karşılaştı. Sen gündem belirlemezsen başkasının gündeminde sürüklenirsin.
**
İntikam hissi her insanda var. Bu hissi iptal etmek, moda tabirle “kapatmak” mümkün değil. Maharet, yönünü, mecrasını değiştirmekte. Parti adına açıklama yapan Genel Başkan Yardımcısı Dengir Mir Mehmet Fırat, hedefin millet iradesi olduğunu söyledi. O zaman sizin yapacağınız da devlet iradesi değil, millet iradesini dikkate almaktır.
Ne mi yapılacak? Herkesin bildiğini söylemek gibi olacak, ama yine de hatırlatalım: AB sürecine süper hız verin. Başörtüsü, Kürt, Alevi, Ermeni, vb. gibi sorunların çözümünü başlatın. Kapatın birbirimizi erittiğimiz sorunları...
Yeter mi? Yetmez… Şemdinli’de yaptığınız hatayı Ergenekon’un üzerine giderek telafi edin. Kapatın çeteleri, millî irade hırsızlarını...
Alın size; en güzel, en meşrû yol bu…
17.03.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|