28 Kasım 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Selim GÜNDÜZALP

Üzümünü ye, sapını ters çevir


A+ | A-

Bu yaz yaşadığım en hayret verici olaylardan biri...

Dokuz yaşındaki Ahmet Zafer’im, bir Pazar sabahı, misafirim. Birlikte kahvaltı yapıyoruz. Sonra meyve faslına geçiyoruz. Elimizde birer salkım üzüm, yiyoruz. Her zamanki gibi ben hızlı hızlı yiyip elimdeki salkımı bir kenara bırakıyorum hemen.

Az sonra Ahmet Zafer de bana yetişti. Fakat elindeki boş salkımı bir kenara bırakmadı. Öyle bir şey yaptı ki, içimi ciddî bir pişmanlık kapladı, “Daha önce bunu niye düşünmedim?” diye.

Üzüm salkımını aşağıya değil, yukarı doğru çevirip bana baktı ve:

“Dede! Tıpkı bir ağaca benziyor, değil mi?” dedi.

Bak şu Allah’ın hikmetine. Marifetli veletler, bu yeni yetmeler. Şaştım... Onca senedir en sevdiğim meyve olan üzümü büyük bir zevkle yerim. Hatta gözlerimi kapayarak, çeşitli tefekkürlerde bulunarak... İnanın, Ahmet Zafer’in bu yaptığı hiç aklıma gelmemişti. İyi bir ders verdi.

Eh, Üstadımız, seksen sene ömründe, seksen bin zâttan ders aldığını söylüyor. Hatta sinekten ve sivrisinekten bile... Biz de küçük bir çocuktan dersimizi almayalım mı? Küçüğü büyüğü yok bu işin. Ders almanın vakti yok.

Ben de hayretimden aynı üzüm salkımını elime aldım ve ters çevirip bakmaya başladım. Ondan sonraki günlerde de bu hep böyle devam etti. Önüme üzüm geldi mi, heyecanlanıyorum bu salkımdan nasıl bir ağaç modeli çıkacak diye... Üzüm salkımını yukarı doğru tutup defalarca bakıyorum. Bakmakla da kalmayıp arkasına değişik kâğıtlardan fon yapıp, hafif ışık vurdurup, koskoca bir ağacı seyredip duruyorum.

“Koskoca bir ağaç görüyorum

Ufacık bir tohumda” dizelerinde dendiği gibi, biz de bu bir salkımda üzüm asmasını, bağını ve bahçesini, hatta yeryüzü tarlasını seyrediyoruz artık.

Rabbimizin her işine ve icraatına hayranlığımız bir kat daha artıp, “Sübhâne men tehayyera fî sun’ihi’l ukûl” (San'atında akılların hayrete düştüğü Allah, her türlü kusur ve noksandan uzaktır) diyoruz.

Bir şey, her şeysiz olmaz. Küçük şeyler, büyük şeylerle alâkalıdır.

Tabiat mı? Ancak bir san'at-ı İlâhiyedir.

Kâinatı elinde tutmayan bir kuvvet, zerreye sözünü geçiremez, dinletemez.

Bu bir salkım, bütün kâinattaki kudretin tecellî ve tasarrufundan haber veriyor bize.

“Mâşâallah bârekâllah” dedirtiyor Rabbim kalbime, dilime. Hem de seve seve…

Bulutların adı yok, kanadı yok. Bilen kim? Üzümün adını kim koymuş, a iki gözüm? Ya denizlerin içindeki, balıkların adını kim biliyor, kim koymuş?

Kim bilebilir yedi kat semâvâttakini, yedi kat yerin altındakini? Kim bilebilir, kim koyabilir ki, isimlerin en güzelinin sahibinden başka, insana bu isimleri öğretenden başka?

Adam olacak çocuk, lâfından belli olur.

Üzüm olacak asma, kökünden belli olur.

Üzümünü elde gör; salkımını yukarı doğru tut da, mu’cizeyi gör…

Bak şu Allah’ın hikmetine… Bak şu Allah’ın işine…

Evet, bu tefekkürün eksik kaldığı günler adedince, Rabbimizden af dileyerek, Ahmet Zafer’e de ufkumuza açtığı bu güzellik, derinlik ve incelik için teşekkür ediyoruz.

Rabbim tefekkürünü dâim eylesin.

Ruhuna iman hakikatlerini nakşeylesin her yavrumuzun, her evlâdımızın inşâallah.

Artık öyle birkaç kelimeyle anlatılacak bir şey değil üzüm.

Allah ibretli ve hikmetli bir göz verince, gerçekten insanın her şeye bakışı değişiyor. Bağ bahçelere gidip göremiyorsak da, bir üzüm salkımında kâinatı seyrettiriyor işte Rabbim.

Başını kaldırıp göklere baksan, kanat kanat uçuşan, çiçek çiçek dağılıp eriyen kar taneleri için de bu böyledir. Yağmur için de bu böyledir. Her şey için bu böyledir. İman gözü açıldı mı bir kere, göz, göz olur; söz, söz olur.

İşte benim sevdiğim dünya bu. Rabbimizin dünyası... O'nun eseri… İlâhî bir san'at galerisi…

İnanın, bu dünyanın en büyük saadeti bu.

Yemek içmek kadar, bir nefes alıp vermek kadar kolaydır Allah namına bakmak, Allah namına sevmek, Allah namına işlemek, vesselâm… Yeter ki, kalbimiz yerinde ve imanla güçlü olsun.

Koca bir ağacı küçük bir çekirdekte derc edip saklayan kudret-i İlâhiye, üzüm asmasında da neler gizlemiş meğer, neler…

Bu konu, Bediüzzaman Hazretleri’nin de müşahedesinden ve ilgisinden uzak değil. Bilindiği gibi Risâlelerde birçok yerde, muhtelif vesilelerle buna dikkatleri çeker:

“Meselâ, o Rahîm-i Zülcemâl’in bâğistân-ı kereminden, mu’cizâtının salkımlarından bir tanecik hükmünde gördüğüm iki parmak kalınlığında bir üzüm asmasına asılmış olan salkımları saydım; yüz elli beş çıktı. Bir salkımın dânesini saydım; yüz yirmi kadar oldu. Düşündüm, dedim: ‘Eğer bu asma çubuğu, ballı su musluğu olsa, dâim su verse, şu hararete karşı o yüzer rahmetin şurup tulumbacıklarını emziren salkımlara ancak kifâyet edecek. Hâlbuki, bâzan az bir rutûbet ancak eline geçer. İşte bu işi yapan, her şeye kâdir olmak lâzım gelir. ‘Sübhâne mentehayyera fî sun’ihi’l ukûl’ (Takdis ederiz Sübhan olan o Zâtı ki, akıllar Onun san’atının harikalıkları ve incelikleri karşısında hayrettedir.)” (Sözler, s. 272)

Evet, hayretteyim Rabbim her işine. Şahidim bütün güzelliklerine. Şâhidim olsun son nefesimde de bütün bu güzellikler, şahadet kelimesiyle beraber…

Başka bir yerde de yine:

“Evet, lezzetli üzüm salkımlarının hâsiyetleri, kuru çubuğunda aranılmaz. İşte ben de öyle bir kuru çubuk hükmündeyim.” (Mektubat, s. 358) diyor.

Evet dikkatleri aslî kaynağına, Cenâb-ı Hakk’ın san’atına, icraatına, hikmetine çevirir; kendini ara yerden çekip çıkarıverir.

Üstadımızı da niçin severiz zaten ki? Bize Allah’ı sevdirdiği, Hz. Peygamber’i (asm) sevdirdiği, kâinat kitabından, Hz. Peygamber Efendimiz’den (asm) alıp verdiği dersler için değil mi?

Üzümden, salkımdan da Allah’a yol bulan Üstadım, Allah senden razı olsun…

Güneşe çıplak gözle bakılmaz, isli camla bakılır. Sebepler, isli bir cam gibidir. Güneşi görmek için sebepler camını kırmak ya da kaldırmak gerekmiyor. Onu düzgün kullanmayı becermek gerekiyor. Üstadımız, sebepleri atlamadan, pencereye dönüştürüp bize tevhid dersi veriyor. Ne büyük bir nimet…

Sanırım sizin de dikkatinizi çekmiştir. Eğer çekmediyse bundan sonra çekeceğine inanıyorum bir üzüm salkımının bir ağaca benzediği.

Hani derler ya “Üzümünü ye, bağını sorma.” diye. Siz, siz olun, üzümünü de yeyin, bağını da sorun. Hatta üzümünü yedikten sonra, sapını bir de ters çevirin... Onda koca bir ağacı seyredin.

28.11.2010

E-Posta: [email protected]



Kazım GÜLEÇYÜZ

Yaprak dökümü


A+ | A-

Bundan yaklaşık altı yıl önce, 27 Mart 2005’te İstanbul’da yapılan Üstadı anma toplantısı, senelerdir aynı hedefe yürüdükleri halde konjonktürel, şahsî ve hissî sebeplerle ayrı duran hizmet erbabını yıllar sonra bir araya getirerek çok müthiş bir coşku ve heyecan atmosferinin yaşanmasına vesile olmuştu.

Aynı buluşma, yaklaşık iki ay sonra daha geniş katılımla 22 Mayıs’ta Konya’da tekrarlandı.

Temayüz etmiş katılımcılarını hatırlayalım:

Mustafa Sungur, Mehmet Fırıncı, Mehmet Emin Birinci, Mustafa Türkmenoğlu, Hilmi Doğan, Said Gecegezen, Prof. Dr. Zekeriya Kitapçı.

Sungur, Fırıncı, Birinci ve Türkmenoğlu’nun sahneye çıkıp selâmlama konuşmaları yaptıkları, Doğan’ın “Erek Dağı” şiirini seslendirdiği, Mehmet Kutlular’ın da “Kuruluşundan beri gazetenin sahibi olarak ben görünüyorum. Ama bu görevi bana buradaki ağabeyler verdi. Yeni Asya’nın asıl sahibi onlar” dediği tarihî toplantı.

Aradan geçen zaman zarfında, oradaki varlıklarıyla hâzırûna duygulu saatler yaşatan değerli zatlar birer birer aramızdan ayrılarak berzah âlemindeki cennet menzillerine intikal ettiler.

3 Nisan 2007’deki vefatıyla terhis belgesini alan ilk isim, Birinci oldu. (Aynı yılın 5 Ocak’ında vefat eden İstanbul kahramanlarından Hakkı Yavuztürk’ten üç ay sonra. Ve Mehmet Fırıncı, Yavuztürk’ün cenazesinde “Biz, Muhsin Alev, Mehmet Emin Birinci, Ahmet Aytimur, Üzeyir Şenler ve Hakkı Yavuztürk’le bir ekiptik. Ahirete ilk gidenimiz Hakkı Ağabey oldu” demişti.)

Birinci’den üç ay sonra, 11 Temmuz’da Türkmenoğlu da Hakkın rahmetine kavuştu. Sözünü ettiğimiz 2005 Konya buluşmasını, Üstadın kendisine “Benim adıma uygun gördüğün herkese selâm söyleyebilirsin” dediğini naklettikten sonra, “Üstadın hepinize selâmı var” diyerek renklendirip salondakileri coşturan Türkmenoğlu’nu, vefatından yaklaşık dört ay önce yine bir Üstadı anma toplantısı için gittiğimiz Konya’da tedavi gördüğü hastanede ziyaret etmiştik.

Konya buluşmasının katılımcılarından Hilmi Doğan da, hayli uzun bir hastalık ve tedavi sürecini takiben, aynı yıl, Türkmenoğlu’ndan yaklaşık beş buçuk ay sonra, 20 Kasım’da vefat etti.

Aynı buluşmaya iştirak ettiği halde vitrinde gözükmeyenlerden biri İsmail Ambarlı idi. Emeklilik sonrası İstanbul’dan ayrılıp memleketi Konya’ya taşınmasının ardından, farklı yerlerdeki ayaküstü bir-iki görüşme dışında bir araya gelemediğimiz Ambarlı ile orada kucaklaştık.

İstanbul’da iken önce uzun yıllar Beyoğlu-Kasımpaşa Yeni Asya okuyucuları içinde aktif bir konumdaydı. Sonra Büyükçekmece’de biraz daha uzlete ve geri plana çekilen, ama hizmetle bağını devam ettiren bir çizgiyi muhafaza etti.

Konya’ya taşındıktan sonra ise, aradaki irtibatın zayıflamasına da bağlı olarak, metod ve meşrep noktasında “biraz daha farklı” bir düzleme kaydığını gösteren sinyaller vermeye başladı.

Ama bunlar esasa taallûk eden şeyler değildi.

Ve biz Ambarlı’yı, 27 Mayıs sonrasının o zorlu şartlarında, Risale-i Nur’a ve Nur Talebeleri başta olmak üzere bütün dindarlara yoğun baskılar uygulanıp ilâveten farklı taktiklerle çeşitli fitnelerin tezgâhlandığı çok dehşetli bir ortamda, saldırıları püskürtüp gerçekleri haykırmak ve ehl-i imanın kuvve-i maneviyesini takviye etmek üzere neşir hizmetinin öncüleri olarak çıkan Zülfikar, İhlâs, Uhuvvet gazetelerinin yükünü omuzlayan, bir anlamda “kelle koltukta” manevî cihad meydanına koşan, medrese-i Yusufiyelerde epeyce kalan ve ömrünün son ânına kadar ideallerini terk etmeyen hizmet kahramanlarından biri olarak tanıyor ve öyle hatırlıyoruz.

O, zorlu bir kışta gelip bugünkü Cennetâsâ baharların tohumlarını serpen imanlı, ihlâslı, fedakâr, Allah rızasından başka hiçbir hedef gözetmeden, ömür sermayelerini hizmete vakfeden öncü bir neslin seçkin mensuplarındandı.

Ruhu şad, mekânı Cennet olsun.

28.11.2010

E-Posta: [email protected]



Faruk ÇAKIR

Memleket meselesi


A+ | A-

Koç Holding, 2006 yılında Millî Eğitim Bakanlığı işbirliğiyle eğitime destek amaçlı “Meslek Lisesi Memleket Meselesi (MLMM) Projesi”ni başlatmıştı. Proje ile holding, kalifiye işgücünün yetiştirilmesine katkıda bulunarak gençleri meslek eğitimine teşvik etmeyi amaçlıyordu.

Bu proje kısmen başarılı oldu. Açıklamalara bakılırsa, projenin başlamasıyla (2006-2007 öğretim yılı) meslek liselerinin tercih edilme oranında artışlar kaydedilmiş. 2007-2008 öğretim yılı içinde de meslek liselerine başvurularda yüzde 30 artış olduğu görülmüş. (Bakınız: www.mesleklisesimemleketmeselesi.com)

Öncelikle, ‘meslek lisesi meselesi’nin bir ‘memleket meselesi’ olarak tesbit edilmesi ve bu konuda kampanya açılmasının isabetli bir davranış olduğunu ifade edelim. Hatırlamak lâzım ki, ‘imam hatip liseleri’ bu kampanyada ‘meslek lisesi’ olarak sayılmamıştı. Bu, kampanyanın bir eksiği; ama bunun için Koç Holding’e gücenmek yerine, benzer kampanyaları başka holdinglerin niçin açmadığını sormak lâzım.

Bu noktada başka bir çelişki de şu oldu: İmam hatip liselerini bahane ederek bütün meslek liselerinin önünü tıkayanlar hiç eleştirilmedi! Hatırlamak lâzım ki, meslek liselerini ‘hükmen katleden’ 28 Şubat sürecine imza atan silâhlı ya da silahsız bürokrat ve siyasetçilerdi. Dolayısıyla “Meslek lisesi memleket meselesi” denildiği her ortamda, bu liselerin önünü tıkayan zihniyetin kınanması gerekirdi. Ne yazık ki kampanya boyunca bu hiç yapılmadı...

İlgili site incelendiğinde, ‘burs kriter’lerinde garip şıkların olduğu da görülür. Kriterinin biri şöyle: “Bursiyerlerin Atatürk İlke ve Devrimlerine bağlı, millî duygulara sahip, sağlam karakterli ve güvenilir olmasına dikkat edilir.”

Bütün darbelerin ve darbeci anlayışların Türkiye’yi geriye götürdüğünü her defasında ifade ediyoruz. İşte 28 Şubat sürecinin bir zararı da, meslek liselerinin önünü tıkayarak ‘cehalet’in kapısını aralaması olmuş. 10 yılı aşkın bir süredir bu yara tedavi edilmeye çalışılıyor. Yine de arzu edilen nisbette yol alamadığımız ortada.

Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Ömer Dinçer, 28 Şubat sürecinin açtığı yaraya işaret ederken şöyle demiş: ‘’Gittiğim yerlerde insanların karşıma geçip işsizlikle ilgili anlattıkları meseleleri görüyor ve fark ediyorum. Türkiye’de belki terörden daha önce ağırlıklı bir şekilde çözmek için çaba sarf etmemiz gereken konunun istihdam olduğunu kabul etmemiz gerekiyor. Bizim istihdam konusuna daha fazla kafa yormamız gerektiğini düşünüyorum. Bugün iş arayan insanların yüzde 60’tan fazlası herhangi bir mesleğe sahip görünmüyor. Çok ciddî bir mesleksizlik sorunu ile karşı karşıyayız.” (AA, 27 Kasım 2010)

İfade edildiği üzere, işsizlik probleminin temelinde de mesleksizlik yatıyor. İş arayanların yüzde 60’ının ‘mesleksiz’ olması kadar büyük başka bir problem olabilir mi? ‘Mesleksizlik’ demek, iş olsa bile o kişilerin işsiz kalması demek. Bunca işsiz insanın bulunduğu bir ülkede, hemen her gün sayfalar dolusu ‘işçi aranıyor ilânları’nın yayınlanması başka ne ile izah edilebilir?

Meslek liseleri meselesi önemli bir memleket meselesidir, ama asıl önemli olan bu meseleyi kimin bu ülkenin başına sardığı sorusudur. Eğer bu sorunun doğru cevabını bulabilirsek, meslek lisesi meselesini de, başka meseleleri de çözüme kavuşturabiliriz.

Yolda yürürken ayağımıza taş takılsa, sorumlularının ‘darbeci zihniyet’ olduğunu bilmeliyiz vesselâm...

28.11.2010

E-Posta: [email protected]



Cevher İLHAN

“YÖK reformu” da seçim sonrasına!


A+ | A-

Türkiye’nin “teğet” geçilen gerçek gündemlerinden biri de YÖK’ün yapısı… Bilindiği gibi, referandum öncesinden başlayan tartışmayla Anamuhalefet Partisi Genel Başkanı’nın başörtüsü yasağının kaldırılmasına başta YÖK olmak üzere “yüzde 10 seçim barajı ve dokunulmazlıkların sınırlandırılmasını bir “paket” olarak ileri sürmesine Başbakan şiddetle karşı çıktı.

Erdoğan ve partisi sözcüleri, Türkiye’nin Mart’ta artık seçim sürecine gireceğini söyleyip “Bu çok zaman alır, mümkün değil” diye siyasî rakiplerini işi yokuşa sürmek”le suçladılar. Bizzat Erdoğan’ın ifâdesiyle başörtüsü ve YÖK, “yeni anayasa” ile birlikte 2011 seçimleri sonrasına bırakıldı.

Buna karşı başörtüsü yasağını kaldırmaya ve YÖK’ün yapısını müzakereye hazır olduklarını belirten muhalefet ise siyasî iktidarın çözümden kaçıp işi seçim sonrasına havale etmekle seçim propagandasında istimalinden yapacağından yakındılar.

Siyasî iktidar, hâlâ başörtüsü yasağıyla birlikte YÖK’ün ele alınmasından kaçınıyor. Oysa herkes biliyor ki Türkiye Cumhuriyeti mevzuatında başörtünü yasaklayan bir kanunun olmadığı yasadışı yasağın kaldırılması için siyasî mutâbakat yeterli. Tek kelimelik düzeltmenin kâfi geleceği “yüzde 10 seçim barajı”nın düşürülmesi ile milletvekili kürsü dokunulmazlığı, zaten iletilen AB standartlarında belirlenmiş ve söz verilmiş…

Bir tek YÖK’ün yapısı için Anayasa’nın 130. ve 131. maddeleri ile Yüksek Öğretim Kanunu’nun değiştirilmesi gerekiyor. Bu bakımdan partiler arası komisyonda uzlaşıldıktan sonra sözkonusu tâdilatın Meclis’ten geçmesi, iddia edildiği gibi ayları değil, ancak birkaç haftayı alır…

YÖK DE Mİ “SEÇİM MALZEMESİ”?

Kaldı ki başta YÖK’ün yapısı olmak üzere bütün bu düzeltmeler, bundan sekiz yıl önce ilk AKP hükûmetinin kurulduğu gün açıklanan “Âcil Eylem Plânı”nda, seçim bildirgelerinde ve peşinden hükûmet programlarında açıkça vaad edilmiş. Bütün hak ve özgürlüklerle ilgili düzenlemelerin evrensel düzeydeki AB normları çerçevesinde sür’atle yapılacağı teminatıyla, “Bir yıl içinde üniversitelerin idarî ve akademik özerkliğe kavuşmaları sağlanıp YÖK’ün yeniden yapılandırılacağı” teminatı verilmiş.

Başbakan, “YÖK’ün reforme edilmeye şiddetle ihtiyacı var” dedi. Keza AKP hükûmetinin önceki Millî Eğitim Bakanları, “YÖK’ün yapısının değiştirilmesi”ni bakanlıklarının ve kendilerinin “olmazsa olmaz” öncelikli ve “birinci görevi” sayıp taahhüd ettiler. YÖK’ün bütün demokratik ülkelerde olduğu gibi sâdece yüksek öğretimde koordinasyonla kalıp akademik eşgüdümü sağlayan bir kurul haline getirilmesiyle üniversitelerin özerkliğe kavuşturulmasının gereğini her fırsatta deklâre ettiler…

Bunun içindir ki, muhalefetin “başörtüsü yasağı sorunu” ile birlikte “YÖK’ün yapısının düzeltilmesi” çağrısını reddeden Başbakan’ın bugünkü “YÖK zirvesi” dikkat çekici.

“Dolmabahçe buluşmaları” kapsamında YÖK Başkanı ve üyeleri ile ilgili bakanların katılacağı kahvaltılı toplantıda üniversite rektörleriyle bir araya gelecek olan Başbakan’ın bu “en kapsamlı zirve”de “YÖK’ü masaya yatıracağı” ve “YÖK reformu”yla ilgili bilgi alış verişinde bulunacağı belirtiliyor.

Ne var ki bugüne kadar YÖK’le ilgili bütün çağrılara inadına olumsuz cevap veren Erdoğan’ın, bu son “YÖK hamlesi”, ister istemez tıpkı rafa kaldırılıp seçim sonrasına bırakılan başörtüsü yasağı gibi YÖK’ün de seçim sürecinde “seçim vaadi ve malzemesi” olarak kullanılacağı istifhamını uyandırıyor…

MAĞDURİYETLER SÜRÜYOR…

Diğer yandan görevinin üç yılını 10 Aralık’ta tamamlayacak olan YÖK Başkanı Prof. Yusuf Ziya Özcan’ın, göreve geldiği dönemde en önemli sorun olarak katsayı ve başörtüsünü gördüğünü belirterek, “İkisi de hallolmuş durumdadır” demesi dikkat çekici.

YÖK Başkanı gerçi peşinden, “başörtüsünde itiraz eden bir tane üniversite bile olsa yüzde yüz bir konsensüsten bahsedilmeyeceğini”, katsayıda da “yüzde yüz olmadıysa bile küçük birşey kaldığını” söyleyerek sözüne açıklık getiriyor. Ancak, YÖK’ün “başörtülü öğrencilerin dersten çıkarılamayacağı, sadece tutanak tutulacağı, tâlimata uymayan öğretim üyelerine soruşturma açılacağı” yazısına rağmen hâlâ üniversitelerin önemli bir yekûnunda yasağın devam etmesi, hatta aynı üniversitenin bünyesindeki kampüslerde farklı uygulamalarla yasağın dayatılması, işin gerçeğini ortaya koyuyor.

Böylece, “Bize göre bitti, artık o işe karışmıyoruz, artık siyasilerin işidir” diyen YÖK Başkanı’nın, “Üniversiteler tarafını hallettik gibime geliyor” cümlesinin geçerliliği kalmıyor.

Katsayı konusunda ise ileri sürdüğü gibi “küçük bir şey kalmış” ve “katsayı sorunu çözülmüş” değil; YÖK’ün ortaya attığı “a, b, c, d plânları alternatifleri”ne rağmen Danıştay’ın iptalleriyle tekrar başa dönülmüş. Eskisinin az farkıyla meslekî-teknik liseleri mezunlarının üniversite giriş sınavlarında uğradıkları katsayı haksızlığı sürüyor. Yüksek Öğretim Kanunu’nun “meslekî ve teknik okulların mezunlarına katsayı şartı”nı getiren ilgili 45. maddesi düzeltilmediği sürece, bu mağduriyetin de devam edeceği görülüyor…

Bu arada YÖK’ün Kocaeli Üniversitesi ve Gebze İleri Teknolojisi Enstitüsü rektörlükleri için, “türbana özgürlük bildirisine” imza atan Prof. Nurettin Abut ile Prof. Bekir Aktaş’ı birinci sıra adayı olarak Çankaya’ya göndermesine karşı, Cumhurbaşkanı Gül’ün bu iki ismi atamaması, ister istemez Nazlı Ilıcak’ın yazdığı “Türbana özgürlük’ bildirisini imzalamak bir nakise mi teşkil ediyor? Etmez ama acaba Gül, kamuoyunda böyle bir atamanın tartışılacağını bildiği için mi, onları devre dışı bırakmayı tercih etti?” sorularını sorduruyor.

(Sabah, 12.11 2010)

28.11.2010

E-Posta: [email protected]



Mehmet KARA

Mühendisler boş durmuyor!


A+ | A-

Seçimlere yedi ay gibi bir süre kalmışken, partilerde seçim hazırlıkları yapılmaya başlandı. İttifak söylentileri havada uçuşurken enteresan birliktelikler de gündeme geliyor.

Bayram’da BDP’nin Genel Başkanı Selahattin Demirtaş’ın CHP ile bir ittifaka açık olduklarını açıklamasının ardından günlerdir CHP-BDP ittifakı konuşuluyor. BDP hâlâ bunu seslendirirken, CHP kanadında da farklı sesler çıkıyor. Genel Başkan yardımcısı sıcak mesajlar verirken, Genel Başkan böyle bir şeyin olmasının mümkün olmadığını, CHP üzerinde oyun oynandığını söylüyor ve “Ne ittifakı Allah aşkına? Bunlar uzayda mı yaşıyor?” diye tepkisini dile getiriyor.

Tayyip Erdoğan ise keyifli bir şekilde, milletvekillerince de alkışlanan konuşmada, bu ittifakı “platonik aşk” olarak değerlendirdi. “Seçim öncesinde birdenbire külleniveren bu aşkın, CHP’yi de BDP’yi de hangi hülyalara sevk edeceğini göreceğiz” dedi Başbakan…

Baydemir’in SP’den ayrıldıktan sonra HAS Parti’nin de “sol ittifakta” zikretmesi ise Numan Kurtulmuş’u hayli kızdırmış gözüküyor.

Bir başka ittifak da SP, BBP ve TP arasında konuşuluyor. “İttifakı görüşmüyoruz” deseler de bu üç partinin liderlerinin birkaç kez görüşmesi böyle bir ittifakın konuşulduğunu gösteriyor.

Seçime daha 7 ay var, ama tartışılmasına erken başlandı. Anlaşılan birileri kafalarındakini gerçekleştirmeye, siyasette mühendislik yapmaya çabalıyor. Bakalım daha neler duyup, neler göreceğiz.

YA SONRA DA DEĞİŞTİRİRSE…

Geçmişte demokrasiye “küfür rejimi”, AB’ye “Hıristiyan kulübü” diyenler sonradan bu görüşlerinden yüz seksen derece döndüler.

Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, Plan ve Bütçe Komisyonu’nda, Radyo ve Televizyon Üst Kurulu (RTÜK), Basın-Yayın ve Enformasyon Genel Müdürlüğü ve Vakıflar Genel Müdürlüğü bütçeleri üzerinde yapılan görüşmelerde milletvekillerinin soru ve eleştirilerini cevaplarken, AB konusunda fikirlerini değiştirdiğini itiraf etti.

Arınç, “Geçmişte düşüncelerim farklıydı. İnsanların fikirleri zaman içinde değişebilir. AB’ye taraftar olmayı vatan hainliği sayan bir düşünceden bugünkü bu noktaya geldim. Ben bunu olumlu bir nokta olarak görüyorum” diyerek nereden nereye geldiğini gözler önüne serdi.

İnsanın aklına iki soru geliyor. Muhalefete düşseler yine AB konusundaki fikirleri değişecek mi? İkincisi de bu durum “Gömlek değiştirmek bu mu acaba?” sorusunu da akıllara getiriyor. Görüldüğü gibi fikirlerinin değişmeyeceğinin hiçbir garantisi(!) yok.

BAŞBAKANI KIZDIRDILAR!

Bayramdan önce Meclis genel kurulundaki oylamalarda hacca giden bazı milletvekillerinin adına oy kullanıldığı fotoğraflarla ispatlanmışken ve bu konu hâlâ unutulmamışken bu sefer de başka bir “oylama krizi” yaşandı.

Meclis Genel Kurulu’nda Türkiye ile Türk Kültür ve Sanatları Ortak Yönetimi (Türksoy) arasında Türksoy’a İlâve Arsa Tahsisi Hakkındaki Protokolün Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Tasarı’nın oylamasının önce kabul edildiği açıklandı. Sonra itirazlar üzerine, tekrar değerlendirildikten sonra “karar yeter sayısı” bulunmadığından tasarı ertelendi.

Tasarının oylamasının yapılmasının ardından Meclis Başkanvekili Sadık Yakut, tasarının 185 oyla kabul edildiğini açıkladı. Ancak daha sona CHP’li Kamer Genç ve MHP’li Oktay Vural’ın itirazı üzerine yoklama istendi. Genç ve Vural, üç bakanının vekâleten kullanılan oylarının yoklamada geçerli olmadığını belirtti. Yapılan oylamada 184 rakamına ulaşılamadı. Meclis Başkanvekili Sadık Yakut ise, ilk yapılan oylamanın içtüzük hükümlerine göre iptal edildiğini duyurdu. Oylamada Bakanlar Taner Yıldız, Cevdet Yılmaz ve Sağlık Bakanı Recep Akdağ’ın oyları vekâleten kullanılmıştı. Oysa Meclis İçtüzüğü’ne göre bakanlar yoklamada vekâleten oy kullanamıyor.

Bu durum Başbakan Erdoğan’ı kızdırdı. Aynı gün parti genel merkezinde topladığı milletvekillerine, “hoş olmadı” diyerek sert çıktı. Erdoğan, “Genel Kurul çalışmalarına katılmayan arkadaşlarınızı sizler de uyarın. Öyle Meclis’e uğradım ile olmaz bu iş. Öyle baktım gittim demekle de olmaz. Vatandaş bizi buraya çalışalım diye gönderdi. Çıkarılması gereken 10-12 yasa var. Bu yasaların çıkmasını millet bizden bekliyor” dedi.

Bakalım milletvekilleri bu sözlerden sonra Genel Kurul’da bulunacaklar mı? Yakında seçim var ve milletvekilleri tekrar aday olmak için gelmeyi tercih ederler gibi görünüyor…

MUHASEBE İKİYE AYRILIR

Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Ali Babacan, kamu alacaklarının yeniden yapılandırılması ile ilgili olarak, kendi kendine “Günü gününe ödeyenlere bir taltif, bir güzellik, bir kolaylık olmalı mı?” şeklinde soru sorduktan sonra şöyle cevap vermiş: “Belki vicdan muhasebesine koyduğumuzda olabilir gibi görünüyor, ama bir vicdan muhasebesi var, bir de paranın muhasebesi var” demiş.

Böylece muhasebenin kaça ayrıldığını öğrenmiş olduk.

Vicdan mı, cüzdan mı?

28.11.2010

E-Posta: [email protected]



Robert MİRANDA

Allah sabredenlerle beraberdir


A+ | A-

ABD’de Cumhuriyetçi Parti son anketlerde oldukça başarılı bir yükseliş yakalamış görünüyor ve bu durum Cumhuriyetçi adayların propaganda vasıtasıyla seçmenlerin kalbine korku salmasından ileri geliyor. Ne yazık ki, sokaklara verilen mesajlar oldukça şeytanî ve hakikatten uzak görünüyor.

Hiç şüphe yok ki, göçmenler ve terörizm üzerine döndürülen ulusal kampanyalar gün geçtikçe daha da çirkin bir hal alıyor. Bir grup katı beyaz ırkçı ve bir avuç sınır eyaleti radikalleri olan bu kişiler, yığınla gelen kahverengi tenli göçmenler ile ilgili karalayıcı haberlere çok başvururlar ve bu ultra muhafazakâr sağ kanadın anti-göçmen aktivistleri, radyo programcıları ve siyasetçileri arasında bu durum oldukça yaygındır.

Onların insanlık dışı retorikleri tipik bir şekilde kan dökmeyi doğru bulmaz gibi görünürken, Meksika’dan, Orta Amerika’dan veya Orta Doğu’dan gelen göçmenleri “istilâcı”, “yabancı suçlu” veya “hamamböceği” gibi nitelendiren söylemleriyle aslında zımnen bir çoğu şiddeti cesaretlendirmekte hatta doğru bulmaktadır.

Bunun sonucu da tahmin edilebileceği gibi oldukça trajiktir: Nefret suçları hakkındaki istatistikler çok güvenilir olmasa da, göçmenlerin sosyal statülerine bakılmaksızın, ortaya çıkan rakamlar göçmenlere karşı işlenen ırkçılığa dayalı suçların oldukça yüksek olduğunu göstermektedir. FBI tarafından her yıl açıklanan nefret suçu istatistiklerindeki son verilere göre, 2003-2006 yılları arasında Müslümanlara karşı işlenen nefret suçlarında yaklaşık yüzde 35’lere varan bir artış görülüyor.

Buna ek olarak son 2-3 yıldır daha şiddetli bir şekilde Müslümanlara karşı işlenen fiziksel ve psikolojik şiddet suçlarını da hatırlatmak gerekir. Bu işlerin failleri ya dazlak ırkçı bir eylemcidir, yahut kendilerini her gün sıradan insanları kontrol etmeye adayan sınır devriyeleridir ki, bunların işi gücü ya bir “istilâcıyı” geri çevirmek, “suçlu bir yabancıyı” terörize etmek yahut bir “hamamböceğini” yok etmektir.

Bu cahil tipler belki bugünlerde bu çirkin savaşın galibi gibi görünebilirler, fakat en nihayetinde kazanacak olan insanlık ve hakikattir.

Kendi çirkin ve kirli ideallerini gerçekleştirmek için akıttıkları insan kanı ancak ve ancak kendi egolarını tatmine hizmet etmektedir. Bizim ise yüzyıllardır yaptığımız şeyleri yapmaktan başka çaremiz yoktur.

Yani birbirimize destek olmayı... Bir toplum olarak beraber çalışmayı... Komşularımızı gözetmeyi... İslâm’ı muhafaza etmeyi... Ve asla hislerimizin esiri olmamayı...

Üstün geleceğiz... Çok yakında bir gün, çocuklarımızın bu demokratik düzende yerlerini aldıklarını ve sadece Allah’ın kulu oldukları için saldırılmaktan artık korkmadıklarını göreceğiz.

“Allah sabredenlerle beraberdir...”

Tercüme: Umut Yavuz “God is with those who persevere The Republican Party is finding success at the polls and with the voter who read fear in the political propaganda being released by the Grand Old Party (GOP) candidates. Unfortunately, the message being played out on to the streets is evil and void of truth. There's no doubt that the tone of the raging national debate over immigration and terrorism is growing uglier. Once limited to hard-core white supremacists and a handful of border-state extremists, vicious public denunciations of undocumented brown-skinned immigrants are increasingly common among supposedly mainstream anti-immigration activists, radio hosts and politicians of the ultra-conservative right wing. While their dehumanizing rhetoric typically stops short of openly sanctioning bloodshed, much of it implicitly encourages or even endorses violence by characterizing immigrants from Mexico and Central America and the Middle East as "invaders," "criminal aliens" and "cockroaches." The results are no less tragic for being predictable: Although hate crime statistics are highly unreliable, numbers that are available strongly suggest a marked upswing in racially motivated violence against all immigrants, regardless of immigration status. According to hate crime statistics published annually by the FBI, anti-Muslim hate crimes rose by almost 35% between 2003 and 2006, the latest year for which statistics are available. What follows is a representative sampling of some of the more egregious examples of physical and psychological violence waged against Muslims over the past two-and-a-half years. The perpetrators range from racist skinheads to rogue Border Patrol agents to otherwise everyday citizens who took it upon themselves to repel an "invader," terrorize a "criminal alien," or exterminate a "cockroach." These ignorant types of people will win these battles today, but it is humanity and the truth which will win in the end. The human blood they shed to support their vicious and dirty actions, only serve to promote their own egos. We only need to do what we have been doing for hundreds of years. Support each other. Work together as a community. Watch out for our neighbors. Stand in defense of Islam. Never get emotional. We will prevail...soon, we will one day see our children take part in this democracy without having fear of being attacked for simply being a child of Allah. “God is with those who persevere” Robert MİRANDA

28.11.2010

E-Posta: [email protected]



Vehbi HORASANLI

Yeni Asya’nın önemi


A+ | A-

Risâle-i Nur’ları çeşitli arkadaşlarıma anlatıp tavsiye ederken şu soru ile karşılaştığım zamanlar olmuştur. Bana dediler ki: “Kardeşim Nur hizmetinde bulunan çeşit çeşit gruplar var, ben hangisine gidip onlardan istifade edeyim.”

Onlara eskiden beri “kendine en yakın gördüğün gruba git, ama sakın yalnız kalma. Zira zaman cemaat zamanıdır” şeklinde cevap veriyordum. Şimdi ise bu soruyu soranlara, Üstadın Hakikat Çekirdekleri isimli eserinde geçen ifadesini söylüyorum:

“Sevad-ı a’zama (insanların çoğunluğuna) ittibâ etmeli. Ekseriyete ve sevad-ı azama dayandığı zaman, lâkayt Emevilik, en nihayet (sonunda) Ehl-i Sünnet Cemaatine girdi. Adetçe ekalliyette (azınlıkta) kalan salâbetli Alevilik, en nihayet az bir kısmı Rafızîliğe dayandı.”

Evet, tahayyürde kalan, yani kararsızlık içinde bulunan kardeşlerimize verilecek en güzel cevap çoğunluğa uymalarıdır. Zira Bediüzzaman’ın vermiş olduğu örnekte olduğu gibi, dinî hassasiyetlerde gevşek olan Emevilik, çoğunluk taraftar olduğu için zaman içerisinde birçok yanlışlıktan vazgeçerek Ehl-i Sünnet Cemaatine girmek zorunda kalmıştır.

Buna mukabil, salâbetli, yani dinî konularda son derece sağlam ve gayretli olan Aleviler, azınlıkta kaldığı için zaman içerisinde eriyip küçülmüştür. Çok küçük bir kısmı da Rafızî denilen İslâm dininden tamamen ayrı düşmüş, fırkalara ayrılmıştır. Bunların bir kısmı öylesine ileri gitmiştir ki, Hazreti Ali’ye peygamber olarak inanmıştır. Hatta tanrı olarak nitelendirenler bile vardır.

Demek ki, çoğunluğun tavrı, çok önemlidir. Peygamber Efendimizin (a.s.m) “ümmetim yanlışta birleşmez” anlamına gelen bir hadisi vardır. Çoğunluğun bir adım ilerisi olan İcma-i ümmet, yani ümmetin bir meselede birleşmesi sözbirliği yapması, şeriatta çok kuvvetli bir delildir. Delil-i yakinî tabir edilir ve Kur’ân, hadis gibi önem kazanır.

Şimdi Nur Cemaatleri içinde en geniş gruba, yani Yeni Asya Cemaatine bakalım. Türkiye’nin her yerinde temsilcilikleri bulunan bu cemaat, belirli bir bölgede hizmetlerini yoğunlaştırmamış, hemen hemen her yerde hizmet faaliyetlerine devam etmiş ve halen de etmektedir. Yaşlısı, genci, öğrencisi, memuru, zengini, fakiri, çiftçisi, san'atçısı gibi toplumun her kesiminden insanı içinde barındırmaktadır. Hizmetleri sadece bir şahsın adı altında ve vesayetinde değildir. Elden geldiğince kucaklayıcı olmuş ve olmaya da devam etmektedir.

Yeni Asya Cemaati, bugüne kadar Nur hizmetinin merkezinde yer almıştır ve meşveret ile, yani istişare ederek Risâle-i Nurların neşredilmesine çalışmıştır. Bundan sonra da dâvâsından dönmesini gerektirecek hiçbir sebep bulunmamaktadır. Tahayyürde kalanlar, yani “hangi meslek ve meşrebi tercih edeyim” diyenler için en ideal çözüm buradadır.

Dikkat edildiğinde, Nur hizmetinde bulunan kardeşlerimizin hepsinin Yeni Asya’nın bünyesinden ayrılarak hareket ettiğini görebiliriz. Hepsinin de kendine özgü bir yaklaşım tarzı vardır ve hizmet yöntemleri bakımından biri birbirine benzemez.

İlginçtir, Yeni Asya’dan ayrılan kardeşlerimize verilen isimler, genellikle bir ağabeyimizin ismi ve lâkabı iledir, o şekilde anılır. Bahse konu ağabeylerin şahsî düşünceleri daima ön plandadır ve adeta onların vesayeti altına girmişlerdir. Onların rağmına hareket etmek, o gruptan ayrılmasını gerektirecek kadar kötü sonuçlar doğurabilir.

Oysa, “Asya’nın bahtının miftahı (anahtarı) meşveret ve şûrâdır”. Bu sözü çok önemseyen cemaat mensupları, ağabey adı verilen ve büyük hizmetlerde bulunmuş kişilere dahi karşı çıkabilir ve meşveret kararı verilene kadar, inandığı doğrultuda kendini savunabilir. Meşveret kararı bazen onun lehinde de olup saff-ı evvel olmuş ağabeylerimizin karşısında da çıkabilir. Sonuçta aslolan meşveret kararıdır. İsabetli ise, “Nurun alâ nurdur” ve iki sevap kazanılır. Yok, eğer yanlış bir karar alınmış olsa dahi, meşveret edilerek hareket edildiği için, bir sevap alınmıştır. Hâlbuki meşveret edilmeden alınan kararlarda, isabetli olunsa dahi, mesuliyet doğmaktadır.

Bediüzzaman, şahsını merciiyetten azletmiş, yani tek karar alıcı konumdan çıkarmış, “Said meşveretle neşredebilir” diyerek karar alma sürecinde meşveretin önemini vurgulamıştır.

İşte, Yeni Asya hizmet ekolü, Bediüzzaman’ın meslek ve meşrebine sahip çıkarak şahs-ı manevî adı verilen Nur hizmetinin merkezinde yer almıştır. Gazete, kitap, radyo ve değişik medya araçları ile Risâle-i Nur hizmetini halen devam ettirmekte, İnşallah kıyamete kadar da bunu sürdürme azim ve gayreti içerisindedir.

Elbette, kendini “Ben Risâle-i Nur Cemaatinden değilim” diyenler, mevzuumuz dışındadır. Zira, sayıları ne kadar çok ve geniş coğrafyalarda hizmet ediyor olsa da, Nur hizmeti adına onları tavsiye etmemiz mümkün değildir. Her şeyden önce, Bediüzzaman’ın ismine sahip çıkmalı ve Risâle-i Nurları en başköşeye koymak gereklidir.

O halde, hiç zaman kaybetmeden saflarımızı sıklaştırmaya gayret etmeliyiz. Küskünlükleri ve anlaşamadığımız küçük noktaları bir tarafa bırakıp, ahirzamanın en büyük kudsî hizmetinde bir araya gelmemiz gereklidir.

Bediüzzaman Hizmet TIR'ı şunu göstermiştir ki; Yeni Asya, en küçük ferdine kadar Nur hizmetinin kalbinde yer almaktadır. Türkiye içerisinde gösterilen bu harika tanıtım faaliyeti, gelecek sene yurt dışına taşarak geniş coğrafyalarda Bediüzzaman’ın tanıtımını yapacaktır. Bu hizmetin dışında kalmak, aklı başında olan insanların işi değildir.

Rabbimden, bütün Risâle-i Nur Talebelerini iman ve Kur'ân hizmetinde muvaffak etmesini diler, bizleri son nefesimize kadar bu ulvî meslekten ayırmamasını niyaz ederim.

28.11.2010

E-Posta: [email protected]



Süleyman KÖSMENE

Erken nikâhın mahzurları


A+ | A-

Bayan okuyucumuz: “Sözlülük ve nişanlılık döneminde, bilhassa düğünden çok önce, dinî nikâh yapılması uygun mudur? Uygun değilse neden? Mahzurları nelerdir? Tafsilâtlı olarak açıklar mısınız?”

Nikâh bir evlilik kurumudur. Evliliği başlatır. Şakası ciddî. Ciddîsi de ciddîdir. Düğünden önce olanı, düğünden sonra olanı, düğüne yakın olanı gibi çeşitleri yoktur.

Evlilik ise bir sorumluluktur. Kadının kocasına karşı, kocanın karısına karşı, her ikisinin çocuklarına karşı, aile yuvasına karşı, komşularına karşı, akrabalarına karşı ve topluma karşı bir dizi sorumlulukları beraberinde getirir. Bu sorumluluk ağı nikâhla başlar, ölümle veya ayrılıkla biter. Ve eğer Allah rızası için bu sorumluluk üstlenilmiş ve yürütülmüşse, bu sorumluluğun getirdiği mutluluk ebediyete kadar devam eder.

İnsan evliliğe, evlilik çağında adım atmaya başlar. Bu adım, insanın fıtratında vardır ve bunda bir yanlışlık yoktur. Yanlış olan, bu adımın içinde başvurulan yanlış yol, yöntem ve yönelişlerdir. Meselâ:

Doğruluk, dürüstlük ve vefa evlilik çağında, her zamandakinden daha fazla önem taşır. Evlenecek kişilerin birbirlerine karşı doğru, dürüst ve vefalı olmaları bir görev, anne ve babalarına karşı doğru, dürüst ve vefalı olmaları bir hak konusudur. Bu nikâhın ne zaman olacağı, nasıl olacağı, neden olacağı gibi sorular anne, baba ve çocuklar arasında varılan bir uzlaşı çerçevesinde cevaplanır ve belirlenir. Doğru olanı budur. Eğer birlikte erken nikâha karar verilmişse buna kimsenin bir diyeceği olamaz. Buna din de bir şey söylemez. Çünkü aile bu kararı birlikte vermiştir. Sorumluluğu birlikte üstlenecektir. Artısını, eksisini birlikte göğüsleyecektir.

Ama eğer bu karar, anne ve babanın râzı olmayacağı düşünülerek, anne ve babaya rağmen verilmişse, yani evlenecek gençler kendileri bu kararı almışlarsa, evlilik de görünürlerde yoksa işte o zaman aşılmaz problemler sökün eder gelir, her şey dağ gibi bir problem halini alır. Çünkü meselâ:

Kızın elinde, erkeğin keyfine göre terk etmesini önleyecek bir güvencesi yoktur ve oluşmamıştır. Erkek insafsız bir keyfî kararla kızı terk ettiğinde kız bundan zarar görür. Kız uğradığı mağduriyeti ne annesine ve babasına, ne ileride evleneceği adama ve ne de topluma anlatamaz. Ve hiç kimseye karşı haklılığını izah edemez. Toplumun örfü ve yargı kültürü, kızı uğradığı zararda ve mağduriyette yalnız bırakır.

Diğer yandan, erken kararlar nikâh kurumunu yıpratır, sıradanlaştırır. Nikâh kurumunu yıpratmak doğru olmaz. Her şeyden önce bu, kız ve erkeğin dünyasında bu kuruma karşı güveni sarsar ve azaltır. Öte yandan, ufak tefek sürtüşmeler, olduğundan ve olması gerektiğinden daha fazla büyütülebilir. Evlilik tam gerçekleşmediğinden, her biri diğerine karşı her zamankinden daha alıngan ve daha anlayışsız bir tavır içine girebilir. Küçük alınganlıklar ve önemsiz sürtüşmeler, evliliğe giden yolu erken tıkayabilir. Boşanmayı olmadık yerde ve çabuk gündeme getirebilir. Evlilikten vazgeçilecek olduğunda ise, ayrılmak daha problemli hale gelir.

Hiç şüphesiz kız ve erkek kararlarında ciddî olabilirler. Birbirlerine karşı dürüst ve vefalı olabilirler. Fakat bütün bunlar nikâh için acele etmelerini gerekli kılmaz. Öncelikle sabırlı olmaları ve kararlarını anne ve babalarının da paylaşmasını sağlamaya çaba sarf etmeleri gerekir. Bu aşamada birbirlerinin tereddütlerine saygılı olmalı ve birbirlerine hak vermelidirler. Birbirlerine destek olmalıdırlar.

Annenin ve babanın çoğu zaman hep tereddütleri ön plâna çıkar şüphesiz. Ama bu tereddütleri aşmanın da bir yolu vardır. Sabırla ve sükûnetle hareket edilirse bir yol bulunur ve bütün badireler aşılır.

Unutulmamalıdır ki, bütün bu süreçlerde anne ve babanın tavsiyeleri hep çözüm getirecektir, hep elden tutacaktır. Mutluluğa giden yolu tıkamayacak, çabuklaştıracaktır.

Doğru olanı, bu adımın aile sorumluluğu çerçevesinde ele alınmasıdır. Anne ve babanın, çocuklarının mürüvveti ve evliliği ile ilgili görev ve sorumluluk almalarından daha tabiî bir şey düşünülebilir mi? Buna hukukî olarak da, ahlâkî olarak da onların hakları ve yetkileri vardır. Bu haklar ve yetkiler yok sayılmamalı, anne ve baba sorumluluk almaktan mahrum bırakılmamalıdır. Nikâh, evlilik kesinleştiği ve yakınlaştığı zaman yapılmalı, eğer erken yapılacaksa buna barış ve sevgi içinde aile meşvereti karar vermelidir.

DUÂ

Ey Vedud-u Rahim! Batın-ı kalbimi âyine-i Samed eyle! Kalbimi mâsivâya mâil kılma! Ruhumu lütfuna, bereketine, rahmetine, rızana, şükrüne nâil kıl! Sevincimi şükre tebdil eyle! Hüznümü sabra tahvil eyle! Nikâhımı havfullah ve muhabbetullah ile tezyin eyle! Muradımı hayırla bermurad eyle! Âmin!

28.11.2010

E-Posta: [email protected]



Ali FERŞADOĞLU

Nisbî, göreceli ahlâkî normlar ve sû-i zan


A+ | A-

İslâm bir anlayış, kavrayış, bir yaşama biçimidir. Bir dengedir. Kimin, nerede, ne zaman, nasıl davranması gerektiğine dair cihanşumûl/evrensel temel ahlâkî kaideler koymuştur.

Bunun dışında; ruhuna ters düşmeyen nisbî/göreceli ve lokal ahlâkî değerleri reddetmez; kabul eder. Yâni, İslâmın bazı normları esnektir.

Zaten ahlâk ve fazîlete dâir hayırlar veya olumsuzluklar ferd, cinsiyet, sınıf, cemiyet, zaman ve mekâna göre bazen farklılıklar arz edebilir; her yerde uyarlanabilirlik özelliği taşırlar.

Meselenin bu boyutunu bilmeyenler; büyük zatlardan veya farklı Müslüman toplumlardan sudur eden nisbî, göreceli, izafî olan ahlâkî normları İslâma ters zanneder; su-i zanna girer.

Bediüzzaman, nisbî/göreceli ahlâkî değerleri Asr Sûresi’nin 3. âyet-i kerimesindeki “sâlihât” kelimesinden çıkararak şöyle der:

“Kur’ân, ‘sâlihat’ı mutlak, müphem bırakıyor. Çünkü ahlâk ve faziletler, hüsün ve hayır çoğu nisbîdirler. Neviden nev’e geçtikçe değişir. Sınıftan sınıfa nâzil oldukça ayrılır. Mahalden mahalle tebdil-i mekân ettikçe başkalaşır. Cihet muhtelif olsa muhtelif olur. Fertten cemaate, şahıstan millete çıktıkça mâhiyeti değişir.”1

Yani, Kur’ân sâlihâtı belirsiz bırakır, kesin sınırlarla çerçevesini tayin etmez. Çünkü ahlâk ve fazîletlerin, güzellik ve hayrın çoğu görecelidir. Toplumdan topluma değişir, sınıftan sınıfa indikçe farklılaşır, bölgeden bölgeye mekân değiştirdikçe başkalaşır. Fertten cemaate, şahıstan millete çıktıkça mâhiyet farklılaşır. Bir davranış, bir hareket; bir ferde, cinsiyete, ferdin bulunduğu konuma ve toplumlara göre değişiklik arz edebilir. Çünkü, muhitin/bölgenin insan ahlâkına tesiri vardır.2

Nisbî/izâfî/göreceli hakikat, “alt-üst, sağ-sol, büyük-küçük, güzel-çirkin” gibi başka şeylere kıyasla belirlenen gerçeklerdir. Meselâ, zemin katından bakan için birinci kat “üst”tür. Ama ikinci kata çıkınca, artık orası “alt” kat olmuştur. İki rakamı, bir’e göre büyük; üç’e göre küçüktür. Onun mahiyetinde bir değişiklik olmadığı halde, bir’in yanında durunca “büyük”, üç’ün yanında durunca “küçük” sıfatını alır.

İşte genel ahlâkın dışındaki normlar, haslet ve davranış biçimleri de böyle kıyasî/görecelidir. Nisbî/göreceli/izâfî olan iyi-kötü, güzel-çirkin, doğru-yanlış gibi ahlâk ve faziletlere dair hakikatler ferdden ferde, cisten cinse, toplumdan topluma, bölgeden bölgeye, sınıftan sınıfa değişiklikler arz edebilir.

Salyangoz çorbasını Fransızlar “lezzetli!”, Türkler ise “mide bulandırıcı” bulur. Bizim örfümüzde hocalarımızın, öğretmenlerimizin, yaşlıların elini öpmek saygıyı ifâde eder. Başka toplumlarda garip karşılanabilir. Yarın bu hususlara pratik hayattan örnekler vererek açmaya çalışalım.

Dipnotlar:

1- Sünûhat, s. 19.

2- Lem’alar, 24. Lem’a, 4. Hikmet.

28.11.2010

E-Posta: [email protected] [email protected]



Hüseyin GÜLTEKİN

Nur Talebelerinin sorumlulukları


A+ | A-

Risâle-i Nur’ları doğru okumak, doğru anlamak, doğru yansıtmak; müntesipleri için önemli bir vecibe olsa gerek. Oradaki prensip ve düsturları, hak ve hakikatları olduğu gibi fehmetmek, onlara elden geldiğince âyine olmak her talebenin titizlikle dikkate alması lüzumlu bir husustur. Daha da önemlisi, Bediüzzaman’ın cihanşümul, ulvî dâvâsına gölge olmamak... Yanlış anlaşılmalara, sû-i zanlara sebep olacak söz, hal ve davranışlara meydan vermemek... O şerefli dâvâya bir zarar, bir nakîse getirmekten kaçınmak... Bütün bunlar her talebenin, her hâdimin üzerinde dikkatle ve titizlikle durması gerekli olan hususlar...

Elbette kolay değil... Bediüzzaman gibi bir dâhînin, onun gibi bir müçtehidin fikir ve düşüncelerini anlamak, anlatmak, yaşamak kolay olmayabilir... O yüce dâvânın derinliklerini fehmetmek, o okyanuslar genişliğindeki ilme vâkıf olmak elbette bir çırpıda olacak iş değil. Hüve hüvesine anlayıp, hayata geçirmek her insanın üstesinden gelip becerebileceği bir iş olmayabilir elbette...

Ama zor da olsa, meşakkatli de olsa; yanlış basmamak için, yanlış mânâlar yüklememek için, sû-i zanlara kapı aralamamak için doğru okuyup, doğru anlamak ve doğru göstermek her talebenin boynunun borcu olmalı.

Boynunun borcu olmalı diyorum; çünkü bir ihsan-ı İlâhî olarak hâdimlerinin omuzlarına konulan bu emaneti yere düşürmeden, ona bir nakîse getirmeden taşımak ve onu sâlimen emin ellere teslim ve tevdî etmek, bir önemli vecibedir, bir önemli sorumluluktur.

Allah korusun, bu değerli emaneti sahiplenmemek, onu gereğince koruyamamak, ona muhtemel zarar ve ziyanların gelmesine sebep olmak, hiçbir hadimin göze alacağı, kabulleneceği bir hâl değildir. Çünkü bunun mânevî mesuliyeti ve uhrevî bedeli ağırdır.

Hulusi Ağabey; “Bazan eserlerdeki bir tek harfi değiştirmek, bana bir büyük günah gibi geliyor” diyor. Şu ince anlayış, şu sorumluluk duygusuna bakınız. Zübeyir Ağabey; “Ben taş gibiyim, o vurur, ben yuvarlanırım” diyor. Bediüzzaman’ın saff-ı evvel talebelerinin hemen hepsi böyle idi. Bediüzzaman’ın ifadesiyle o “sadık, muhlis, fedakâr, sebatkâr, kahraman” talebeler sayesinde, o değerli emanet zayi edilmeden, zarar verilmeden günümüze kadar geldi ve bize tevdî edildi.

Bu değerli emaneti her daim korumak, muhafaza etmek de hadimlerine düşüyor. Onu korumanın en doğru, en etkili yolu da, eserleri doğru okuyup, doğru anlamak ve doğru hayata geçirmekle yani yaşamakla mümkün. Altı bin sayfalık külliyâtın hepsine muhatap olmak, hepsini okumak ve bir bütün olarak Bediüzzaman’ın fikir ve düşüncelerini anlamaya çalışmak... Müellif-i muhteremin vermek istediği mesajları, ortaya koyduğu prensip ve düsturları anlamak ve bütün bunları hayata geçirmenin gayretinde olmak... Evet bütün bunları elden geldiğince yerine getirmek, müntesipleri açısında önemli bir vecibe ve sorumluluk.

Ayrıca Üstad’ın; “Risâletü’n-Nur’un kitapları birbirine tercih edilmez. Herbirinin kendi makamında riyaseti var” tesbitini göz önünde bulundurarak Nur Külliyatı’nın hepsini önemsemek, hepsini okumak, hepsindeki derin hakikatları anlayıp hayata geçirmek de Nur Talebeleri için vazgeçilmez bir sorumluluk olsa gerek. Durum böyle olunca, altı bin sayfalık külliyatın önemli bir kısmını teşkil eden Bediüzzaman’ın içtimâî, siyâsî tesbitlerinin ve Nur mesleğinin esaslarının yer aldığı bölümleri okuyup anlamanın önemi, kendiliğinden ortaya çıkmış oluyor.

Nur Talebelerinin dışındaki sâir mü’minler, bir ilim hazinesi olan Risâle-i Nur’dan beğendikleri kitapları, bölümleri tercih edip, okuyup onlardan elbette faydalanırlar. Velâkin; Bediüzzaman’a, Risâle-i Nur’a talebe olmaya tâlip olanların, Nur Külliyatı’nın hepsine birden muhatap olup, oradaki fikir ve düşünceleri anlayıp, doğru bir şekilde yaşantılarına geçirip, olduğu gibi yansıtmanın gayretinde olmaları gerekir diye düşünüyorum.

28.11.2010

E-Posta: [email protected]



Yasemin GÜLEÇYÜZ

Kadına şiddet üzerine son araştırmalar!


A+ | A-

Özel günler, kamuoyunda o konunun tartışılması açısından umumî bir atmosfer ortaya çıkarır. Dünya çapında yapılan araştırma neticeleri, organizasyonlar o gün açıklanır, sergilenir, halkla paylaşılır. Bu açıdan önemlidir.

“Şiddete Hayır Günü” de bunlardan biri.

Şiddete sadece 25 Kasım’da değil, her zaman “hayır” elbette. Ama şiddet üzerine yapılan son araştırmaları okumak da bugüne nasip oluyor.

Evet, Birleşmiş Milletlerin ilânıyla 1999’dan itibaren her 25 Kasım “Uluslararası Kadına Karşı Şiddete Hayır Günü” olarak kutlanmakta.

Biz inananlar, kadınları mal olarak gören, kız çocuklarını diri diri toprağa gömen bir kavme peygamber olarak gönderilen zatın (asm) ümmetiyiz. Erkekler, eşlerine, kızlarına, kız kardeşlerine, halalarına, teyzelerine vs. “hürmet ve muhabbet” ile davranma dersini o zattan (asm) ders alıyorlar. Kadınlar eşlerine, babalarına, amca ve dayılarına nasıl davranmaları gerektiğini de yine onun hayatından öğreniyorlar. Asr-ı Saadet bunun en güzel örnekleriyle dolu…

O yüzden bir Müslümana, zayıf olanı ezmek yakışmıyor!

Aşağıda okuyacağınız araştırma neticeleri, Asr-ı Saadet modeli bir hayata ne kadar ihtiyacımız olduğunun delilleri hükmünde!

Birazcık vicdan!

Bir erkeğe, ağlayan bebeğini susturamadığı, televizyon kanalını değiştirdiği, izinsiz halı yıkadığı, sigara getirmeyi unuttuğu, erkek çocuk doğuramadığı, karpuzu düzgün kesemediği için karısını dövmek yakışıyor mu?

Emniyet Genel Müdürlüğü ve Jandarmaya yansıyan olayların kayıtlarında buna benzer onlarcası var…

Başbakanlık Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü ve AB’nin desteğiyle Hacettepe Üniversitesi Nüfus Etütleri Enstitüsü’nün 24.048 evde, 12 bini aşkın kadınla yaptığı araştırma neticeleri çarpıcı!

Her yüz kadından 36’sı erkeklerce dövülüyor.

Boşanmış ve ayrı yaşayan kadınlarda bu oran daha yüksek. Her yüz kadından 73’ü dayak yiyor.

Eşi ölmüş her yüz kadından 49’u dayak yiyor.

Her yüz genç kızdan 9’u dövülüyor.

Babalar, anneler, ağabeyler, öğretmenler kız çocuklarına dayak atıyorlar…

Bu neticeler kayıtlara yansıyanlar. Ya kayıtlara yansımayıp, “Kol kırılır yen içinde” diyenler!

Evet, tablo, insana “Birazcık vicdan!” dedirtecek ölçüde iç karartıcı!

Şiddetin bir başka türlüsü:

Başörtüsü yasağı

Bir kadını kılık kıyafetinden dolayı eğitim hakkından mahrum bırakmak da şiddetin bir başka türlüsü…

Türkiye İş Kadınları Derneği’nin (TİKAD) “Başörtüsü ve Toplumsal Uzlaşma: Başörtüsü yasağının kadınların eğitim ve iş hayatına etkisi” konusunda yaptığı araştırma ilginç!

26 ilde, 3052 kişinin katıldığı araştırma neticeleri şöyle:

Her yüz kadından 85’i başörtülü kadınların inancından dolayı örtündüğünü düşünüyor.

Her yüz kadından 78’i örtünmenin kadınların tercihine bırakılması gerektiğine inanıyor.

Her yüz kadından 69’u kamusal alanda başörtüsü yasağını doğru bulmuyor.

Her yüz kadından 99’u başı açık kadınla komşuluk, arkadaşlık yapıyor….

Araştırma neticelerini yorumlayan Prof. Dr. Doğu Ergil’in ve Prof. Dr. İhsan Dağı’nın tesbitleri ne kadar da isabetli:

Kadınlar arasında fay hattı yok!

Prof. Dağı, “Başörtülü kadınların evden kente, iş ve toplumsal alanlara gelmesi, varlık göstermesi hem Türkiye, hem de kadının özgürleşmesi için bir kazançtır” diyor.

Prof. Ergil’in fay hattı ve evrem benzetmeleri orijinal. Şöyle diyor Ergil: “Toplumda başı açık kadınla, kapalı arasında bir fay hattı yok! Bu siyasette var. Siyasiler başörtüsü gibi konuları cephane olarak kullanıyor. Başörtülü kadınların eğitim almasının ve dışarıda çalışmalarının laiklik adına engellenmesi, aslında laikliği engelliyor. Bu araştırma yukarıdan aşağıya bir devrimin değil, aşağıdan yukarıya bir evrimin gerçekleştirdiği gösteriyor…”

Ergil’in bu tesbitlerini okuduğumda, Bediüzzaman Hazretlerinin Tesettür Risâlesi yüzünden hapis cezası aldığı Eskişehir Mahkemesi Savunmalarını hatırladım.

TESETTÜR İLMÎ BİR MESELEDİR…

Bediüzzaman’ın, Eskişehir Ağır Ceza Mahkemesi’ndeki savunmalarında, üzerinde hassasiyetle durduğu en önemli noktalardan biri şudur: Tesettür ilmî bir konudur, siyasî değildir.İşte bu savunmadan, konumuzla ilgili sayısız tesbitler içinden seçtiğimiz birkaç cümlecik:

“O risâle medeniyetin Kur’ân’ın âyetine ettiği itiraza karşı müskit ve ilmî bir cevaptır. Bu hürriyet-i ilmiye, Cumhuriyet zamanında elbette kayıt altına alınamaz.”

“Bir ihtiyar adamın saadet-i ebediyenin anahtarı olan imanına dair hatırât-ı ilmiyesini yazmasını dünyada hiçbir kanun ona yasak diyemez ve demez kanaatindeyim. Ve şimdiye kadar hiçbir âlim tarafından tenkit edilmemesi elbette o hatırât ayn-ı hak ve mahz-ı hakikat olduğunu ispat eder.”

Evet, Bediüzzaman Hazretleri irtica söylemleri içinde Tesettür Risâlesinin rejimi tehdit eden siyasî bir eser değil, ilmî bir eser olduğunu, savunmasında defalarca ifade eder. Böylece aynı zamanda, ülke gündemimizden hiç düşmeyen tesettür meselesinin çözümü için izlenmesi gereken yolu da gösterir bizlere.

Tesettürün hangi şekilde olursa olsun, siyasî arenada malzeme yapılması sefih medeniyetin uyguladığı dessasâne planlardan bir tanesidir.

Evet, tesettür emri; fıtrîdir, ilmîdir ve aklî delillerle ispat edilebilir!

Başka delil mi istersiniz, işte TİKAD’ın son araştırması!

28.11.2010

E-Posta: [email protected]



Banu YAŞAR

Boşanma ve çocuk


A+ | A-

Boşanma sürecinin zorluğu ve yıpratıcılığı kadar, bu durumun çocuklara nasıl anlatılacağı da önemli bir konudur. Eşlerin yeni sürece alışmaları, kabullenmeleri, psikolojik açıdan toparlanmalarının yanı sıra, çocuklara bu durumun en sağlıklı bir şekilde söylenmesi de konunun en hassas muhtevasını oluşturur.

Eşler açısından alışılmış olan hayat tarzındaki değişiklikler, eşle yaşanan tatsız ve acıtıcı olaylar, çevrenin ve ailelerin müdahalesi, sürekli sorulan sorularla baş etmek ve tekrar bir düzen kurmak gerçekten zaman alır. Eşlerin yeni bir düzen kurmaları için belli bir süreye de ihtiyaçları vardır.

İlk zamanlar duygular karışık olduğu için sağlıklı düşünmekte ve karar vermekte güçlükler olabilir. Çoğu zaman ortama, öfke ve belirsiz duygular hakimdir. Bu sürecin eşler ve çocuklar açısından zararsız atlatılması pek mümkün değildir. Sonuçta yaşanan durumun kendisi zor ve travmatik bir nitelik taşır.

Eşler, birbirlerine olan öfkelerinden dolayı, bazen çocukları fark edemeyebilirler. Ya da verdikleri tepkilerle onlara zarar verebilir, korkularını arttırabilirler. Çocukların yanında eşlerin birbirini kötülemesi, suçlaması, olumsuz taraflarını çocuklara anlatması, onların yüreğinde ve zihinlerinde kalıcı izler bırakır. Oysaki,

‘Çocuğun tarafı olmaz, çocuğun tarafında olunur.’

Ondan taraf tutmasını, tercih yapmasını beklemek ve talep etmek ona haksızlık olur. Çünkü çocuklar anne ya da babalarından birini tercih etmek zorunda kalmak istemezler. Her ikisini de görmek, her ikisini de sevmek ve her ikisi tarafından sevilmek isterler.

Kaybetme korkusunun yoğun olduğu okul öncesi yaştaki çocuklarda, boşanma sonrasında, bazı davranış bozukluklarıyla birlikte kaybetme korkusu da yerleşir. Birlikte yaşadığı ebeveynin de bir gün onu terk edip gideceğinden korkar ve kaygı duyar. Okula ya da bir başka yere gitmek istemez. Bir yerde yatıya kalmaya çekinir. Aklı fikri bu duyguda olduğu için, yaptığı şeylere konsantre olamaz. Hatta uykuları bile sık sık bölünür. Uyku ve yemek problemleri de yaşanabilir. Korkulu rüyalar görme, ağlayarak uyanmalar artabilir.

Çocuklara bu kararın nasıl açıklandığı ve hangi kelimelerin kullanıldığı da çok önemlidir. Açıklama yaparken kullandığımız kelimeler diğer eşe yönelik suçlayıcı bir muhteva taşımamalıdır.

Bu sebeple, çocukla konuşurken, anne babanın onu çok sevdiği, her ikisi için de çok özel olduğu, hayatı boyunca ihtiyacı olduğunda hep yanında olacakları öncelikle söylenmelidir. Sonrasında anne babanın bazı konularda anlaşamadığı, bu yüzden de artık aynı evde oturamayacakları ifade edilmelidir.

Arkasından bunun kendisiyle hiçbir ilgisinin olmadığı, onun suçu bulunmadığı, istediği zaman diğer ebeveynini görebileceği, onunla vakit geçirebileceği de dile getirilmelidir. Çünkü okul öncesi yaştaki çocuklar boşanma olayıyla ilgili kendilerini suçlayabilirler. Ben yaramazlık yaptığım için, onları üzdüğüm için boşanıyorlar diye düşünebilir.

Boşanma sonrasında çocuğun yaşadığı evde kalması ve günlük aktivitelerine aynen devam etmesi, sürecin atlatılmasında yardımcı olacaktır. Okula gidiyorsa devam etmesi, arkadaşlarıyla oynaması, faaliyet ve resim yapması faydalı olacaktır. Meşgul olan çocuk, acısı ve korkularıyla baş etmeyi daha kolay öğrenir. Çocuk için diğer ebeveynin evinde de bir oda ayrılması sağlıklı olur. Çocuk gidip geldiğinde oraya aidiyet konusunda zorlanmaz.

Bu süreç hem anne babanın kendilerini toparlamaları, hem de çocuğun korunması açısından dikkatli davranılması ve güçlü olunması gereken bir zaman dilimidir.

28.11.2010

E-Posta: [email protected]



İsmail TEZER

Risâle-i Nur’un mühim bir rüknü: Hafız Ali


A+ | A-

Pek çok lâhika mektubunda, kendisinden “Nur fabrikasının sahibi” şeklinde bahsedilen Merhum Hafız Ali Ağabey, Üstad Hazretlerinin oldukça üzerine düştüğü ve değer verdiği bir talebesiydi.

Hazret-i Üstad onu risâlelerde, “harika ihlâsı, kuvvetli îtikadı, sadakati, Nur Talebeleriyle arasındaki irtibatı, uhuvveti” gibi bir çok sıfatıyla yâd ediyordu.

Isparta’nın İslâmköy’ündeki nur hizmetlerinin inşaasında ve îfâsında son derece önemli bir yere sahip olan Hafız Ali Ağabey hakkında, Üstad Hazretleri “Risâle-i Nur’un mühim bir rüknüdür” ifadesini de kullanır.

Hafız Ali Ağabeyin, Üstad’a olan bağlılığı ve sadâkati, hayatını ortaya koyacak derecede idi. Onun bu halini, Barla Lâhikasındaki bir mektupta bizzat kendi ağzından anlıyoruz:

“Hayatımın her safhasından kıymetli ve o hayatı, pervâne-misâl, bir emrinin infâzına ateşte yakmaya her an hâzır olduğum kıymetli Üstadım...”

Evet, hayatını Üstadı uğrunda feda etmeyi göze almış bir talebeydi Hafız Ali Ağabey. Nitekim kaderin bir cilvesi ki; mevkuf olduğu Denizli hapsinde, Üstadının yerine vefat edecekti. Daha vefat etmeden, bir hastalığı üzerine, Üstadın ona “Belki sen bana yardım etmek için, eski zamanda birbirinin bedeline hasta olması ve ölmesi gibi harika fedakârlık gösteren zatlar gibi, benim bir parça rahatsızlığımı aldın” demesi, ölümü gibi hastalanmasının da Üstadının yerine olduğunu ortaya koyuyordu.

Hazreti Üstad, Hafız Ali’nin kendisinin yerine vefat ettiğini, muhtelif mektuplarındaki ifadelerinde dile getirir. Bu ifadelerden biri şudur: “..gizli düşmanlar beni zehirlediler. Ve Nur’un şehid kahramanı merhum Hafız Ali benim bedelime hastahaneye gitti ve benim yerimde berzah âlemine seyahat eyledi, bizi meyusâne ağlattırdı.”

Hafız Ali Ağabeyin hizmet safahatında dikkat çeken yönlerinden biri, onun başta Hüsrev ve Sabri Ağabeyler olmak üzere, kardeşleriyle fevkalâde uhuvvet ve yekvücut halinde olmasıydı. Üstadın “Üç cesetli bir ruhun bir fıkrasıdır. Yani: Hâfız Ali, Sabri, Sarıbıçak Ali” ifadesi, kardeşlerinde ne derece fani olduğunu ortaya koyuyordu. Yine “Hâfız Ali ile Hüsrev’in birbirleriyle ciddî bir mahviyet içinde kardeşlik irtibatları” ifadesi de kardeşlik duygusundaki hassasiyetini gözönüne sermekteydi. Kastamonu Lâhikasında geçen; “Hâfız Ali’nin hakikaten müstesna bir mahviyet ve tevazuu içinde ihlâsı ve fenâfi’l-ihvan düsturunu muhafaza etmesi..”, “Hâfız Ali kardeş, senin mektubundaki tevazuun ve ihlâsın ve Hüsrev’e ait medhin ve Risâle-i Nur Talebeleri birtek vücut hükmündeki kanaatin, senin hakkında büyük bir ümidimi ve hüsn-ü zannımı tam kuvvetlendirdi” satırları da, onun hep bu özelliğine dikkat çekiyordu.

Bizim tesbit edebildiğimiz kadarıyla, Hafız Ali Ağabey için risâlelerde kullanılan bazı sıfatlar şöyle: “Nur fabrikası sahibi, Nur’un şehid kahramanı, Isparta kahramanı, ikinci bir Sabri, evliyadan olan merhum Hâfız Ali, Risâle-i Nur’un mühim bir rüknü, Meyve Risâlesinin hakikatini ilmelyakin ile bilen Hafız Ali, yorulmaz, usanmaz, ciddî, samimî Hafız Ali...”

Şuâlar’da, Üstad tarafından “evliyâ-yı azîmenin dairesinde ve aktabların isimleri yanında” yâd edilen Nur’un şehid kahramanı Hafız Ali Ağabey 17 Mart 1944’te Denizli’de vefat etmişti. Bu vesileyle, kendisini rahmetle anıyor, Cenâb-ı Hak’tan, onun gibi sarsılmaz bir sadakate sahip olabilmeyi nasip etmesini niyaz ediyoruz.

Selahaddin Çelebi: “Denizli Hapishanesinin sıkıntı, meşakkat, rutubet, ve betonunun insan kanını bir sünger gibi emmesine dayanamayan İslâmköylü Hafız Ali (Ergün) hastalandı ve vefat etti. (...) Hapishaneden beraet edip tahliyemizde, Üstadımızın ilk işi, Denizli'nin yeşillikler içindeki kabristanına gitmek oldu. Hafız Ali'nin kabri başında Kur'ân okundu. Üstad hazin bir duâ yaptı. Elini semaya kaldırdı. 'Bu şehid bir yıldızdır' dedi. O sırada gayr-i ihtiyarî başımızı kaldırdığımızda, semada ışıl ışıl bir yıldız parlıyordu.”

(Son Şahitler, c. 2, s. 106)

28.11.2010

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri




Son Dakika Haberleri

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Abdullah ŞAHİN

  Ahmet ARICAN

  Ahmet BATTAL

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Ali Rıza AYDIN

  Atike ÖZER

  Baki ÇİMİÇ

  Banu YAŞAR

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H.İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Hakan YILMAZ

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehmet YAŞAR

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Muzaffer KARAHİSAR

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Saliha FERŞADOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  YENİ ASYA NEŞRİYAT

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.