Elif Eki |
|
Bırakma ellerimi! |
Risâle-i Nur’larda bazı dersler vardır. Ne kadar okunursa okunsun hep eksik kaldığını hissettiğimiz, anlayamadığımız, örtüşemediğimiz bazı dersler… Sevgili müellifi de böyle derslerin başlangıcında bazı uyarılar yazar. ‘Kalbi kalbimle örtüşmeyen, his ve duygu cihetinden hâlet-i ruhiyemi anlamayanlar (yani hangi hâlet-i ruhiyede yazılmışsa o ânı yakalayamayanlar) pek anlamazlar… Akıl terazisiyle tartmayın… Ama hissesiz de kalmazsınız…’ gibi. Biz bu türden dersleri Aziz Üstadımızın tavsiyeleri doğrultusunda açılacağı güne emanet ederek okur geçeriz. Dilimizde de anlama ve yaşama duâsı vardır. Herkes hayatını yaşar bir şekilde. Hayatın satır araları vardır. İnsanız ya; hayvan gibi olmuyor satır araları. Akıl faydayı–zararı, emelleri, istekleri, bu emellerin sonsuzluğunu, bitmeyeceğini, bu dünyanın emellerimize kavuşmaya yetmeyeceğini, fani–geçici olduğunu gösteriyor. Gösteriyor da, idrak etmek, dünya ve içindekilerin bir oyun ve oyalanmadan ibaret olduğunu anlamak ve itminana ermek kolay oluyor mu? Hayır. Kocaman bir hayır. Neden hayır? Çünkü, cennet ucuz değil, cehennem de lüzumsuz değil. İnsan maddî-manevî cihetleriyle bir kudret mu'cizesi. Çeşit çeşit mücevherlerin depolandığı bir hazine gibi adeta. Bir bir bu mücevherlerin gün yüzüne çıkması lâzım. İşte hayatın satır aralarında bu mücevherler gizli. Her satırında bir önceki satırdan daha değerli bir mücevher çıkıyor. Kazdıkça, derinlere indikçe sonu gelmeyen, “Daha yok mu? Daha yok mu?” dedirten, göz kamaştıran mücevherler… Esma-i Hüsna. Hayatımızın her ânını kuşatan, birbirinden pırıltılı, hiç bir zaman hayal kırıklığına uğratmayan, tutunan eli sımsıkı saran, hiç bırakmayan Esmâ–i Hüsnâ. Gözünü kapatırsa güneşi görür mü insan? Hayır tabiî ki... O mücevhere müteveccih olmak lâzım. Nasıl? Bir çocuk gibi. Saf, temiz, menfaat ummadan, bütün pisliklerden arınmış, bütün kalabalıklardan sıyrılmış, nereye giderse gitsin, hangi kalabalıklar içinde olursa olsun annesini tanıyan, hasretle annesine koşan, onun güven dolu koynuna kendisini rahatça bırakan ve hiçbir şey düşünmeyen bir çocuk gibi… Anne kucağı gibidir Esmâ–i Hüsnâ… Seni sarar sarmalar, güven verir. Asla ihanet etmez. Asla vefasız değildir. Hatta vefa demektir. Bire bin verir. Hep seni düşünür. Elini hiç, ama hiç bırakmaz. Sımsıkı tutar. Düşmandan, tehlikelerden, kötülüklerden her şeyden, ama her şeyden korur. Yeter ki sen çocuk olmayı bil. Annesine güvenle sarılan, kendini teslim eden, bütün dünyayı arkasında bırakıp yalnız annesini isteyen bir çocuk gibi ol. İşte o dersler! Hayatın satır aralarında bazen tecellî ediveriyor. ‘Anlamadım, örtüşemedim’ dediğin dersler elinden tutuveriyor ve sana yoldaş oluyor. O kutlu, değerli hazineyi keşfetmeye, ona tutunmaya vesile oluyor. Allah’ın eli hep ensende oluyor. Bırakma Allah’ım! Lütfen! Elimi de, ensemi de bırakma!
ESİN FİŞEK |
Beslediğiniz duygunun davranışlarıyla karşılaşırsınız |
Dayak ve ebeveyn... Doğrusu bu ikili hiç birlikte zikredilmemesi gereken bir ikilidir. Allah’ın anne babaya birer nimet olarak verdiği emanetlere sahip çıkmak öncelikli olarak ebeveynin sorumluluğudur. Çocuklarıyla, gençleriyle sağlıklı ve saygı-sevgi çerçevesinde bir iletişim kurmak ebeveynin görevidir. Aksi halde ortaya çıkabilecek durumlardan kendileri etkileneceklerdir. Yani evin büyükleri olarak yaşanacak olumsuz iletişimsizliklerden öncelikli incinecek olan anne babadır. Çünkü evde bir huzursuzluk varsa, bu ister istemez bütün aile bireylerini etkileyen bir süreçtir. Bu huzursuzluk hali, biraz daha ileri boyutlara ulaşmış ve artık evde yüksek sesler, el kaldırmalar, dayaklar boyutuna gelmişse, bu nokta çok ciddî sinyal veren bir durumdur. Evet, ev halidir, ara sıra, ufak tefek atışmalar olmaz değildir. Bunun çok derin izleri de oluşmaz. Yani bir küçük atışma türü bir şeydir. Bunu esprili bir yaklaşımla bireylerdeki kendini ifade etmek, savunma, tartışma antrenmanları olarak görmek ve düşünmek mümkün olabilir. Ancak iş düzenli aralıklara dönüşmüşse, artık dayak hayatın bir vazgeçilmezi haline gelmişse, buna derhal bir el atmak icap eder. Özellikle ebeveynin böyle bir tarzda iletişim kurması, sağlıksız bir başlangıçtır. Çünkü bu çocuk veya genç için de bir örneklik teşkil edecek demektir. Yani şimdi çocuğuna, gencine gücü yeten, onlar üzerinde değişik vesilelerle etkin olan anne baba bu davranışlarıyla kendilerini böyle bir sona hazırlamış olmaktadırlar. Yani yaşananlar ne olursa olsun, dayak boyutuna hiçbir zaman taşınmaması gerekmektedir. Çünkü bu artık son noktadır ve sağlıksız noktadır. Bu durum ve tutumlardan bir an evvel uzaklaşmak kaçınılmazdır. Olan durumlar için de mutlaka durumun yaralarını gidermek için adımlar atmak çok sağlıklı olacaktır. Çünkü biliyoruz ki, hadis-i şerifler bize nasıl birer anne baba olmamız gerektiği ile ilgili bilgiler vermektedir. Nitekim şu hadis-i şerif konuyla ilgili dikkat çekicidir. “Hayırlı bir beyden çocukları ve eşi köşe bucak kaçmaz.” Hadis-i Şerif. Sefih medeniyetin etkisi ki, güçlü olan haklıdır gereği, ebeveyn de bu yanlış tutumun küçük versiyonunu ailede yaşatmaktadır. Etkim var, yetkim var, imkânım var, gücüm var anlayışıyla hareket edildiğinde, sanki çocuk ve genç üzerinde yanlış tutumların başlamasına sebebiyet vermektedir. Yani kabul edelim ki, dayak birden başlayan bir şey değildir. Mutlaka o noktaya gelinceye kadar bir altyapı oluşmuştur. İşte özellikle evin büyüğünün bu süreci iyi okuyarak, ilişkileri, konuşmaları, davranışları bu noktaya getirmemesi beklenir. Bu noktada genelde ilk adımlar büyükler tarafından atılmaya başlanıyor. Sonra sonra ise, artık bu bir değişik iletişim biçimine dönüşür ki, elbette çocuk için de genç için de bur tarz bir iletişim biçimi olmaya başlıyordur. En dikkat çekeni de, fizikî şiddete gelmeden mutlaka bu sürecin bir sözlü gerçekleşen hakaretler, tahkirler, küçük düşürücü sözcükler, dışlayıcı mimikler gibi bir karşıdaki bireye kendini olumsuz etkileyici bir sürecin yaşanması vardır. Yani artık ağır sözcükler de sıraya girmeye başladıklarında arkasından böyle bir güç gösterisinin geleceği kaçınılmaz olacaktır. Ama yaşananlar ne olursa olsun geri adımlar, yaşananların izlerini ortadan kaldırma ve olumlu bir süreci başlatma gibi durumlar her zaman için geçerlidir. Burada olumsuz iletişimin müsebbibi kimse, bu adımları atması mümkündür. Bir de tabiî böyle bir süreçte kendini savunmalar, hatalarını ört bas etmeler, haklı göstermeler, yani yaptığı yanlışa bahaneler aranabilir ve bulunabilir. Ama bahaneler ne olursa olsun, bozulan iletişim için hiçbir gerekçe süreci haklı göstermez. Evet, yaşananlar ne olursa olsun, yeni sayfalar açmak her zaman için mümkündür. Ama burada esas olan şeyin, samimî pişmanlık ve yaşananlardan ciddî nedameti karşı tarafa hissettirmek ve ondan ciddî anlamda özür dilemek gerekir. Burada aslında her şeyi çok net konuşmak sağlıklıdır. Ama konuşma aşamasına da getirmek önemlidir. Evlerin bereket direkleri, rahmet vesileleri ve belâ ve musîbetleri defeden adeta ailenin paratonerleri olan büyükler modellik olma özelliklerini hiçbir zaman yitirmemeleri gerekmektedir. Tabiî bir o kadar evlerin bir nimetleri de Allah’ın aileye birer emanet olarak verdiği evlâtlardır. Onların yetişmesi, edepli, ahlâklı bireyler olmaları oldukça önemlidir. Bunun için de öncelikle aile büyüklerine sorumluluklar düşmektedir. Yani anne babanın güzel bir model olması, gençler ile anne baba arasındaki ilişkileri olumlu etkilediği gibi, gençler için de bu tutumlar bir örnek alınacak tutumlar olarak dünyalarında yer edecektir. Elbette böyle bir anne babaya karşı evlâtlarında hayranlık uyanacak ve evlâdı anne baba için iftihar edecektir. Yani evlâtlar anne baba için birer iftihar vesileleri olurken, bu durum anne baba için evlâtların iftihar etmeleri şeklinde de olabilecektir. Zaten anne baba kendileri eğer iftihar edilecek konumda iseler, muhtemeldir ki o anne babanın evlâtları da anne babaları için birer iftihar vesileleri olacaklardır. Yani ebeveyn evlâtlarında hangi duyguyu besleyip büyütürse, o beslenmiş duygunun davranışları ile karşılaşacaktır. Evet, yaşananlar ne olursa olsun yeni bir sayfa açmak her zaman için mümkündür. Bu gibi yaşanan durumlar da anne baba için de evlâtlar için de birer imtihan vesileleridir. Kim böyle bir durumun içinde ise, farkında olan için adım atmak gerekliliği ve kendini daha tutarlı, olumlu, yapıcı adımlara sevk etmesi imtihanını kazanmasına vesiledir. Unutulmamalıdır ki, bazen bu konularda örnek davranışları gençler yapabilmektedirler. Yani olumsuz davranışlara karşı, sabırla, sükûnetle, istişare ile adım atılması çok önemlidir. Atılamayan adımlarda ise uzmanlardan yardım istemek çok anlamlı olacaktır. Allah kimseleri evlâdıyla ağır imtihanlara tabi tutmasın. Sevginin, saygının hakim olduğu; anne babaya ‘öf’ bile demeyiniz hakikatinin yaşandığı; çocuklara ‘reyhanlarım!’ seslenişlerinin duyulduğu mutlu aile tabloları öncelikli olarak bu ümmete yakışandır. Olumsuz bir durum varsa, hiç şüphe yok ki, o konuda sünnet-i seniyyeden bir uzaklaşma vardır. Evlerimizin Peygamber sıcaklığı taşıyan, huzuru taşıyan birer eğitim yuvaları olması duâsıyla.. SEBAHATTİN YAŞAR [email protected] |
Ahiretimiz için kaç saat? |
KAZANDIĞIM Anadolu lisesine kayıt yaptırmak için gitmiştik, ben ve ailem. Müdür bey kayıttan sonra bizimle konuşmak istedi. Odasında; bana hangi bölümü istediğimi sordu. Ben de hedefimin tıp olduğunu, doktor olmak istediğimi söyledim. Müdür bey bana tıp okumak istiyorsam, bu hedefim için günde dört saat ders çalışmam gerektiğini söyledi. Bayram, tatil demeden dört senelik lise hayatım boyunca günde dört saat çalışmak… Tabiî ki daha üniversitedeki çalışma saatimin ne kadar olacağı ortada yok. Bu geçici dünya hayatı için belki sadece bu dünyadaki rahatım için ve sadece bir tek meslek için. Oysa ki, bizi yaratan Rabbimiz ahiret hayatı için, ebedî hayatımız için bizden ne kadar zaman istiyor? Günde bir saat namazı bile zorla kılıyoruz. Ya bir de (mülk O'nun ya) “Sekiz saat ibadet yapacaksınız” deseydi ve üstelik müdür konuşmasının sonuna şunları da ekledi: “Eğer birinci dönemin sonunda zayıf getirirsen, bu okuldan ayrılmak zorunda kalırsın. Biz okulumuzda başarısız öğrenci istemiyoruz. Okulumuzun eğitim kalitesini düşürmememiz lâzım." Halbuki bizim Rabbimiz, Hâlıkımız, İlâhımız biz ne kadar günahkâr da olsak, ibadetlerimizde tembellik de yapsak, ‘Güneş batıdan doğuncaya kadar veya ecel gelip çatıncaya kadar tevbe kapım açık’ demiyor mu? Sana çok şükür Rabbim. Günahımızla beraber bizi kulluğuna kabul edip ne dünya misafirhanesinden atıyor, ne de tevbemizi kabul etmeme gibi bir zorluk çıkarıyorsun! “Ben sizi bana ibadet edesiniz diye yarattım“ demiyor mu yüce Rabbimiz… Ahiretimiz için az da çalışsak, çok da çalışsak bizi hemen cezalandırmayıp Sabûr isminin tecellisiyle sabrediyor ve bize Ramazan, Cuma ve bunun gibi birçok imkânlar tanıyor, cennet ve cemâli için. Hayat boğuşmaları içinde ibadet mesele olunca “Bu kadar ibadet yeter” diyebiliyoruz yeri gelince. Ama okul müdürü dört saate endekslemiş doktorluk mesleğini ve bu dört saat kendi kendime çalışacağım dört saat, hiçbir yardımcı yok. Ama yüce Rabbim bizler için ahiretimizi kazanmamız için yardımcılar göndermiş (Peygamberimiz (asm), Kur’ân). Şükürler olsun Risâle-i Nurları Rabbim bizimle tanıştırmış. Olaylar karşısında hemen Rabbimize açılan yolu görebiliyoruz. Âlemlerin Rabbine hamd olsun. Salât ve selâm Peygamberimizin (asm) üzerine olsun…
SANİYE NUR ÇİNTİMUR |
Bayram dediğin… |
Bir bayram daha geldi geçti. Kurban Bayramı. Herkes bu bayramı da kendince karşıladı. Biz bu bayramı nasıl karşıladık acaba? Ne kadar heyecanlandık? ’Bu bayrama da eriştik’ duygusuna ne kadar kapıldık? Ama hiçbirimiz çocuklar kadar heyecanlanmamışızdır. Meselâ üç yaşındaki yeğenim Furkan. Hiç kimse bayramı, onun gibi Arefe Gününden itibaren her kapı çaldığında ‘Bayram geldi, bayram geldi’ diye koşarak karşılamamıştır her halde. Annesinin tekrar tekrar anlatmasına rağmen, büyük bir ısrarla bayramı kapıda bekliyor. Bakalım, onun beklediği bayram ne zaman gelecek! Aslında genel olarak baktığımızda, bayram herkeste farklı hisler uyandırıyor. Eğer anneyseniz; o bayram gelecek misafirler, sunacağınız ikramlar, temizliğiniz vardır aklınızda. Eğer babaysanız; bütçeniz, vereceğiniz harçlıklar, kurban bayramıysa eğer kesilecek kurbandır aklınızda olan. Ama eğer ki çocuksanız; aklınızda şekerden, harçlıktan, yeni kıyafetlerden başka hiçbir şey yoktur. Tek düşünülen, “Acaba ne kadar harçlık alacağım, ne kadar şeker toplayacağım?” vs.’dir Eğer babaanne veya anneanneyseniz; “Torunlarıma ne hediye alsam, onlara hangi tatlıdan yapsam?” der, bütün torunlarınızın ayrı ayrı sevdiği şeylerle donatırsınız sofranızı. Eğer büyükbaba veya dedeyseniz; torunlarınızın gelip elinizi öpmesini, size koşarak sarılmalarını istersiniz. Zaten cebinizde hangi toruna hangi para verilecek, hepsi düzenli, sıraya dizilmiş bir şekilde hazırdır. Biz böyle insan tiplerine göre bayramı ayırdık ayırmasına; üstüne “Bayramı, çocuk değilsek o kadar heyecanla karşılamayız” dedik demesine ama, ne yazık ki unuttuk… Neyi mi? Bayramda vatanî görevini, askerliğini yapanları meselâ. Acaba kolay mıdır ki herkes bayram kutlarken silâh başı yapmak, nöbet tutmak, askerî kıyafetler içinde dolaşmak? Bayramdayken onları da düşünüyor, hissediyor muyuz acaba hiç? Onlar orada en azından bir telefon beklerken biz o kadar düşünceli olabiliyor muyuz? Hastane köşelerindekiler veyahut... Hayat ile ölümün ince çizgisi üzerindeyken dışarıdakilerin bayramını düşünmek ne hissettirir onlara? Düşünelim. Acaba kaç bayramda hastanelere gittik? Hadi hastaneyi geçelim, kaç bayramda huzurevlerine gittik? Kaç tanesinde kimsesiz çocuklara şeker dağıttık? Kaç bayramda zaten normalde de yüzü gülenlerin yanı sıra; yüzünün gülmesi için sebebi dahi olmayanların yüzünün gülmesine sebep olmak için uğraştık? Eğer bunları düşünmeden geçirdiğimiz bayramlara bayram diyorsak, çok bencil bir bayram oldu gerçekten. Başkalarının halleriyle halleneceğimiz nice bayramlara!...
ŞULENUR YAŞAR |
Almanya gezisinden izlenimler |
Geçtiğimiz günlerde bir haftayı aşan bir Almanya gezisi yapmak nasip oldu. Almanya’da okullarda yıl içerisinde bazen kısa süreli (1 veya 2 haftalık) tatiller yapılmaktadır. Aileler bu tatilleri kendilerine göre değerlendirmeye çalışmaktadırlar. Bu vesile ile Güney Almanya’da yaşayan Nur dostlarımız bizi öğrencilerin tatil programlarına katkıda bulunmak üzere dâvet ettiler. Biz de bu dâveti memnuniyetle kabul ettik. Yolculuğumuz bir Cuma günü sabahı, Üstadın uçakları görüp “Nev'îmle iftihar ediyorum” dediği gibi hava üzerinden oldu. Bulutların üzerinden dışarıda -50 dereceyi bulan hava soğukluğundan hiç etkilenmedik. Yükseklerden dünyayı temaşa etmeye çalıştık. Üç saatlik hava yolculuğundan sonra dilini bilmediğimiz yabancı bir ülkeye indik. Bize soğuk olduğu için hazırlıklı olmamız söylenmişti. Biz de kendimizi kış mevsimine göre hazırlamıştık. Güneşli güzel bir gündü. Adeta bir bahar havası hâkimdi. Bu da Allah’ın biz aciz kullarına bir ikramıydı. Allah isterse yaz içinde kışı gösterdiği gibi; kış içinde de yazı gösterebiliyordu. Pasaport kontrolünden sonra dışarı çıktık. Genelde böyle kalabalık yerlerde karşılayanlar ellerinde isimlerin yazılı olduğu levhalarla beklerler. Stutgart havaalanında daha önce tanışmadığımız ve görüşmediğimiz iki Nur kardeş bizi güler yüzle karşıladılar. Lâtife yollu “Elinizde ismim yazılı bir levha göremedim” diye şaka yaptım. Onlar da, “Biz Nurcuları alnındaki Nurundan tanırız. Onun için yazıya gerek duymadık” dediler. Kucaklaşıp kalacağımız yere doğru yola koyulduk. Cuma namazı için bir camiye ulaştık ve orada bulunan Müslüman kardeşlerle birlikte Cuma namazını eda ettik. İmamla tanışıp kısa bir sohbet ettik. Bu durumu, dünyanın bir köy hükmüne geçtiğinin bir başka delili olarak yorumladık. Sabah namazını Ankara’da, Cuma namazını Almanya’da kılmıştık. Almanya’da birbirlerine çok uzak olmayan iki bin sekiz yüz civarında cami veya mescitte namaz kılındığını öğrendik. Akşam, kalacağımız Nur medresesine vardığımızda başka güler yüzlerle karşılaşıp kucaklaştık. Namazdan sonra çoğunluğunu gençlerin oluşturduğu güzel bir cemaatle sohbetimiz başladı. Gecenin ilerleyen saatlerine kadar soru-cevap tarzında sohbetler devam etti. Meleklerin gıpta ettiği bir sohbetti. Sanki şu sözlerin mânâsı tezahür ediyordu: “Semâvât zemine gıpta eder ki, zeminde hâlisen lillâh sohbet ve zikir ve tefekkür için, bir-iki adam, bir-iki nefes, yani bir-iki dakika beraber otururlar, kendi Sâni-i Zülcelâlinin çok güzel âsâr-ı rahmetini ve çok hikmetli ve süslü âsâr-ı san’atını birbirine göstererek Sânilerini sevip sevdirirler, düşünüp düşündürürler.” 1 Medresemiz Cumartesi günü öğleden sonra hanımlara tahsis edilmişti. Aynı mekândan onların da faydalanmaları sağlanmış oluyordu. Bu zaman içinde annelerin rahatça ders dinleyebilmeleri için çocukların bakımının babalara bırakıldığını gördüm. Bu durumdan anneler olduğu kadar babalar da memnundular. Böylece aileler hizmetlerin içinde yer alıyor ve kimse bu durumdan şikâyetçi olmuyordu. Hizmet binasının mülkiyeti orada bulunan cemaatin maddî katkılarıyla iki sene kadar önce satın alınmıştı. Haftanın iki günü (Çarşamba, Cumartesi) akşamı erkekler, bir gün (Cuma) akşamı gençler, bir gündüz (Cumartesi) hanımlar, Pazar günü de çocuklar için tahsis edilmişti. Ayrıca okulların tatil süresinde okuma programları düzenleniyordu. Kısaca bütün fırsatlar değerlendiriliyordu. İleride daha çok hizmet edeceğine ve imanların kurtuluşuna veya muhafazasına hizmet edeceğine inanıyorum. Almanya’da kaldığımız sürenin bir kısmını küçük çocuklarla, bir kısmını da gençlerle birlikte geçirdik. Onların aşklarına ve şevklerine ortak olduk. Birlikte namaz kıldık, tesbihat yaptık, risâle okuduk, yürüyüş yaptık, yemek yedik ve çay içtik. Âdâb derslerini adeta uygulamalı yaptık. Yemeklere birlikte besmeleyle başlamak ve namaz tesbihatlarını topluca yapmak çocukların çok hoşuna gitmişti. Çocuklardan artan zamanda dostları evlerinde ziyaret etmeye çalıştık. Üstadın ifadesiyle “her bir Nur Talebesinin evi birer medrese-i nuriyedir” deyip iman hakikatlerini oralarda da paylaşmaya çalıştık. Zaman çok hızlı geçmişti. Nasıl geçtiğinin bile farkına varamadık. İkinci Cuma namazını kıldıktan sonra dönüş için kardeşlerle vedalaşıp havaalanının yolunu tuttuk. Akşam namazını kılmak için havaalanı mescidine gittik. Orada bazı insanlarla tanıştık. Bir trafik kazasında vefat eden arkadaşlarını yolcu etmek için orada olduklarını söylediler. Ölüm hakikatinden hareketle onlara Risâle-i Nurları tanıtma fırsatımız oldu. Ölüm de hayat gibi Cenâb-ı Hak tarafından yaratılmıştı. “Nasihat istersen ölüm yeter” deyip ölümü, kabri, kıyameti, haşri, cenneti, cehennemi vs. okumaya çalıştık. İnsanın dünyaya gönderiliş maksadını anlamaya ve anlatmaya gayret ettik. Ölüm, bir yer değişikliğiydi, bir terhisti. Kaderde uçağın koltuklarında gidip kuyrukta dönmek de varmış meğer. Cemaatle akşam namazını kıldık. Namaz sonrası sohbetimiz biraz daha sürdü. Aslında ayrılmak zor gelmişti. Beni yolcu etmeye gelen kardeşlere o dostları emanet ettim. Ayrılırken günün hatırası olarak yanımda taşıdığım kardeşliğin ve muhabbetin en güzel ifadelerinin yer aldığı Uhuvvet Risâlesini hediye ettim. Çok memnun olduklarını söyleyerek bir hatıra fotoğrafı çektirmek istediler. Fotoğraflar çekildikten sonra teker teker kucaklaştık. Kader onları da bizi de ummadığımız bir şekilde karşılaştırmıştı. Üzgün yüzler gülmeye başlamıştı. Havaalanı çıkışında bir başka kardeşle daha karşılaştık. Bu sefer İstanbul yolculuğumuz onunla devam etti. Almanya’ya gidiş ve dönüş ülkemiz içerisindeki gezilerden pek farklı gelmemişti bana. Yabancı ülkeye gitmiştim, ama hiç yabancılık çekmemiştim. Allah’ın inayeti her zaman imdadımıza yetişmişti. Yine güzel bir bahar havasıyla Almanya’dan ayrıldım. Pek çok güzel tevafukları yaşamıştım. Oradaki kardeşlerin aile fertleriyle birlikte hizmete koşmaları İnşaallah imanlarının kurtulmasına vesile olacaktır. Buna delil Üstadın şu sözleridir: “Hem Risâletü’n-Nur’un Talebeleri bu zamanda her cihetten ziyade hücuma mâruz olan iman hususunda, birbirine selâmet-i iman hakkındaki samimî, mâsum lisanlarıyla duâlarının yekûnu öyle bir kuvvettedir ki, rahmet ve hikmet onun reddine müsaade etmezler. Faraza, mecmuu itibarıyla reddedilse, tek bir tane onların içinde kabul olunsa, yine her biri selâmet-i imanla kabre gireceğine kâfi geliyor. Çünkü her bir duâ umuma bakar.” 2 NOT: Değerli okuyucularımın geçmiş mübarek Kurban Bayramlarını tebrik eder, dünya ve ahiret saadetlerine vesile olmasını Rabbim’den niyaz ederim. A. Ö.
Dipnotlar: 1- Bediüzzaman Said Nursî, Barla Lâhikası, s. 419. 2- Bediüzzaman Said Nursî, Kastamonu Lâhikası, s. 39.
AHMET ÖZDEMİR |
Selimiye’nin kanatları |
SELİMİYE, bütün bu güzelliklerin özeti, imbikten geçirilmiş hâli, gidilebilecek en uç noktası. O muazzam bir cami değil, mükemmel bir mabet. Billur bir avize. İhtişamdan ziyade sadeliğiyle insanı büyülüyor. Evet, kelimenin tam anlamıyla sadelik. Hani Yunus Emre der ya: “Ete kemiğe büründüm; Yunus diye göründüm.” Bu sadeliğe ulaşmak için, bir san'atkârın bütün yüklerinden arınması, neredeyse bir mutasavvıfın sülûkunu tamamlaması gibi bir süreçten geçmesi bekleniyor. “Sinan Usta burada ne yapmış asıl olarak?” diye düşündüm. Neredeyse bir ışık seli içinde kalan camide bunun nereden geldiğini düşündüm. Nereden geliyordu bu ferahlık? Galiba sütunları ortadan kaldırma cihetinden. Sütunlar kubbenin altına çekilerek duvarlara mümkün olduğu oranda yaklaştırılmış, kemerler neredeyse yok olmuştu. Sanki o koca kubbe direksiz gibi duruyordu. Mimar Sinan, ayrıca bir büyük kristal gibi düşündüğü camide mümkün olduğu kadar sütun sayısını azaltmıştı. Böylece gölgeler yerini aydınlığa terk etmişti. Elbette ki sadece bu değil. Bir onun kadar önemli olan oranlar arasındaki ahenk. Dış avludan pencerelere, pencereden kubbeye, minarelerden kapılara, o caminin ortasındaki minyatür ilâhî ahenk. Selimiye’ye bakarken insan, bir derenin şırıltısını duyuyor, bir kelebeğin kanat vuruşunu, bir ceylan ürkekliğini ve bir kumrunun yakarışını. O, sanki tabiattan bir parça gibidir; şeffaf bir parça. O kadar saydam ki, biraz dikkat edilirse içerisi görülecek gibi. Kütlenin ağırlığı yok olmuş, Selimiye, göklere uçacak bir kuşa dönmüş.
Mustafa Kutlu, Şehir Mektupları, s.94-95 |
ALLAH’IN SEVDİĞİ İNSANLAR VE DAVRANIŞLAR |
Âyetlerde bildirilenler:
* “Allah sabreden mü’minleri sever.” (2/155-156, 3/186, 14/12, 16/126, 42/40, 11/11, 19/65, 8/46, 42/37, 3/134, 3/142, 8/66) Bu âyetlerde geçen şekliyle; musîbetlere, kâfirlerin eza, cefa ve alaylarına, insanların kötülüklerine, nimetlerin şükrüne, Allah’a ibadet ve itaate, harama ve yasaklara, öfke ve sinirlenmeye, savaş, cihad ve mücadeleye kadar sabrın birçok kısımları vardır. Bu hallere sabredebilen insan, Allah’ın sevgisine mazhar olmuştur. (3/146) * “Allah mütevekkil insanları sever.” (33/3, 3/159)
Hadislerde bildirilenler:
* “İnsanların Allah’a en sevimli olanları, insanlara en faydalı olanlarıdır.” (İbn Hıbban, III, 209) * “İnsanların Allah’a en sevimli olanı, iyaline (eşine, çocuklarına, yakınlarına ve bütün insanlara) en faydalı olanıdır.” (Ebu Y’âlâ, Müsned, VI, 106) * “Cömert cahil, cimri âbidden Allah’a daha sevimlidir.” (Tirmizî, Birr, 40, IV, 342) * “Allah, alış verişte, alacağını istemede ve borcunu ödemede hoşgörülü olan insanı sever.” (Buharî, Büyu, 16)
(Âyet ve Hadislerin Işığında Sevgi ve Dostluk, Doç. Dr. İsmail Karagöz, Diyanet İşleri Başkanlığı yayınları, Ankara, 2006.)
SELİM GÜNDÜZALP |
ÂYET |
Onlar, göklerin ve yerin ifade ettikleri mânâlara bakmazlar mı? A’râf Sûresi, 185
ÖMÜR NASIL BEREKETLENİR? Annesinin, babasının kalbini kazanmışlara müjdeler olsun ki, Allah onların ömürlerini bereketlendirecektir. Hz. Peygamberimiz (asm)
KELÂM Kelâm, süngü ve mızraktan daha tesirlidir. Hz. Ali (ra)
HZ. PEYGAMBER (ASM) O hutbe-i ezeliyeyi okuyan zât, kâinatın kemalatını keşfeden canlı bir güneştir. Bediüzzaman, Mesnevî-i Nuriye, s.24
SEBAT Sebatsız sedef, inci tutmaz. Mevlânâ Celâleddin Rûmî
SÖZÜNÜ YÜKSELT!
Sesini değil, sözünü yükselt! Yağmurlardır büyüten zambakları; gök gürültüleri değil. Selahaddin Şimşek
TEVBE Ey nefis! Ne zamana kadar günahlardan zevk alacaksın? Tevbe günahtan daha tatlıdır. Bir de onu tat! Babür Şah
ALLAH SEVGİSİ Allah sevgisi olmaksızın bu dünyada sevgiyi anlamak imkânsızdır. W. E. Channig
SEVİLDİĞİNİ BİLMEK Hayatta en büyük mutluluk, kişinin sevildiğini bilmesidir. Victor Hugo
ATA SÖZÜ Az, çoğa karışınca çok olur.
DÜŞEN YAPRAKLAR Yapraklar düşmede bilinmez nerden Gökkubbede uzak bahçeler bozulmuş sanki Yapraklar düşmede gönülsüz Ve geceler ağır dünyamız kopmuş gibi yıldızlardan Kaymada yalnızlığa Hepimiz düşmedeyiz, şu gördüğün el düşüyor Nereye baksan hep o düşüş Ama biri var ki bu düşenleri tutuyor yumuşak ve sonsuz. Rilke |
27 Mayıs’ta unutulan demokrasi ve Menderes |
Cumhuriyetin 87. yılını dolduğumuz şu günlerde, Yeni Asya farkıyla okuduğumuz gazete sayfalarından anlıyoruz ki, çok uzun ve çok çetin badireler atlaşmışız millet olarak. Evet, Türkiye Cumhuriyeti seksen yedi yaşında. Peki, Türk demokrasisi kaç yaşında? Bugün gelinen noktaya bakılırsa, çok da uzun yaşamamış. Demokrasi deyince akla gelen ilk isim; Adnan Menderes. Cumhuriyet tarihinin en mümtaz, en demokrat ve—dünyevî anlamda—en talihsiz siyaset adamı. Hakkında söylenecek ve yazılacak çok şey var aslında. Ama aynı zamanda araştırılıp öğrenilecek de çok şey var. Gün yüzüne çıkmamış bilinmeyen taraflarıyla saklanan gerçekler… Haksız yere idam edilmesinin üzerinden 50 yıl geçti, yani yarım asır. Onu tanımayanlar tanıdıkça demokrasinin ne demek olduğunu öğrendi. Şimdi ise, kimi çevrelerce, daha tam anlamını da bilmeden demokrasi nârâları atılıyor. Siyasetçiler, politikacılar ve bilhassa hükümetin, demokrasi dedi mi mangalda kül bırakmaması ne kadar enteresan değil mi? Bu kişilerin Menderes’i çok iyi anlamaları ve tanımaları gerekir. Çünkü demokrasi öyle adamlar ister. Kelle koltukta mücadele ve ciddiyet ister. Korku ya da tehdit siyaseti yapanların işi değil. Hani meşhur bir soru vardır: “Yalnız başına bir adaya giderken yanına alacağın üç şey nedir?” diye. Herkesin ‘en’leri vardır vazgeçemeyip götüreceği. Menderes’inki de şüphesiz demokrasidir desem abartmış olmam. Çünkü gerçekten inanmış demokrasiye. Öyle olmasa bugün durum daha farklı olurdu. Onun sonrasında demokratlık çok tartışıldı, çok konuşuldu. Onun misyonunun devamı olmaya talip pek çok parti ve şahıs çıktı. Bugün bunlardan biri de millî görüş geleneğinden ayrılıp kendi misyonuna isim koyamayan AKP’dir. Hep Menderes ve Özal’ın varisi olduklarını ifade ettiler. Hocalarının “Atatürk yaşasaydı bizim partimizden olurdu” dediği gibi, onlar da aynı tarz ve üslûpta yollarına devam ediyorlar. Özal’ı bilmem, ama Menderes’in bu verasetten memnun olduğunu sanmam. “Neden?” diyenler için; zira demokrasi ayrım yapmaz, adaleti sağlamada korkmaz, vatandaşa hizmet yerine eteklerinde ağlamaz. Vatandaşının hakkının savunucusu olur. İnsan hakları ve hürriyetin adıdır demokrasi. İnananın da inanmayanın da, istediği gibi hür yaşamasıdır. Hizmet alanla hizmet veren ayrımı yapılmadan sağlanan insan hakkıdır demokrasi. Başörtüsü yasağı benim ve benim gibi mağdur edilenlerin insan hakları yasağıdır. Bir gün gelir, bu hak mutlaka alınır. Müslüman bir ülke, dindar bir parti ve başörtü yasağı… Utanıyorum; ülkem adına bu çarpıklıktan utanıyorum… Sonra demokrasi diyoruz, kaş yapalım derken gözden oluyoruz. Evet, AKP ne dindarlığı becerebiliyor (ki siyaset yoluyla böyle bir çaba içerisine girmenin doğru ve mümkün olmadığını da biliyoruz zaten), ne de demokratlığı...
Peki Menderes’in demokrasisinde durum nasıldı? Onun zamanında başörtüsü diye bir zulüm yoktu. Olsaydı, mutlaka çözerdi. “Nasıl emin olabiliyorsun?” diyenlere birkaç örnek verelim. Meselâ ezan, meselâ dinî tedrisat, meselâ Risâle-i Nur’un neşrinin serbestiyeti ve daha pek çok şey sıralanabilir. Ama bence en önemlisi ve en zor olanı, ezanın aslına çevrilmesidir. Tıpkı bugünkü başörtüsü gibi ağır bir mes’uliyet. Ama fark var: Ezan daha umumî ve daha zor şartlarda aslına çevrilmiş. Umumî, çünkü başörtüsü takan ve mağduriyet yaşayanların sayısına nazaran ezan daha umumî. Yüzde doksan dokuzun sorunu. Ve o dönemde muhalefet yine CHP ve İnönü. Dinin tamamen yok edilmeye çalışıldığı ve neredeyse başarıldığı bir dönem. Cumhurbaşkanı Celâl Bayar, eski CHP’li ve Mustafa Kemal’in sağ kolu diyebileceğimiz bir isim. Menderes, çiçeği burnunda bir başbakan. İlk icraatlarından olan Ezan-ı Muhammedi’yi aslına çeviren yasayı ve yanında istifa dilekçesini beraber masaya koyar. Bu kararlılık ve samimiyetle yasa onaylanır ve on sekiz yıl devam eden zulüm biter, Ramazan’ın ilk Cumasında aslıyla okunur. (1950) İşte bu ve bunun gibi pek çok şey yazılabilir, tarih meydandadır, isteyen arar bulur. Menderes bilindik şekliyle çok dindar bir insan değildi. Fakat dine ve dindarlara ciddî taraftar, insan hak ve özgürlüklerine son derece saygılı bir demokrattı. Yukarıda verdiğimiz örnek üzere, koltuk sevdalısı da değildi. Milletine hizmet eden bir efendiydi. Milletinin inancını ve isteklerini göz ardı etmeyip, kulak tıkamayıp, pas geçmeyen bir siyaset adamıydı. Bu minvalde Risâle-i Nur’a yaptığı hizmeti söylemeden geçmek olmaz. O döneme kadar, Risâle-i Nurların neşri ve okunması yasaktır. Bediüzzaman’ın isteği üzerine, Menderes hükümeti Risâle-i Nur’ların serbestisine izin verir. (1956) Üstadın duâsına böylece mazhar olur. Üstadın bu istekleri için Menderes’e gönderdiği mektupta şöyle geçmektedir: “Ezan-ı Muhammedi’nin (asm) neşriyle, Demokratlar, on derece kuvvet bulduğu gibi; Ayasofya’yı, beş yüz sene devam eden vaziyet-i kudsiyesine çevirmek ve hâlen İslâm’da çok hüsn-ü tesir yapan ve bu vatan ahalisine âlem-i İslâm’ın hüsn-ü teveccühünü kazandıran yirmi sekiz sene mahkemelerin muzır cihetini bulamadıkları ve beş mahkeme de beraetine karar verdikleri Risâle-i Nur’un resmen serbestisini dindar Demokratlar ilân etmeli ve bu yaraya bir nev'î merhem vurmalıdırlar. O vakit âlem-i İslâm’ın teveccühünü kazandıkları gibi, başkalarının, zâlimane kabahatları onlara yüklenmez fikrindeyim. Dindar Demokratlar, hususan Adnan Menderes gibi zatların hatırları için, otuz beş seneden beri terk ettiğim siyasete bir-iki saat baktım ve bunu yazdım.” (Emirdağ Lâhikası, s. 765, Yeni Asya Neşriyat) Yalnız, mezkûr paragraftan da anlaşılacağı gibi, Üstadımızın ve bu aziz milletimizin ondan istediği bir hizmet daha vardı, Ayasofya’nın ibadete açılması. Bu konuda da gayret etmişse de, güç yetirememiş ve maalesef açamamıştır. Açamamakla kalmayıp, bir de darbe ile o meş’um olay gerçekleşmiştir. 27 Mayıs’ta yapılan darbe ile ülke demokrasisi ağır bir yara almıştır. Bu darbenin etkisiyle hâlâ kendine gelememiştir. O meş’um olaydan sonra pek çok partili ağır cezalar almış, pek çok zulme maruz kalmış ve dört tane de şehit vermiştir. Fatin Rüştü Zorlu, Hasan Polatkan ve Adnan Menderes. Bir de bilinmeyen yönleriyle intihar iftirası atılıp, cinayete kurban giden Namık Gedik vardır. Her birinden Allah ebeden, daima razı olsun. Bundan sonra temennimiz, demokrasi için başka şehitler vermeyelim, başka bedeller ödemeyelim. Milletimiz gerçek bir demokrasiyi fazlasıyla hak ediyor. Artık yeter, söz gerçekten milletindir. Buna saygı duyan bir devlet istiyoruz. Bir de Ayasofya’nın aslına çevrilmesini cân-ı gönülden istiyoruz. Elbet bir gün o da aslî hüviyetini kazanacaktır. Kim bilir belki de demokrasiyi Menderes’ten miras alan gerçek demokratlar tarafından açılacaktır İnşâallah. İşte o gün, ‘Şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür seda İslâmın sedası olacaktır.’ İşte bu yüzden ümitvârız ve olacağız. Bu vesileyle İslâm kahramanı olan Menderes ve arkadaşlarını bir kez daha rahmetle anıyoruz. Ruhlarına binler Fatiha.
YILDIZ FIRTINA |
Birbirinden güzel çalışmalar “beşibiyerde kitap”ta |
Üstad Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri ve onun şaheseri Risâle-i Nur Külliyatı hakkında üç yazarın, daha önce neşredilmiş dört kitabını (*) bir araya getiren bir derleme. İtiraf edelim ki, incelediğimiz eser, orijinal bir proje. “Orijinal”liği şuradan ki, değişik şahıslara ait yazıların yer aldığı kitapların varlığını bilmekle beraber, farklı kişilerin kitaplarının derlendiğini ilk defa bu çalışmada görmüş olduk!—Aynı şahsa ait kitapların derlendiği eserler, bahsimizin dışında. Esere kıymetli müellifler Dr. Colin Turner, Selahattin Yaşar ve Serdar Murat’ın kitapları dercedilmiş. Mevzularına göre sıralanan çalışmaların muhtevaları ise şöyle: Müceddidlik ve Bediüzzaman: Dr. Turner’ın çalışması aslında, 27-29 Eylül 1992 tarihli ve “İslâm Dünyasının 20. Asırda Yeniden Yapılanması ve Bediüzzaman Said Nursî” mevzulu milletler arası sempozyumda (2. Uluslararası Bediüzzaman Sempozyumu) takdim edilen bir tebliğin ta kendisi. Turner, bir İngiliz. 1975 yılında 20 yaşındayken Müslüman olmuş ve akademik kariyer yapmış—Risâle-i Nur’u tanıması 1979’dan sonra. İşte bu çalışma, Turner’ın Bediüzzaman’ı ve şaheserini keşfinden sonra yazdığı iki yazıdan ikincisi—Birincisine (“Bir İman İnkılâbı Olarak Risâle-i Nur”) birazdan temas edeceğiz. Ne yalan söyleyelim; “Müceddidlik ve Bediüzzaman” başlıklı makale, mühtedî bir Batılıdan beklenmeyecek ölçüde başarılı! Yani mevzuyu o kadar güzel anlatıyor… Makalede meşhur “müceddid hadisi”nden başlanarak, “müceddidlik” mefhumunun tarihî vetirede nasıl tefsir ve tevil edildiği inceleniyor, çağımızda da söz Bediüzzaman’la bağlanıyor: “Yarı ömrümü alan arayışlarımın sonunda, ‘müceddid’ unvanına Risâle-i Nur müellifinden daha lâyık bir kimseyi bulamadığımı söyleyebilirim!” (s. 17) (Çalışma ayrı bir kitap olarak değil de, “Bir İman İnkılâbı: Risâle-i Nur” kitabının içinde yer alıyor.) Asırların Adamı Bediüzzaman Said Nursî: Selahattin Yaşar’ın çalışması, kendi şahsî macerasından hareketle (Bediüzzaman’ı ve Risâle-i Nur’u nasıl keşfettiği vs.) Üstad Bediüzzaman’ın biyografisini bir roman üslûbuyla aktarıyor. İşbu çalışmaya aslında “roman” da denilebilir… Klâsik roman kalıbına ve tarifine tam uymasa da, bu çalışma, gerçek bir şahsiyeti eksenine alması itibarıyla gerçekçi bir roman. Bir İman İnkılâbı Olarak Risâle-i Nur: Yine Dr. Turner’a ait bu çalışma, 16 Mart 1991 tarihli milletler arası “Bediüzzaman Said Nursî” konulu panelde (sonraki “Uluslararası Bediüzzaman Sempozyumu” serisinin nüvesi ve birincisi) takdim edilen tebliğden ibaret. Daha önce ipucunu verdiğimiz üzere, Turner’in Üstad Bediüzzaman ve şaheseri hakkındaki ilk çalışması olan bu yazı, “farklı” bir çalışma. Farklılığı, “köken”i itibarıyla başka bir milliyet ve kültürden gelen Turner’in mevzuya “dışarıdan” bakabilmesinden kaynaklanıyor. Turner, bazı İslâm ülkelerindeki “siyasi/radikal” İslâmî hareketlerin (misal: İran’daki “İslâm devrimi!”) Batı’da nasıl aksülamel yaptığını anlatırken, gerçek alternatifi eklemeyi de ihmal etmiyor: Risâle-i Nur’un “iman inkılâbı!” Ve sözü şöyle bağlıyor: “(…)Çağdaş insanı karşı karşıya bulunduğu felâketten kurtaracak olan yalnız İslâm’dır; İslâm’ın geleceği ise, Risâle-i Nur’a ve ona uyan ve ondan ilham alanlara bağlıdır!” (s. 191) Çağların Tefsiri Risâle-i Nur: Selahattin Yaşar bu kitapta da yine şahsî hayatından yola çıktığı intibaını veren bir üslûpla, Risâlelerin yazılış macerasını aktarıyor. Böylece okuyucu, 130 parça risâleden müteşekkil Risâle-i Nur Külliyatı’nın hem hangi saiklerle ve nasıl kaleme alındığını, hem de umumî olarak her bir risâlenin yazıldığı zamanların densiz planlarına nasıl cevaplar teşkil ettiğini romanvari bu kitapta öğrenebiliyor. Bediüzzaman ve Ankara Siyaseti: Serdar Murat’ın çalışması, Üstad Bediüzzaman’ın baş belâlılarından İsmet İnönü’nün, siyasî rakipleri Adnan Menderes ve Süleyman Demirel özelinde kendisi ve talebeleriyle nasıl cebelleştiğini gösteren mühim bir araştırma. 50’li ve 60’lı yıllarda “azılı bir Nurcu düşmanı,” “hazımsız politikacı/darbesever paşa” rollerinde unutulmaz karakter oyunları (!) sergileyen bir şahsiyetin sonu kesin mağlûbiyetle biten “kavgacılığı,” basından ibretamiz haberlerle belgelenmiş. Ve küçük notlarımız: *Nedense iki çalışmanın isimleri metinde “İçindekiler”den (ve de gerçek adlarından) farklı “bölümlenmiş:” “Asırların Adamı Bediüzzaman Said Nursî” kitabı “Bediüzzaman Kimdir?” olarak (s. 19), “Çağların Tefsiri Risâle-i Nur Külliyatı” da “Risâle-i Nur Nedir?” (s. 193) şeklinde… *”Takdim”deki küçük bir insicamsızlık dikkatimizi çekince, tahkikatımızda, büyük ölçüde, şümulüne aldığı kitapların “ön söz” ya da “takdim”lerinden iktibaslarla meydana getirildiğini tesbit ettik. Keşke müstakil bir telif yapılabilseymiş… *Eserde maalesef dipnotlarını mühimsemeyen bir anlayış hâkim! En hacimli iki çalışmanın (S. Y. kitapları) dipnotları, nedense, bu kitapların en sonuna atılmış. Dipnotlarına bak bakabilirsen… Netice olarak, Kasım 2010 itibarıyla biri (“Bir İman İnkılâbı: Risâle-i Nur”) dışında stokları tükenmiş olan çok kıymetli kitapları muhtevi, kaçırılmayacak bir “beşibiyerde!” *** BEDİÜZZAMAN KİMDİR, RİSÂLE-İ NUR NEDİR? Hazırlayan: Yeni Asya Neşriyat. Sayfa Sayısı: 440. Ebatları: 17x23,5 cm. Türü: Derleme. Yayınlayan: Yeni Asya Gazetesi. Yayın Tarihi: Temmuz 2002. Dipnot: (*) Kronolojik sırayla: 1- Asırların Adamı Bediüzzaman Said Nursî (Şubat 1999), 2- Çağların Tefsiri Risâle-i Nur Külliyatı (Şubat 1999), 3- Ankara Siyaseti ve Said Nursî (Kasım 2001), 4- Bir İman İnkılâbı: Risâle-i Nur (Mart 2008 / ikinci baskı)… ORHAN GÜLER [email protected] |
Bahaeddin Buhari |
Her biri birbirinden değerli maneviyât büyüklerimizi kısa yazılara ne kadar sığdırabiliriz ki? Öyle çok anekdotlar var ki okunası, öyle ruhu ferahlatıcı noktalar var ki tavsiye edilcek... Duâmız şudur ki, az da olsa yazdıklarımızla onları memnun edip onlardan feyz alırız. Allah’ın rızasını alacak işlerde yer alırız. (Âmin). Maneviyât büyüklerimizden Bahaeddin Buhari Hazretlerini tanımaya çalışalım. *** Evliyâların büyüklerinden, yüksek âlimlerden. Seyyid olup insanları Hakk’a dâvet eden, doğru yolu gösteren âlim, veli ve silsile-i âliyyenin on beşincisidir. 1318’de (H. 718) Buhara’ya yakın olan Kasr-ı Arifan’da doğmuştur. 1389’da (H. 791) Kasr-ı Arifan’da Rebiülevvel ayının üçünde Pazartesi günü vefat etti. Muhammed Baba Semmasi ve Emir Külal’in talebesidir. İsmi Muhammed bin Muhammed’dir. Bahaeddin ve Şah-ı Nakşibend gibi lâkapları vardır. Zamanın büyük velîlerinden Muhammed Baba Semmasi, henüz o doğmadan Kasr-ı Arifan’a gelmiş ve “Kokusunu alıyorum, burada büyük bir veli yetişecek” demiştir. Bahaeddin Buhari hazretleri 3 günlükken babası onu Muhammed Baba Semmasi’ye götürdü ve o; “Bu yavru benim oğlumdur. Ben bunu, manevî evlâtlığa kabul ettim” buyurdu. Henüz daha küçük yaşta iken, evliyâlığa ait yüksek nurlar ve eserler temiz alnında açıkça görünür, hidayet ve irşad, hakkı bulma ve yol gösterme nişanları simasından belli olurdu. Bahaeddin Buhari Hazretlerinin ilk hocası, kendisini evlâtlığa kabul eden M. Baba Semmasi’dir. Sonra Üveysi olarak yetişti. Böylece tasavvufta ve diğer ilimlerde çok iyi yetişti. Tahsiline dair kendi şöyle nakletmiştir: “Çocukluktan büluğ çağına kadar büyük hocam Muhammed Baba Semmasi’nin sohbetinde bulundum. On sekiz yaşına girdiğim sırada, dedem beni evlendirmek istedi. Hocamı düğünüme davet etmek için beni Semmas’a gönderdi. Semmas’a varıp hocamın elini öptüm. Sohbetinin bereketinden bende öyle bir hâl hasıl oldu ki, sohbetine can atıyordum. O gece kalbimdeki bu arzu ve istek ile gece yarısından sonra kalkıp hocamın mecsidine gidip iki rekat namaz kıldım. Başımı secdeye koyup çok duâ ettim; ‘Allah’ım, bana belâ yükünü çekmeye kuvvet ver. Mihnet ve muhabbetini çekmeye takat, güç ver.’ Sabah olunca hocamın huzuruna vardım. Bana bakıp gece olup bitenleri söyledikten sonra; ‘Evlâdım, duâda; ‘Ya Rabb, razı olduğun şeyi bu zayıf ve güçsüz kuluna, fazlın ve kereminle ihsan et’ demelidir. Çünkü Allahu Teâlâ’nın rızasını kazanan kimseye belâ gelmez. Eğer Allahu Teâlâ, hikmet-i ezelisiyle sevdiği bir kuluna belâ gönderirse, kendi inayetiyle o kuluna kuvvet ve tahammül ihsan eder ve o belâya tutulmasının hikmetini bildirir. Belâ istemekte güçlük vardır’ buyurdu.” Bahaeddin Hazretleri anlatmıştır: “Âlimlerin eserlerini okuyup, bildirilenlere göre amel ettim. Tasavvufta en faydalı şey, Allahu Teâlâ’ya cân ü gönülden, kendinden geçerek duâ ve niyaz etmek, Allahu Teâlâ’nın rızasını istemek, nefsi ezmek, onu mağlûb etmektir. Bu yolda nefsi temizlemek kolay değildir. Nefsimi varlıkların her tabakasına nisbet edip, bu yolda yürüdüm. Nefsimi kâinattaki herşey ile karşılaştırdım. Hakikatte her şeyi, her varlığı daha üstün ve hoş gördüm. O hâle geldi ki, nefsim ile varlıklardan herhangi biri arasında kıyas yaparak düşündüm. Kendimi aşağı ve aciz gördüm. Bu benim içimdeki her türlü kir ve pası temizledi.” Bahaeddin Hazretleri, Peygamber Efendimizin (asm) sünnetine tam uyar. Onun (asm) yaptığı şeyleri yapmaya çok gayret ederdi. Aktarmadan geçemeyeceğim bir menkıbesi de şöyle: Alaüddin-i Attar (ks) anlatır: “Dervişlerden biri birgün bana, kalbin nasıl olduğunu sordu. ‘Nasıl olduğunu bilmiyorum’ dedim. ‘Ben kalbi üç günlük ay gibi görüyorum’ dedi. Bunu üstadım Bahaeddin Buhari Hazretlerine anlattım. ‘Bu onun kalbine göredir’ buyurdu. Ayakta duruyorduk. Ayağını ayağımın üzerine koydu. Birden kendimden geçip bütün mevcudâtı kalbimde bir arada gördüm. Kendime gelince; ‘Kalp böyle olunca, onu bir kimse nasıl anlayabilir. Bunun için hadis-i kudsîde Allahu Teâlâ; ‘Yere ve göğe sığmam, mü’min kulumun kalbine sığarım’ buyurdu. Bu derin sırlardandır. Anlayan anladı’ buyurdu.” Bahaeddin Buhari Hazretleri asrının en meşhur âlimi ve mürşid-i kâmili idi. Konuşması, Peygamber Efendimizin (asm) konuşması gibi tane tane idi. Kahkaha ile gülmez, tebessüm ederdi. Her gün kendini yirmi kere ölmüş ve mezara konmuş olarak düşünürdü. Kimseyi hakir ve küçük görmezdi. Nafakasını çalışarak temin ederdi. Ekip biçerdi. Bahaeddin Buhari Hazretleri hastalandı, ömrünün son günleriydi. Hususî odasına çekildi. Vefatına kadar orada kaldı. Her gün talebeleri oraya gider, huzurunda bulunurlardı. Vefat etmek üzere iken ellerini kaldırıp duâ etmeye başladı. Uzun müddet duâ etti. Sonra ellerini yüzüne sürüp vefat etti.
Risâle-i Nur’da Bahaeddin Buhari (Şah-ı Nakşibend)
Risâle-i Nur’da ismi zikredilen evliya ve âlimlerden bir tanesi de Şah-ı Nakşibend’dir. Bediüzzaman Hazretleri, “Ümmetimin âlimleri, İsrailoğullarının peygamberleri gibidir” hadis-i şerifine mazhar olan büyük âlimleri sayarken, Nakşibend'in (r.a.) ismini de zikreder. (...) Bediüzzaman Hazretleri şu ifadeleri de kullanır: “Ben tahmin ediyorum ki, eğer Şeyh Abdülkadir Geylani (r.a.) ve Şah-ı Nakşibend (r.a.) ve İmam-ı Rabbani (r.a.) gibi zatlar bu zamanda olsaydılar, bütün himmetlerini, hakaik-ı imaniyenin ve akaid-i İslâmiyenin takviyesine sarf edeceklerdi. Çünkü saadet-i ebediyenin medarı onlardır. Onlarda kusur edilse, şekavet-i ebediyeye sebebiyet verir. İmansız Cennete gidilmez; fakat tasavvufsuz Cennete giden pek çoktur. Ekmeksiz insan yaşayamaz, fakat meyvesiz yaşayabilir. Tasavvuf meyvedir, hakaik-ı İslâmiye gıdadır. Eskiden kırk günden tut, ta kırk seneye kadar bir seyr-ü sülûk ile bazı hakaik-ı imaniyeye ancak çıkılabilirdi. Şimdi ise, Cenâb-ı Hakkın rahmetiyle, kırk dakikada o hakaika çıkılacak bir yol bulunsa, o yola karşı lâkayt kalmak elbette kâr-ı akıl değil. İşte, otuz üç adet Sözler, böyle Kur’ânî bir yolu açtığını, dikkatle okuyanlar hükmediyorlar. “Madem hakikat budur. Esrar-ı Kur’âniyeye dair yazılan Sözler, şu zamanın yaralarına en münasip bir ilâç, bir merhem ve zulümatın tehacümatına maruz heyet-i İslâmiyeye en nâfi bir nur ve dalâlet vâdilerinde hayrete düşenler için en doğru bir rehber olduğu itikadındayım.” (Mektubat, s. 26-27). [http://www.risaleinurenstitusu.org/index.asp?Section=Enstitu&SubSection=EnstituSayfasi&Date=6/2/2000&TextID=41 ]
Nasihatlarından bazıları:
n “Sofra başında kendinizi Allahu Teâlâ’nın huzurunda biliniz. Onun verdiği nimeti yediğinizi unutmayınız.” “Namazda hudu ve huşû nasıl elde edilir?” diye sorulunca buyurdu ki; “Huzurlu bir halde lokma yiyeceksiniz. Huzur ile abdest alacaksınız ve namaza başlarken iftitah tekbirini, kimin huzuruna durduğunuzu bilerek, düşünerek söyleyeceksiniz.” “Nefsinizi daima töhmet altında tutun, ona uymayın.” “Allahu Teâlâ’nın isimlerini sayarken şunu düşünmeli. Meselâ ‘Rezzak’ ismini söylediği zaman, rızkı için asla endişe etmemeli. ‘Mütekebbir’ ismini söyleyince, Allahü Teâlâ’nın azametini ve kibriyasını düşünmelidir.” Buyurdu ki; “Yolun esası, kalbe teveccühdür. Kalp ile de Allahü Teâlâ’ya teveccühtür. Kalp ile çok zikretmektir. Farz ve sünnetleri edâ etmektir. Yeme, içme, giyme ve oturmada, işlerde ve âdetlerde orta derecede olmaktır. Kalbi kötü düşüncelerden, vesveselerden korumaktır. Allahu Teâlâ’nın devamlı huzurunda olduğunu bilmektir. Bir kimse “Sizin yolunuzun esası ne üzere kurulmuştur?” deyince; “Zahirde halk ile, batında Hakk ile olmak üzere kurulmuştur” buyurdu. “İçerden âşina ol, dışdan yabancı, Az bulunur cihanda böyle yürüyüş” Rahmetullâhi aleyh Kaynak: Evliyalar Ansiklopedisi
ARZU KONAN |
20.11.2010 |