Hasan GÜNEŞ |
|
İstidat ve kabiliyetlerin inkişafı |
İnsan olarak kabiliyetlerimiz nelerdir? Nasıl bir potansiyele sahibiz? İçimizde ne tür istidatlar saklı? Ya da bunlar ne kadar geliştirilebilir? Deha derecesinde istidat ve kabiliyetlere sahip olağanüstü kişilerle, sıradan insanlar arasındaki gerçek fark nedir? Onlarda, başkalarında hiç olmayan hususiyetler mi var? Yoksa her insanda olan bir kısım istidatlar daha gelişmiş şekliyle mi mevcut? Evet, insan, maddî-manevî sayısız cihaz ve istidatla donatılarak bu fani dünyaya gönderilmiştir. Önemli bir vazifesi de; istidat ve kabiliyetlerini inkişaf ettirmek ve kendisine verilen sermaye hükmündeki emanetlerle güzel bir ticaret yapıp bu dünyadan göçüp gitmektir. Nitekim İşârâtü’l-İ’câz’da şöyle denilmiştir: “Dünyadaki işimiz de, o saadet-i ebediye yollarını temin etmekle, re’sü’l-malımız olan istidatlarımızı nemalandırmaktır.” İnsanoğlu ancak bu şekilde sınırsız zevk ve lezzetin mevcut olduğu cennete ehil bir hal alacaktır. Cenâb-ı Hak, Bakara Sûresinde: “Hz. Âdem’e (a.s.) bütün esmâyı talim ettiğini” beyan eder. İşârâtü’l-İ’câz’da esmânın talimi: “Kâinatın ihtiva ettiği bütün nev'îlerin isimlerini, sıfatlarını, hassalarını beyan” şeklinde izah edilir. Ayrıca Sözler’de de “Şahs-ı Âdem’e talim-i esmâ ünvanıyla nev-î benîâdeme ilham olunan bütün ulûm ve fünunun talimini ifade eder.” şeklinde başka bir açıklama daha vardır. Malûm bilgi, irsî değildir. Risâle-i Nur’da da ifade edildiği gibi âyet, âdemoğluna ilham edilen, özellikle keşif ve icatlar şeklinde beşere ihsan edilen ilim ve fenlere de işaret ediyor. Aslında “esmânın talimi” ilim ve fenleri öğrenecek kabiliyet ve istidatların da insana verilmesi mânâsını ihtiva eder. Diğer canlılarda bu istidatlar olmadığı için, bu bilgiler öğretilemiyor. Evet, bilgi irsî değildir, ancak bir kısım istidat ve kabiliyetler irsîdir ve Hz. Âdem’e (a.s.) verilmesiyle bütün insanlığa da verilmiş oldu. Talim-i esmâyı bir başka açıdan da incelemekte fayda var! Malûm insan beyni ile hayvan beyni arasında sonuçlarla kıyaslandığında, biyolojik mânâda öyle çok büyük farklar yoktur. Çok karmaşık matematik hesapları çözecek bir zekâ ve kabiliyetin bu küçücük biyolojik farklara sığması mümkün değildir. Bilgisayarcıların kullandığı ifade ile harika bir “yazılım” yani bir çeşit program dimağımızda çalışacak şekilde ruh ve kalbimize yüklenmiş olsa gerek. Yani donanım ve techizat olarak diğer canlılardan çok farkımız olmasa da, yazılım ve program olarak fevkalâde özelliklere sahibiz. Bilindiği gibi bu “talim-i esma” ile Hz. Âdem (a.s.) meleklere üstünlük kesbetmiş ve diğer mahlûkata da üstünlüğü sebebiyle yeryüzüne halife olacak liyakat kazanmıştır. Hz. Âdem’de (a.s.) çekirdekler hükmündeki talim-i esmâ, Peygamberimizde (a.s.m.) en yüksek mertebede tecelli ederek şecere-i tuba gibi inkişaf etmiş ve iki cihan saadetini netice verecek meyveleri vermiş ve onu makam-ı Mahmud’a ulaştırmıştır. Sahabenin istidatlarındaki inkişaf ve makamlardaki terakkileri benzersizdir. Bilindiği gibi, sıradan insanlardan farkı olmayan kişiler, Peygamberimizin (a.s.m.) sohbetinde bulunması ve ondan ders almasıyla, öyle inkişaf etmişlerdir ki, zamanın güçlü imparatorluk ordularını mağlûp edecek sevk ve idare kabiliyetine sahip birer komutan, İran, Yemen ve Suriye gibi medenî memleketleri mükemmel bir adaletle yönetecek başarılı yöneticiler olmuşlardı. Ayrıca ilim ve fende Avrupa’nın üstadı olan Endülüs gibi medeniyetleri netice verecek bir sistem kurmuşlardı. Şüphesiz sahabe misali, bir idealdir ve ulaşılamaz bir zirvedir. Peygamberimizin (a.s.m.) muazzam bir mu'cizesidir. Ancak, o zatlar bizlere misal ve rehber olmak cihetiyle, onlara ulaşamasak da yol açıktır ve o yolda gitmek mümkündür. O yol o kadar muazzamdır ki, onda kat edilen kısa bir mesafe bile zamanımız insanı için harikuladedir ve olağanüstüdür. Şimdi sahabe ve hemen sonraki neslin inkişafının ipuçlarını görmek için Yirmi Yedinci Söz’den bir bölüm aktaralım: “İşte o zamanda zihinler, kalbler, ruhlar, bütün kuvvetleriyle, yerler ve gökler Rabbinin marziyatını anlamaya müteveccih olduğundan; içtimaiyat-ı beşeriyenin sohbetleri, muhavereleri, vukuatları, ahvalleri ona bakıyordu… İşte şu tarzda fıtrî bir ders alan bir müstaid, içtihada çalışmaya başladığı vakit, kibrit hükmüne geçen istidadı, ‘nurun alâ nur’ sırrına mazhar olur; çabuk ve az zamanda müçtehid olurdu.. “Amma şu zamanda, medeniyet-i Avrupa’nın tahakkümüyle, felsefe-i tabiiyenin tasallutuyla, şerait-i hayat-ı dünyeviyenin ağırlaşmasıyla, efkâr ve kulûb dağılmış, himmet ve inayet inkısam etmiştir. Zihinler maneviyata karşı yabanileşmiştir.” Demek ki, öncelikle niyetimiz halis Allah rızası olmalı. Ayrıca hedeflediğimiz şeyde; bütün lâtife ve duygularımızla yoğunlaşmak, anlamayı zorlaştıran ülfet ve gaflet perdesini kaldırmak, inkârcı felsefenin açtığı yaraları tedavi etmek ve duygularımızı uyandırmak için okuyarak tefekkür etmek ve “ilimlerin şahının ve padişahının marifetullah olduğunu” akıldan çıkarmamak gerekiyor. Yine sohbette insibağ olduğunu unutmayarak derslere eksiksiz iştirak etmek gerekiyor. Ayrıca malayani ve lüzumsuz şeylerden mutlaka uzaklaşmanın da çok önemli olduğunu unutmamak gerekiyor. Bizi doğrudan ilgilendirmeyen ve genellikle Batı medeniyetinin belirlediği ve tahakkümü altına aldığı konuları merak saikasıyla takib etmek sadece zamanımızı çalmakla kalmıyor, zihnimizi ve kalbimizi yaralayarak veya hassasiyetini yok ederek anlamayı zorlaştırıyor. Sümbüllenmeye başlayan istidatları zehirliyor. Onları susuz ve gıdasız bırakıyor. Evet, bu zamanda Asr-ı Saadet gibi bir zemin ve atmosfer yok! Ancak, istidat ve kabiliyetlerin sümbüllenmesi ve iki cihan saadetini netice verecek şekilde inkişaf etmesi için, tıpkı bir sera gibi çevrenin zararlarından ve olumsuz şartlarından korunmuş, evde ve çevrede manevî bir atmosfer meydana getirmek mümkün. Şüphesiz bunun en iyi şekli cemaat şeklinde İslâm’ı yaşamak ve ona kanaat edip sadakat göstererek sürekli okumak ve mümkün mertebe uygulamaktır. 30.08.2010 E-Posta: [email protected] |
Abdil YILDIRIM |
|
Ramazan ateşi |
Ramazan, volkan gibi kaynamaktır yanmaktır, Gaflet denen uykudan, yanarak uyanmaktır.
Ramazan’ın bir anlamı da, “yakıcı ateş” demektir. Bu makalede, Ramazan ateşinin günahları yakarak insan ruhunu nasıl temizleyip hayatı steril hale getirdiği üzerinde durmak istiyoruz. Bilindiği gibi, kirlerden arınmak için genellikle su kullanırız. Hem bedenimizi, hem yediğimiz gıdaları, hem de giyeceklerimizi su ile temizleriz. Suyu, en önemli temizlik maddesi olarak biliriz. Ama tek temizlik maddesi su değildir. Ateş de bazen su gibi, bazen de sudan daha etkili bir temizleyici olabilir. Eskiden yaraların mikrobunu öldürmek ve daha çabuk iyileşmesini sağlamak için, temiz bir metal ısıtılır, yaranın üzerine bastırılırdı. “Dağlama” denilen bu yöntemle yaralar dezenfekte edilir, mikroplardan arındırılırdı. Bazı mikroplar yüksek sıcaklıkta öldüğü için, bugün de ateşin hijyenliğinden faydalanılmaktadır. Salgın hastalıklardan korunmak için suların kaynatılıp soğutulduktan sonra içilmesi ve gıda maddelerinin pastörize işlemine tabi tutulması, yüksek ısıyla zararlı mikropların öldürülmesi içindir. Böylece ateşin temizleme özelliğinden istifade edilmektedir. Ramazan’a ateş denilmesi de, manevî yaraları dağlamasından, manevî mikropları öldürmesinden dolayıdır. İşlediğimiz günahlar, ruhumuzu kirlendirir, kalbimizi karartır. Gözümüze ve gönlümüze ilişen her bir haram, kalbimize bulaşan her bir kötülük, aklımıza gelen her bir şüphe ve tereddüt, ruhumuzda yaralar açan mikroplar gibidir. Onları su ve sabunla yıkamakla veya antibiyotiklerle tedavi ederek ortadan kaldıramayız. Ruhumuzun sırtında kirli paçavralar ve dikenli odunlar gibi duran bu günah yığınlarını, Ramazanın yakıcı ateşinden yakarak ruhumuzu temizleyebiliriz. Ramazan ayı, kötülükleri yakan ateşin harlandığı bir aydır. Özellikle bu seneki gibi uzun ve sıcak yaz günlerinde, Ramazan ateşinin şiddeti daha çok kendini gösterir. İftar sofrasının başında susuzluktan kavrulmuş dudaklarımızla iftar saatini beklerken, bu ateşin yakıcılığını daha derinden hissederiz. İşte bu saatlerde, içimizde bulunan kin ve nefret, haset ve husûmet gibi duyguları, harama ve günaha dâvet eden duygu ve düşünceleri istiğfar eliyle tutar, Ramazan ateşine atarsak, bu ateşin temizleme gücünden en güzel şekilde istifade etmiş oluruz. Kalbimizin temizlendiğini, ruhumuzun omuzlarındaki ağırlıkların hafiflediğini hissederiz. Günah kirleri, ancak ateşle yıkamak suretiyle temizlenir. Cehennem ateşinin bir görevi de, bu temizliği sağlamaktır. İnsanlar günahlarından arınıncaya kadar cehennemde kalırlar. Yandıkça paklanır, paklandıkça cennete lâyık bir hal alırlar. Cehennem ateşinde yıkanmadan paklanmak istiyorsak, Ramazan ateşinde yıkanalım. Ramazan ateşi, canımızı yakmaz, sadece günahlarımızı yakar. Bu ateş, bizleri çok seven Rabbimizin bizlere bir ihsanı ve ikramıdır. Ramazan ateşi şefkatli bir şiddetle yanarken, bu ateşle arınmaya bakalım. Günah mikroplarının kalbimizde açtığı yaraları Ramazan ateşi ile dağlamak suretiyle tedavi edelim. Günah yaralarını bu dünyada tedavi etmezsek, öbür tarafta cehennemde ateşi ile dağlanacağımızı unutmayalım. Karadenizli hocanın dediği gibi, “ütelenmeden Cennete girelim” İnşâallah. 30.08.2010 E-Posta: [email protected] |
S. Bahattin YAŞAR |
|
Çocuklarımız hakkındaki konuşma hakkımız |
Zaman zaman dostlarla bir araya geldiğimizde çocukları konuşuruz. Bu, güzel düşünceler ve iyi niyetlerle yapıldığında tatlı sohbet ve ibretli derslere dönüşüyor. Zaten, her yaşın kendine göre bir konuşma konusu oluşuyor. Bir yaştan sonra da artık gündem çocuklar oluyor. Onların tahsilleri, iş hayatları, evlilikleri, çocukları, derken… devam edip gidiyor gündem… Hatta pek çok ailede hayat, zamanla çocuklara göre şekilleniyor. Nitekim bu sıkı bağ, bir medeniyet yansımasıdır. Yani beşikten mezara ve sonrasına kadar ki maddî ve manevî bu titiz ilgi, sadece İslâm medeniyetinde vardır. Ebeveynler olarak çocukları konuşma konusu yapma hususunda, bir noktaya dikkatleri çekmek istiyorum. Çocuklar hakkında alâkasız insanlarla, bir amaca hizmet etmeyecek konuşmalar yapmak ne kadar sağlıklıdır. Eğer çocuğunuz etrafında konuşulan konular, diğer insanların gıpta damarını tahrik edecek; haset, kin, çekememezlik ve düşmanlık gibi negatif duyguların uyanmasına sebep olacaksa, bu konuşmalar doğru olmayacaktır. Ya da çocuğunuzun hak etmediği olumsuz tanımlamalara sebep oluyorsanız, bu da yine çocuğunuzun hakkına müdahale olacağı için yine doğru olmayacaktır. Ebeveynler, çocuklarının alışkanlıkları, başarıları, davranışları, arkadaşları, aile ilişkileri gibi konularda konuşurken biraz daha titiz olmaları gerekiyor. Aslında demek istediğim şey, çocuklarımız hakkında konuşurken, zaman zaman ölçüyü kaçırıp, onların gıybetlerini de yapıyor muyuz acaba? Zannediyorum burada ölçü, anne baba olarak, çocukların problemini ilgisiz, konu hakkında bize faydası dokunmayacak kimselerle paylaşmamaktır. Oysa çocuk veya gencin problem içerisinde olduğu bir konuyu ilgilisine, uzmanına ya da bize faydası olabileceğini düşündüğümüz tecrübe sahibi bir kişiye açmak, doğru davranış olacaktır. Burada en belirleyici nokta, evlâdımızın o problemden kurtulması niyetiyle bilgi ve tecrübe almaya dönük niyetimizdir. Yoksa, alâkasız insanlarla, uluorta, başkasının çocuklarıyla kıyaslar yaparak, çocuğun duyduğunda rencide olmasına, incinmesine sebep olacak konuşmalar, çocuk ve genç haklarını gündeme getirecek ve çocuğumuzun gıybetini etmiş olacağızdır. Bediüzzaman, anne ve babaların, çocuklarını, üzerlerinde her türlü tasarruf ve tahakküm hakkına sahip birer mülk olarak değil, kendilerine emanet edilmiş birer sevimli varlık olarak görmeleri ve çocuklarına karşı şefkat hislerini doğru ve yerinde kullanmaları gerektiğini söyleyerek ‘çocuk’ ve ‘gençlik hakları’na dikkatleri çekmiştir. Bu konularda gençler hürmetle mükellef iken, anne baba da şefkat ile mükelleftir. O’ büyüktür yapar’ anlayışına dinimizde yer yoktur. 30.08.2010 E-Posta: [email protected] |
Yeni Asyadan Size |
|
Bediüzzaman Hizmet Tır’ı |
Umumî Temsilciler Toplantısında bilgisi verilen ve büyük heyecan uyandıran Bediüzzaman Tanıtım ve Hizmet Tır’ı projesinde son aşamaya gelindi. 17 Eylül’de Edirne’den start vermesi planlanan projede hazırlıklar bitmek üzere. Risale-i Nur’u ve Bediüzzaman Hazretlerini geniş kesimlere tanıtmak gayesiyle yola çıkacak olan tır, fotoğrafları daha önce de gazetemizde yayınlandığı gibi Bediüzzaman ve Risale-i Nur görüntüleri ile donatılacak. Aylar öncesinden hazırlıkları başlayan proje için, ilgili birim müdürlerinden oluşan bir komisyon kuruldu. “Tır komisyonu” adıyla toplanan heyetin koordinatörlüğüne de Ali Toker getirildi. Mayıs ayı başından beri çalışmalarını yürüten komisyonda, icra edilecek faaliyetler adım adım ele alınarak, bugüne gelindi. Tır’ın uğrayacağı güzergâhlar uzun toplantılar sonucunda belirlendi. Uygulamada herhangi bir aksama olmaması için, uğranılacak güzergâhların tesbit edilen proje sorumluları ile sürekli irtibat halinde detaylar üzerinde görüşmeler yürütülüyor. Uzun süreli kalış ve kısa süreli duraklama olarak iki farklı programın uygulanacağı tır gezisinde, her bölge için isimleri tesbit edilen bölge koordinatörleri görev yapacak. Merkezce görevlendirilecek koordinatör yardımcısı, basın ve halkla ilişkiler sorumlusu, sunucu, teknik eleman, kamereman, şoför takviyeli bir ekip, tırla birlikte dolaşacak. Bu ekip, uzun veya kısa duraklama yapan mahallerin proje sorumlularının desteğiyle programların eksiksiz icrası için çalışacak. İhtiyaç duyduğu yardımı, mahalden talep edebilecek. Uzun süreli kalışlarda, komisyon tarafından son şekli verilecek olan açış konuşmasının ardından, yine merkezce tesbit edilerek davet edilen bir isim, projenin mahiyetini, mânâ ve ehemmiyetini ihtiva eden bir konuşma yapabilecek. Davetliler arasında protokol mensupları var ise, konunun çerçevesi içinde kalınmak şartıyla kısa bir konuşma yapmaları istenebilecek. Daha sonra sinevizyon gösterileri, sunumlar yapılacak. Davetlilere hediye edilecek broşürlerin dağıtımı gerçekleştirilecek. Kısa süreli duraklamalarda ise, eğer uygunsa açış konuşması yapılacak, takiben, o mahal için belirlenen kontenjan adedince broşür ve hazırlanmışsa promosyon malzemeleri dağıtılacak. Bu projenin ana hedeflerinden birini, 2010 yılının Diyanetçe Kur’ân Yılı olarak ilân edilmesi ve eğitim-öğretim yılının başlaması dolayısıyla, Bediüzzaman Hazretlerinin Kur’ân’ın doğru anlaşılması ve maarifle alâkalı görüşlerinin geniş kesimlere aktarılması oluşturuyor. Bu amaçla gezi sırasında onbinlerce adet Bediüzzaman Kimdir, Aydınlar Konuşuyor, Bediüzzaman’ın Eğitim Modeli konulu broşürler dağıtılacak. 30 merkezde geceleme yapacak olan tır, 18 mahalde uzun süreli, 12 mahalde de kısa süreli program gerçekleştirecek. Edirne’de Selimiye Camii önünde Cuma namazı sonrası başlayıp 30 günlük süre içerisinde Türkiye’yi boydan boya dolaşarak 17 Ekim’de İstanbul’da bitmesi planlanan gezi, gün gün gazetemiz, internet sitelerimiz aracığılıyla sizlere duyurulacak. Konuyla ilgili haber ve röportajlar sıcağı sıcağına yayınlanacak. Ulusal ve yerel basının projeyi takibi ve haber yapmaları sağlanacak. Türkiye çapında büyük bir heyecan dalgası uyandıran faaliyetin İçişleri Bakanlığı nezdinde de gerekli izni alındı. Bediüzzaman Tanıtım ve Hizmet Tır’ına katılım için müracaat süresi dolmuş olup, süre sınırlı olduğu için yeni talepler kabul edilmemektedir. Projenin icrası sırasında herhangi bir engel ve aksama yaşanmaması için dualarınızı bekliyor, hayırlara vesile olmasını diliyoruz. 30.08.2010 E-Posta: [email protected] |
H.İbrahim CAN |
|
Pakistan’da süren felâketin düşündürdükleri |
Bir ayı aşkın zamandır seller içinde Pakistan. Yağışlar ve seller durmadığı gibi, hâlâ ulaşılamayan yerleşim yerleri var. Yollar ve köprüler yıkılmış, bazı yerlerde altı metre yüksekliğinde sular dolmuş. Çatıların üstünde yardım bekleyen insanlar artık açlıktan ve hastalıktan ölmeye başladı. İndus Nehrinin de taşmaya başlaması, bir milyon insanın daha tahliyesine sebep oldu. Halen Pakistan’ın beşte biri sular altında. Bir milyon 200 bin ev kullanılamaz halde, beş milyon kişi evsiz. Yirmi milyona yakın insanın etkilendiği felâkette bu kişilerin altı milyonu çocuk, üç milyonu da küçük çocuklu aile. Dünya nihayet yardım etmeye başladı. İsrail hariç –İsrail hükümeti de yardım teklifi yapmış, ama cevap alamamış- çoğu ülke yardım seferberliğinde. Aşırı muson yağmurlarının sebep olduğu sellerle ilgili komplo teorileri bile çıktı. Sindh eyaletinin Yakubabad bölgesindeki ABD üssünü korumak için suların yerleşim yerlerine yönlendirildiği iddiasından, Hindistan’ın Satluj ve Beas Nehirlerine aşırı su salmasına şimdi de Ravi Nehrine su pompalamasına kadar bir çok komplo teorisi dolaşıyor ortalıkta. Amerikalılar da gizliden gizliye uluslar arası yardım ekiplerine Taliban’ın saldıracağı haberlerini yayıyorlar. Ülkemizde hem devlet, hem de millet seferberlik halinde. İnşallah Pakistan’ın yaralarını saracak miktarda yardımlar tez elden ulaşır dost ve kardeş ülkeye. Son aylarda dünyayı kaplayan seller, yangınlar, kasırgalar ve öbür yanda kuraklıklar, beşer eli karışınca dünyanın karşılaştığı felâketi gözler önüne seriyor. Dünya bir türlü sera gazlarını kontrol altına alma konusunda uzlaşamıyor. Kyoto Protokolünü uygulayamıyor. Isınan hava buzulları eritiyor. Küresel ısınma mevsim anomalilerini beraberinde getiriyor. Ama bu bozulmaya en çok sebep olan gelişmiş ülkeler, kendi kârlarından taviz verip, gittikçe artan felâketlerin sebeplerini ortadan kaldırmaya yanaşmıyor. Karbondioksit üretiminin yarısı çimento üretimi ve fosil yakıt kullanımından kaynaklanıyor. Ortaya çıkan sera gazlarının atmosferde yoğunlaşması perde etkisi yaparak güneş ışığının yeryüzüne ulaşmasını etkiliyor. Bu yüzden 21. yüzyılda dünya ısısının en az 2 derece artması bekleniyor. Buzullar eridikçe denizler yükseliyor. Aşırı soğuk kışlar, aşırı yağışlı yazlar, aşırı kurak yazlar, aşırı yumuşak kışlar geliyor. Yaşlanan dünyamızı hep birlikte kirletmeye, dengeyi bozmaya devam ediyoruz. Arabamızın tamir ettirmediğimiz egzosundan çıkan gazlardan, üşenip biriktirme yerlerine götürmeyip çöpe attığımız pillere, ayrıştırmadığımız çöplere, her yerde kullandığımız spreylere kadar günlük hayatımızdaki ihmallerimizle bu bozulmaya biz de katkıda bulunuyoruz. “Beşer eli karışmazsa…” şartını bizler bozup, dünyayı hep birlikte tüketiyoruz. Elbette kaderin hükmü var. Ama bu ihmalleri ve suistimalleri yok kabul edip, büyük felâketlere şaşırmak yerine, elimizden gelen tedbirleri almalı, bu konuda birey olarak sesimizi yükseltmeliyiz. Felâketler sonrası fedakârane yardımlar elbette önemli. Ama felâketleri önlemek için de aynı gayreti gösterebilmeliyiz. İstanbul’da yaşayanlarımızın bu konudaki en büyük sınavı beklenen deprem. Çürük binalarda oturmaya devam ederek, devleti tedbir almaya zorlamak için medeni tepkilerimizi göstermeyerek, oy verdiğimiz belediye başkanlarımızı “deprem için somut olarak hangi tedbirleri aldın?” sorgusuna tabi tutmayarak, gelecek felâketin sonuçlarına razı olmuş oturuyoruz. Elbette kader hükmünü icra edecek. Ama beşerin tedbir almak görevi. Öyleyse bir yandan Pakistan’daki felâkete uğrayan insanlara elimizden gelen her türlü yardımı yaparken (önceki hafta yalnızca İstanbul camilerinden 5 milyon lira toplandı), öbür taraftan kendi felâketlerimizi önleyecek tedbirler alma çabası içinde olmalıyız. 30.08.2010 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
Azrail (as) sevilir mi? |
Mahmud’un analığı varmış. Her hastalığında analığı: “Ey Azrail, Mahmud’un yerine benim canımı al!” dermiş. Mahmud da onu imtihan etmek istemiş. Horozu yolmuş, sepetin altına koymuş. Hasta numarasına yatmış. “Analık, hastayım!” “Aman, Azrail senin yerine benim canımı alsın, sen ölme!” demiş. “Ana Azrail geldi!” “Aman benim canımı alsın!” “Ana, işte Azrail!” “Nerede?” “Sepetin altında!” Kadıncağız bir kaldırmış, cıs-cıbıldak horozu çırpınır görünce: “Aman, aman, ben hasta değilim, Mahmud hasta, Mahmud!” *** Azrail (as) lâfını işittiğimizde iliklerimize kadar titreriz. Soğuk soğuk terleriz. Müthiş bir korku hissederiz. Oysa, ruhumuzu alan bu emin meleği sevmemiz gerekir! Daha doğrusu onu sevmek için çok önemli ve temel bir gerekçemiz var... Evet, herkesi titreten ve dehşet veren Azrail (as) neden sevilmeli? Gerçekten sevilebilir mi? Sevilmeli mi? Azrail (as) ismi geçince, gayet tatlı, teselli verici, sevimli bir hâl hissederiz. Ve bunun için Elhamdülillâh demeliyiz. Bunun birkaç temel sebebi var: Şöyle düşünelim: Değersiz malımızın kaybolmasından, yok olmasından endişe etmez ve üzülmeyiz. Ancak, kıymetli bir malımız olsa, mutlaka sağlam ve emin koruyucular, güvenlikçiler buluruz. Veya, güvenilir ellere teslim ederiz. Meselâ, kimse zayıf, vefasız, sicili bozuk ve çelimsiz güvenlikçi, mutemed veya bekçi tutmaz. Mutlaka güçlü, çevik ve güvenilir, sicili temiz birisini seçer. İşte, bizim üstünde titrediğimiz en değerli malımız ruhumuzdur. Onu yok olmaktan, kaybolmaktan ve başıboş kalmaktan korumak isteriz. Malımızı koruyacak bir yed-i emin bulmak, bizi ne kadar rahatlatır, sevindirir, mutlu eder. İşte Azrail (as), en kıymetli varlığımız olan ruhumuzu alıp koruyor… Hepimizde kıymetli bir sözümüzü, fiilimizi şiir, yazı, resim, sinema vesaire ile korumak, saklamak duygusu var. Ki, şiir, resim, sinema, teyp, kamera, internet ve benzeri unsur ve cihazların yapılmasının asıl sebebi budur: Değerlerimizi korumak, bakileştirmek! Özellikle, söz ve fiillerimizin Cennet gibi sonsuza uzanan meyveleri varsa, onlar üzerinde daha da ihtimam gösteririz. İşte Kirâmen Kâtibin söz ve fiillerimizi, Azrail (as) ruhumuzu baki hayata taşımak için Allah’ın izniyle koruma altına alıyor! 30.08.2010 E-Posta: [email protected] [email protected] |
M. Latif SALİHOĞLU |
|
Medeniyet tarîkatı nerede? |
Kastamonu seyahatinde bulunan M. Kemal, Türkocağı ziyaretinden sonra Halk Fırkası (CHP) il merkezine gelerek şu açıklamayı yaptı: "Efendiler ve ey millet! İyi biliniz ki, Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, mensuplar memleketi olamaz. En doğru ve en hakiki tarikat, tarikat–ı medeniyyedir." (30 Ağustos 1925) Bu tarih, Türkiye'nin yakın tarihindeki gelişmeler itibariyle son derece önemli ve dikkat çekicidir. Şöyle ki: 1) Pek yakında yapılacak olan "Şapka inkılâbı"nın ilk işaretleri, aynı günlerde Kastamonu'da verildi. (Vakko'yu zengin edecek olan vagonlar dolusu şapkanın orada halka dağıtılması ve bu serpuşların kànundan evvel başlara geçirilmesi aynı günlere rastlar.) 2) Şark Bölgelerindeki çalkantılar henüz yeni yatışmaya başlamıştı. (Nakşî tarikatı liderlerinden olan Şeyh Said ve 47 arkadaşı, aynı yılın 29 Haziran'ında Diyarbekir'de idam edildiler.) 3) Demokrasinin vazgeçilmez unsuru olan muhalefet partisi TCF, şiddetli tazyikata mâruz kaldı ve aynı yılın ortalarında kapatıldı. 4) Van'da bulunan Üstad Bediüzzaman, aynı tarihlerde uzletgâhından alınarak Garbî Anadolu'ya sürgüne gönderildi. O devirde, bu hadiselerle bağlantılı daha başka gelişmeler de yaşandı. Özellikle medrese ve tarikat ehline karşı, tarihte benzeri görülmemiş baskılar uygulandı. Öyle ki, ortada bir tek şeyh bırakıldı, ne mürit, ne tekke, ne zaviye, ne de açık bir türbe... Hükümet marifetiyle, bütün mâbedlere karşı bir kin ve husûmet politikası güdülmeye başlandı. Husûmetkârane baskılar, zaman içinde zulüm raddesine ulaştı. 1930 yılı sonlarında yaşanan Menemen Hadisesi, esasında tam bir tertip olup, devletin kuvveti dindarların kıyımına dönüştü. Bilhassa tarikat ehli zan ve töhmet altına sokularak, onlara adeta birer cani gibi bakılmasına sebebiyet verildi. Oysa, Kubilay cinayeti, tamamen bir düzmece oyun ve önceden planlanmış bir kumpastan ibaretti. Tarikat ehli, böylesine bir baskı ve zulüm politikasına maruz bırakılırken, Isparta'da tarassut altında bulundurulan Üstad Bediüzzaman'ın da kendine has bir tarikat faaliyeti içinde bulunduğu tahmin ediliyordu. Bu ise, kànunen bir suç teşkil ediyordu. Zira, tâ 1924'ün başlarında Medreseler kapatıldığı gibi, ardından tekke ve zâviyeler de kapatılmış ve her türlü tarikat faaliyeti resmen yasaklanmıştı. İşte bu kànuna istinaden, tarikat ehline karşı şiddetli mücadele içine girilmiş ve elebaşı durumundaki hemen bütün şahsiyetler bir şekilde ya sindirilmiş, ya da bertaraf edilmeye çalışılmıştı. Bu zümreden olanlardan, belki de sadece bir elin parmakları sayısınca "şeyh" kalmıştı ki, 1935'ten sonra farklı bir durum ortaya çıktı ve gelişmelerin seyri değişmeye başladı. * * * 1935 yılı ortalarında, Bediüzzaman Said Nursî ile 115 talebesi Isparta'da sorgulandıktan sonra Eskişehir Ağır Ceza Mahkemesine sevk edildi. Mahkemede, üzerinde en çok durulan ve her tarafta soruşturulan husus, tarikat meselesiydi. Onlara göre, Said Nursî bir tarikat şeyhidir ve etrafındakiler de ondan tarikat dersini alan birer mürittir. (Esasında, o zamana kadarki dinî toplulukların hemen tamamı böyle bilinirdi.) Şayet, bu vehmin ispatını yapabilirlerse, o 115 kişinin mürit olduğu tesbid edilebilirse, huşûnetle üzerlerine gidilecek ve işleri bitirilecekti. Ancak, aylarca devam eden mahkemelerde, bu yönde bir delil elde edilemedi. Bediüzzaman, mahkemede tarikati harikulâde bir şekilde müdafaa etmek ve mazideki faydalarını sıralamakla beraber, kendi meslek ve meşrebinin tarikat olmadığını, ilim, marifet ve hakikat olduğunu muknî bir şekilde ortaya koydu. Hiçbir kitabından ve hiçbir talebesinden suç teşkil edecek bir delil bulunamadı; ancak, buna rağmen, Cumhuriyetten önce telif edilmiş Tesettür Risâlesi bahane edilerek Üstad'a "kanaat–i vicdaniye" ile on bir aylık hapis cezası verildi. * * * 1936'dan sonra, tek parti hükümetinin tarikatler hakkındaki stratejisi değişti. Yeni strateji, şu anlayışa dayanıyordu: Madem ki, Said Nursî'nin faaliyeti tarikatçılık değildir ve madem ki eserlerinde "Zaman tarikat zamanı değil, imanı kurtarmak zamanıdır" diye ders veriyor, o halde—kànunen yasak olmasına rağmen—tarikat faaliyetlerine göz yumulacak, hatta serbest bırakılacak. Tâ ki, dine meyleden kimseler, Said Nursî'nin eserlerine yönelmesinler ve onun etrafında birleşmesinler. Resmî anlayışın tarikatlere bakışı ve yaklaşımı, 1935'den bu yana pek fazla bir değişikliğe uğramadan devam ediyor. 30.08.2010 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
İtikâf günlerindeyiz |
İzmir’den okuyucumuz: “İtikâf nedir? Hükmü nedir? Şartları nelerdir?” Ramazanın son on günü geldiğinde, namaz kılınan bir mescitte ibadet için itikâf niyetiyle inzivaya çekilmek sünnet-i müekkededir. Peygamber Efendimiz (asm) Medine’ye hicretten sonra her yıl Ramazanın son on gününde itikâfa çekilir, bütün geceyi ve gündüzleri ibadetle ihya ederdi. Resul-i Ekrem’le (asm) birlikte mübarek hanımları da hane-i saadetlerinin bir odasında itikâf yaparlardı. Hazret-i Âişe validemiz (ra) ramazanın son on günü Peygamber Efendimiz’in (asm) itikâfa girdiğini, ibadetle meşgul olduğunu, ailesini namaz için uyandırdığını ve hanımlarından uzak kaldığını belirtir. İtikâf lügatte bir şeye devam etmek demektir. Dinî bir terim olarak ise itikâf, ezan okunan ve kamet getirilen bir mescitte, bir camide veya ibadet yapılan bir mabette itikâf niyeti ile ikamet etmekten ibarettir. Ramazanın son on günü geldiğinde itikâfa girmenin hükmü, sünnet-i müekkededir. İtikâf kifâî nitelikte bir sünnet-i müekkededir. Yani bir beldede itikâf sünnetini bir Müslüman yerine getirdiğinde diğer Müslüman’lardan bu mesuliyet kalkar. Sür’atle akıp giden hayat serüvenimiz içerisinde, bazen, koşuşturmayı bir tarafa bırakıp zamanımızı tamamen namaz, itaat, ibadet, zikir, tesbih, Kur’ân, Cevşen, tevbe, istiğfar... vs. ibâdetlere tahsis ederek, derin tefekkürde bulunmaya olan mânevî ihtiyâcımız inkâr edilemez. İtikâf sünneti bize dünyâ hayatının mânâsı ve âhiret hayatının önemi üzerinde tefekkür etme ve ibret alma imkânı sağlar. İslâm Büyüklerinden meşhur Ata der ki: “İtikâfa giren kimse, büyük bir zatın kapısında oturup, ‘İhtiyacımı almadıkça buradan ayrılmam!’ diyen bir ihtiyaç sahibine benzer. Çünkü O da, Cenâb-ı Hakk’ın bir mabedine girmiş ve ‘Beni affetmedikçe buradan ayrılıp gitmem ya Rabbi!’ diyor.” Cenâb-ı Hak, “Mescitlerde itikâfa girdiğiniz zaman kadınlarınıza yaklaşmayın. Bunlar Allah’ın sınırlarıdır. Onlara yaklaşmayın.” 1 âyetiyle, itikâfa girilecek yerin “mescit” veya mescit hükmünde bir mabet olması gerektiğini bildirmiştir. Kadınlar, evlerinin bir odasını mescit hâline getirerek, orada itikâfa girebilirler. İtikâfın şart ve rükünleri şunlardır: 1- Niyet yapılmalıdır. 2- Gündüzü oruçlu olmalıdır. 3- İtikâf bir mescitte yapılmalıdır, 4- İtikâfa niyet eden Müslüman olmalı ve dinî emirler hususunda mükellef bulunmalıdır. Hanefîlerden İmam Ebû Yusuf’a ve Malikîlere göre itikâfın en az süresi “bir gün”dür. İmam Muhammed ile Hanbelîlere göre itikâfın en az süresi, kişiye bağlı olarak “bir andır”. Şafiîlere göre ise itikâfın en az süresi “Sübhânallah” diyebilecek kadar bir zamandan biraz fazla olmalıdır. Demek oluyor ki bir Müslüman, Ramazanın son on günü girdiğinde, itikâf niyetiyle, bir mescitte veya bir camide, “bir an” veya “Sübhânallah” demek süresinden daha fazlaca beklerse, bu sünneti ifa etmiş olur. Bir diğer ifadeyle, bir Müslüman, Ramazanın son on günü içerisinde bir mescide vakit namazı kılmak için girerken aynı zamanda “vakit namazı kılma süresince” itikâfa niyet etse, namazı kılıp camiden çıkarken bu sünneti ihya etmiş olarak çıkar. Sünnet-i Müekkede olan itikâfın en çok süresi ise, Ramazanın sonuna denk getirmek suretiyle on gündür. Eğer aralıksız on gün itikâfta bulunmaya niyet edilmemiş ise, bu günlerde istenilen vakitlerde itikâf yapılabilir. Meselâ yalnız gündüzlerde veya bu günlerin belli vakitlerinde itikâfta bulunmaya niyet etmek sahihtir. Aralıksız on gün süreyle itikâfta bulunmaya niyet eden birisi, bu süre içinde mecbur kalmadıkça itikâf yaptığı mescitten çıkmaz. Yalnız zarurî bir ihtiyacı için çıkar ve hemen geri döner. İtikâf süresince hanımına yaklaşmaz. Ramazanın son on günü içerisinde itikâfın sünnet-i müekkede olmasının hikmeti, Kadir Gecesini ihya etmektir. Çünkü Kur’ân’ın beyan buyurduğu gibi, bin aydan daha hayırlı2 olması hasebiyle Kadir Gecesi, gecelerin en faziletlisidir. Kadir Gecesinin, Ramazanın son on günü içerisinde bulunduğu hususunda kuvvetli görüş birliği vardır. İtikâfın bu geceye rastlamasının feyiz ve sevabı hadsiz ve hesapsızdır. İtikâfta bulunan kişi, Kur’ân-ı Kerim, hadîs ve ilim okumak veya okutmakla meşgul olmalı, dinî ve imanî eserler okumalı, zikir yapmalı, namaz kılmalı, tefekkür yapmalıdır. İtikâf süresince hayırdan başka bir şey konuşmamalıdır. Günah içermeyen sözleri ve kelimeleri konuşmasında bir beis yoktur. Dünya meşgalelerinden sıkılan ruhumuzun, hususî vakitlerde bütün zamanını ibadete ve tefekküre ayırması, önemli bir ruhî teneffüs ve istirahat olarak değerlendirilmelidir. Kadir Gecesinin de Ramazanın son on gününde bulunduğunu hesaba katarsak itikâfa girmek hususunda mümkün olan fırsatları değerlendirmek ve bu ibadeti ifa için imkânlarımızı yoklamak, hiç şüphesiz mühim bir sünnet-i seniyyenin ihyasına vesile olacaktır. Dipnot: 1- Bakara Sûresi, 2/187., 2 Kadir Sûresi, 97/3 30.08.2010 E-Posta: [email protected] |
Recep TAŞCI |
|
Evet mi? Hayır mı? Neyi tartışıyoruz? |
Alevlenen “düşük kur, aşırı değerli TL” tartışmalarına hükümet kanadından Başbakan Yardımcısı Babacan da; “Kur rejimini tartışmayız. Dalgalı kur rejiminden vazgeçip sabit kur sistemine geri dönemeyiz.” Diyerek katıldı... Da topu ıskaladı. Çünkü kimse sabit kur sistemini savunmuyor. Mazide kalmış bir uygulama. Enerjimizi boşa sarfetmeyelim. Mesele, sabit veya dalgalı kur değil. Sorun; Aşırı değerli TL. Kulağa hoş geliyor. Yanlış anlaşılmasın. Çarşı pazarda hükmü olmuyor. Aksine enflasyon kadar değer yitiriyor. Yıllık enflasyon yüzde 7 ise; Bu orana göre yıl başında fiyatı 100 TL olan bir takım elbise, yıl sonunda 107 TL olacağından paradaki erozyon yüzde 7’yi buluyor. Diğer ülkelerin paraları için de aynı durum söz konusu. Enflasyon belirleyicidir. Ülkelerde enflasyon oranları farklılık arz etmesi halinde parite ona göre değişmelidir. Somutlaştıralım. 2001 yılında 1 Dolar= 1,5 TL iken, 9 yılda ülkemizde fiyatlar yüzde yüz, ABD’de ise yüzde 30 artmış ise... Parite aynı kalamaz. Zira TL, dolar karşısında yüzde 70 değer kaybetmiştir. Buna rağmen 1 Dolar hâlâ 1,5 TL ise; TL, aşırı değerlenmiş, demektir. Cebindeki paranın gün be gün eridiğini gören vatandaş da bu işe şaşırıp kalır. Peki... TL neden değerleniyor? Ya da kurlar neden düşük seyrediyor? Arz talep kuralı işliyor. Küresel likitide bol. Kendisine emeksiz kazanç kapısı arıyor. Finans sektörümüz güven veriyor. Faizler de diğer ülkelere nazaran yüksek olunca döviz bollaşıyor, fiyatı ucuzluyor. Kötü mü? Elbette. Çünkü; İthalatı patlatıp, ihracatı frenliyor. Döviz açığı büyüyor, kısır döngüye giriliyor. Nitekim yılın ilk yarısında döviz açığımız, yani cari açık 20,7 milyar dolara ulaşmış, geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 181 artmış. Ama esas risk; sıcak paranın ülkeyi aniden terk etmesinde. Ekonomiyi sarsar. O yüzden Çin, Brezilya, G. Kore gibi ülkeler sermaye hareketlerini kısıtlayan tedbirlere başvuruyor. Ülkemizde TL’nin değerini tedricen düşürecek tedbirleri yürürlüğe koymalıdır. Tartışma konusu bu. Yoksa dalgalı kurdan vazgeçelim diyen yok. Boşuna nefes tüketmeyelim . 30.08.2010 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
Kitap ve Kültür fuarları… |
Türkiye Diyanet Vakfı’nca organize edilen Kitap ve Kültür fuarlarının bu yıl 29’ncusu yapılıyor. Ancak ilgisizlik ve tanıtım eksikliği, fuarlara ilgiyi gittikçe azaltıyor… Esasen önce “Dinî Yayınlar Fuarı” olarak açılan, ardından ismi değiştirilip muhtevası genelleştirilen bu fuarlar, son birkaç yıldır âdeta kendi haline terk edilmiş. İlân ve tanıtımı yapılmadan açılması, kamuoyunda bilinmemesine sebebiyet verdiriyor. İletişim ve reklâm tekniklerinin bunca gelişmesine karşı, her yıl başta Ankara ve İstanbul olmak üzere Ramazan ayında düzenlenen Kitap ve Kültür fuarlarına alâkasızlıkla, yıldan yıla dinî yayınlara, inanç ve mâneviyat dünyasına dair eserlere ulaşma fırsatını bulan geniş kesimler, bundan mahrum kılıyor… Evvela Diyanet’in toplumun mânevî kültür kaynaklarına ulaşmasını, vatandaşların dinlerini tanımasını temin etmesi lâzım. Zira Anayasa’nın 136. maddesine göre genel idâre içinde yer alan Kuruluş ve Görevleri Hakkındaki 633 numaralı Kanun’un ilk maddesi, Diyanet İşleri Başkanlığı’na, “İslâm dininin inançları, ibâdet ve ahlâk esasları ile ilgili işleri yürütmek, din konusunda toplumu aydınlatmak” vazifesini verir.
DİYANET VE BELEDİYELER DESTEK VERMELİ… Bunun içindir ki, Diyanet’in, yüzde 99’u Müslüman olan ülkede vatandaşların dinlerini tanımaları, inanç, ibâdet ve ahlâkla ilgili kitaplara ulaşmalarını sağlaması birinci vazifesidir. Bu amaca destek gâyesiyle kurulan Türkiye Diyanet Vakfı’nın bu maksatla açılan Kitap ve Kültür fuarlarını finanse etmesi gerekir. İlk yıllarda olduğu gibi açılışların medyada geniş ilânlarla yapılması; ulusal-yerel görsel ve yazılı medya kanallarıyla duyurulması, fuar boyunca reklâmların televizyonlarda, radyolarda, internette, bilboardlarda, metro, meydan ve bulvarlarda yapılması icâb ediyor. Keza Büyükşehir Belediyeleri, mübârek Ramazan’ın mânâsına uygun olan bu hizmete tam destek vermeli. “Ramazan eğlenceleri”, “Ramazan şenlikleri” ya da “Ramazan festivalleri” adı altında Ramazan’ın ruhuna ve kudsiyetine yakışmayan ve terâvih zamanına denk gelen çalgılı-şarkılı-danslı eğlence ve oyunlara trilyonları harcayan çoğu iktidar partisine mensup belediyeler, Ramazan’ın ulviyetine uygun bu hizmete kayıtsız kalmamalı, tam destek vermeli. Ekseriyeti Ramazan’a hürmetsizlik olarak tezâhür eden, meşruiyet sınırını aşan bir dizi lehviyatla, sefahet ve başıboşlukla muallel enjekte edilen, toplumda ahlâkî aşınmayla mânevîyattan bîbehre nesilleri türeten müteaffin bataklığı daha da derinleştiren “popüler kültür”ün lansesi yerine, bu mânevî kültüre hizmet etmeli, bigâne kalmamalı… Gerçek şu ki yıldan yıla yapılan fuarın tanıtım ve reklâmı, dinî ortamlardan uzak çevrelerin dinî eserlerle tanışmaları açısından oldukça önemli. Yayıncılar, yetersiz tanıtımdan dolayı, özellikle uzak semtlerden gelen çoğu vatandaşların namaz için camiden çıktıktan sonra, “Fuar varmış!” şaşkınlıklarına şâhid olmaktalar. İlgisizlikten ve stant ücretlerinin yüksekliğinden dolayı, bazı yayıncılar yıllardan beri katıldıkları ve sırf itibar uğruna katılmak durumunda kaldıkları fuardan masraflarını çıkarmaları bir yana, zarar ettiklerinden şikâyet etmekteler. Stantların ücretsiz hale getirilmesi, en azından giderleri karşılayacak oranda mâkul bir düzeye çekilmesi, halkın kitaba ve okumaya ilgisizliğine karşı bu hizmetin devam etmesi için şart olarak görülmekte.
DEVLETİN GÖREVİ… Ayrıca tanıtım hususunda, Vakfa ve ilgili kurumlara destek vermeye hazır olduklarını belirtmekteler. Stant ücretlerinin karşılanabilir bir düzeye çekilmesi durumunda, örneğin Ankara’da yetmişe yakın yayınevinin katıldığı Kocatepe Camii avlusundaki fuarın tanıtım ve yaygın reklâm masraflarına katılabileceklerini bildirmekteler… Tablo ortada. Sosyal hayat zehirlenmiş. Saldırganlık ve şiddet had safhaya ulaşmış ve sıradanlaşmış. Suç oranları ürkütücü bir biçimde artmakta. Hapishaneler ağzına kadar dolmuş. Meclis, Millî Eğitim ve Emniyet’in raporlarıyla, kötü madde bağımlığı, uyuşturucu ve içki kullanımı ilkokul seviyesine inmiş. Türkiye uyuşturucu pazarı haline gelmiş. Ülkenin gençliği ve geleceği, sigara, içki, uyuşturucu, müstehcenlik ve şiddet batağına saplanmakta. Devlet eliyle, toto-loto, “millî” piyango, şans ve talih oyunları, sanal kumar tuzağına çekilmekte. Kısacası Türkiye, mânevî kültür ve ahlâkta “kırmızı alârm” vermekte. Bundandır ki halkın bu tür etkinliklerden haberdâr edilmesi, büyük ehemmiyet taşımakta. Artık bu kırılganlıktan kurtulmalı. 28 Şubat postmodern darbe döneminden kalma “dinî yayınlar fuarları”nı sessiz-sedâsız “geçiştirme” çekingenliği bırakılmalı. Başta Diyanet, Türkiye Diyanet Vakfı, Kültür Bakanlığı ve belediyeler olmak üzere devletin ilgili kurumları, bu büyük hizmete ilgi göstermeli, katkı sağlamalı. Ya da esasen başlı başına bir kültür hizmeti olan ve yüzbinlerce, milyonlarca vatandaşa kitabı ulaştıran, okumayı sevdiren ve yaygınlaştıran fuarlara, Diyanet Vakfı’nın koordinatörlüğünde Kültür Bakanlığı, tanıtımını üstlenmeli. Devletin görevi, toplumu ve gençliği korumaktır; mânevî ezoryon ve ahlâkî aşınma vâhim tehlikesine karşı, inzibatî ve maddî tedbirlerin yanısıra, mânevî ve ahlâkî tedbirleri almaktır… 30.08.2010 E-Posta: [email protected] |