Basından Seçmeler |
Darbelerin yasalarla yetkilerinin arttırılması sorunu
Türkİye’de yapılan askerî darbeler ülkeyi siyasi, ekonomik ve sosyal açıdan geriletmiş olmasına karşın yapılanlardan sonraki idareler hesap sormamış soramamıştır. Çünkü askerler yaptıkları darbelerden bir süre sonra idareyi sivillere terk ettikleri halde, yetkilerini ve etkilerini yasalarla arttırmış, kendileri için sonradan korunabilecekleri çıkış garantileri geliştirmişlerdir. Bunlar vesayet yetkisi, mahfuz alanlar oluşturma, seçim sürecinin yönlendirilmesi, askerî yönetimlere ait tasarrufların geri alınmaması ya da iptal edilmemesi ile af ve bağışıklık yasaları şeklinde işlemiştir. 1961 Anayasası ile Milli Birlik Komitesi (MBK) üyelerinin ömür boyu Cumhuriyet Senatosu tabii üyeleri sayılması (70. madde): daha önce Milli Savunma Bakanlığı’na karşı sorumlu olan Genelkurmay Başkanlığı’nın Başbakan’a bağlanması (110. madde): Milli Güvenlik Kurulu’na hükümetlerin izleyeceği milli güvenlik politikalarının tayininde yetki tanınması (111. madde): MBK yönetimi süresince çıkarılan yasaların, Anayasa Mahkemesi’nin denetimi dışında bırakılması; 15 Ekim 1961 seçimlerinin yönlendirilmesi; askerî müdahalenin lideri Orgeneral Cemal Gürsel’in cumhurbaşkanı seçilmesinin dayatılması bazı örnekler olarak sayılabilir. 12 Mart'ta kurulan yarı askerî rejim ise temel haklar ve özgürlükleri sınırlandırmanın ötesinde, ara dönemdeki yürütme organı ve askerî otoritenin yetkilerini arttırmış, 1488 ve 1699 sayılı kanunlarda yapılan otorite ve askerî vesayet genişletilmiştir. 111. maddede yapılan değişiklikle, Milli Güvenlik Kurulu’nun hükümetler üzerindeki bağlayıcı rolü güçlendirilmiş; 127. maddeye yapılan bir ekle, TSK’ya ait mallar Sayıştay’ın denetim yetkisi dışına çıkarılmış; 136. maddeye eklenen fıkrayla, Devlet Güvenlik Mahkemeleri (DGM) kurulmuş; 140. maddeye eklenen bir maddeyle de, Askerî Yüksek İdare Mahkemesi’nin (AYİM) oluşturulması sağlanmıştır. Milli Güvenlik Kurulu yoluyla, ordunun görüşlerini sürekli hükümete bildirmesi, sivil iradeyi askerî iradeye bağlayan bir fonksiyon görmüş, bu da ordunun asli görevi olan yurt savunmasının dışına çıkarak, ülke idaresinde etkileyici, hatta bazen belirleyici bir noktada söz sahibi olmasına neden olmuştur. Askerî işlerle ilgili idari işlem ve eylemlerin AYİM’ye bırakılması, Danıştay’ı devreden çıkararak, idarenin askerî yargı denetimini zayıflatmış, bu düzenleme askerî gücün, yargı düzeninde sahip olduğu mahfuz alanın daha da genişlemesine yol açmıştır. 12 Eylül Darbesi, bu uygulamaları daha da genişletmiş ve pekiştirmiştir. 1982 Anayasası ile, Milli Güvenlik Konseyi Başkanı Orgeneral Kenan Evren’in cumhurbaşkanlığına seçilmesi (geçici madde 1): cumhurbaşkanına Anayasa değişiklikleri üzerinde 6 yıl için güçleştirici veto yetkisi tanınması (geçici madde 9), MGK’nın Cumhurbaşkanlığı Konseyi’ne dönüştürülmesi (geçici madde 2) gibi uygulamalar, bu anayasanın geçiş sürecinde askere tanıdığı yetkilerdir. Yine aynı şekilde MGK’da, asker üyelerin sayıca sivil üyelere üstün kılınması, kurul kararlarının bağlayıcılığının arttırılması, kurulun karar vermeye yetkili olduğu konuların genişletilmesi, askerin bu organ yoluyla sahip olduğu vesayet yetkisini güçlendirmiştir. Diğer tarafta TSK’nın, kurulan Devlet Denetleme Kurulu’nun denetim yetkisi dışında kalması (madde 108) ve Yüksek Askerî Şura (YAŞ) kararlarının, Yargıtay denetiminin dışında bırakılması (125. madde, 2. fıkra), askerî otoritenin mahfuz ve nüfuz alanını daha da arttırmıştır. Ayrıca Anayasa’nın geçici 15. maddesi ile Milli Güvenlik Konseyi üyelerinin, iktidar yetkileri kullandıkları süre içinde izledikleri politikalar nedeni ile sorumlu tutulmaları engellenmiş, böylece yargı bağışıklığı elde ederek, yaptıkları hiçbir işin hesabını vermeme gibi bir durum yaratılmıştır. Bütün bu açıklamalar, 1961 Anayasası’nın Türk Silahlı Kuvvetlerine sunduğu çıkış garantilerinin, 1971-1973 Anayasa değişiklikleri ile ve 1982 Anayasası’yla daha da genişlediğini göstermektedir. 28 Şubat Müdahalesi ise anayasal bir değişikliğe yol açmamış, ama gerek yapılan yeni yasal düzenlemelerle, gerekse de yarattığı psikolojik ortam ve baskı ile bu durumu daha da pekiştirmiştir. Sonuç itibariyle Türkiye, çok partili sisteme geçtiği son yarım yüzyılda, dört askerî darbe ve müdahale yaşamış, bu durum Türkiye’nin hiçbir sorununu çözemediği gibi, aksine ülkenin çağdaş demokrasilerle olan mesafesini daha da arttırmıştır. Bu süreç, askerin siyaset alanı üzerindeki etkisini ve kontrolünü arttırırken, siyasal ve demokratik alanı çeşitli gerekçelerle sınırlandırmış, ekonomide kalkınmayı sağlayamamış ve ülkenin birçok sorunu birikerek günümüze gelmiştir. Ayrıca askerî darbe ve müdahalelerin bu kadar sık yaşanması, neredeyse olağan hale gelmiş, bütün sıkıntılı zamanlarda “asker gelir mi” beklentisi ve tartışması, bu durumu adeta meşrulaştırmıştır. Bu düzlemdeki değişmenin en can alıcı noktası sivil asker ilişkilerinin yeniden düzenlenmesi, en azından AB standartları düzeyine yükseltilmesidir. Bu da en pratik anlamıyla demokrasinin her türlü vesayetten kurtarılmasını, dolayısıyla askerin politikadaki ağırlığının sınırlandırılmasını gerektirir. AB’ye tam üye olmak için müzakerelerin başlatılması noktasında, hayati öneme haiz Katılım Ortaklığı Belgesi’nin (KOB) üzerinde hassasiyetle durduğu konulardan birisi de budur. Askerî darbe ve müdahalelerin söz konusu olamayacağı böyle bir ortaklık sürecinde, Milli Güvenlik Kurulu’nun kaldırılması ya da bu yapılamıyorsa, en azından yapısının sivilleştirme yönünde değiştirilmesi, Genelkurmay Başkanlığı’nın Milli Savunma Bakanlığı’na bağlanması, askerî harcamaların Sayıştay denetimine tabi tutulması ve şeffaflaştırılması, askerî mahkeme kararlarının üst mahkemelerin denetimlerine açık olması, darbecileri sivil yönetimde koruyan ve kollayan anayasal ve yasal düzenlemelerin (çıkış garantilerinin) kaldırılması gibi düzenlemeler, atılması gereken birkaç adım olarak sayılabilir. Bütün bunlarla birlikte, yeni, sivil ve demokratik bir anayasa ihtiyacı her gün biraz daha artmaktadır.
Prof. Dr. Ahmet Özer, Taraf, 19.11.2010 |
20.11.2010 |
Türkiye’ye operasyon çekiliyor
Bugün Lizbon’daki NATO Zirvesi’nde Türkiye, füze kalkanı konusunda pozisyonunu açıklayacak ve alınan pozisyona göre Türkiye’nin geleceği şekillenecek. “Geleceği şekillenecek” lafı çoğunuza abartılı gelebilir ama değil; çünkü bu füze kalkanı meselesi ABD tarafından öyle bir şekle sokuldu ki, kucağımıza öyle bir bırakıldı ki konu teknik bir karar olmaktan çıkıp Türkiye’nin geleceğini şekillendiren siyasi ve hayati bir karar haline dönüştü.
PERDE ARKASINDA OLANLAR Bu işin perde arkasını anlatmalıyım size: Hatırlayın, yine en az iki ay önce Amerika’dan yazdığım yazılarda “Bir Bilen”le buluştuğumu ve onun bana Washington’da neredeyse her gün değişik devlet birimlerinde “Türkiye’de neler oluyor?” toplantılarının yapıldığını, bu toplantıların havasının hiç de iyi olmadığını, hatta Türkiye’yi Amerika’nın potansiyel düşmanı olarak tanımlamak isteyenlerin de bulunduğunu söylemiştim. (Hazır NATO toplantısı başlamışken bu toplantıya katılacak olan ABD Savunma Bakanı’na bu söylentinin sorulması harika olurdu. Cevap olarak “Yalan” derse, “Peki sizin biriminizde, sizin başkanlığınızda yapılan Türkiye toplantısında bu tür fikirler ifade edilmedi mi?” diye de devam edilebilir soruya.) O günlerde Türk medyasında verdiğim mesaj değil mesajın aracısı tartışmaya açıldı, Bir Bilen’in kimliği konusunda yalan yanlış spekülasyonlar yapıldı. Hatta bazıları, başka bir gazetecinin ismini, sakladığı bir kaynağın adını yazmak gibi bir ahlaksızlık da yaptı. Üstelik yazdıkları isim yalandı, yanlıştı. Medyamızdaki düşünce sığlığının başka bir örneğini oluşturmuştu bu olay benim açımdan.
‘TÜRKİYE’YE NE YAPILMALI?’ Verdiğim o haberin önemi şuydu: Amerika o günlerde bir de Kuzey Kore için düzenlediği ülke analizi toplantılarında Başkan Obama’ya, Türkiye ile ilgili acil bir strateji oluşturup sunulması çalışması yapıyordu. Türkiye, İran’a tavrını farklılaştırmış ve Amerika ile yakın çalışma ilişkilerini adeta askıya almış görünmekteydi. Üstelik İsrail ile yaşanan olumsuzluklar da vardı. Amerika, “Türkiye’de neler oluyor, Türkiye’yi kim kaybetti ve eksen kaymasını önlemek için ne yapılabilir?” sorularına cevabı, Başkan’ın talimatıyla bütün devlet birimlerinde arıyordu.
CEVAP ‘FÜZE KALKANI’ OLDU Bugün füze kalkanı konusunda gelinen noktayı, bu geçmişi bilmeden tam anlamak mümkün değil. Amerika, Türkiye’nin yeni tavrının kendi dünya sistemi düzenini bozduğunu düşünüyordu. Bu gidişatı tersine çevirmek için acilen bir şeyler yapmalıydı. Ve sonunda Türkiye’ye füze kalkanı konuşlandırılması çözümü bulundu. Bu direkt ABD’nin arzusu olarak masaya getirilirse Türkiye, İran’ı hedef alabilecek bir Amerikan girişimine “Evet” demeyeceğinden, öneri bir NATO projesi haline getirildi. Nitekim Türkiye, NATO çerçevesinde yerleştirilecek bir füze kalkanına “Hayır” diyemedi.
STRATEJİK SIKIŞTIRMA OPERASYONU “Hayır” diyemedi ama sorunlar çözülebilmiş değil. Amerika’nın planladığı, Türkiye’yi stratejik sıkıştırma oyunu hâlâ sürüyor. Türkiye’nin komşularıyla sıfır sorun politikası var, her komşusuyla iyi ilişkiler oluşturmak istiyor. Eğer bu füze kalkanı komşular tarafından bir tehdit olarak görülürse Türkiye’nin yeni dış politikası temelinden çökecek. Eğer buna izin vermeyip füzeleri istemezse bu sefer de NATO ile arası bozulacak ve Amerika’ya, “Bakın Türkiye, Ba-tı’dan kopuyor” deme şansını verecek. Potansiyel düşman görülen Türkiye şeytanlaştırılacak. Hiç hoş olmayan bir ikilemle karşı karşıyayız ve bugün füze kalkanı hakkında yapılacak açıklama, Türkiye’nin bugüne kadar yaptığı en hassas, en derin sonuçlu açıklama olacak. Nasıl formüle edecekler bilmiyorum, herkes gibi ben de bekleyip göreceğim. “Düğmeye kim basacak, kontrol kimde olacak?” gibi tartışmalar teknik ayrıntılar değil, önümüzdeki yıllarda Türkiye’nin yönünü belirleyecek kadar hassas konular. Amerika uzun zamandır fırsatını beklediği Türkiye’ye karşı hamle yapma şansını bu füze kalkanıyla yakaladı, şimdi Türkiye’nin karşı hamlesi bekleniyor. Bekleyenler arasında Rusya ve İsrail de var, bu da unutulmamalı.
PETROL MESELESİ
“BİR Bilen” dostuma mesaj çektim ve Washington’da son yemekli görüşmemizde, “Sen bana bir kitap vermiş ve gelecekte Türkiye, İran ve ABD arasında işbirliğini ima etmiştin. Bugün NATO’da temelde İran konusunda bir kriz yaşanırken o düşünce azıcık uçuk kaçmıyor mu sence?” dedim. “Uçuk tabii ki ama geleceğe yönelik strateji oyunları oynuyorlar. Füze kalkanı meselesini gördün ne hale geldi. O da bir stratejik savaş oyunu çalışmasının sonucuydu” cevabını verdi. Sonra ona bir senaryo anlattım, ona mesaj geçmeden önce bir dostum anlatmıştı bunu bana. Bir Bilen, o senaryoya sıcak yaklaştı ve “Gayet tabii ki kitapta ima edilen geleceğe yönelik işbirliğini düşünürken aman sakın ha petrol meselesini ihmal etme. Bugün dünyada Amerika’nın direkt kontrolünde olmayan en büyük petrol rezervi İran’da tabii ki. Ve İran, Hazar bölgesinin kontrolünü de elinde tutuyor. Doğalgaz hatları İran’dan soruluyor. Bunları orada anlatan arkadaşın da bağlantılı galiba, ne dersin?” dedi. Geleceğe yönelik bir İran-Türkiye ve ABD işbirliği bugünkü koşullarda bir hayal olabilir ama petrol ve enerji çıkarlarının ülkeleri çok farklı politikalar yürütmeye zorladığı da kesindir, bu da akılda olsun lütfen...
Serdar Turgut, Habertürk, 19.11.2010 |
20.11.2010 |