13 Eylül 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Fahri UTKAN

Şüzuzât


A+ | A-

slı ‘şâz’ kökünden gelen şüzûz “istisna, kural dışı” anlamına gelmekte, “şüzûzât” ise çoğulu olarak kullanılmaktadır.

Risâle-i Nur’da geçen bu kelimeler ve “şuzuzat-ı kanuniye” tamlaması hakkında anlayabildiklerimi aktarmak istiyorum.

İki ayı geçen bir zamandır İzmit Çamlık Eğitim Kültür ve Çevre Vakfımızın yeni açılan “Vakıf İrtibat Bürosu”nda devam etmekte olan öğlenden sonraki sohbetlerimizin birinde üzerinde durmuştuk.

13. Söz’ün başında; “Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyân’ın, bütün kâinattaki âdiyat namıyla yâd olunan, harikulâde ve birer mu’cize-i kudret olan mevcudât üstündeki âdet ve ülfet perdesini keskin beyanatıyla yırtıp, o hakaik-ı acibeyi zîşuura açıp, nazar-ı ibretlerini celb edip, ukûle tükenmez bir hazine-i ulûm açar.

“Felsefe hikmeti ise, bütün harikulâde olan mu’cizât-ı kudreti âdet perdesi içinde saklayıp cahilâne ve lâkaydâne üstünde geçer. Yalnız harikulâdelikten düşen ve intizam-ı hilkatten huruç eden ve kemâl-i fıtrattan sukut eden nadir fertleri nazar-ı dikkate arz eder, onları birer ibretli hikmet diye zîşuura takdim eder. Meselâ, en câmî bir mu’cize-i kudret olan insanın hilkatini âdi deyip lâkaytlıkla bakar. Fakat insanın kemâl-i hilkatinden huruç etmiş, üç ayaklı yahut iki başlı bir insanı velvele-i istiğrabla nazar-ı ibrete teşhir eder. Meselâ, en lâtif ve umumî bir mu’cize-i rahmet olan, bütün yavruların hazine-i gaybdan muntazam iaşelerini âdi görüp küfran perdesini üste çeker. Fakat intizamdan şüzuz etmiş, kabilesinden cüda olmuş, yalnız olarak gurbete düşmüş, denizin altında olan bir böceğin bir yeşil yaprakla iâşesini görür, ondan tecellî eden lütuf ve keremle bütün balıkçıları ağlatmak ister” denilmektedir.

İnsanların, olaylara, yaratılışlara vesâir şeylere bakışını anlatan bu paragraflarda iki türlü düşünce ortaya konmaktadır. Kur’ânî bakış ve felsefî bakış.

Kur’ânî, imanî bakış açısıyla olayların, yaratılışların, hareketlerin ve davranışların mükemmel oluşları, maksatlarındaki harikuladeliklerin Allah’ın isimlerinin tecellileri olduğu ve O’nun isimlerinin hazinelerinden geldiği anlatılmaktadır. Bunların kaynağının Allah olduğu ve zaten her olayın harikulâde olduğu, hayret edilmesi gerektiği anlatılmaktadır.

Ama felsefî bakışta, kâinatta olan bütün harikulâde ve mükemmel olay ve yaratılışların zaten normal olduğu, bunların haricinde değişik bir olay olduğunda onlara hayretle bakılması gerektiği telkin edilmektedir. Bu tür olayların, yaratılışların haberlerini medyada arasıra da olsa görmekteyiz.

İşte şüzuzât da, Allah’ın isimlerinin tecellilerini insanlara o şekilde gösterebildiğinin ispatı bağlamında kâinata koyduğu bir kanundur. Nasıl çekim kanunu, rezzâkiyet kanunu, rahimiyet kanunu varsa, şüzuzât kanunu da vardır ve fehmedebilen insanların akıllarına sunulmuştur.

Herşeyi bilerek, kudretiyle, san'atkârca ve hikmetli bir şekilde belli kanunlar çerçevesinde yapan Allah, bunlarla insanlara gösterdiği nizam ve intizamlı olaylarda tesadüfen hiçbir şeyin olamayacağını ispat etmekte ve göstermektedir.

Aynı şekilde; şüzûzât-ı kanuniye ile, kâinatta geçerli yukarıda bahsettiğimiz diğer kanunların harikalarıyla, farklı değişimlerin, farklı şekillenmelerin ortaya çıkması ve bazı meyve ve sebzelerin normal zamanlarında değil farklı zamanlarında gelmeleri gibi durumlarda, her şeyin Kendisinin iradesine bağlı olduğunu ve bu gibi işlerde fâil-i muhtar olduğunu açıkça göstermektedir. Aynı zamanda bu olaylarla seçimin yine Kendisinin elinde olduğunu ve herhangi bir kanuna bağlı olmadığını da göstermektedir. Meselâ ateş yakar, ama Hz. İbrahim’i (as) yakmamıştır. Ağaçlar sabittir, ama Peygamberimiz (asm) çağırdığında yürürler. Bıçak kayayı bile keser, ama Hz. İsmail’in (as) boynunu kesmez. İnsanların yaratılmaları bir anne-baba vasıtasıyla olmakta, fakat Hz. Âdem’in (as), Havva validemizin veya Hz. İsa’nın (as) yaratılmaları bu kanunun dışında yani şüzuzâttır.

Böylece, Allah, “..hiçbir kayıt altında olmadığını izhar edip yeknesak perdesini yırtarak ve herşey, her anda, her şe’nde, her şeyinde O’na muhtaç ve rububiyetine münkad olduğunu ilâm etmekle gafleti dağıtıp ins ve cinnin nazarlarını esbabdan Müsebbibü’l-Esbâba çevirir.” 1

Genelde, Allah (cc), olayların belli kanunlar çerçevesinde olmasını sağlıyor. Fakat bir bakıyoruz, bazen o kanuna muhalif olaylar meydana geliyor, yukarıda anlatıldığı gibi. Peki, Allah, bütün bunları niçin yapıyor?

Belki, "… doğrudan doğruya Cenâb-ı Mün’im-i Muhyî ve Rahmân ve Rahîm olan Zât-ı Zülcelâl, perdesiz, elinde tutacak, ta her vakit duâ ve şükür kapılarını açık bırakmak..” 2 içindir, ne dersiniz? “Hem meselâ, rızık vermek ve muayyen bir sima vermek, birer ihsan-ı mahsus eseri gibi ummadığı tarzda olması, ne kadar güzel bir sûrette meşîet ve ihtiyar-ı Rabbâniyeyi gösteriyor. Daha tasrif-i hava (havanın idaresi) ve teshir-i sehab (bulutların idaresi, farklı halleri) gibi şuûnât-ı İlâhiyeyi bunlara kıyas et.” 3

“…hiçbir kanun yoktur ki, şüzuzları ve nâdirleri bulunmasın ve hâricine çıkmış fertleri bulunmasın. Ve hiçbir kaide-i külliye yoktur ki, hârika fertler ile tahsis edilmesin.” 4

Felsefe gözüyle olaylara bakan inançsız veya gaflet içinde olan insanlar, kâinattaki kanunlara tabiat kanunu ismini takıyorlar. “O bedbahtların kanun-u tabiî tâbir ettiği şeyler, emr-i İlâhî ve irâde-i Rabbâniyenin küllî bir cilvesi olan âdetullah kanunlarıdır ki, Cenâb-ı Hak, o âdâtını (kanunun gereklerini ve neticelerini) bazı hikmet için değiştirir. Herşeyde ve her kanunda irâde ve ihtiyârının hükmettiğini gösterir.“ 5

Anlamamız ve bilmemiz gereken şey, kâinatta cereyan eden bütün kanunları koyan ve idare eden Allah olduğu gibi, bu kanunların dışında olayları idare eden de Allah’tır. Yani, en ufak bir şeyin yaratılması veya en ufak bir işin görülmesi de dahil olmak üzere kâinatta olan her şeyin yaratıcısı ve idare edicisi ve devam ettiricisi Allah’tır.

Hâsılı, Hâlık da O’dur, Bari’ de O’dur, Mürid de O’dur, Kayyum da O’dur. Her şeyde, her olayda Allah’ın isimlerinin tecellîlerini görmek ve göstermek gerekir ki, Allah’ı gerçek yönüyle tanıyabilelim.

Bu yolda yürüyebilenlere ne mutlu.

Dipnotlar:

1- 16. Söz’ün sonundaki Küçük bir Zeyl., 2- Age.,

3- Age., 4- 9. Lem’a, Dördüncü Suâl, 5- Age.

13.09.2010

E-Posta: [email protected]



Osman ZENGİN

30. yılında 12 Eylül fitnesi!


A+ | A-

12 Eylül 1980 fitnesinin 30. yılı geride kaldı. Biz o gün, gençliğimizin en güzel günlerinde, 27 yaşın içerisindeydik. O gün doğan çocuklar şimdi 30 yaşını doldurup, 31’e doğru yol almakta. Bu gençler o günleri yaşamadılar, ancak duyarak hissediyorlar.

Aslında, milletin başına salınan 3. fitneydi bu. Su yüzüne çıkmayanlar da vardı. 27 Mayıs 1960 ihtilâl-i hainanesinde, biz 7 yaşına başlamış bir çocuktuk. Menderes muhibbi olan baba ve annemizin hallerinden, üzüntülerinden anlıyorduk kötü bir şeyler olduğunu. Menderes’i ailece seviyorduk, milletçe seviyorduk. Bediüzzaman’ın sitayişle bahsettiği bir kimse nasıl sevilmezdi ki? O, bu aziz millete çok büyük hizmetler etmişti. Milletin Kur’ân’ı, camisi, ezanı, tekkesi, zaviyesi, medresesi hasar görmüş, asli hallerinden uzaklaştırılmıştı. İşte Menderes, bu değerleri (başta ezan olmak üzere) aslî hallerine geri döndürmeye başlamıştı. Ve onun idam fermanı da, o gün imzalanmıştı zaten. Lozan’daki yerli işbirlikçilerle, İngiliz hain ikilisinin aldığı “din öldürülecektir!” kararına benzer bir şekilde “Menderes öldürülecektir!” denilmişti. Ve öyle hain ve alçakça yapılmıştı ki, halkçılarla ırkçıların elele verdiği o ihtilâlde, Genelkurmay Başkanı yoktu. Alttakiler yapmış ihtilâli ve o zamanki devleti idare edenler görülmemiş hakaretlerle rencide edilmişti.

2. ihtilâl bozuntusu olan, 12 Mart 1971 muhtırasında, 18 yaş arefesinde bir gençtik. Demokrat misyonun zir-ü zeber edildiği o fitne hareketi ise, aynı zamanda 12 Eylül’e zemin hazırlayan anarşinin doruğa çıktığı yılların da başlangıcı olacaktı. O zamanlar Risâle-i Nurlarla yeni müşerref olmuş olan biri olarak, hadiseleri tam rayına oturtamıyorduk.

Ve geldik en büyük fitne olan 12 Eylül’e. Gençliğimizin olgun yaşında, kaos günlerinin içinde yaşayarak gelmiştik o günlere. Geç kalmış talebelik dönemimiz, o yıllarda Ankara’da, anarşinin göbeğinde geçmişti. Saat 09.00'da başlayan okulumuza, anarşiye bulaşmayanlar olarak bir kısım arkadaşlarla bilerek geç geliyorduk. Çünkü, bir komünistler, bir ülkücüler okulu işgal ediyor, kavga gürültü çıkarıyordu. Biz de durum sakin olursa okula giriyor, karışık olursa gelmiyorduk. Bazen biz içerideyken de, gruplar geliyordu.

İşte bu grupların ön tarafında biraz da yaşı büyük biri dikkatimizi çekiyordu. Bu kişi, her iki grupla beraber okula geliyordu. Daha sonraları öğrendik ki, o bir yüzbaşıymış!

Artık çok bilinen ve anlatılan şeylerin olduğu o meş’um ve hain 12 Eylül fitnesinin en büyük tahribatı da; dinî cemaatlere ve Risâle-i Nur Talebelerine oldu. Her ihtilâlde bu cemaatin içine fitne sokularak, iftiraka sebep olunmuştu. En büyük fitne de, yine 12 Eylül’de yapılmıştı. Yanlarına taraftar olarak çektikleri bir parçamıza tasdik ettirip, kabul ettirmişlerdi 12 Eylül anayasasını.

İnşaallah Cenâb-ı Hak, bunların oyunlarını akim bırakıp, cemaatimizi muhafaza edecektir.

13.09.2010

E-Posta: [email protected]



Vehbi HORASANLI

İnançsızlık alevlerine karşı duyarsız kalmayalım


A+ | A-

Çin ve Hong Kong’tan sonra vatanıma döndüm. Bayram ve referandum telâşı bütün dostlarımızı ve vatandaşlarımızı sarmış. Biz de elimizden geldiği kadar bayramın güzelliklerine katılmaya çalışıyoruz.

Bu yazıyı yazarken bayram ve referandum telâşı bitmek üzere idi. Herkes bayram neşesini yaşarken bendenizin kafası dumanlı ve hüzünlüydü. Elimden geldiği kadar neşeli olmaya çalışıyor bayram mutluluğunu bütün dostlarımla paylaşmaya çalışıyordum. Lâkin son yolculuğun üzerimdeki etkisi kolay kolay kalkacağa benzemiyor.

Son birkaç yıldır Hindistan’a ve Çin’e sık sık gitmeye başladım. Dünya ticareti bu çok büyük nüfusa sahip ülkelere kaymakta. Bu coğrafyada tam 3 milyar insan yaşıyor. Yani dünyanın yarısı.

Hindistan’ın yaklaşık % 25’i Müslüman. Diğer ülkelerdeki kardeşlerimize göre çok da şuurlu ve dinlerine sahip çıkan insanlar. Halkın çoğunluğu ise Hindu. Bu din mensupları kast sisteminin yani orta çağdaki asiller-köleler arasında meydana getirilmiş olan halk tabakalarının etkisi altında kalmışlar. Çok acınası halleri var. Fakirlikten çok putlara tapmaları ile dikkatimi çekiyorlardı. İslâmiyeti az çok tanıdıkları ve bildikleri için onların bu zavallı hallerine karşı çok fazla üzüntü duymuyordum. Zira pek çok Müslümana eziyet ediyor sırf inançlarından dolayı kardeşlerimizi ortadan kaldırmaya çalışıyorlardı.

Fakat Çin’e gelince “feleğim şaştı” desem yerinde olur. Burada Hindistan’daki gibi Hindu, Budist inanç sistemi de yok. Tam anlamıyla dinsizlik ortalıkta kol geziyor. Komünizm ekonomik sistem olarak çökmüş, lâkin “diyalektik materyalizm” en güçlü dönemini yaşıyor. Kime sorsan “hiçbir inanca sahip değilim” diyor inanç sahipleri ile alay etmeye çalışan bir söylemle konuşmaya başlıyor. Biraz üstüne gidince “ben bütün dinlere saygılıyım” deyip kestirip atıyorlar.

Ne dehşetli bir durum Ya Rabbi!

İşte üzüntümün en önemli sebebi bu. Dünya ve memleketimiz inançsızlık alevleri içinde yanarken biz sivrisineklerle uğraşıyoruz.

Bana “Yahu sen de Askerî Şûrâ kararları ile ordudan atıldın, bak seni de ilgilendiren bir oylama yapılıyor” diyen kardeşlerime şunu söylemek isterim: Evet, yıllardır emek verdiğimiz her kesime anlattığımız bir mağduriyet söz konusu. Ben de elimden geldiğince bu konudaki düşüncelerimi söyledim. Lâkin kalbimdeki bu sızı bir türlü dinmiyor. Dinsizliğin âlemi sardığı bir dönemde neşe içinde görünmek basbayağı yapmacık kalıyor.

Mehmet Âkif, Seyfi Baba şiirini şu kelimelerle noktalıyor: Ya hamiyetsiz olaydım, ya param olsa idi!

Nur kahramanı Zübeyir Gündüzalp ise mahkemede bakın ne diyor: “Sayın hâkimler! Teessür ve ıztırap karşısında kalpten bir parça kopsa idi, bir genç dinsiz olmuş haberi karşısında o kalbin atom zerratı adedince paramparça olması lâzım gelir. İşte sizin vereceğiniz beraat kararı, İslâm gençliğinin, İslâm dünyasının bu dehşetli afetten tesirli bir şekilde kurtulmasına sebep olacaktır. Ve beni Bediüzzaman ve onun eserlerine kopmaz bir bağla bağlayan saikten biri de budur.”

Ah Zübeyir Ağabey. İyi ki bu günleri ve dinsizlik dehşeti ile yanan dünyayı ve özellikle de Çin’i görmedin. Bir değil, bin değil, milyon değil, milyarlarca insan bu ateşin içine düşmüş. Medeniyet fantezilerinin sarhoşluğu ile bir sağa bir sola yalpalayıp duruyorlar.

Ölümü hatırlarına getirdiği için “sı” ifadesini yani dört rakamını her yerden silmişler. Sanki onu görmeyince, hatıra getirmeyince ölümden kurtulacaklar. Bu ne dehşetli bir akılsızlıktır ya Rabbi!

Muhterem okuyucular, bu dehşetli afetten korunmanın en önemli yolu Risâle-i Nurlardır. Nasıl ki komünizm dehşetinden Nurlar sayesinde vatanımız mahfuz kaldı, işte bu dinsizlik belâsından kurtuluşun da en kestirme ve kolay yolu bu eserleri okumak iledir. Maazallah, Çin başta olmak üzere dünyanın her yerinde alevlenen bu dehşetli yangına düşmekten kurtulamayız.

Rabbimden cümlemizin imanla yaşamasını ve imanla kabre girmesini niyaz ederim.

13.09.2010

E-Posta: [email protected]



S. Bahattin YAŞAR

Haklı olmak iddiası çözüm üretmiyorsa, haksızdır


A+ | A-

Sorumlu olan, ‘sorun’lu olmamalıdır.

Bütün tartışmaların altında, ‘ben haklıyım’ iddiası vardır. Oysa bu bir testtir. “Ben haklıyım” diyen, çözüm için adım atıyorsa, haklı ve insaflıdır. Atmıyorsa değildir.

Ailedeki iletişim problemlerinde de durum aynıdır. Anne babayı dinliyorsunuz, haklı; çocuğu, genci dinliyorsunuz, o da haklı. Ama ortada bir problem duruyor. Yani ‘haklı’ olmaklar, çözüm üretmiyor. O zaman burada bir ‘haksız’ vardır. O da, çözüm için adım atmayandır.

Haklı veya sorumlu olanın, insaflı olarak adım atması, yakışandır.

**

Ebeveynin, yetiştirdiği çocuğu üzerinde şikâyetçi olması düşündürücüdür.

Tablosunda bir sakatlık varsa, ressam kendini sorgulamalıdır.

Yazar, yazdığı yazının her kelimesinden ve bütününden sorumludur.

Bir problem varsa, problemin kaynağını bulup, yanlıştan geri adım atmak, yanlışı düzeltmek için diğer insanlardan, mesleklerden ders almak, akıllıca bir iştir.

Çocuk da, genç de ailenin fotoğrafıdır. Güzellikler onların fıtratlarından, çirkinlikler ise dış müdahalelerdendir.

Çirkinlik, bir bozulmadır. Bir tohum gibi. Tohumun yeşermesi ve özünde olan güzellikleri sergilemesi, çiçek açması, meyve vermesi onun fıtratından kaynaklanan bir şeydir. Ama tohumun yanlış zamanda ve şartlarda ekilmesi, ihmal sonucu kuruması, çürümesi ve neticede özündeki potansiyeli sergileyememesi, meyve verememesi çiftçinin ve dış etkenlerin sonucudur.

Çiftçinin, kendisinden kaynaklanan yanlışlar, bilgisizlikler sonucu ortaya çıkmış olumsuzlukları tohuma, şartlara havale etme hakkı yoktur. Çiftçi, kendisinin yapması gerekenleri hakkıyla yapmış, ama arzu edilen sonuca ulaşılamamışsa, çiftçi burada vicdan rahatlığı içerisindedir. ‘Vardır bunda da bir hayır’ der, rahat eder.

Aile ortamları, şefkatli antrenörler eşliğinde, ‘adam olma antrenmanlarının yapıldığı merkezler’dir. Yetişen yıldız oyuncu, antrenörlerin maddî ve manevî ilgilerinin, disiplinlerinin sonucudur. Yani antrenör, içeride varolan potansiyeli harekete geçiren uygulayıcıdırlar. İnsan dünyaya bir yıldız oyuncu potansiyeliyle, tertemiz geliyor, fakat bu gücü, potansiyeli ebeveyn işletemez, yıldızı söndürürse, bu kötü tasarrufundan sorumludur.

Bundandır ki, anne babanın nasihatleri, evlâtları için; evlâtların görüş ve düşünceleri de ebeveyn için birer fırsat niteliğindedir. Önemli olan, ‘Benim yanlışım nedir ve nerededir?’ arayışı içinde olmaktır. Aile içi iletişimde problem varsa, anne babanın, çocuklarına; çocuklarının da anne babalara ‘haksızsınız’ demeleri bir sonuca hizmet etmez. Haklı olanın insaflıca adım atması beklenir.

Kendileriyle, gençleri ve çocukları üzerinde konuştuğumuz ebeveynler, çok ciddî bir savunma psikolojisi içerisindeler. Böyle bir ‘hatasızlık’ savunması içerisinde olmak, çözüme kapalılığı çağrıştırıyor. Kusur ve yanlışlar tevil ediliyor ve nefisler avukat gibi savunuluyorsa, yaşananlardan ders çıkarılması imkânsızlaşıyor.

‘Bu çocuk bizi çok yordu’ diye yakınan ebeveynin, ‘Bu çocuğu bu hale kim getirdi?’ diye bir özeleştiri yapması beklenir. Bu yapılmadığı sürece, yorulmaklar artarak devam edecek demektir.

Aile bireyleri, ‘ben haklıyım’, ‘sen, haksızsın’dan ziyade, ‘sen, bu konuda haklısın’, ‘ben, şu konuda haksızım’ diyebilme nezaketini gösterebilmelidirler.

Ebeveyn, sorumluluk makamındadır. Sorumlu olanların öncelikle kendilerini ‘sorun’lardan arındırmaları gerekir. Yoksa, sorunlu, çözüm olmuyor. Hatta ‘haklı’ olan insaflı da olur’ kaidesiyle, çözümü ‘haklı’ olanın başlatması beklenir. Yani ‘haklı’ olmak iddiası eğer çözüm üretmiyorsa, bu ‘haklı’lık bir haksızlık içerir. Aile içinde herkes, ‘ben haklıyım’ adını taşıyan bir adacıkta, yalnız başına yaşar hale gelmişse, bu haklılık; insaflı değildir.

Önemli olan, ‘ben haklıyım’ derken, başkasının da ‘haklı’ olabileceğini kabul etmektir. Yani ‘haklı’ olmakla birlikte, haksızlık da yapmamaktır.

13.09.2010

E-Posta: [email protected]



Banu YAŞAR

Sesi değil, mânâyı yükselt


A+ | A-

Sesi değil mânâyı yükselt / Başakları büyüten yağmurdur, gök gürültüsü değil (Mevlânâ)

Bazen hayatın içinde iki tür insan olduğunu düşünürüm

Yaşayanlar ve seyredenler…

Hayatı sesli, görüntülü ve hareketli yaşayanlar

Yaşadıkları her ânın seyredilmesini, görülmesini isteyenler

Talep etmesen de arz edenler

Bu insanlar için hayat, yalnız çekilmez

Yalnızlık ve sessizlik öldürür onları

Etraflarında insandan yapılmış aynalar isterler.

Seyredilmeyen oyun nasıl oynansın ki…

Sesli bir gösteriyle sunulmazsa sahip olunanlar

Ne değeri olur ki aldıklarının ve yaşadıklarının….

Seyre çıkarılma şölenleri düzenlenir

Aynalar eve dâvet edilir birer birer

Parlak renklerde sahte tabaklarda sunulur.

Seyretmezsen, bakmazsan, alkışlamazsan gösteriyi

Senin iyi bir ayna olmadığın düşünülür

Ve isteyerek getirilmedin mevkiden, yine haberin olmadan atılırsın

Onca yıllık seyretmelerinin de anlamı kalmaz

Kendine rağmen, ne işim var burada demene rağmen

Zaten yabancısı olduğun yerlerden,

Bir yabancı olarak çekip gidersin…

Sadece göstermek, görülmek ve seyredilmek için yaşayan insanlar için

Hayat enerjisi hızlı kullanıma bağlı olarak çabuk tükenir…

Afilli gösteriler sınırsız enerji ister, maddî-manevî bedel ister

Gösteriye çıkarılan her şey için, nice sebepler üretilir…

Hepsi de zaman, emek ve proje gerektirir.

Kendiyle mutlu olamayan, kendi iç sesini duymaktan korkan insanların tarzıdır

Gösteriye çıkar gibi yaşamak…

Yazılan veya ısmarlanan bir hayatın kahramanı olmak…

Her an tazelenen bir gündemleri olur bu insanların,

Sürekli bir koşuşturmaca ve panik yaşarlar,

Hep yetişmeleri gereken yerleri vardır onların..

Seyrederken yorulur mu insan? İnan yorulur, inan tükenir…

Dinlerken için bayılır

Sağanak geçtikten sonra, üstünden tır geçmiş gibi olursun…

Elin kolun kalkmaz olur…

Ardından yaşadığın pişmanlık ve kendine dair öfkeni durduramazsın,

Hadi onun buna ihtiyacı var da yapıyor

Mânâyı besleyemediği için sesi yükseltiyor da

Sen neden seyrediyorsun, neden dinliyorsun yüzündeki garip tebessümle

Tamam dinliyorum, ama

Artık gör sıkıldığımı, dercesine bakışların görülmüyorsa eğer,

Kendini bir aynadan farklı hissetmiyorsan karşındaki için

Ve çabuk harcanıyorsan onun yüreğinde,

Hatta hiç girememişsen kalbine,

Ben nerdeyim onun için, var mıyım, yok muyum? diyorsan

Onun gözünde bazen göklerdeyken, aniden dipte buluyorsan kendini

Sana herkesten özel davrandığını düşündüğün bir zamanda,

Kimsenin kıramayacağı kadar incitebiliyorsa seni…

Kendini koruma, kollama ve saklama zamanı gelmiş demektir.

Elinde kalan üç kuruşluk hayat enerjisini de harcamak istemiyorsan eğer

Seyretmeyi bırak artık…

Kendi hikâyenin kahramanısın sen

Kendi menkıbeni okumak için gönderildin buralara

Gereksiz yerlerde, yanlış insanlarla harcadığın enerjini

Artık koy sandıklara…

Devam etmen için onlar sana lâzım olacak…

Kendi hikâyeni okumaya başladığında, bütün fazlalıkların

Ve fazladan seyrettiklerin birlikte terk edecekler seni…

Kendi gündemin olacak, kendi hayatını seyredeceksin artık

Farkında olmadan büyüttüğün kendin

Artık daha çok sevilmek ve kabul edilmek isteyecek

Onu kenara koyduğun ve ihtiyaçlarını görmezden geldiğin için

Fark edilmeden seven bir âşığın serzenişi gibi sana uzaktan sitem edecek

Ama bir defa gördükten sonra bırakamayacağın gibi

Kendini ihmal de etmeyeceksin…

Bencilce bir duruşla değil, basiretli bir gözle seyretmeyi öğreneceksin hayatı

Sana sermaye olarak verilen hayat enerjini,

Başka egoları beslemek, narsistik benliklerini onarmak için kullanmayacaksın artık,

Sadece kırılan kalplere sürülen merhem kıvamındaki şefkatin

İçindeki yaşama gücünü tazeleyecek…

Yoksa sahte benlikleri şişirmek için seyredilen her oyun

Seyirciler içinde karanlık bir hikâyenin loş ışıkları arasında kaybolup gidecek

Sen yağmur kadar sakin, ama izzetli duruşunla

Hayatının bereketi için yağmaya çalışacaksın

Gök gürültüsü yoluna çıksa da,

Sen yağmur olmanın sükûnetine sığınacaksın.

13.09.2010

E-Posta: [email protected]




Yeni Asyadan Size

Referandumun ardından


A+ | A-

Aylardır ülke gündeminin ilk sırasını işgal eden anayasa paketi ile ilgili referandum süreci dün yapılan oylama ile sona erdi.

Bundan sonraki gündem, mutlaka yeni ve demokratik bir anayasa olmalı.

Pakete “Yetmez, ama...” kaydıyla “evet” diyenlerin beklentisi bu olduğu gibi, farklı gerekçelerle “hayır” diyenlerin de büyük çoğunluğunun talebi aynı.

Çünkü iktidarda kim olursa olsun, 30 yılını dolduran 12 Eylül ihtilâlinin hazırladığı ve 28 yıldır, ara ara yapılan rötuşlarla yürürlükte olan darbe anayasası ile Türkiye bir yere varamaz.

Bu anayasayı, son pakette olduğu gibi, özüne dokunmayan makyaj niteliğindeki değişikliklerle yürürlükte tutmaya devam etmek, ülkenin önünü tıkar, ilerlemesini engeller.

Dolayısıyla, referandum sonuçlarının belli olduğu saatten itibaren Türkiye’nin gündemi yeni anayasaya odaklanmalı ve gelecek yıl yapılacak seçimin ana teması da bu olmalı.

Partiler anayasa projeleriyle halkın önüne çıkıp oy taleplerini buna göre şekillendirmeli.

Sonra da, anayasa taslaklarındaki ortak uzlaşma noktaları belirlenerek, âzamî mutabakata dayanan bir anayasa metni oluşturulmalı.

Bu uzlaşma sağlanırken, çağdaş ve evrensel demokrasi standartları belirleyici kriter olmalı; özellikle asker-sivil ilişkilerini, yargının işleyişini ve siyasî parti yapılanmalarını demokratik ölçülere uygun hale getirmeyi öngören bir yaklaşım esas alınmalı.

Şimdiye kadarki tecrübeler gösteriyor ki, parti içi demokrasiyi sağlam güvencelere bağlayıp lider sultasını önleyecek mekanizmaları oluşturmadan Meclis iradesine vurgu yapmak, inandırıcı olamıyor.

Özellikle tek parti iktidarlarında Meclis çoğunluğu “lidere bağımlılık” eleştirisinden kurtulamıyor.

Böyle iktidarların bürokrasi ve yargı reformundan söz etmeleri ise “seçilmiş diktatörlük” suçlamalarına malzeme veriyor.

Onun için, siyaseti de, devlet kurumlarını ve bürokrasiyi de gerekli bütün alt başlıklarıyla birlikte kapsayan ve hiçbirini hariç bırakmayan topyekûn bir demokrasi reformu yapılmalı ki, bu çeşit tartışmalara meydan verilmesin.

Yeni anayasa da bunun temelini oluştursun.

Ve seçimde oluşacak yeni Meclisin ilk işi, bu reformun temelini teşkil edecek yeni anayasa metnini yasalaştırıp yürürlüğe koymak, eskisini de rafa kaldırmak olsun.

***

12 Eylül 2010 referandum sürecinde yaşananlar, yeni anayasa çalışmalarında dikkate alınması gereken dersler de içeriyor.

Bunların başında, meselenin konuyla da ilgisi olmayan karşılıklı suçlama ve kısır tartışmalarla çığırından çıkarılmaması ve toplumun gergin bir kutuplaşma atmosferine sokulmaması gereği geliyor.

Eğer anayasa toplumun bütün kesimlerini kucaklayan bir uzlaşma belgesi olacaksa, bunun gereği en geniş bir mutabakata dayanması.

Aksi halde, maksat hâsıl olmaz.

Ve yapılan değişikliklerin ömrü, altında imzası bulunan iktidarın ömrüyle sınırlı olur.

***

Referandum sürecinde Yeni Asya’nın, kararı bireylerin tercihine bırakan tavrı, oylanacak paketin içeriğini haddinden fazla abartarak çok büyük bir demokrasi devrimi gibi sunmaya çalışan ve bu noktadan hareketle “evet” dedirtmek için adeta psikolojik bir harekât yürüten kesimlerin etkisinde kalan ya da tersine “Niye hayır demiyorsunuz?” diyen bazı okurlardan bir miktar eleştiri alsa da, örnek bir demokrasi dersi olarak kayıtlara geçti.

Bu tavrın önemi ve değeri, zaman geçtikçe daha iyi anlaşılacak.

Çünkü gerginlik ve kutuplaşmaya geçit vermeyen bu gerçekçi, sağduyulu ve saygılı tavır, temel kriterlerden taviz vermeden uzlaşmanın kapısını açık tutarak, demokratik gelişmenin fikrî, kültürel ve toplumsal altyapısını oluşturuyor.

Bilhassa yeni anayasanın gündeme gelmesi beklenen ve gereken önümüzdeki süreçte, Türkiye’nin böyle bir altyapıya çok ihtiyacı var.

***

Referandumun dışında, Ramazan’ı, bayramı ve yaz tatilini de geride bıraktık. Bu, aynı zamanda önümüzde yeni bir hizmet sezonunun da açıldığı anlamına geliyor. Yaz aylarında okuma programlarındaki yoğun risale okumalarıyla şarj edip Ramazan ayında iyice takviye ettiğimiz manevî bataryalarımızla, yeni dönemde bizi bekleyen yoğun hizmetlere hazırız, değil mi?

13.09.2010

E-Posta: [email protected]



Recep TAŞCI

Artık hakkettik


A+ | A-

Bu yazı, yayınlandığında referandum sonuçlanmış olacak, milletimize hayırlı olmasını diliyoruz.

Ama muhabbeti sürecek.

Nalıncı keseri gibi herkes sonuçları kendine yontacak.

Anlaşılan, bütün bir yaz mevsimi boyunca gündemi işgal eden referandum tartışmalarına bir süre daha katlanmak zorunda kalacağız.

Bol sabır diliyorum.

Ve ilâve ediyorum.

Keşke, halkoylaması ölüm kalım mücadelesine dönüşmeseydi de demokrasi kültürümüz yara almasaydı.

Bir paradoks yaşandı.

“Evet”çiler de “Hayır”cılar da demokrasi için oy istediler.

Eylem ve söylemleri ise demokrasi ile hiç bağdaşmadı.

Diyalog, uzlaşma, hoşgörü gibi demokrasinin etik değerleri paspas edildi.

Hakaret, tehdit ve şantaj içeren üslûp yakışmadı.

Neyse olan oldu.

Önümüze bakalım.

Demokrasimiz ortak paydamız ise kurallarına uyalım.

Yazılı olmayanlar da dahil.

Bilindiği gibi demokrasinin beşiği denilen İngiltere’de yazılı bir anayasa yok.

Ama rejim tıkır tıkır işliyor.

Önemli olan niyet ve samimiyet.

Yazılı metinler mükemmel olsa da niyet bozuksa “ vesayet” kaçınılmazdır.

Ya da tersten okursak:

İyi niyetli iseniz kötü bir anayasa ile de halkınızı demokrasinin nimetlerinden yararlandırabilirsiniz.

Ülkemize bakınız.

Anayasadan herkes şikâyetçi.

Demokratikleşmenin önündeki en büyük engel olarak görülüyor.

Doğrudur.

«««

Ancak;

Selâm sabahı kesme, diyalogsuzluk, uzlaşmama, tahammülsüzlük…

Anayasa emri mi?

Parti liderlerini sultanlaştıran...

Milyonlarca oyun çöpe atılmasına sebep olan...

Siyasî Partiler Kanunu ile Seçim Kanununa el sürdürmeyen...

Anayasa mı?

Demokrasiyi ağızlarında sakız edenlere sorulmaz mı...

Bu kadar havarisi kesildiğiniz demokrasinin olmazsa olmaz ilkelerini niye çiğniyorsunuz?

Sonra bütün faturayı anayasaya kesiyorsunuz.

Samimî olalım.

Önce demokrasiyi benimseyelim.

Bunu eylem ve söylemimizle gösterelim.

Gerisi kolay.

Referandumdan çıkan sonuç kimseyi tatmin etmeyecektir.

O sebeple yarından sonra yeni bir anayasa için kolları sıvamalıyız.

Bütün kesimlerin mutabakatı ile sivil bir anayasaya kavuşalım.

86 yıl bekledik.

Artık hakkettik.

13.09.2010

E-Posta: [email protected]



Süleyman KÖSMENE

Ashab-ı Kehf üzerine


A+ | A-

Abdullah Bey: “Kur’ân-ı Kerîm’de genişçe yer alan Ashab-ı Kehf ile ilgili bilgi verir misiniz? Ashab-ı Kehf’in günümüze bakan mesajları var mıdır?”

Kur’ân-ı Kerîm’in haber verdiği tarihî olaylardan birisi, bir sûreye de adını verdiren Ashab-ı Kehf (Mağara arkadaşları) olayıdır. Mağara arkadaşlarının yaşadıkları, öldükten sonra dirilişin hak olduğunu gösteren tarihî bir delildir.

Hazret-i Îsâ (as) Cenâb-ı Hak tarafından göğe yükseltilmişti. Geriye kalan 12 civarındaki inanırı gizlice Roma içlerine sızdı ve gizlice hak dinlerini yaymaya başladı. Kendilerine havâri de denilen bu inananlar, gittikleri her yeri, mağaraları, gizli bölmeleri, tenha yerleri, dağ başlarını gizli birer dershane yaptılar ve Allah’ın adını putperest Roma içinde yaymaya çalıştılar. Îsevî olmanın devlete ve putperestliğe ihânet sayıldığı, suç addedildiği ve çok sıkı takiplerle yakalananların ateş ocaklarında yakıldığı, kaynayan kazanlara atıldığı zor günlerdi. Roma yönetimi göz açtırmıyordu. Îsevîler bu dönemde çok şehit verdiler.

Resûl-i Ekrem Efendimiz (asm) bildiriyor ki: “Sizden evvelki ümmetlerden mü’min bir adam tutularak kendisi için açılan çukura konulurdu. Sonra bir testere getirilir, başı biçilir, iki parça edilirdi. Demirden tarak ile eti ve kemiği taranırdı da, bu işkence onu dininden döndürmezdi. Allah’a and olsun ki, Allah İslâm dinini tamamlayacaktır... Siz acele ediyorsunuz.” 1

Peygamber Efendimizin (asm) bildirdiği bu sıkıntıların bir bölümünü ilk hakiki İseviler yaşadılar. Fakat bu sıkıntılar gizli de olsa meyvesini vermeye başlamış, Allah’ın adı ve dini putperestler içinde gizlice yayılmaya başlamıştı. Öyle ki, hükümdarın yakın çevresi içinde bile Hazret-i İsa’nın (as) tevhîd dinine gizlice inananlar vardı.

İşte, içlerinde putperest hükümdarın vezirleri ve hükümdara yakın kimselerin de bulunduğu Hazret-i Îsâ’ya (as) mensup bir grup genç, hükümdara şikâyet edildiklerini anlayınca, hükümdarın zulmünden kaçıp bir mağaraya sığındılar. Niyetleri öyle üç yüz sene falan kalmak değildi. Belki sadece bir tehlikeyi savmak için mağaraya girmişlerdi. Yanlarında bir de köpekleri vardı. Fakat zalim hükümdarın askerleri mağaranın kapısını taş duvarla örerek onları içeride ölüme terk ettiler.

Allah ise, “hileye karşı hile yapanların hayırlısıdır.”2 Hem diriliş için bir örnek vermek, hem sonsuz kudretini göstermek, hem de kendisi de koymuş olsa kurallara bağlı kalmak zorunda olmadığını bildirmek için onları uykuya daldırdı. Nitekim Hazret-i Îsâ’nın (as) babasız doğması da, göğe yükseltilmesi de, âhir zamanda inecek olması da kural dışı değil mi? Allah dilerse, kudreti kural tanır mı?

Üç yüz dokuz sene orada uyudular. Uyandıklarında sanki uykuya dün dalmış gibiydiler. Kur’ân’dan dinleyelim:

“Zalim hükümdara karşı çıktıklarında Biz onların kalplerini hakka bağladık da onlar, ‘Rabbimiz, göklerin ve yerin Rabbi olan Allah’tır’ dediler. ‘Biz ondan başka bir ilâha kulluk etmeyiz. Edersek saçmalamış oluruz. Bizim kavmimiz Ondan başka ilâhlar edindi. Öyleyse o ilâhların hak olduğuna dâir apaçık bir delil getirseler ya! Allah adına yalan uyduranlardan daha zâlim kim vardır?” 3

“Uyuduklarında onlara baksaydın..... Onları uyanık sanırsın! Hâlbuki uykudadırlar. Ve Biz onları sağ ve sol tarafa çevirip dururuz. Köpekleri ise iki ayağını mağaranın kapısına doğru uzatıp yatmıştır. Eğer onları o halde görseydin, için korku ile dolar ve geri dönüp kaçardın.”4

Üç yüz dokuz sene böylece kaldılar.5 Uyandıklarında, dün uyuduklarını zannediyorlardı. Acıktıklarını hissettiler. İçlerinden birisine para verip, mağarada olduklarını sezdirmemek için sıkı sıkıya tembihleyerek şehre ekmek almaya gönderdiler.

Şehre giren arkadaşları şehri tanıyamamıştı. Nasıl olurdu? Dünkü şehir bu kadar değişmiş olabilir miydi? Şehrin ortasında kilise dedikleri bir yer vardı. Merak edip yaklaştı; Hazret-i Îsâ’ya (as) inananların girip çıktığı bir mabetti. Açıktan girip çıkıyorlardı. Kimse gizlenmeye gerek duymuyordu. Hayretinden şaşıp kalmıştı. Dünkü zâlim kral neredeydi? Putperest halka ne olmuştu? Kilisedeki o çarmıha gerilmiş adam heykeli de ne oluyordu?

Nihayet fırına yaklaştı, parasını uzattı ve ekmek almak istediğini söyledi. Hayret; fırındakiler de şaşırıp kalmışlardı. Para üç yüz sene öncesinin mührünü taşıdığı gibi, adamın üstü başı da yüz yıllar öncesinin giyim kuşamıydı. Sonrakiler ayrıntı.

Meğer bu üç yüz yıl zarfında Hazret-i Îsâ’nın (as) tevhid dininin adı Hıristiyanlık olmuş, Roma’da resmî din olarak kabul görmüş; fakat din asliyetinden çıkarılmış, tanınmaz hâle getirilmişti. Hazret-i Îsâ’nın (as) tevhid dini aslından uzaklaştırılmış, içerisine çarmıha gerilmiş insan resmi gibi, teslis inancı gibi, ruhbanlık sınıfı gibi putperestlik öğeleri doldurulmuş, sayısız İnciller yazılmıştı.

Ashab-ı Kehf olayı, Allah’ın ölüleri dirilttiğinin en canlı örneği olarak hâlâ günümüzde tazeliğini ve sıcaklığını korumaktadır.

Allah onlara ve bütün çile çekmiş tevhid bayraktarlarına rahmetiyle muâmele buyursun. Âmin.

Dipnotlar:

1- Riyâzu’s-Sâlihîn, 41., 2- Âl-i İmrân Sûresi, 3/54., 3- Kehf Sûresi, 18/14,15., 4- Kehf Sûresi, 18/17-18., 5- Kehf Sûresi, 18/25

13.09.2010

E-Posta: [email protected]



Ali FERŞADOĞLU

Hoca nikâhı mı, belediye nikâhı mı?


A+ | A-

Resmî nikâh mı, hoca nikâhı mı kıymak gerekir? Hıristiyanlıkta inanç esaslarından birisi, nikâhın kilisede kıyılmasıdır, aksi halde gayr-i meşru olur. İslâm’da “Hoca nikâhı, belediye nikâhı, hacı nikâhı” diye bir mecburiyet yok. Şartları gerçekleştirildiğinde, şahitler huzurunda “icap, kabul” ile o nikâh anlaşması yapılmış olur.

Sadece şu söze ve niyete dikkat etmek gerekir: “Kabul ve icap” sorularını kim sorarsa sorsun, taraflardan herbirisi “ettim” diye cevap vermeli. Aslında, “ediyorum” kelimesi de binniyet aynı hesaba geçer. Çünkü, bundan kastedilen mânâ, “ettim” demektir.

Ancak, kasten ve şuûrî olarak, “Edeceğim!” demesi durumu değiştirir. O takdirde, arada bir baskı veya zorlamanın olduğu, taraflardan herhangi birisinin bu evliliğe zorlandığı mânâsı çıkabilir. O takdirde, bu kelimelerle kıyılan nikâh geçerli değildir.

Bu bir mânâda, kelime şifreleri ile açılan bir kasa veya kapıya benzer. Şifredeki harfleri aynen tekrarlamadığınız takdirde, açılmamaktadır.

Taraflardan herhangi birisinin evlenmeme veya sû-i niyeti, açığa vurulmadıkça, bir mânâ ifâde etmez...

***

Dinimiz İslâm, nikâhın meşrû sınırlar içine çekerek, pek çok ferdî, âilevî, içtimâî/sosyal, ahlâkî, sıhhî vesaire gibi hikmetler, özellikler, güzellikler gözetmiş. Maddeler halinde sıralarsak:

* Nefis ve sağlık muhafaza edilir.

* Nesiller bilinir, koruma altına alınır.

* Doğan çocukların babaları belli olur. Aile yuvası kurulur ve birçok güzellikler bir arada yaşanır. Akrabalık ve dayanışma sağlanır. Kıskançlık, kavga ve cinâyetler önlenir. Gayr-i meşrû ilişkilerden doğan hastalıklar önlenir. Burada sadece “babanın belli olmamasından” doğacak sakıncalara dikkat çekelim. O takdirde:

* Nesiller karışır. AB İstatistik Araştırmalar Dairesi, “Eurostat”a göre, evlilikten ziyade, gayr-ı meşrû hayata kayan Avrupa, böyle devam ettiği takdirde, büyük bir felâkete sürüklenecek. Çünkü dünyaya gelen çocukların yaklaşık beşte biri ‘yasak ilişki’ ürünü. Ve bu rakam her sene katlanarak büyüyor!

“Yasak çocuklar”ın, bilhassa Avrupa ve dünyanın geleceğinin en büyük problemi olacağını gören devlet adamları, içtimâiyatçılar ve ilim adamları ciddî ciddî düşünmeye başladılar.

*Çocuklar korumasız, nafakasız, bakımsız kalır, şefkatsiz kalır. Aile eğitimi ve terbiyesi alamazlar.

Kur’ân, “Ey imân edenler, kendinizi, âilenizi, çoluk-çocuğunuzu cehennem ateşinden koruyun”-Tahrim Sûresi, 6. âyet-i kerîmesinin de işâretiyle; biyolojik ve fizik açısından da korumayı nazara veriyor olmalı.

*Miras kavgaları çıkar, hak, hukuk yok olur.

*Şâyet baba belli olmazsa, ikisinin ortak eseri olan çocuğa bakma ve yetiştirme yükü yalnızca annenin zayıf ve nahif omuzlarına yüklenir.

* Aile müessesesi zedelenir, sosyal hayat çöker.

* Aile fertleri ve en yakın akrabalar, kardeşler biribiriyle evlenir.

***

Ayrıca, nikâhsız, gayr-i meşrû hayat, cinsî sapmalara ve bunun neticesi başta AIDS gibi muhtelif, öldürücü hastalıkların kaynağı. Meşrû ve sağlam bir evlilik bu ve buna benzer sakıncaları ortadan kaldırır.

Buna benzer bir çok hikmeti sıralamak mümkün. Zâten, âile hayatı yaşamayanlar ile yaşayanlar kıyas edildiğinde meşrû dairedeki evliliğin binlerce hikmeti, özellik ve güzelliği apaçık görülüyor.

13.09.2010

E-Posta: [email protected] [email protected]



Faruk ÇAKIR

Sandığın dili


A+ | A-

Türkiye dün sandık başındaydı. Referanduma sunulan ‘anayasa paketi’ oylandı ve sonuçlar kısa zamanda belli oldu. Sadece ‘evet’ ve ‘hayır’ şeklinde oy kullanıldığı için hem hem sandık başlarında kuyruklar uzamadı, hem de kullanılan oyların tasnifi kolayca yapıldı.

Çıkan neticeye göre, referanduma sunulan anayasa paketi kabul edilmiş oldu. Aslında bu kabul, milletimizin ‘darbe anayasası’ndan bir an önce kurtulmak istediğini ortaya koyuyor. Gerek iktidar ve gerekse muhalefet bu talebi görmeli ve el ele verip bir an önce ‘hür ve demokrat Türkiye’ye yakışan özde sivil bir anayasayı milletin önüne koyabilmelidir.

Her seçimin sonunda olduğu gibi bu referandumun sonunda da derinlemesine tartışmalar yapılacaktır. İktidar ve muhalefetiyle siyasetçilerin yapması gereken şey, sandıktan çıkan neticeyi iyi tahlil etmek ve milletin taleplerine göre adım atmaktır. Bunu yapamayan siyasetçiler her zaman kaybetmeye mahkumdur.

TV’lerdeki programlara katılan bazı uzmanların değerlendirmelerini duyunca, sandıktan çıkan neticenin pek de dikkate alınmayacağı akla geliyor. Oysa, başta siyasetçiler olmak üzere herkes sandıktan çıkan neticeyi iyi tahlil etmek durumundadır. Bu sadece şimdiki referandum için değil, bundan önceki ve daha sonra yapılacak seçimler için de geçerlidir.

Farklı değerlendirmeler yapanlar olabilir, ama bu neticeler insanımızın daha hür ve daha demokrat bir ülkede yaşamak istediğini ortaya koyuyor. O halde iktidarın yapması gereken şey, “Bu oylar benimdir” gibi bir yanlışa düşmeden bir an önce ‘darbe anayasası’nı tamamen devre dışı bırakmak olmalıdır. Bunu yapmaz ve milletin ortaya koyduğu yeni ve gerçek anlamda sivil bir anayasa talebini görmezse en büyük hatayı yapmış olur.

Başta siyasetçiler olmak üzere TV’lerde boy gösteren yorumcular da referandum sürecinde çok kırıcı konuşmalara imza attılar. Tamamının bu konuda millete bir özür borçları vardır. Referandum süresince gerilen hava, en kısa zamanda normale dönmeli ve Türkiye önünde bulunan daha ciddî problemleri çözmeye eğilmelidir.

Nedir bu problemler? En başta Avrupa Birliği üyeliği yolunda atılan adımlar yavaşlamış durumdadır. AB yöneticileri her fırsatta bunu hatırlatıyor ve Türkiye’nin bu konudaki çalışmalarına hız vermesini istiyor. Bir yandan “Türkiye’siz olmaz, AB Türkiye ile daha güçlü olur” derken; öte yandan da “Ev ödevinizi bir an önce yapın, üyelik için gerekli kriterleri yerine getirin” diyorlar. Bu ikazları dikkate alıp AB yolunda daha hızlı adımlar atılmalıdır.

Türkiye’de yaşayanların huzur ve mutluluğunu isteyen bütün siyasetçiler de bu yolda gayret sarfetmeli, “Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın” tavranı takınmamalı. Referandum sandıklarından çıkan netice milletimiz için hayırlara vesile olur inşallah...

13.09.2010

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri




Son Dakika Haberleri

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Abdullah ŞAHİN

  Ahmet ARICAN

  Ahmet BATTAL

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Ali Rıza AYDIN

  Atike ÖZER

  Baki ÇİMİÇ

  Banu YAŞAR

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H.İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Hakan YILMAZ

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehmet YAŞAR

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Muzaffer KARAHİSAR

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Saliha FERŞADOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.