Faruk ÇAKIR |
|
Gazetecilerin günahı |
Malûm olduğu üzere, basın özgürlüğünün sınırlarının nerede başlayıp nerede bittiği yıllardan beri tartışılan bir konudur. Sınırları tartışılsa da basın hürriyetinin, demokrasilerin olmazsa olmazı olduğu da genel kabul gören bir tesbittir. Ülkelerin hür ve âdil olduklarını anlamak için basın üzerindeki kontrol, baskı ya da sansüre dikkat etmek lâzım. Sansür ve baskı arttıkça o ülkeler özgürlük konusunda eksi puan alır. Nitekim, uluslar arası değerlendirmelerde Türkiye’nin notu bu bakımdan iyi değildir. Her dönem hapis cezası alan gazeteciler olmuştur, fakat bu sayı demokrasinin devre dışı bırakıldığı dönemlerde tahminlerin de üzerine çıkmıştır. Gerek 28 Şubat 1997 sürecinde ve gerekse Ergenekon soruşturmaları esnasında medya üzerindeki baskı hissedilir seviyeye çıkmıştır. 28 Şubat sürecindeki baskıyı ölçebilmek için sadece şunu hatırlamakta fayda var: Dönemin en ‘etkili’ generallerinde biri, bir gazeteyi bizzat ‘ziyaret’ ederek onlara ‘gazetecilik dersi’ vermiştir! Türkiye’nin yakın tarihi; ‘medyaya baskı’ bakımından da ayrıca incelenmeyi hak eden bir tarihtir. Şu var ki, toplamda mütedeyyin yayın yapan gazeteler ve gazeteciler daha fazla baskı görmüştür. Bunun delili de, meselâ 1950 öncesi yaşanan ‘tek parti’ devrinde gazetelerin Allah’tan bahsetmesinin yasaklanmış olmasıdır. Gençler akıllarına sığdıramadıkları, kendilerini ‘genç’ kabul eden bazı Kemalistler de işlerine gelmediği için bunu inkâra yeltenebilirler; ama inkârı mümkün olmayan ve ‘belge’ye dayanan bir tesbittir bu. Çelişki şurada ki, bütün bunlar yaşanmışken o dönemler ısrarla ‘medya için özgürlük alanının geniş olduğu yıllar’ olarak tanıtılır. 1985 yılında Lübnan’da yaşanan iç savaş günlerinde Associated Press’in (AP) Ortadoğu muhabirliğini yapan ve bu görevi icra ederken kaçırılan Terry A. Anderson, basın özgürlüğü ile ilgili olarak önemli tesbitlerde bulunmuş. 6 yıl 9 ay ‘esir’ tutulan gazeteci Terry A. Anderson, 4 Aralık 1991’de serbest bırakılmış ve o günden sonra kendisini ‘zorda olan gazetecilerin dertleriyle dertlenme’ye adamış. Son yıllarda Kentucky Üniversitesinde gazetecilik dersleri de veren Anderson, gazetecilerin sorumluluklarına dikkat çekerken şöyle demiş: “Bizim de problemimiz var. Gazeteciler zaman zaman işlerini çok iyi yapamıyorlar. (ABD Başkanı George W.) Bush döneminde, Irak savaşı sırasında yapılması gerekenler yapılmadı. Biz bu konuda hükümeti zorlamadık. O savaşın gereksiz olduğunu söylemeyi istemediler. Bunu söylemek için çok çok istekli değillerdi. Yapabilcekleri buydu, ama istekli değillerdi. 11 Eylül saldırısıyla ikisini karıştırdılar. Saddam Hüseyin rejimi ve Irak’taki meseleyle 11 Eylül’ün ilgisi yoktu. Amerika ve Avrupa tabii ki çok şanslı bu konuda, ama özgürlük düz, doğrusal bir çizgi değil. Amerikalı gazeteciler de özgürlükler için savaşmak zorundadır. Hükümet her zaman halklara karşı özgürlük kısıtlayıcıdır.” (Basın Hayatı, [Basın İlan Kurumu yayını] sayı: 1, Kasım 2010) “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” tavrını takınan medyanın sebep olduğu tahribin büyüklüğü ortada. Bu Amerika için böyle olduğu gibi Türkiye için de böyledir. Görevi, ‘kamuoyunu aydınlatmak’ olan medyanın; işini ‘gerçek’ten yapmasında fayda var. Aksi halde sorumluluktan kurtulamaz...
Not: Kurban Bayramınızı tebrik eder, İslâm âlemine ve bütün insanlığa hayırlar getirmesini temennî ederiz. 16.11.2010 E-Posta: [email protected] |