Elif Eki |
|
Filmi çekmeseydim Üstadi tanıyamazdım |
Bediüzzaman Said Nursî’nin hayatı ilk kez film oluyor. Mehmet Tanrısever yönetmenliğinde çekilen filmin senaryosunu Mehmet Tanrısever, Mehmet Uyar ve Ahmet Çetin kaleme aldı. Filmin yönetmeni Tanrısever ve senaristlerden Ahmet Çetin ile Hür Adam’ı konuştuk. Filmle ilgili endişelere de açıklık getiren Tanrısever, Üstadın hayatında olanı sahnelediklerini, her şeyi olduğu gibi ortaya koymaya çalıştıklarını söyledi. Tanrısever, 7 Ocak’ta vizyona girecek filmden sonra Üstada ilginin bir hayli artacağı görüşünde… Bir iş adamıyken yönetmen olmaya karar verdiniz. Sinemaya ilginiz nasıl başladı? 60’lı, 70’li yıllarda sinemaya hayranlığım beni yapımcılığa iteledi. “Bizim de yapacağımız, söyleyeceğimiz şeyler var” diyerek yapımcılığa, ardından yönetmenliğe başladım. Feza Film’e ise 90’lı yıllarda başladık. O yıllarda muhafazakârlara, dindarlara hitap edebilecek türde filmler yok gibiydi. “Birleşen Yollar” filmi vardı benim hatırladığım. Bir de TRT’de Yücel Çakmaklı Ağabeyin yaptığı bir dizi vardı. Kısacası yok gibiydik, yine de yok gibiyiz. 91’de ilk olarak “Sürgün” filmini çektik. Sürgün’de bir hayli acemilik çektik. Buna rağmen 4 tane uluslar arası ödül aldık. Böylelikle bir dâvâ olarak başladık. İstedik ki, yaptığımız filmler insanlarımızın ruhlarına, kalplerine huzur versin. Onlara tefekkür ettirsin.
Özgeçmişinizde diyorsunuz ki, “Dindar biri değildim, Batı’ya hayrandım, 1979’da değişime uğradım” Size bu değişimi yaşatan neydi?
Allah’a karşı bir saygımız vardı, ama dinî yaşantımız yoktu. Camiye gittiğim zaman önümdekine bakarak namaz kılardım. Kocaman adam olmuştum, ama Cuma namazını taklit ederek kılıyordum. Dindarlığımız bu kadardı. Haliylen şu anki inançla o zamanki çok farklıydı.
Minyeli Abdullah, Sürgün gibi çok ses getiren filmlerden sonra “Hür Adam” filmiyle geri dönüyorsunuz. Bu filmin Gandhi ve Çağrı filmlerinin seyredilme oranını geçeceğini ifade etmişsiniz. Nasıl olacak bu?
Üstadımızın hayatını anlatan filmde hiçbir eksiğimiz yok. Zaten dünyada binlerce film çekilir, bunların içinde en iyi 20 film Türkiye’de vizyona girer. İddia ediyorum ki, bizim filmimiz dünyanın en iyi 20 filmi içinde. Hür Adam; Gandhi ve Çağrı filmlerinden daha iyi. Bu sözümü unutmayın. Çünkü Çağrı’da Peygamberimizin (asm) kahramanlıklarını vermişlerdi. Oysa Peygamberimizin (asm) sosyal hayata etkilerinin verilmesi daha yerinde olurdu. Filmde, bu tarz eksiklikleri görerek, Üstadın aksiyoner ve kahramanlık yönünden çok sosyal hayatını verdik. Aksiyon sahneleri kolay oluyor. Bağırıp çağırtıyorsun, ata bindirip kılıç kullandırıyorsun. Sosyal yönleri anlatmak zordur. Seyircinin dikkatini yakalamak, drama etmek meşakkatlidir.
Siz Hür Adam filmini çekmeye nasıl karar verdiniz?
Filmi 90’lı yıllarda planlamıştık. Çünkü, Minyeli Abdullah filmi çok meşhur olmuştu. Biz de Üstadın hayatını çekmek için o dönem Mehmet Fırıncı ve Mehmet Kutlular Ağabeyle görüşmüştük. 3 arkadaş senaryo çalışmalarına başlamıştı. Ama kendimizi manevî anlamda hazır hissetmediğimiz için vazgeçtik. Aradan 19 yıl geçti. Benim elime yine Üstadın hayatını anlatan bir senaryo geldi. En tehlikeli düşmanlarını bile, yıllarca sürgünden ve zorlu hapis hayatından sonra affedebilen başka biri var mı? Şahsen, “Öbür dünyada hakkımı alacağım” diyerek bazı kişilere kızıyorum. O ise kendine zulüm edenleri affediyor. Böylesine derin bir insanın hayatını film yapmak istedik. Mehmet Uyar’ı, Ahmet Çetin’i çağırdım. Birlikte çalışmaya başladık. Her şey yolunda gitti. Barla’yı, Sav Köyünü ve çeşitli mekânları gezdik. 3 ay içinde senaryoyu bitirdik. O hafta, ben Üstadı rüyamda gördüm. Manevî desteğini hissettik. Başrol oyuncusu Mürşit Ağa Bağ, bir yandan Üstada benzediği için beğeni toplarken, diğer yandan da sesi zayıf, karakter olarak Bediüzzaman’ı güçlü yansıtmıyor gibi ithamlarla eleştirildi. Siz bu isme nasıl karar verdiniz? Eleştirilere ne dediniz? Mürşit Bey konservatuar mezunudur. Sesi de gayet güçlü. O aslında Üstadın 40 yaşına kadar olan hayatını oynamak üzere gelmişti. Baktık, çok benziyor. Sonra bütün hayatını oynasın, diye karar verdik. Rolünün hakkını iyi verdi. Üstadı 70 yaşındayken de çok iyi canlandırdığını düşünüyorum. Şöyle bir durum vardı; Mürşid Beyi seçmeden önce Suriye’ye gittim. Orada Selahaddin Eyyübi’yi canlandıran Ghassan Mesud’la görüştüm. Baktım çok havalı. Bu projeden 500 bin dolar istedi. Özellikle tavırlarını çok ukalâ buldum ve bu yüzden istemedim. Mürşid Ağa Bağ, hiç olmazsa bizden biri; kültürümüzü, düşüncemizi biliyor. Nerelerde çekimler yaptınız? İlk önce plato kurup dekor yapmaya niyetlenmiştik. Hem ekonomik olarak, hem de yol açısından kolay olur diye düşündük. Ama sonra karar değiştirdik. Üstadın yaşadığı dokularda çekelim istedik. İslamköy’de, Atabey’de, Safranbolu’da, Emirdağ’da, Barla’da çekimler yaptık. Üstadın arabasını kullandık. Çok da zorlandık. Ben bir çıktım 39 gün gelmedim İstanbul’a. Ayrıca kesilen Katran Ağacı yerine başka ağaçlar bularak çekimleri gerçekleştirdik. Hapishane ve mahkeme çekimlerini ise İstanbul’da yaptık. Bu filmin hedef kitlesi Bediüzzaman’ı tanıyanlar mı? Hayır, film herkese hitap ediyor. Bu, Üstadın biyografisini anlatan bir filmdir. Anadolu’nun sinesinden çıkmış bir âlimin hayatıdır. Bizdendir yani. O, insanların imanını kurtarmak için çalışmış, kimseyi ötekileştirmemiş. Herkesin evinde Amerikan filmleri oynuyor. Fransız, Rus sinemaları izleniyor. Bu film de bizden bir hikâyedir, ders alabilen alacak. Filmi izleyenler Bediüzzaman hakkında ne düşünecek sizce? Bir kere Bediüzzaman’ı çok sevecekler. Onun sabrına, enerjisine, dik duruşuna hayran kalacaklar. Zaten, Tarihçe-i Hayat’ı okuduğumda Üstada hayran kalmıştım. Bu film oradaki kahramanı anlatıyor. Film su gibi akıyor. Büyük bir hayranlık duyacaklar. Filmden sonra Risâle-i Nur satışları artacak, Barla’ya seyahatler çoğalacak bence. Şu dikkat çekici anekdotu aktarmak istiyorum: Bizim filmlerimizi organize eden Özen Film’in Genel Müdürü “Hür Adam”ı izleyince “Ben dindar bir insan değilim, ama Kur’ân ancak bu kadar güzel anlatılırdı” demiş. Üstad Kur’ân’ın dellâllığını yapıyor, imanı anlatıyor. Filmle ilgili çeşitli yerlerde yakın tarihimizi tam yansıtmadığıyla ilgili tereddütler var. Bu konu hakkında ne diyorsunuz? Bazı itiraz edilen sahneler, bölümler vardı. Tartışmalı olacağı düşüncesiyle çıkardık. Ama diğer bölümlerde pek itirazın olacağını tahmin etmiyorum. Filmden herkes memnun olacak, herkes tatmin olacak, diye düşünüyorum. Filmin bütçesi ne kadar? Onu söylemiyorum. Bazılarından duyuyorum, 11 milyon dolarlık bütçe çıkarıyorlar. Ben filmin bütçesini söylesem, “Nasıl oldu?” diyecekler. Ben de atarım 10 milyon dolar diye. Seyirciye oynuyorlar onlar, oysa ayıp bir şey. Pahalı bir bütçe ile çektik, ama ben söylememeyi tercih ediyorum. Geçen aylarda Genç Yaklaşım Dergisi için Hür Adam oyuncularından Ahmet Yenilmez ile söyleşi yaptık. Diyor ki: “Ben Mehmet Abiye demiştim, Üstadın hayatında iyi bir filme konu olacak çok güzel anılar var. Bu senaryoyu heba etmeyelim. Yabancı oyuncular getirip iyi bir film çekelim ses getirsin. Ama düşük bütçeli bir film oldu.” Ahmet arkadaşım filmde bekçi rolü oynadı. Amerikalı bir oyuncu gelse, eminim ki onun kadar güzel oynayamazdı. Bir Nahiye Müdürünü, bir muhaciri Amerikalı oyuncu bu kadar güzel oynayamazdı. Dünya çapında bir oyuncu 20 milyon dolar. O parayı verip getirtseniz bir Türk gibi mümkün değil, oynayamaz. Ses getirir belki, o ayrı, para kazanırsınız. Ama bizim oyuncularımızın hepsi çok iyiydi. Filme başlarken Mürşit Bey’le ilginç bir anlaşma yaptım, dedim ki; “Ben tek taraflı olarak bu anlaşmayı her zaman fesh edebilirim. Manevî bir engel olursa filmden vazgeçerim. Film oynamayabilir.” Film kişisel olarak sizde ne gibi değişimler oluşturdu? Bu film için Üstadın hayatını daha detaylı öğrenmem gerekliydi. Senaryoyu hazırlarken Üstad’la ilgili 6000 sayfalık kitap okuduk. Eğer böyle bir filme niyet etmeseydim, bu kadar kitabı okuyamazdım. Film hiçbir şeye hizmet etmese bile bu bana yeter. Kendi bakışım değişti bir kere. Böyle bir şahsiyeti tanımak ne büyük bir şeref… Yoksa ben nasıl okuyacaktım bu kadar kitabı? Üstadı bu kadar iyi nasıl tanıyacaktım? Örnek bir insan duruyor karşımızda. Film bunu anlatmaya çalışıyor. İmanın varsa, kâinata meydan okuyabilirsin, diyor. Filmin senaristlerinden Ahmet Çetin: Elimizden geleni yaptık Birisine Üstadı, Risâle-i Nur’u anlatmak için, aylarca senelerce uğraşmak lâzım. Ama “Gel kardeşim, bu filmi seyret, yarın görüşelim” dedikten sonra, ertesi gün Bediüzzaman’ın kitaplarını rahatlıkla okuyabilir. Filmi çekerken her şeyin ihlâsa, samimiyete dayandığını çok net şekilde gördük. En olmayacak işler oldu. İşlerimiz hep rast gitti. Şimdiye kadar filmi çok çekmek isteyen oldu, ama nasip olmadı. Biz elimizden geleni yaptık. Bu filmin başarılı olması demek, hem bizim bekleyen projelerimize gayret verecek, hem de camiadaki projelerin önü açılacak. “Rüyayla amel edilmez” diye genel bir kaide var, ama büsbütün de yabana atılmaz. Ekipteki birçok insan rüyasında Üstadı gördü. Filmin fragmanları tam olarak bitmedi, biz baktık merak eden çok insan var, demosunu internete koyduk. Şimdi tepkiler çok iyi, herkes sabırsızlıkla filmin vizyona girmesini bekliyor. nSenaryoyu kimlere gönderdiniz? Senaryo birçok kişiye gitti. Beş defa yeniden yazıldı. Düzeltmelerden dolayı tekrar tekrar yazıldı. Bu süreç içinde bizde de fikir değişikleri oldu. Abdullah Yeğin, Mehmet Fırıncı Ağabey, Bayram Yüksel Ağabey grubuna, Gazeteciler Vakfı, Yeni Asya ve daha birçok yere senaryoyu gönderdik. Bazı yerlerde olayları birleştirip yazdık. Tamamını ayrı ayrı yazmaya kalkarsak, film 5-6 saatten fazla sürerdi. Meselâ Kastamonu hayatına hiç girmedik. Sadece bazı kullanabileceğimiz sahneleri aldık. Çok ciddî bir beklenti var. Bizim tedirginliğimiz de oradan kaynaklandı. Yanlış anlaşılmalara sebep olur muyuz, endişesi vardı. Ciddî ve hassas davrandık. Senaryoyu, muhalif kişiler de dahil mümkün olduğunca çok kişiye gönderdik.
Röportaj Elif Nur Kurtoğlu Recep Bozdağ |
Gençlerin evlilik gündemi |
Genciniz varsa veya gençlerle ilgili iseniz sürekli bir değişken gündem içerisinde olduğunuzu bilmeniz gerekiyor. Yani bir konu çalıştık her şey bitti, yok böyle bir şey. O zaman sürekli bir değişken gündeme kendimizi hazır tutmak ve oluşacak gündemlere de hazırlıklı olmak daha sağlıklıdır. Her genç özel bir ders gibidir. Her gencin de hayat karşısındaki bileşenleri farklı farklı olduğundan, formülleri doğru değerlendirip, çözüme kendi şartları içinde gitmek gerekecektir. Ebeveyn veya eğitimciler olarak sürekli yenilenen ve değişen bilgi ile donanmak kaçınılmaz bir ihtiyaçtır. Gençlerle ilgili iseniz, onların değişen gündemlerine ayak uydurmak gerekiyor. Yoksa gündemden düşüyorsunuz. Gündemden düşünce de söyledikleriniz ne kadar önemli de olsa, genç manşetlerine çıkmayacaktır. Ebeveynin ve eğitimcilerin gençlerle ilgili sürekli yeni okumalar yapmaları kaçınılmazdır. Gençler, kendisine gelen tekliflerin ve konuşmaların mantıksal boyutunu oldukça ciddî ele alırlar. Mantıksal temeli olan ve çok yönlü düşünülmüş konuşmalar gençlerin dünyalarında daha bir canlı şekil alır. Hayat ve gençlik iki dinamik unsur olduğu için hayatı ve gençliği doğru okumak sürekli bir okumak gerektirecektir. Hem bilimsel çalışmalardan istifade etmek, hem de yaşayan davranışları anlamak için bu olmazsa olmazlardandır. Bir de her gencin her olayı yaşama biçimi de farklıdır. Birisinde oluşan davranış, diğerinde daha farklı bir versiyonuyla gelişiyor. *** Genç beyefendi Sinan ile daha özelde konuşuyoruz. Daha önce değişik bir vesile ile köşemize konu olmuştu. Şimdi ise daha farklı bir konu üzerindeyiz. Önceki gündemimizde oluşan güven şimdi yeni konular konuşmamızın zemini oldu. Sinan artık hayatın içinde. Okul hayatı tamamlandı, askerliğini yapıp geldi. İş hayatı için ise bir iki yıl gözüküyor. Artık gözler yavaş yavaş hayatı birlikte yaşayacağı birilerini çoktan aramaya başladı bile. Tabiî başka arayış içinde olanlar da var. Özellikle de anneler. Bakın Sinan neler söylüyor: “Hocam, artık yavaş yavaş evlilik düşünceleri gündeme oturuyor. Çevremdeki herkes ne zaman evleniyorsun, aday var mı gibi onlarca soru soruyor. Zannediyorum artık bu dönem böyle soruların sorulduğu bir dönem. Her yaşın sorularının bulunduğu anlaşılıyor. Yani her yaşta beklenen davranışlar farklı farklı. Anlıyorum ki, hayat siz duyarsız kalsanız bile, çok farklı şekillerde kendini hissettiriyor. Yani hayat da, insan da dinamik yapılardır.” Gençlerin dönem dönem karşılaştıkları vakıalara karşı bir danışmanlık merkezine ihtiyaç var. Yani aile hekimliği nasıl kişinin fizyolojik hastalıklarını ve gelişmeleri takip ediyorsa ve ona göre de kişi hakkında daha rahat ve sağlıklı bilgilere ulaşıyorsa; aslında manevî olarak da çocukların, gençlerin dünyalarında olup biten durumları, olayları takip eden ve uygun şekilde çözüm teklifleri getiren bir merkeze ihtiyaç vardır. Bu bir danışmanlık merkezi gibidir. Yani pek çok şehrimizde yavaş yavaş görülmeye başlanan ‘aile danışmanlığı’ buna benzer bir şey. Ama o biraz daha spesifik. Yani gençlik danışmanlığı gibi. Genç gidecek, her türlü meselesini ilgili merkezle konuşacak, bir anlamda sağlıklı bilgi alacak. Tâ ki, patlamaya hazır bir bomba gibi cemiyet hayatı içerisinde gezmeyecektir. Yani moral merkezleri gibi, psikolojik danışmanlık merkezleri gibi işlevlerine göre tanımlanacaktır. Kendini iyi hissetmeyen bir genç, böyle bir merkeze uğrayarak, maddî veya mânevî ihtiyaç temini konusunda nelerin yapılabileceğini öğrenecek ve ona uygun da adımlar atılacaktır. Sinan’ın son zamanlar yeni gündemi var. Artık evlilik düşünceleri ön planda. Kendisinin kurduğu cümleler dikkat çekici: “Hocam, bir hanımefendi var. Ona haber gönderdim. Onunla evlenmeyi düşünüyorum.” “Seni ona bağlayan şey nedir?” diyorum. “Hocam çok güzel bir hanımefendi. Saçları sapsarı ve mavi gözlü” diyor. “Başka” diyorum. “Hocam başka bir şey yok, daha ne olsun” diyor. Durum onu gösteriyor ki, Sinan sadece sarı saçlara ve mavi gözlere vurulmuş. Sinan’ı anlamıyor değilim. Çünkü bu dönemde akıl, mantık ve kalp çok etkili değildir. Hisler ön plandadır. Yarın ve sonraki zamanlar pek gündemde yoktur. Ânı düşünmek veya kısa vadeli düşünmek hakimdir. “Sinan” diyorum. “Bu sevdiğin hanımefendi duydun ki yüz felci geçirmiş (Allah korusun) ne yaparsın?” Sinan bir anda sessizce durup kaldı. “Hocam öyle bir soru sordunuz ki, bu soruya hiç çalışmadım. Onu güzelliğinin dışında hiç düşünmedim. Ama gerçekten zor bir soru. Yani beni ona bağlayan sadece güzelliğinin olması beni düşündürdü.” *** Sinan’la konuyu daha derin konuştuk. Evlilikte tercih sebeplerimizin aynı zamanda imtihan sebeplerimiz olacağını izah ettim. Eş ararken, Peygamberimizin (asm) küfüv (denk) olma şartlarını konuştuk. Öncelikle evlilikte tercih sebebi olarak dindarlık, ahlâk; sonrasında güzellik, zenginlik, ailenin soyu gibi tercihler dikkate alınabilir. Ancak öncelikli olan ahlâk güzelliği olunca, diğer sahip olunan şeyler de güzelleşiyor. Yani bir de hep erkeğin tercih etmesinden konuşuluyor da, bayanın da sonucu belirleyecek olanın olduğu göz ardı edilmemelidir. Evlilik düşünen kimse, karşı cinsini dindar olarak düşünmelidir. Eşler birbirlerinin sadece dünyevî arkadaşları olmadığından, ortada ebedî bir arkadaşlık söz konusu olduğundan, ebedî arkadaşlığın temeli de ebedî rahatlık sağlayacak bir temel olmalıdır. O da, eşlerin birbirlerini tercih sebeplerinin ‘dindarlık / güzel ahlâk’ olmasıyla olacaktır. Sinan’ın hesapları değişti. Hayatın gerçekleri onu biraz olsun sarstı. Yani ileride olabilecek olan şeyleri olmuş gibi görmek ve ileride olan şeyleri bugüne çekmek hayatı ve tercihleri daha ciddî düşünmeyi sonuç veriyor. Ne dersiniz, ebeveynin bu konuları gençleriyle konuşması gerekmez mi? Değil mi ki, Peygamberimiz (asm) gençlerle bu konuları konuşmuş, istişareyi esas almış, bizim de gençlerimizle her konuyu istişare etmemiz yakışır.
SEBAHATTİN YAŞAR |
Okuma programı ikinci semada - Geyve okuma programı hatırasına (2006)- |
İkinci semada, buluştu meclis-i ihvân, İman gücü ile okundu kâinata meydan, Kader kalemini çalıştırmıştı ulu Yezdan, Çünkü cehalete galip gelmişti ilim ve irfan,
Gaflet perdesinin bir bir yırtıldığı zamandı, Tefekkürü olan iman karanlıkları yardı, Birlikte uyku birlikte yemek, birlikte sohbet, Cennet misâl zevklerin yaşandığı andı,
Talebe-i ulumun şakası da ibadet, Üstadımız buyurmuş ki aman ha dikkat et, Sahabe mesleğinin şaşmaz tam yoludur bu, Sırate’l-müstakîmdir, sabret, hem de sebat et,
İslâm Yaşar, Lâtif Bey, Şaban Döğen, Kutlular, Kendilerini ikinci semada buldular, Sorulan tüm sorulara muhatap oldular, Nur yüzlü Üstadımdan hatıralar sundular,
On yedinci pencereden bakıp da görebilmek, Buradan hayalen çam dağına gidebilmek, Günah cihetiyle dünyada ölmeden ölebilmek, Bir başkadır kardeşlerle tefekkür edebilmek,
Okunur akşam ezanı, Allahu ekber Eşlik eder çakallar, hem de birer birer, Onlar da hâl lisanıyla ibadet ederler, Sizleri yaradan bizi de halk etmiş derler,
Sakinlere gıda olmuştu tatlı kirazlar, Patlak topla spor yapmıştı kardaşlar, Nura kulak vermişti bülbüller ve ağaçlar, Her seher vakti yeniden başlar,
Doruğa çıkmıştı heyecan son iki günde, Sanki konuşuyordu çiçekler, canlı ve zinde, Ashab-ı Kehf misali kardeşler bu günde, Dünya ile Cennet arasında gidip geldiler, Gündüzü gecesine katmıştı SADETTİN Beyin, Başımızda hazırdı dimdik günde üç öğün, Bazen yumuşak geçiş yapıyordu, bazen askeri, Şükür ki silâhı yoktu bu ağabeyin,
Elazizli ozan Hasan ağıt yakar bizlere, Yağdırılır yağmur, çamur sıçrar dizlere, Taşlamalar dinlenir, yaş birikir gözlere, Ardı arkası gelmez, bereket düşer sözlere,
Yemekleri aşçı Nevzat Bey pişirir, Kaynatılmış sıcak suya makarnayı düşürür, Gözlerimiz doysun diye tabakları şişirir, Nice masum karpuzlara bıçak çeker Nevzat bey,
Kocaali'nin küçük Yunus'u okur ezan, Uzun saçlar lüle lüle hemde muazzam, Yatışıyla kalkışıyla hizmete hazır her an, Tefekkür edilir çünkü onlar gider bazan,
Seyda kardeş güreş tutardı ara sıra, Kapılmazlardı gösterişe ne de gurura, Dönüşürdü bu spor neşe ve sürura, Yorulunca birazcık verilirdi ara,
Nihayet vedalaşma anı gelip yaklaştı, Günahsız sermayeler İnşallah dolup taştı, Müteyakkız kardeşler zaman zaman şakalaştı, Perişan oldu şeytan adeta fenalaştı,
Aciz İHSAN-I İlâhî boynumu bükerim, Hayal tarlasına fikirlerimi ekerim, Kulak veririm nurlara, nur kardeşlere, Okurum onlara HİZANI - Gönül eğlerim,
İHSAN YILDIRIM |
HUZURA DOYMAZ! |
Aldanma şu dünyaya Allah’a koş İbadet olmazsa olursun sarhoş Dünyada malın mülkün olsa da boş Ebedî bir hayat var oraya koş!
İnsan yaşlanınca gül gibi solar Ölüm gelince de saçını yolar Kabrin soğuk koynunda yalnız yatar İnanç yoksa oralarda ne yapar?
İnsan beyaz bir kefeni giyecek Toprağın koynuna yalnız girecek Allah’a iman varsa kurtulacak Ameliyle de huzuru görecek!
İnsan da bir gün toprağa düşecek Bembeyaz bir kefene sarılacak Şu dünya bir gün dışarı diyecek İnsan şurada hazırlıklı olacak!
Dünyada malın, mülkün hep geçici İbadet varsa sana şefaatçi Kabrin arkası sana huzurevi Amel varsa kazanırsın selâmet!
Nefsini yere vuran pişman olmaz. Allah’ı zikreden huzura doymaz. Allah’ın emri, kılarsan sen namaz Aklın hem de fikrin huzura doymaz!
CELÂL YALÇIN
DİLLERDESİN DİLLERDE
Ey aziz Üstad! Gönüllerde sen Eserlerinle kurdun nice taht Adın anılır bugün dillerde Tüm eserlerin şimdi her yerde
İlim vermiş, takva vermiş, ihlâs vermiş Yüce Rabbim sonsuz ilminden sana bak İ’câz- ı Kur’ân’ı beyan ettin bize Oldun âlem-i İslâm'a büyük üstad
Her sözün hikmetle bilgiyle bezenmiş Sözler harika etkili çok Üstad Üstadım diyerek yöneldin Kur’ân’a Seslendin sen, var gücünle tüm cihana
Şimdi her dile çevriliyor külliyat Okunuyor her yerde risâleler rahat Aydınlık yolda yürüyoruz bizler bak Sözler çok güzel istikbal ise parlak
İSA YAKAN |
YOLLAR AYIRMAZ, KAVUŞTURUR |
Amerika iç savaşı sırasında genç bir adam, cumhurbaşkanı Abraham Lincoln’e Amerika’daki demir yollarını gösteren bir haritayı işaretle: “Bakınız, demir yollarının hemen hemen hepsi batı ile doğu arasında” dedi. “Eğer bu demir yolları kuzey ve güney arasında yapılmış olsaydı, altı ay bile sürmez, savaşı kazanmış olurduk. Çünkü âsîler daha hazırlanmadan, askerlerimizi güneye indirip onları ezer geçerdik. Lincoln, gayet mahzun bir şekilde karşısındakine bakarak ağır ağır cevap verdi: “Evlâdım” dedi. “Demiryolları eğer kuzeyle güney arasında daha önce yapılmış olsaydı, savaş çıkmazdı. Çünkü o zaman kuzeyliler ve güneyliler birbirine yaklaşır, kaynaşırlar ve bu kadar kardeş kanının dökülmesine sebep olan bu savaşı göze almazlardı.”
SELİM GÜNDÜZALP |
HEP KÖTÜLÜĞÜ GÖRÜR |
Paşalardan birisi, Fuat Paşa’yı hiç çekemez. Fırsat buldukça aleyhinde konuşurmuş. Bir gün huzura çıkarak Sultan Abdülaziz’e Fuat Paşa’yı bir hayli çekiştirir. Sultan Abdülaziz bir süre sonra, Fuat Paşa’ya bu söylenenleri yetiştirir. Fuat Paşa şu cevabı verir: “Sultanımız, Allah herkese iki göz vermiştir. Biri iyiliği, diğeri de kötülüğü görmek içindir. Bu insanın da iyiliği görmeye yarayan gözü kapalı olduğu için, kendisi tek gözüyle hep kötülüğü görüyor.”
MAHKEME SALONLARI
Tarih gösteriyor ki, mahkeme salonları savaş alanlarından sonra en korkunç zulüm sahneleridir. Savaş alanlarında nasıl ki birçok masum kanlar dökülüyorsa, mahkeme salonlarında da, nice masum insan idama mahkûm ediliyor, öldürülüyor, zindanlarda çürütülüyor. Ebu’l-Kelam Âzâd
AĞAÇ VE ORMANLA İLGİLİ BİRKAÇ SÖZ
* Ağacı kurt yer, insanı dert yer. * Ağaç ne kadar yaşlı olursa, meyvesi o kadar tatlı olur. * Ağaç ucuna yel değer, güzel kişiye söz değer. * Allah, uçamayan kuşa alçacık dal verir. * Bir çiçek koparsa bir kişinin; kopmazsa bin kişinin.
IRKÇILIK VE KAPİTALİZM
Irkçılık olmadan, kapitalizm olamaz. Duâ ediyorum ki Afrikalı kardeşlerimiz, Avrupalı sömürgecilerden kendilerini kurtardıktan sonra, Amerikan dolarının kontrolüne girmesinler. Amerika ırkçılığının Amerikan dolarizmiyle yasallaşmasına izin vermesinler. Malcolm X
ELLERİNE HİÇ BAKTIN MI?
Anne karnındaki bebeğin parmakları ilk üç ay boyunca yapışıktır. Sonra parmak aralarındaki hücreler ölür ve parmaklar ortaya çıkar. Nedir bu hücreleri ölmeye iten etken? Ellerine hiç baktın mı? Kemal Ural, İnançsızlığın Anatomisi, s. 260 |
HADİS |
Annesinin, babasının kalbini kazanmışlara müjdeler olsun ki, Allah onların ömürlerini bereketlendirecektir. Hz. Peygamberimiz (asm)
SÜNNET-İ SENİYYE
İbn Ömer’den: Hz. Peygamber (asm) bir şeyi unutmaktan endişe ettiğinde, küçük parmağına veya yüzüğüne bir ip bağlardı. Binbir Hadis, Mehmet Dikmen, s. 404
TEVAZU NEDİR?
Hz. İmam Ali’ye (ra) sordular: “Tevazu nedir?” Şöyle buyurdu: “Tevazu, toprak ile bir olmaktır. Bir insan, ne kadar şerefli makamlara, geçerse geçsin, aslının toprak olduğunu ve bir gün yine toprağa karışacağını unutmamalıdır.”
PUTLARIN ANASI
Putların anası, nefsimizin putudur. Mevlânâ
ALLAH'A YAKLAŞMAK
Allah’a, emrine teslim olmakla yaklaşılabilir. Düşünmekle, hayal ile değil. İmam-ı Rabbanî
DOĞRU SÖYLEMEK
Doğru söyleyip zincire vurulmak, yalan söyleyerek zincirden kurtulmaktan iyidir. Sadi-i Şirazî
EN DAR ZİNDAN
Zindanların en darı, ahlakı ahlakına uymayan insanlarla bir arada bulunmaktır. Ebu Ali Ruz Bârî
KEKEME
Eğer kekeme değilseniz, söylemek her zaman kolay, yapmak her zaman zordur. R. Lewton
AKILLI SEVGİ
Biri çıkıp da bütün iyi niyetli kızların sevgililerini nişanlıya çevirse, bu bizim cinsimiz için büyük bir iyilik olur. O ilişki isterse evlilikle sonuçlanmasın. İki kişi arasındaki sevgi bu yüzden azalmaz ama akıllanır. Goethe
BİR HAZIR CEVAP
Gezmeyi çok seven rahmetli Prof. Dr. Ayhan Songar Hoca’ya bir gün sorarlar: “En çok nereye gitmek istersin?” “Ben sadece gitmek isterim. Nereye olduğu mühim değil” diye cevap verir. |
Hâlâ bekliyor |
Aynı yerde yürüyüp duruyor. Bazen sağa sola bazen uzaklara bakıyor. Yanından insanlar geçip gidiyor. Bir yerlere koşturuyorlar. O duruyor. Yaz gibi, kış gibi bekliyor. Yağmur yağıyor. İki gündür güneş göstermiyor kendini. Gri bulutlar rüzgârda sallanan yapraklara arkadaşlık ediyor. Kimse bilmiyor bu arkadaşlığı. Bilinse de pek fark etmiyor. Şemsiyesi elinde açmıyor yağan yağmura rağmen. Sadece bekliyor. Yorulmuyor, ah çekmiyor. Sabrı zorlanmıyor. Sanki beklemeye odaklanmış. Hiç itiraz etmiyor. Her hâli âmenna diyor. Sonu ne olursa olsun beklerim. Hâlâ bekliyor… Yokluğun elinden şaha çıkmış bir duruş sergiliyor. Varın yanına koyabileceği her şeyi uçsuz bucaksız düşüncelerle taşıyor. Beklemenin merkezinde aklın istilasına maruz kalan her ânı bir bir çıkıyor bilinçaltından. Bir fırsat düşünce âlemine dalmak için ya da düşünmemek. Bir boşluk sadece. Yağmur dindi. Rüzgâr devam ediyor esmesine. Bedene soğuk ürpermeler bırakıyor. Sonbahar geldi. Her zamanki gibi üşümeyi verdi ilkin. Pencereler kapanmaya başladı. Kışlık ayakkabılara kalın paltolara geri dönüldü. Hâlâ bekliyor… Neyi, kimi bilinmiyor. Öfkeyle bakmıyor etrafa. Yanından hızlıca geçen insanlara da. Hiçbir şey umurunda değil. Neyse beklediği sadece o önemli gözüküyor. Düşünüyorum. Hayatımızda beklemeyi göze aldığımız neler var diye. Değerli olsun ya da olmasın. Var mı? Üzülüyorum. Ya yoksa diye. Bu kadar yokların arasına dahilse. Karanlık hep karanlıksa… Gözünün gördüğü her noktada belirsizlik varsa. Sabah aynı, öğlen aynı ve akşam aynıysa. Seviniyorum. Hiç şikâyet etmeden beklediğimiz olabilir diye. Rutin günlerimizi renklendirir diye. Üzücü, korku verirci olsa da. Bir tereddüttün başlangıcı kadar yıpratsa da. Güzeldir beklemek. Hâlâ bekliyor. Herkes geçip gitti o durakta. Ne çok otobüsler geçti. Ama o elinde şemsiyesiyle hâlâ bekliyor. Bir halvetin içinde gibi niyaza durmuş ruhu. Kapı aralığında hayat bakan bakışları var. Belki de hiçbir şeyi beklemiyor. Oyalanıyor, zaman öldürüyor. Vakit geçsin diye adımları hep aynı yönde dönüp duruyor. Ne aklında ne kalbinde bekleme adına zerre yoktur. Kim bilir. Zahiren ne çok beklemeyi hatırlatıyor. Yoruyor adeta beyni. Onun o yorulmayan beklemesinde saniye saniye kımıldamalar var. Hissettirmek adına çarpılıyor sana. Daha fazla bakamıyorsun. Gitmen gerekiyor. Başını çevirip gittiğinde sadece şunu düşünüyorsun. Hâlâ bekliyor.
FADİME KAYA |
Merhamet kırıntıları |
Gözü yaşlı bir kadın, camiden çıkanlara elindeki ilâç reçetesini gösteriyordu. “Yardım edin, ilâçlarımı alayım” diyordu… Çoğu kişi dinlemeden geçiyor, çoğu kişi ise biraz para veriyordu. Paralar az olduğu için kadıncağız daha çok ağlıyordu. İhtiyacı olan bir kişinin bu şekilde para istemesi, çok kötü bir durumdur. Ama günümüzde ihtiyacı olan kimselere yardım etme olayı gittikçe körleşmeye başladı. Gerçekten yardım için kurulan derneklerin sayısı, bir elin parmaklarını geçmeyecek sayıdadır. Cami cemaati dağılınca kadın daha fazla ağlamaya başladı. Gidip nedenini sorunca; “Bir ana on evladına bakarmış, on evlat birleşip bir anaya bakmazmış” dedi. Üzeri gayet düzgündü, gözlerinden akan yaşları ne kadar utandığını gösteriyordu. Elindeki rapor o güne aitti. “Yürüyecek halim yok ama ilâcımı almak zorundayım” dedi. Oradaki banka oturturduk. Sonra cami hocası da geldi. Reçeteyi alıp en yakın eczaneye gitti… Belki yalan söylüyordu ama imam ilâcı almaya giderken biraz mutluluğu okunuyordu. Yaşlı bir anne, bakıma en muhtaç olduğu ve muhtaçken evlâtlarına en iyi bir şekilde bakmaya gayret eden ve bu hakkı ödeme fırsatı gelen evlâtların sırt çevirmesi… Sırtında hacıya götürüp getirsen bile hakkını asla ödeyemeyeceğin o kadını, soğukta herkesten para istetecek kadar düşüren bir evlât, evlât mıdır? İmanın terbiyesi ile ahlâklanmanın önemini burada daha iyi anladım. Bu günlerde ebeveynler sadece çocuklarının iyi bir eğitim almasını düşündükleri ve sadece çocuklarına; “Siz derslerinize bakın, ilgilenmeniz gereken sadece onlar” dedikleri için, eksikliklerle büyüyen çocuklar oluyorlar. En küçük bir örnek olarak, otobüste kadın çocuğunu boş yere oturtuyor, kendisi ayakta bekliyor. Çocuk rahat olacakmış. Yaşlı kişiler gelince de yer verdirtmiyor ve ayakta durmakta güçlük çekenler oturamıyorlar. Burada bile bu kadar rahat olan küçük çocuk, büyürken kimseye saygı duymaz ve asi evlat olur… Ahkaf Sûresi’ndeki; “Anne ve babasına, ‘Öf size! Benden önce nice nesiller gelip geçmiş iken, beni tekrar diriltilecek olmakla mı tehdit ediyorsunuz?’ diyen kimseye onlar Allah’a sığınarak, ‘Yazıklar olsun sana! İman et, Allah’ın va’di gerçektir’ diyorlar, o da, ‘Bu, eskilerin masallarından başka bir şey değildir’ diyordu” âyeti anne ve babanın önemini bizlere daha iyi anlatıyor. “Kişinin sırtında odun taşıyarak geçimini sağlaması, versin veya vermesin birisinden bir şey istemesinden daha hayırlıdır” hadis-i şerifinde Peygamberimiz (asm) para isteminin kötü bir şey olduğunu söylese de, anneannen yaşında bir teyzenin ağlaması herkesi üzer ve yardım ettir. İnşâallah o teyze yalan söylemiyordur. Merhamet kırıntılarını da bu şekilde parçalamaz… Allah, herkese iyi bir aile versin ve iman ahlâkı ile donatsın…
MERVE İRİYARI |
Davud-i İskenderî |
Hayatı hakkında fazla bilgi verilmemesine rağmen “Aman ya Rabbi” diyerek etkilenip okuduğum nasihatleri sizlerle paylaşmadan edemedim. Davud-i İskenderî Hazretleri kalbe öyle tesir edecek sözler buyurmuş ki, onun zamanında kendisinden duyanlar ne hâl almışlardır, merak ediyorum doğrusu. İşte kısa bir bilgi ve kalbe tesir eden sözleri: *** İskenderiyye’de yetişen Maliki mezhebi fıkıh âlimlerinden ve evliyanın büyüklerinden. İsmi, Davud bin ömer bin İbrahim eş-Şazili el-İskenderi olup, künyesi Ebu Süleyman’dır. Kaynak eserlerde doğum tarihine rastlanmamaktadır. 733 (M.1333) senesinde İskenderiyye’de vefat etti. Vefatı için kaynaklarda başka tarihler de bildirilmiştir. Malikî mezhebi âlimlerinin önde gelenlerinden ve Kur’ân-ı Kerim’de medhedilen “râsih ilimli” âlimlerin büyüklerinden oldu. Bilhassa fıkıh, tefsir, hadis, nahiv, beyan ve diğer ilimlerde ve evliyâlık yolunda derecesi çok yüksek idi. Çeşitli ilimlere dair çok kıymetli eserler tasnif etmiştir. Davud-i İskenderî’nin buyurduğu kıymetli sözlerden bazıları şunlardır: “Dünyada en çok şaşılacak şey, kişinin sevdiğini bırakıp başka birinin kapısına sığınması ve ondan birşey beklemesidir.” “Allahü Teâlâ’nın muhabbetinden bir zerreyi, bin yıllık ibadete değişme! Çünkü, ‘Kişi sevdiği ile beraberdir’ buyurulmuştur.” “İnsanlar iki kısımdır. Birinci kısım, dünya ile uğraşanlar olup, onu imar etmeye çalışır. Onun yolunun esası dünya ile uğraşmaktır. İkinci kısım, ma’na âlemi ile, mânevî işlerle uğraşan kimseler olup, bunlar matluba (Allahu Teâlâ’ya) kavuşmak, O’nu taleb etmek arzusuyla yanarlar. Bütün gayretleri bunun içindir.” “Yaptığın bütün ibadetlerde gayen, sadece kendisine ibadet ettiğin Allahu Teâlâ’ya yakınlık olsun. Hatta bu gaye, ecir ve sevaptan daha önce olmalı. Allahü Teâlâ’ya yakın olmak nimeti ele geçince, öyle sevaplar, öyle ecirler gelir ki, anlamak, hesap etmek mümkün olmaz.” “Kalp üç çeşittir. Birincisi; arazi, yani yeryüzüne bağlı olan kalp ki, her an şeytanın aldatması ve azdırmasına karşı tehlikededir. İkincisi; semâvî kalp ki, bu arazi kalp kadar olmamakla beraber, şeytan, zayıf halini yakalayıp buna da saldırabilir. Üçüncüsü; arşî kalp olup, şeytan ve diğer mahluklardan hiçbirisi buna zarar veremez.” “Sen şu anda bulunduğun dünyada ebedî kalacak değilsin. Bâkî olan ahiret yurduna da henüz ulaşmış değilsin. Bu hâl karşısında sana düşen odur ki, kendisine çok yakın olduğun, senin her halini gören, duyan ve bilen zâta (Allahu Teâlâ’ya) yönelesin.” “Allahu Teâlâ, nefsiyle mücadele eden mü’min kulunu, son nefesinde muhafaza eder. İslâm üzere ölmeyi ona nasib eder” “Öyle bir kimse ile arkadaş ol ki, onda maddeye temâyül edecek bir kalp bulunmasın.” “Kendisinden ilim ve edep öğrendiğin Üstada hizmet, babaya hizmetten önce gelir. Çünkü baba, senin bu birkaç günlük keder ve sıkıntı âlemine gelmene vesile oldu. O kıymetli Üstad ise, seni sefa âlemine, yüce âleme yükseltmekte, ebedî saadetine vesile olmaktadır” “Kâmil kişi odur ki, dış cephesi ile iç âlemini örtmesini bilir.” “Bir kimse sana, nefsânî hazinesinden birşeyler vermek isterse, onu sakın kabul etme. Bir kimse ki, sana akıl hazinesinden birşey vermek isterse, bunu içindeki hikmet nuru ile mukayese et! Arzuna göre ister al, ister reddet. Bir kimse ki, sana kalp hazinesinden birşey vermek isterse, sakın ola ki onu reddetme! Hemen kabul et. Hatta fazlasını vermesini, arttırmasını iste! Şayet birgün gayb âlemi hazinesinden birşey dağıtana rastlarsan, sakın onu kaçırma! İyi bil ki en büyük hazine odur.” “Kadir Gecesi, o senenin kalbidir. İman dolu bir kalp de, içinde bulunduğu cesedin kadir gecesidir” “Nefse, Kelime-i tevhid anahtarının ‘Lâ: Hayır, yok, olamaz’ kelimesi ile öyle bir gem vurulmuştur ki, böylece batıl olan davalarından ve isteklerinden vazgeçip, ümidini kessin.” Rahmetullâhi Aleyh Kaynak: İslam âlimleri ansiklopedisi, c. 10 ARZU KONAN |
Bak yine kurtulduk yükten! |
Gazetede okuduğum haber üzerine yaşadığım bir olay canlandı hafızamda. Haberde Osmanlı mutfağı konu alınmıştı. Bilinen beş bin çeşit yemekten, altı bin tane de ismi bilinmeyen yemek çeşidinden bahsediliyordu ve tabiî ki kültürümüze sahip çıkmayışımızdan yakınılıyordu. Yazıyı okurken hafızamda canlanan olay ise, üniversitede inkılâp tarihi hocamla girdiğim diyalogdu. Konu ilköğretimde bize anlatılan “öcü Osmanlı” ve cumhuriyet tarihçilerince “kızıl sultan” olarak yaftalanan II. Abdülhamid idi. “Hocam, ben ilköğretimde kendi çabalarımla okuyup öğrenmesem, II. Abdülhamid’i bir cani olarak bilecektim. Neden bize doğrular anlatılmıyor? Bazı şeyler çarpıtılarak anlatılıyor?” dedim. Hocamızın verdiği cevap ise gerçekten manidar: “Kızım sen yine erken öğrenmişsin, ben doğruları üniversite çağımda öğrenebildim” demişti. İşte biz böyle bir nesiliz. Zorla ecdadından utanır hâle getirilen bir nesil… Evet, bir yemek kültüründen dahi bîhaber, ama Çin lokantalarında yemek yemeyi kültürlülük olarak algılayan, dahası gençlerinin de hamburgercilerin kapılarını aşındırdığı bir nesil… Tarihi bütün ihtişamıyla karşısında duran, ama kendine kültür ithal eden bir nesil… “Milletimizde suç yok” diyemiyorum maalesef, demek de istemiyorum aslında. Çünkü şu an en çok okuması, bilgiye aç olması gereken muhafazakâr kesim dahi okumuyor. Oysa bizim inancımızda ne çok önem verilir okumaya, öğrenmeye, kısaca her yaşta eğitime… Milletimiz gereği gibi okumaz ve araştırmazken; Osmanlı’yı olduğu gibi anlatmak işine gelmeyen çevrelerin işi kolaylaşıyor. Koskoca bir tarih esgeçiliyor, kültürü yok sayılıyor. Yahudilere bir karış toprak satmayan, şimdiki siyasetçilere “Rest öyle değil, böyle çekilir” diyen II. Abdülhamid Han, doğruyu yanlışı ayırt etmekte zorlanan çocuklara bir cani gibi anlatılıyor. “Böyle okumaz, öğrenmez millete şu hal müstahak” diyesim geliyor içimden; ama gönlüm elvermiyor yine. Yıllardır yaptığımız gibi hadi yine sessizce bize yanlış öğretenlere atalım bütün suçu ve kurtulalım yükten!
ESRA NUR CİNALİ |
“Yeni bilim,” vahyin dilini anlayabilecek mi? |
Üstad Bediüzzaman Said Nursî’nin “modern” Kur’an tefsiri Risâle-i Nur Küliyatı’ndan “Sözler” kitabında yer alan “tahavvülât-ı zerrât” (zerrelerin değişimi) mevzuunu esas alan bir şerh çalışması. Öncelikle belirtelim ki, “Takdim”de verilen bilgiler, kitabın gayesini anlamamız bakımından mühim: “Kendi varlığını anlamlandırmak maksadıyla yola çıkan insanın aklına ilk takılan ‘Ben kimim, nereden geldim, nereye gidiyorum?’ gibi önemli soruların cevabını bulabilmek için, araştırmaya önce ‘zerre’den başlanması gerekmektedir; çünkü zerre, varlığın en temel yapı taşı, parçalanamayan en küçük birimidir. / ‘Kuantum Dilinde Kâinatın Hecesi,’ Bediüzzaman Said Nursî’nin ‘Sözler’ isimli eserinde yer alan ‘Otuzuncu Söz’ün İkinci Maksad’ı olan ‘tahavvülat-ı zerrât’ı, yani zerrelerin bir hâlden başka bir hâle geçmesi ve bu sırada yapılarında meydana gelen değişimi ve dönüşümü konu almaktadır. Bu, atom veya atom altı parçacıklar olabilir; hangi ismi verirseniz verin, ‘zerre’ sıfatını karşılayacak ‘maddenin en küçük birimi’dir.” (s. 7) “Ön söz” mahiyetindeki “Başlarken” başlıklı yazıda ise müellif, eserin ehemmiyetini şöyle özetliyor: “Kitabın anlaşılması, zerrenin anlaşılmasıyla çok yakından ilgilidir. Bu yüzden, varlıkla alâkadar her ferdin hayatında zerrenin tahavvülünü anlayabilmenin, dolayısıyla ‘tahavvülat-ı zerrât’a muhatap olabilmenin büyük bir önemi vardır. Bu bakış açısından süzülen varlık, kendini değil, Yaratıcısını ifade edecek ve bunun sonucunda insan asıl gayesini ve gerçek kimliğini idrak etmiş olacaktır. Bu süzgeçten geçtiğinde varlık ve onunla ilgili işleyişler; madde ve hayatın tanımı, iyi ve kötü, mutluluk ve hüzün gibi kelimelerin anlamı değişecek, belki aslî boyutuna dönüşecektir.” (s. 12) Eserde, Kur’ân-ı Kerim’den bir âyetin (Sebe’ Sûresi, 34:3) tefsiri olan malum bahis, (Üstad’ın başka risâlelerinden de faydalanmak suretiyle) cümle cümle ya da paragraf paragraf izah edilmiş—mânâ yüklü renkli resimlerle “süslenen” tam 34 yazı… (Şerhlerin öncesinde, ilgili risâlenin mevzuubahis kısmından parçalar var.) Anlayacağınız, bir kitabın bir risâlesinin küçük bir mevzuunun “açıkla(n)ması,” işbu kitabı netice vermiş! Doğrusu, bırakınız orijinal bahsi, onun açıklaması olan, mercek altına aldığımız bu eseri ilk ve tek okumayla bile anla(t)makta zorlandığımızı itiraf edebiliriz! Ne(ler) anladığımızı sonraya bırakarak, önce, mevzuyu açıklaması bakımından pek mânâlı bazı bölüm başlıklarını verelim: *”Âlemin Kapısı ve Noktada Özeti: Zerre,” “Zerreler ‘Bismillah’ Der,” “Tahavvülat-ı Zerrat, Kalem-i Kudret’in Yakınındadır,” “Zerre, Kudret Kalemi’nin Ucudur,” “Her Şey O’nu Övüp O’nu Tesbih Eder,” “Tahavvülat, Ayinelik Şevkinin Tezahürüdür,” “Zerrelerle Kâinat Genişliğinde Bir Hikmet Dokunur,” “Hakikatte Zerre ve Kâinat Birdir,” “Zerre Hayatla, Hayat İmanla Nurlanır,” “Zerrenin Hikmeti Varlıkla Bilinir,” “Zerre, Kâinatı Hikmetle Dokur…” Peki, bu eserden anladığımız ne(ler) mi? Belki şu(nlar) olabilir: Kendimiz dâhil her şeyi içinde bulunduran, Kudret Kalemi’nden çıkma “el yazması bir kitap gibi olan” (s. 29) kâinat, zerrelerden meydana geliyor. Tabiî ki burada “zerre” deyip geçmemek lâzım! Atomu teşkil eden çekirdek ve onun çevresinde dönen elektronlar ile çekirdekteki nötron ve protondan da daha küçük olan, her biri “bütün esmayı içine alan bir sandukça” (s. 26) hükmündeki zerrelerin mahiyeti (teknik ya da felsefî, fark etmez) ilmî olarak hâlâ tam anlaşılabilmiş değildir; vahyin diline kulak verilmezse bundan sonra da anlaşıl(a)mayacak gibi... İşte, Üstad’ın tefsir(ler)i bu noktada ehemmiyet arz ediyor. Bediüzzaman, özelde bu bahiste genelde tüm külliyatında, “yaratıcı” fikrini kabul etmeyen, hattâ inkâr eden materyalistlerin kâinatın yaradılışını tesadüflere bağlayan bütün fikrî istinatlarını tabir caizse “bombardıman” ediyor! Elbette bununla kalmıyor ve zerrelerin tahavvülatından hareketle, kâinatta tüm var ya da “yok” oluşların Allah’ın (cc) planı/programı, “işleri/işleyişi” olduğunu ispat ve ilân ediyor. Tabii ki anlayabilene… Şimdi mevzumuzu, yine pek manalı bir iktibasla bağlayalım: “Zerrelerin hareketi, varlığın anlamı açısından büyük önem arz etmektedir. Çünkü varlıkta zerrelerden müteşekkil bir dış görünüş hâkimdir. Bu da varlığın anlamlandırılmasında zerreyi merkezî bir konuma getirmektedir. Sonsuz bir güzelliğin göz kamaştırıcı parlaklığı ve şiddeti ile, görünmez hâle gelmişliğini zerrelerle gölgeleyip insanlığın görebileceği hâle getiren İlahî Kudret’in bu anlamda şuur sahipleriyle iletişim ortamıdır zerreler âlemi…” (s. 12) Ve küçük notlarımız (sırayla): * Söyleyeceğimiz biraz da “müellifin üslubu”yla ilgili olabilir; fakat hakikaten, bazıları sayfalarca tutan uzun paragrafların varlığı dikkati dağıtıyor, dolayısıyla anlamayı zorlaştırıyor gibi. * Ehemmiyetsiz redaksiyon hatalarıyla karşılaştık. Örnek 1: 9 no’lu dipnot (s. 35) yarım kalmış. Örnek 2: 18 no’lu dipnota dayalı iktibas (s. 42) nerede bitiyor, belirsiz. * Fazla dipnot yok gerçi, hattâ bir kısmı ilave bilgi ve geniş iktibaslar ile mücehhez; ama yine de bibliyografyanın olmayışı dikkat çekiyor. Bazı dipnotlarda ise kaynakların sayfa no’su yok; ki bunlardan nakil yapmak isteyen müdakkiklerin zorlanacağı kesin… Sonuç olarak, mühim bir mevzuda gayet kesif izahlar yapılan, birkaç okumada da olsa çözümlenmeyi hak eden, altı çizilecek satırlarla dolu mühim bir eser.
KUANTUM DİLİNDE KÂİNATIN HECESİ (Tahavvülat-ı Zerrat Şerhi)
Yazan: Hakan Yalman (Eser: Bediüzzaman Said Nursî) Sayfa Sayısı: 240 Ebatları: 13,5x21 cm Türü: Şerh Yayınlayan: Yeni Asya Neşriyat Yayın Tarihi: Haziran 2005 (ikinci baskı)
ORHAN GÜLER |
27.11.2010 |