Selim GÜNDÜZALP |
|
ALLAH ve AŞK |
Hû hû hû… Tek hece… Aşk tek hece. Allah iki hece. Hû tek hece. Seller gibi sürükler peşinden, katar da götürür içinin sularını. Nice bin ırmak katılır, çağlar, akar gider… Bir deli sudur aşk. Bir gün seni de katar, seni de yakar. Aşktan aşka fark var. Aşk dediysek etten, tenden uzak, çok uzak. Hani günümüzde neredeyse adı kalmış. Hani bir gece çok uzaklarda bir yıldız var ya, göz kırpar gibi gülümseyen, ışıldayan, o kadar uzak. Bir o kadar da yakın. Hakkını verene, Hakk’ı bilene. İçinde taşır da, haberi olmaz. Zaten derdi o değil ki bilinsin, adının yanına bir sıfat konulsun, tanınsın. Derdi değil ki… Çiçek açan ağaç gibi sessiz sedasız, meyve veren ağaç gibi gürler, konuşur ama görev şuuru içinde mütevazı, ille de kendine bir anlam yüklemeye çalışmaz. Her şeyiyle bir şeyler söyler ama ille de göze batmaz, göze batmak için yapmaz. Her mahlûkun fıtrî tesbihatı neyse, onunki de odur. Islanmış, nemlenmiş gözlerini ille de silmek gerekmez. Ko, kurusun yatağında gözyaşı. Yakışır gözlere. Yanaklara düşen de çiçekteki şebnem olur, dudağına değen de kalbinden diline değen bir ses, bir nefes olur: Hû… *** Aşk, insanın kalbiyle tanışmasıdır. Nefsinden geçip Allah’la buluşmasıdır. Kim bilir, ne fırtınalar yaşamıştır, ne çıkmaz sokaklara uğramıştır yolu, kim bilir… Aşk bir levhadır yolun bir kenarında. Altında bir işaret: “Allah’a gider.” Aşk yolu Allah’a çıkar. Aşkın yolu, Allah’a çıkarır. Çıkarmıyorsa şayet, aşkta suç yok, levhanın adresini değiştirmişlerdir. Maharetli eller çok (!) Yol kesen eşkıyadan değil, Allah’la aranı kesenden kork. Aşkın ve kalbin yolunu kesenden kork. Kıpır kıpır, cıvıl cıvıl uyanan bir duygudur içinde bahar çiçekleri gibi. Ne kadar beyaz, ne kadar da temiz. Ne kadar da yakışır Allah’ın o tertemiz kulunun kalbine, ruhuna. El, el olduğunu anlar; göz, göz olduğunu. Kalbin de bir gözü var. Kalbin gözbebeğinde saklar o iman, o aşk kendini. Böyledir aşk. Damlası ummandan haber verir. Ne zaman, nerede, hangi yaşta, nasıl uyanacağını kim bilir Allah’tan başka? Ve kalp çaresiz vurulur aşka. Aşk mı vurur kalbi, kalp mi vurur aşkı? Sorma… Orası bir muamma. Yaşayanın içindedir sırrı bu muammanın. O aşk, o muhabbet olmasa, ne her sabah güneş doğar, ne insan yataktan çıkar, o yorgun ruhlar ne de ilk adımını atar… O nasıl bir enerjidir ki, ölmüş bir bedeni yeniden onarır, hayata çağırır. Kalbin gücü, Allah ile olmakta, aşkın gücü, Allah’ı bulmakta. Allah’a ulaşamayan aşk, sokak ortasında anacığını kaybetmiş feryad-u figân eden bir çocuk. Allah’a ulaşamayan aşk, perişan. Niye kalpler bu kadar üzgün, niye ruhlar bu kadar yorgun, belki bir derece anlayabiliriz. Yolunu, yönünü kaybeden, ne yapacağını bilmeyen, aşkın sadece adına tutunan, içini, özünü açamayan, Allah’a kavuşamayan bunca insan perişan... Bu yolda, aradığın, bulduğun değildir; bulacağından bir işarettir sadece o. Daha çok yol var kat edecek. Kalbin rengi beyazdır, bembeyazdır… Sonradan biz değiştiririz o kalbin rengini. Yaşadıklarımızla, sevdiklerimizle, hayatımıza kattıklarımızla ve o kalbin içine attıklarımızla. Kalbin rengi beyazdır. Aşk, bu beyaza yakışır. Orada otağ kurar, orada kök salar. Kalbin aşkı, aşkın kalbidir. ‘Allah’ diyenin aşkı beyazdır. Beyazın adı, kalptir. ‘Allah’ diyenin kalbi hep beyazdır. *** Bu güzel yanımızı çalanlara, çaldıranlara ne demeli? Çalındığının, talan edildiğinin farkındalar mı acaba? Rahmetli Selahattin Şimşek kardeşim ne güzel der: “Gönüllerinde gizli bir kabul taşımayanları hiç kimse aldatamaz. Aldananlar atlatanların suç ortağıdır.” Sadece kalbimizi, içimizi gösteren bir gözlüğümüz olsaydı şayet, o gözle bakabilseydik eğer, kaç tane bembeyaz kalp görebilecektik acaba? Kalabalık bir caddeyi bir uçtan diğer uca geçtiğimizde, beyazlığını yitirmemiş kaç tane kalp görebilecektik acaba? Rabbim, bizi Senden uzak ve gafil eyleme! Sana kul olmayan, kula kul olur. Sana kul olmayan, nefsine köle olur. Kulluk ki, bir yüce ululuk Kulluk ki, Allah’la doluluk... Sen sevdirmezsen sevemeyiz. Kalbimizi cemâline ve kemâline hayran eyle Allah’ım... Kulluğunun kapısından ayırma yâ Rab! Allah’ım! Aşkının kokusunu canında duyan Yunus, ne güzel söyler: İlahi! Bir aşk ver bana, kandalığım (neredeyim) bilmeyeyim Yavu kılayım (kaybedeyim) ben beni, isteyüben bulmayayım. Al, gider benden benliği, doldur içime senliği (…) Daim isteyeyim seni, ayruk nakşa kalmayayım. Aşktır bu derdin dermanı, aşk yolunda verem canı Yunus Emre ey dür (söyler) bunu: Bir dem aşksız olmayayım. — Yunus Emre *** Şükür ki yaşıyoruz. Yaşamıyoruz, yaşatılıyoruz. Kalbimiz var, kalbimizde Allah’a olan sevgimiz var. Kalpte güçlü bir temizlenme ameliyesi var. İman var ve onun hayatımıza yansımaları var. Arındırıyor, yıkıyor, temizliyor oradaki noktaları, kirleri, pasları. Kalbi karıştıran hâlleri, kalbi bozan renkleri tövbeyle, istiğfarla... Şükür ki, o kalbin böyle bir güzelliği, böyle bir özelliği de var. Yakışıyor kalbe aşk, yakışıyor o kalbe Allah’a olan aşk. Aşk başka. Aşk, Allah için oldu mu, bambaşka... “O kalbin öyle bir kabiliyeti vardır ki, bir harita veya bir fihriste gibi bütün âlemi temsil eder. Ve Vahid-i Ehadden başka merkezinde birşeyi kabul etmiyor.” (Mesnevi-i Nuriye, 100) Hayretinden çığlık çığlığa “Kalbim de varmış” dese, kalbini fark etse bir gün bir insan, haklıdır. Dünyayı ve insanı keşfe çıkanlar, en yakınından işe başlamalılar. Kalbe nazar etmeli, kalpten yola çıkmalılar. Kalpte çok şey var keşfedilecek. Kalpte aşk var, kalpte O var. O’nun (cc) isimlerinin tecellisi var. Hû diyelim, hû… Aşka erelim. Hû deyip aşka erelim. Kalbimizde görelim o aşkı, orada hissedelim. Kalplere çağrı: Kalplerimize dönelim. Seyredecek çok şey var bu dünyada. Görülecek çok şey var. Ama inanan insan, gözündeki kalp ile ya da kalbindeki göz ile bakınca görecektir. Başka türlü yok, başka türlüsü olmayacak. Aşk bir aynadır; ruhunu gösterir. İnsanı Rabbine götürür, Allah’a ulaştırır. Kalp beyaz kaldıkça, temiz kaldıkça güçlüdür. Kalp, aşkla kalptir. Kalp, Allah için atınca, Allah için çalışınca güzeldir. Aşk, Allah ile olunca, kalp hû deyip Allah ile dolunca güzeldir. Aşk tek hece. Hû tek hece. He’nin iki gözü iki çeşme… Aşk sahibini arıyor, kalp Rabbini arıyor. Aşk, Allah ile olunca daire tamamlanıyor. Hû diyelim, hû deyip aşka erelim. Allah ve aşkın sırrına erelim. Fanilerden geçelim. Geçelim de geçmesi kolay mı? Gücünü kalpten alan her hareket, engelleri aşmaya hazırdır. Allah, ‘Allah’ diyen kulunu bırakır mı? Allah, ‘Allah’ diyen kalbi unutur mu? Yeter ki o kalp Allah’ı unutmasın… Aşkın kalbimizdeki, hayatımızdaki macerası çok çetin, çok virajlı. Sert kayalara başımızı çarpmadan, sert yamaçlardan aşağı uçmadan, kılavuzsuz yol almayalım bu yollarda. Bir başımıza kalmayalım, kurda kuşa yem olmayalım. Baştanbaşa rahmetin kuşatma alanı içindedir kâinat. O sevgiyle doludur, o muhabbetle doludur. İşte aşk budur. Fuzûlî, “Aşk imiş her ne var âlemde.” sözünü boşuna dememiş. *** İlahi şevkten ve neş’eden nasipsiz olan kalpler, ne derlerse desinler, bu duyguya aşk demesinler. Aşkın adını kirletmesinler. Kalbin rengi gibi, aşk da bembeyaz kalsın. Meydan gerçek aşkın sahiplerine kalsın. Dünyaya yeni bir can ve ruh bağışlansın. Fidanlara su gelsin, hayat bağışlansın. Aşk ile hayat yeniden başlasın. Hû deyip aşka erelim. Hû deyip aşkın gerçeğine erelim. Allah diyelim... Aşk o kadar güçlü ki, sahteleri bile gerçeğinin gölgesine sığınmadan, adından söz etmeden yola çıkmıyor. Olsun… Taklit de olsa, taklitler asıllarını yaşatır. Bütün sahte aşklar, ilahî aşkı hatırlatır, o kadar… Aşkın, sevginin hasını yaşayanlardan bir hatıra: Hz. Aişe annemiz, Peygamber Efendimiz’e (asm) bir gün: “Bana olan sevgini bir şeye benzet” dedi. Peygamber Aleyhisselam: “İpin düğümü gibi!” buyurdu. Bundan muradı, sağlam, güçlü ve güvenli demekti. Hz. Aişe, zaman zaman Peygamberimiz’e (asm) sorardı: “Düğüm ne halde?” Peygamber Efendimiz (asm) ona her defasında aynı cevabı verirdi: “Aynı durumda..” *** “Ey gül! Eşin, benzerin olmaz idi Ah, senin o dikenin olmasa idi” Ne diyelim, aşk da her hâliyle çekici ve cazip ama Allah ile olan hâli gerçek güzel, en güzel… 01.08.2010 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
Rusya’da serbest de, Türkiye’de niye yasak? |
Hiç düşündünüz mü? Ve düşünmeye değmez mi? Lenin, Stalin, Marks gibi çağdaş firavunların, nemrutların, şeddatların, komünizmin, sosyalizmin, ateizmin pençesinde 70 yıl inim inim inleyen Rusya’da başörtüsü serbest, Türkiye’de yasak! Rusya’da yöneticilerin çoğunluğu inançsız, ateist olduğu halde üniversite, okullar ve resmî kurumlarda serbest. Yüzde 99’u Müslüman ve idarecileri dindar olan Türkiye’de, evde ve sokak dışında her yerde başörtüsü yasak! 12 yaşından küçük çocukları Kur’ân kursuna göndermek yasak! Vs., vs. Şimdi şu ifadelere göz atar mısınız? Moskova metrosunda 35 yıl boyunca hep başörtüsü ile çalıştığını söyleyen mühendis Zeytuna Hudayberdiyeva, “Eğer inanıyorsanız ve başörtüyü takmak istiyorsanız, Rusya’da kimse size karışmaz. Elhamdülillah hiçbir zaman örtümden dolayı sorunlarla karşılaşmadım. Ve bu konuda kimse bana memnuniyetsizliğini ifade etmedi” dedi. Eşi Maksud ile birlikte hep Moskova’da yaşadığını aktaran Hudayberdiyeva, ülkede her zaman dinî vecibelerini rahatlıkla yerine getirdiklerini belirtti. Rusya Devlet Başkanı Dmitri Medvedev’in geçen yıl ziyaret ettiği bir ilkokulda başörtülü minik bir öğrenciyle poz vermesi, ülkede hoşgörünün ve özgürlüğün simgesi şeklinde basına yansımıştı.1 Bu haber karşısında: Utanmak mı gerekir! Çarpılmak mı gerekir! Terk-i diyar edip Rusya’ya yerleşmek mi gerekir! Yoksa neden bu böyle deyip kendimize gelmek, ona göre vaziyet almak mı gerekir! Son maddeyi tercih edeceğimize göre, soruyu tekrar edelim: Rusya’da serbest de, Türkiye’de niye yasak? Rusya’da tabular yıkıldı da, Türkiye’de neden ayakta, neden gönüllerdeler? Ve neden deccalizmin bekçiliğini dindarlara yaptırıyorlar? Yoksa “deccalizmin merkez üssü” Türkiye olduğundan mı? İslâmî literatürde deccal, yalan söyleyen, aldatan, karıştıran, din, iman, ahlâk namına bir şey bırakmayan, dinsizliği ilim, kanun, silâh, asker, devlet ve eğitim yoluyla icrâ eden, dindarlara işkence eden kişi anlamına gelir. Deccal’in ortaya çıkması kıyamet alâmetlerindendir. Bildiğiniz gibi, biri “insanlık“, diğeri de “İslâm âlemi“nde zuhur eden iki deccal var. Peygamberimiz (asm), “Otuz kadar yalancı Deccal çıkmadıkça Kıyamet kopmaz. Bunlardan her biri Allah’ın elçisi olduğunu zanneder”2 buyurur. İslam deccalı, dünya deccâlından daha dehşetlidir. Neden? Çünkü, dünya deccâlleri, bozulmuş, tahrif edilmiş, dolayısıyla hükümleri iptal edilen dinleri tahrip eder. Süfyan ise, hak dine, Kur’ân’a hücum edip, dini imanı yasaklar. İslâm ahlâkının esaslarını cebren ve hileyle kaldırır. Aldatarak, münafıkâne iş görür. “İslâmı, Müslümanları kurtaracağım” der, bütün hocaları aldatır, kendisine duâcı eder, yanına alır. Aldatamadıklarını etkisiz hâle getirir... Bediüzzaman Said Nursî der ki: “Ölmüş gitmiş, dünyadan ve hükümetten alakası kesilmiş bir adam hakkında otuz sene evvel bir hadis–i şerifin ihbariyle Kur’ân’a zararlı bir adam çıkacak demiştim.”3 Yine “Ben Hicaz’da da, Mekke’de de olsam, Türkiye’ye gelmek lâzımdı“ der. Bugün verilen kavgaların, mücadelelerin, tartışmaların yasakların temelinde deccâliyet vardır. Karşısında da Mehdiyyet! Ferâsetli mü’min, hadis-i şeriflerde haber verildiği gibi, “Deccalla siyasetle baş edilemez. Ancak, iman, Kur’ân nurlarıyla mukabele edilebilir“4 hakikatini anlar. Öyle ya, siz Marksizmi, komünizmi, sekülarizmi, ateizmi vs. siyasetin hangi malzemesi, hengi prensibi, hangi doneleri ile durdurabilirsiniz? Öyle ise, siyasetin oyalamaca-boyalamaca, cazibedar labirentlerinde vakit geçirmeden, iman-Kur’ân hakikatleriyle donanıp deccalizmle mücadele etmek gerekmektedir.
Dipnotlar: 1-Yeni Asya, 30.07.2010. 2-Tirmizi, Fiten 43, Ebu Dâvud, Melâhim 16. 3-Emirdağ Lahikası c. I, s. 278. 4-Tarihçe-i Hayat, YAN, s. 131. 01.08.2010 E-Posta: [email protected] [email protected] |
Yasemin GÜLEÇYÜZ |
|
Şefkat kahramanları (27) Nafiye Başyiğit (1908-3 Aralık 1999) |
Bediüzzaman Hazretlerinin Senirkentli talebeleri Tahsin ve Ali İhsan Tola’nın akrabalarındandır Nafiye Başyiğit. Ali İhsan Tola, Emine Tola, Hesna Bayhan ile birlikte Bediüzzaman Hazretlerini Çam Dağında ilk kez ziyaret etmiştir. Çam Dağındaki bu ziyaretin öyküsünü sonraları anlatan Sungur Ağabey, yolculuk hazırlıkları yapılmasına rağmen Üstadın “Misafirlerim gelecek!” diyerek Barla’ya hemen inmeyip beklediğini, bunun üzerine merak edip “Kim gelecek Üstadım?” diye sorduğunda “Akrabalarım gelecek!” cevabını verdiğini söyler.1 “Gele gele bizim İhsan ve birkaç yaşlı hanım geldi!” diye de ekler. İşte bu hanımlardan biridir Nafiye Başyiğit. Çam Dağındaki bu ilk ziyaretten sonra müteaddit defalar Üstada ziyaretlerini tekrarlamıştır. Şurası kesin bir gerçektir ki, Bediüzzaman Hazretleri her gelen ziyaretçiyi kabul etmez. Hatıralardan okuduğumuz kadarıyla uzak beldelerden gelip de kabul edilmediği için görüşemeyip geri dönen çok kişi vardır… Ne var ki, Tola ailesi Meşrûtiyet ilânı sonrası İstanbul’da Abdullah Nail Tola ile Şekercihan’da başlayıp, Denizli Mahkemesinde Hesna Şener’le ve Tahsin Tola ile devam eden silsilede her zaman Risâle-i Nur’un serbestçe neşri noktasında önemli bir yere sahiptir. Bediüzzaman Hazretleri belki de bu yüzden, Tola ailesine mensup olanların ziyaret taleplerini geri çevirmez!
Rısâle-ı Nurlarin resmen matbaalarda basilmasi Risâle-i Nur’un matbaalarda serbestçe basılmasına resmen izin verilmesine vesile olan Tahsin Tola’nın hizmetleri, Bediüzzaman Hazretlerinin nazarında çok kıymetlidir. Zaten Çam Dağı ziyareti bitiminde onları yağan yağmur eşliğinde uğurlayan Bediüzzaman, bu gerçeğe şöyle işaret eder: “İhsan ve ailesi meleklerin hıfzı altında! Ben bu yağmuru, onların ziyaretlerini tebrik ediyor gibi telâkki ediyordum. Sonra anladım ki, Dr. Tahsin Tola, Ankara’da çok çalışmış. Onun Ankara’daki hizmeti o kadar büyük ki; gökte melekler alkışlıyorlar! Bu yağmur onun hizmetini tebrik ediyor” der.
“Menzılı yakin!” Nafiye Başyiğit, Çam Dağı’nda Üstad Hazretlerini ilk ziyaretinde, eşi ile ilgili sıkıntılarını dile getirerek duâ ister. Eşi içki içmektedir. Cevap alamayınca, talebini tekrarlar. Yine cevap alamaz. Üçüncü kez eşinin içki içtiğini ve artık ibadetlerine müdahale etmeye başladığını belirtince, Bediüzzaman Hazretleri Ali İhsan Tola’ya yönelerek “Git ona tebliğ et! Menzili yakın!” der. Ali İhsan Tola, Üstadın hangi mânâda bu sözleri sarf ettiğini hemen anlar. Nafiye Hanım ise “Menzili yakın!” sözlerini, artık eşinin hidayete ereceği mânâsında yorumlar ve çok sevinir… Senirkent’e döndüklerinde Ali İhsan Tola, akrabası da olan Nafiye Hanımın eşi Abdullah Beyin yanına giderek Bediüzzaman Hazretlerinin sözlerini aktarır. “Hadi oradan. Sen de mi gittin ona talebe oldun!” karşılığını alır. Aldığı cevaptan tatmin olmayan Ali İhsan Tola, farklı zamanlarda üç kez bu ziyaretlerini tekrarlayarak içkiyi bırakmasını söyleyip namaza dâvet eder. Üstad Hazretlerinin sözlerini iletir.
Ali İhsan Tola’nın bu ziyaretlerinin biri akabinde eve gelen Abdullah Bey, aynı zamanda teyzesinin de kızı olan Nafiye Hanıma “Teyze kızı! Beni gidip Hocaya şikâyet mi ettin yoksa?” diye sorar. Nafiye Hanımın bakışlarından “Belli belli, beni şikâyet etmişsin!” deyince Nafiye Hanım da sevinerek “Ama bey, Üstad Hazretleri senin için ‘Menzili yakın!’ dedi. Hidayete erecek, düzeleceksin İnşâallah!” diye sevinçle karşılık verir.
Babam namaz kilmaya başladi… Nafiye Başyiğit, Saadet Tola’nın teyzesinin kızıdır. Handan Tola’nın desteği ile hatıralarına ulaşabildiğimiz kızı Süheyla Erdön Hanımın annesi ile ilgili aktardığı hatıraları dinleyelim: “Dokuz yaşındaydım. Annemle birlikte Üstadın Isparta’daki evine ziyaret maksadıyla gittik. Ev sahibesi Fitnat Hanım da yanımızdaydı. Merdivenlerden annemle birlikte biz çıkarken, Üstad Hazretleri de inmekteydi. Küçük sahanlıkta karşılaştık. Üzerinde geniş kollu siyah bir cübbesi, başında sarığı vardı. Çok zayıftı. Annem onunla selâmlaşarak, babamla ilgili şikâyetlerini, yine çok içki içtiğini söyledi. Üstad Hazretleri sırtımı sıvazlayarak bana duâ etti. Anneme dönüp hiç unutmadığım sert bir ses tonuyla ‘Onun menzili yakın!’ dedi. Annem sevindi… “Bu ziyaretten kısa bir zaman sonra, anneannem vefat etti, ardından 13 gün sonra 23 Nisan 1959’da babam vefat etti. O zaman İlkokul üçüncü sınıftaydım. Annem ard arda bu vefatlardan çok etkilendi. ‘Menzili yakın!’ deyince iyi olacak sanmıştım, meğerse ölümünü kast etmiş Üstad. Keşke şikâyet etmeseydim!’ diyerek günlerce ağladı… “Babam içki içerdi, ama bu halinden kendisi de memnun değildi. ‘Amca neden beni buna alıştırdın?’ diyerek sık sık ağlardı. Sevindiğim taraf rahmetli babamın ölümünden günler önce namaz kılmaya başlaması…” Tahmıdıye’yı oku! “Annemin midesi rahatsızdı. Sık sık hastalanır, çok ağrı çekerdi. Bediüzzaman Hazretlerini bir ziyaretinde bu sıkıntısını anlatıp, ameliyat olma durumunu aktarmış. Üstad Hazretleri ‘Ameliyat olma!’ diyerek, ona bir Cevşen hediye verip, ‘Tahmidiye’yi okumayı tavsiye etmiş. Midesinden ameliyat olmaya gerek kalmadı. Bununla ilgili hâlâ yakınlarının ibretle anlattığı bir de olay vardır: Nafiye Hanım, bir ara yine sıklaşan mide ağrıları yüzünden Ankara’ya ablasının yanına gider. Ablası Havva Tola, DP Isparta milletvekili Dr. Tahsin Tola’nın eşidir. Mide hastalıkları tedavisinde tanınmış bir doktora muâyene olur. Tahliller neticesi ameliyata karar verilir. Ablasının evinde ağır hasta olarak yattığı bir gün Havva Hanım, kardeşinin yattığı odadan gelen konuşma sesleri üzerine usulca kapıyı aralar, yanına gider. ‘Ne oldu?’ diye sorar. Nafiye Hanım, Üstad Hazretlerinin kendisini ziyarete geldiğini, duâ ettiğini ve yemesi için elma verdiğini anlatır. Ablası Havva Hanım ‘Elma sana dokunur, yemeseydin!‘ deyince, ‘Yedim abla’ diyen Nafiye Hanımın nefesi elma kokmaktadır… Bir dahaki doktor ziyaretindeki kontrollerde midesindeki yaranın tamamen iyileştiği ortaya çıkar. Ameliyata gerek kalmaz. Nafiye Hanımın yaşadığı bu olay ağır hastalığının etkisiyle yaşadığı psikolojisi ile ilgili bir hâl midir, yoksa âlem-i mânâda yaşanan bir hadise midir bilinmez… Gerçek şudur ki, Nafiye Hanım hayatı boyunca bir daha midesinden hiçbir rahatsızlık çekmez.
Adi gıbı… Nafiye Hanım adı gibi insanlara faydalı olmayı seven, hoşsohbet, girdiği ortamı neşesi ve güleryüzü ile aydınlatan bir kişiliktir. Hüzünlü bir yere gitse bile ortamı ferahlatacak şeyler söyleyerek sıkıntıyı dağıtır. Dargınları barıştırır. Hastaları ziyaret etmeyi ihmal etmez. Bu ziyaretlerinde “Üstad Hazretleri bana tavsiye etti. Size de faydası dokunur” diyerek hastalara Tahmidiye okur. Sadece Senirkent’e değil, Uluborlu gibi çevrelere de giderek hanımlar arasında Risâle-i Nur sohbetleri yapar. Çok güzel Kur’ân, mevlüt okur. Hanımları organize edici, toparlayıcı bir özelliği vardır. Bediüzzaman Hazretlerinin Isparta’da kirada kaldığı evin sahibesi Fitnat Hanımla da samimî dosttur. Eşinin vefatından sonra yaptığı duâlarda onu hiç unutmaz. “Ya Rabbi! Günahlarını affet!” diyerek kocası için duâ eder…
Kabul edılen duâ Kendisi için yaptığı, ağzından düşürmediği bir duâsı vardır: “Üç ayların birisine Cumaların sürüsüne Sela ile ezan arasına Ya Rabbi, emanetini öyle al!” Duâsı kabul edilir. Üç aylarda, Şaban ayının son Cuma günü, sela ile ezan arasındaki bir vakitte vefat eder….Mekânı Cennet olsun…
Dipnotlar: 1- Ali İhsan Tola’nın vefat yıldönümü münasebetiyle hazırlanmış, kendisini tanıyanların hatıralarından oluşan, “Ali İhsan Tola’nın Ardından (1927-2009)” isimli kitabın Mustafa Sungur tarafından yazılan “Önsöz” yazısı. 01.08.2010 E-Posta: [email protected] |
Hüseyin GÜLTEKİN |
|
Bu hâle nasıl geldik? |
Bildiklerimizden veya duyduklarımızdan ziyade; bizzat görerek veya bilfiil şahit olarak rastladığımız yaşanmakta olan gerçek olaylar veya hadiseler üzerimizde silinmez izler, derin etkiler bırakır. Kulaktan dolma, şayia nev’indeki haber ve havâdisler doğru da olsa, yüz yüze karşılaştığımız, gözümüzle gördüğümüz, kulaklarımızla dinlediğimiz olaylar kadar etkili olmadığı gibi inandırıcılığı da tartışılabilir. Toplumun içinde olduğumuz halde, çevremizdeki insanları ne derece tanıyoruz? Çevremizde olup bitenlerin ne kadarından haberdar olabiliyoruz? Tanımayı, ismini-cismini bilmekten ibaret olarak bildiğimiz, ondan ötesini fuzûlî bildiğimiz bu hâlimizdir ki, günümüz insanlarının çoğu içine kapanarak bencilleşti, çevresindeki insanlarla tanışıp, hemhâl olmayı lüzumsuz gördü. Bunun tabiî bir sonucu olarak kimse kimsenin derdini, sıkıntısını sormaz oldu. Hemen herkes, herkesin üzüntüsüne, gamına, kederine gözünü, kulağını kapatır oldu. Bazen doğrudan, bilerek değil; bizi derinden etkileyen, tevâfuken görüp, şahit olduğumuz herhangi bir olay veya canlı şahit, bizi bu gibi konuları dile getirmeye sevkediyor. Bu gibi durumlarda ancak kendi kendimize bir nefis muhasebesi yapma gereğini duyuyoruz maalesef. Uzunca bir zamandır, sabah namazını camide kılıp eve döndüğümde, oldukça yaşlı bir kadının hızlı adımlarla bir yerlere gittiğine sık sık rastlıyordum. Yaz-kış, kar fırtına demeden, bu ihtiyar kadının günün bu erken saatinde nereye gittiğini merak sâikiyle, “Teyzeciğim, hemen her gün bu saatte nereye gidiyorsun?” sualime bir anlık duraklamadan sonra tek kelimelik bir cevapla; “Çalışmaya...” dedi. “Niye böyle erkenden gidiyorsun? Nerede çalışıyorsun” suâlime: “Oğlum, çevre yolundaki pazarda çalışmaya gidiyorum... Biliyorsun, orası çok uzak. Böyle erkenden gitmesem, iş bulamam... Patron diyor ki, erkenden gel..” “Patron sana ne kadar para veriyor?” “Belli bir işim olmuyor, iş sahibi diyor ki: ‘Gelirsin, iş varsa yaparsın, sana yirmi lira veririm...’ Yoksa gittiğim gibi geri dönüyorum... Para da yok...” “Peki kimsen yok mu, bu yaşta her gün hemen hemen beş kilometrelik yolu yayan gidip geliyorsun. Zor olmuyor mu?” deyince de; “Evde bir tek kızım var... O da iki defa ameliyat oldu... Ona işte bu şekilde ben bakıyorum... Başka çarem yok... Mecburen çalışacağım... Bir de oğlum var, onun da kendisine faydası yok, bize nereden bakacak? Allah’a şükür çalışabiliyorum... Buna da şükür... Keşke hergün iş olsa da çalışsam...” Bu ihtiyare kadının içinde bulunduğu acıklı duruma rağmen, “Buna da şükür... Keşke her gün iş olsa da çalışsam...” şeklindeki sabır, şükür ve tevekkül dolu ifadelerinden alacağımız dersler olmalı diye düşünüyorum. Her türlü zorluğa, her çeşit nâmüsait şartlara rağmen, sabır ve şükrü elde bırakmadan, hayatın zorluklarına karşı ümidini kesmeden, moralini bozmadan azimle hayata tutunmanın gayreti içinde olan bu kadıncağızdan alacağımız çok dersler olmalı. Bu gibi çaresizlikler içindeki insanların durumunu, hâli vakti yerinde olan zenginlerimiz düşünüyorlar mı bilemiyorum. Gerisini, lüks bir hayat biçimini, şatafatlı bir yaşantıyı âdet haline getiren, çevrelerindeki nice fakir fukaranın varlığından habersiz olan dindar zenginlerimiz düşünsün... Dinî değerlerin aşınması, beraberinde bir nevî bencilliği ve nemelâzımcılığı getirmiş olmalı ki, bu gibi iç açıcı olmayan insan manzaralarıyla karşılaşıyoruz. Dünyevîleşmenin ve lüks bir yaşantının meftunu olmanın, beraberinde getirdiği bir nevî katı yürekliliktir ki, yanı başımızdaki çaresiz fakir ve fukarayı gözlerimiz görmüyor veya gördüğü halde duyarsız kalıyor. “Komşusu aç iken tok yatan bizden değildir” buyuran Peygamber Efendimizin (asm) bu uyarı ve ikazları doğrultusunda, yeniden bir durum değerlendirmesinin zarûreti aşikâre görünüyor hepimiz için. Yoksa bu gidişâtımız hiç de hayra alâmet görünmüyor. 01.08.2010 E-Posta: [email protected] |
Muzaffer KARAHİSAR |
|
Son anlar |
İnsan, kâinat içerisinde azametli, cirmi ve cismi büyük varlıklarla kıyaslayınca bir zerre gibi küçücük ve zayıf bir mahlûktur. Buna rağmen Allah’ın sevgili bir kulu, arzın halifesi, sultanı ve hayvanatın reisi ve kâinat içinde en mükemmel şekilde ve mu'cizelerle dolu yaratılmıştır. Bu yaratılışın neticesi, meyvesi ve gayesi olarak bakıldığı zaman insanın yaptığı ibadetler, zikirler, duaların önemini, kıymetini daha iyi anlayabiliyoruz. Bunun aksini düşünürsek; bu kadar değeri olan, itina ile yaratılmış ve binlerce nimetlerle donatılmış olan insanoğlu en önemli yapması gereken kulluk görevlerini yapmaz, sorumluluğunun gereğini yerine getirmezse ne kadar tezat teşkil edeceğini, ne kadar yanlış yapmış olacağını ve kıymetten düşeceğini iyiden iyiye düşünmek gerekir. Bu düşüncelerle her zaman ölüme, kabre, ahirete ve saadet-i ebediyeye hazırlanmak için rehberimiz, önderimiz sevgili Peygamberimiz (asm) tavsiyelerine uymamız biz aciz insanların ihtiyacıdır ve menfaatinedir. Devam edip giden hayat serüveni içerisinde, vefat eden arkadaşının ömrünün son dakikalarında birlikte olan ve ani vefatı üzerine üzüntülerini paylaştığımız bir insanın duygu yoğunluğunu, ölümle ilgili mülâhazalarını ve içinde bulunduğu çaresizliğin psikolojisini birlikte okumaya çalışalım: “Beraber oturup sohbet ettik. Sohbetimiz de her konu az çok yer aldı. Dünya kupası maçlarından, TV haberlerine, gönlük siyasete kadar, her konuda konuştuk. Bir ara baston konusu ile aralarında geçen tartışma ile ilgili Ali Bey’e dönerek yanlış yaptığını, kendisini haksız yere itham ettiğini yüksekçe bir ses tonuyla söyledi. Bu konuşmalarımızın içerisinde ölümle, ahiretle, ibadetle ilgili bir mevzu geçmedi. O, yarım saat sonra vefat edeceğini bilmediği gibi, benim de hiç aklımın ucundan geçmedi. Onun ölümü ile ilgili şok oldum. Beni çok sarstı, sapasağlam bir insandı. Benim yanımdan yatmak için ayrıldı ve aksayan ayağı ile yatak odasına doğru uzunca koridorda gözden kaybolup gitti.. Biraz sonra o tarafta hareketler, telâşlar ve koşuşturmalar oldu. Meğer o hareketlilik arkadaşım Âdem Bey içinmiş! Yarım saat önce sohbet ettiğimiz insan, vefat etmişti. Bir kuş gibi uçup gitmişti. Benimle vedalaşıp ayrılırken uykuya yatmak için değil, ebedî uyumak için gitmiş. Bu olay beni çok sarstı. Onun ölümü karşısında acizliğimi ve çaresizliğimi anladım. Sonra kendi kendime düşündüm, o ölen arkadaşımın yerinde ben de olabilirdim. İyi ki Cuma namazımı kılmaya başlamışım, diye aklıma geldi. Ama yetmeyeceğini de biliyorum. O arkadaşımla keşke Allahtan, onun emirlerinden ve Peygamberimizden (asm) sohbetler etmiş olsaydık. O anda bunlar benim aklıma gelen şeyler. Bir taraftan da zahmet çekmeden, başkasına muhtaç olmadan ani olarak gittiğine sevinirken; aniden gittiği yere hazırlık yapamadan, vedalaşmadan, helâllaşmadan bir anda uçup gitmesine de üzüldüm doğrusu! Bu tür bir ölümü bundan on iki sene önce yirmi sene mahkûmiyet aldığımda, bir kurtuluş yolu olarak çok istemiştim. O da bir çeşit çare gibi gelmişti bana. Başka bir yol olarak da dâvâ içinde akıl ve ruh sağlığımı mazeret göstermiştim. Bununla ilgili mahkeme beni akıl hastanesine, muayeneye göndermişti. Ben hayatta yalanı ve hileyi bilmediğim için bütün testlerde normal çıktım. Meselâ; kapıdan girerken yere çivili tahta koymuşlardı, üzerinden atladım. Başka bir hasta ile yememiz için önümüze iki tabak koydular. Birinde zeytin vardı, birinde de canlı böcekler. O arkadaş: Önce şu canlıları yiyelim kaçmasınlar, kaçırmayalım, dedi. Ben zeytinden yedim, böcek yenmez dedim. Böylece yirmi yıllık mahkûmiyetim kesinleşmiş oldu. Dört sene sonra aftan yararlanarak tahliye oldum. Hayatta boş yere kavgalar, husûmetler ettik. Gönül kırdık ve can incittik yok yere. Yalan dünyada ölümün gerçek yüzü her zaman, her vesilede kendini gösteriyor. Ağlamak, sızlamak, pişman olmanın, acımanın üzülmenin ötesinde bir şeyler yapmak lâzım. Arkadaşımın aniden vefatı benim dünyamı çok etkiledi. Ruhumda ve kalbimde fırtınalar, kasırgalar meydana getirdi. Çok fazla dini bilgim yok, ancak ölümün soğuk yüzü, ürpertici çehresi karşısında Allahın rahmetinden, şefkat ve merhametinden başka sığınılacak bir yer düşünemiyorum. Günahkâr da olsak, kusurlarımız çok da olsa.” İnsanın yaratılışının gayesini ve neticesini Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerimde açıkça bildirmiştir: “İnsanları ve Cinleri ancak bana ibadet etsinler diye yarattım.” 1 Ayrıca başka bir âyette: “Yedi gök ve yer, bir de bunlar içinde bulunanlar, Allah’ı tespih ederler. Hiçbir varlık yoktur ki, O’nu hamd ile tespih etmesin…” 2 Başka söze ne hacet…
Dipnot: 1- Zâriyat 56, 2- İsrâ 44. 01.08.2010 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Çocuksuz aileler ve kimsesiz çocuklar |
İsminin mahfuz kalmasını isteyen okuyucumuz: “Dokuz yıldır evliyim. Çocuğum yok. Çocuksuz ailelere müjde yok mu? Evlâtlık edinmek caiz mi?”
İnsanın yaratılışı tamamen beşer kudretinin dışında; Hâlık-ı Kerîm’in hilkatiyle ve Fâtır-ı Kadîr’in kudretiyle ve takdiriyle ilgili bir alandır. Cenâb-ı Hakk’ın takdir buyurduğu çocuk ana rahmine bir çekirdek olarak düşer, beslenir, gelişir, âzâsı teşekkül eder, ruh verilir; yani halk edilir. Bütün bu süreçlere bizim beşer olarak hiçbir müdahalemiz yoktur. Tamamen Allah’ın iradesi, ilmi ve emri esastır ve hâkimdir. Çocuğu olmayan anne-babaların, tedaviyi gerektiren bir problemleri varsa, tedavi olmaları meşrûdur. Gerekli sebeplere başvurmaktan çekinmemeliler ve Allah’tan ümit kesmemeliler. Bununla beraber, çocuğun tamamen Allah’ın takdirinde olduğunu unutmamalılar ve bunu hüzün ve keder konusu yapmamalılar. Çünkü çocuk, Hâlık-ı Zîşân verirse, emanet alınacak bir varlıktır. Ve hiç şüphesiz Allah’ın vermesinde de, vermemesinde de bir hayır ve hikmet bulunduğu akıldan uzak tutulmamalıdır. Bu konuda rehberimiz ve teselli kaynağımız şu âyettir: “Umulur ki, sizin hoşlanmadığınız bir tecellide sizin için hayır vardır. Allah bilir; siz bilmezsiniz.” 1 Çocuk, Allah’ın takdirinde ve hibesinde bulunduğuna ve bu meşîet ve takdirden-–istediğimiz biçimde tecelli etsin etmesin—hayır ummak bizim imanımızın gerektirdiği bir edep ve kulluğumuzun iktiza ettiği bir terbiye olduğuna göre; bu hayrın kendisi bizzat “müjde” kabul edilmelidir. Bediüzzaman’ın ifadesiyle hayır, Allah’ın tercih ettiği şeydedir. Allah’ın verdiğine de, vermediğine de “razı olmak” vesilesiyle, İlâhî rızaya nâil olmak İnşâallah mümkün olacaktır. Hiç şüphesiz her hayır, müjdeyi de kendi içinde barındırır. Evlâtlık meselesinde bizim tavsiyemiz: Kimsesiz çocuklarla ilgili kurumlarla iletişim kurarak, ya da kendi gözlemlerinizi ve inisiyatifinizi kullanarak; aileleri tarafından terk edilmiş, annesi/babası ölmüş, bakıma, şefkate ve ilgiye muhtaç, yetim, öksüz.. vs. gibi kimsesiz çocuklara ulaşabilirsiniz. Koruyucu ve yardımcı aile sıfatıyla böyle çocukları yanınıza almanız ve bir evlât hassasiyeti içinde her şeyini üstlenmeniz mümkündür. Bunda hayır ve sevap vardır. Sehl b. Sa’d es-Sâidî (ra) anlatmıştır: Resûlullah Efendimiz (asm) mübarek şehâdet parmağı ile orta parmağını biraz açarak işaret etti ve şöyle buyurdu: “Ben, yetimin her şeyine kefil olarak bakan kimse ile Cennette şöylece yan yanayız.” 2 Ebü’d-Derdâ Üveymir (ra) demiştir ki: Resûlullah Efendimiz’den (asm) şöyle söylerken işittim: “Beni zayıfların arasında arayınız. Siz ancak zayıflarınız sebebiyle yardım görüyorsunuz ve rızıklandırılıyorsunuz.” 3 Enes (ra) anlatmıştır: Peygamber Efendimiz (asm) parmaklarını bir araya toplayarak şöyle buyurdu: “Kim iki kız çocuğuna baliğ olasıya kadar yardım eder ve yetiştirirse, Kıyamet Günü ben ve o şöylece yan yana bulunuruz.” 4 Ancak böyle durumlarda çocuklardan gerçek anne ve babasını saklamak doğru değildir ve nehyedilmiştir. Peygamber Efendimiz (asm) kişiye babasından başkasına nesep iddiâ etmesinin yalan ve iftiranın büyüklerinden olduğunu beyan buyurmuştur. 5 Binâenaleyh: 1- Nesep iddiasında bulunmamak, 2- Ergenlik döneminden sonra mahremlik-namahremlik esaslarına riayet etmek, 3- Malına vâris bırakmak zorunda olmadığını, ancak imkânı olup da bir miktar mal verirse sadaka sevabı almış olacağını bilmek, 4- Önceliği ihtiyaç içindeki bakıma muhtaç ve kimsesiz çocuklara vermek şartıyla, koruyucu aile sıfatıyla çocuklara kucak açmak ve her şeyi ile bakımlarını üstlenmek meşrûdur, hayırdır, Allah’ın rızasına medardır
Dipnotlar: 1- Bakara Sûresi, 2/216. 2- Buhârî, 11/1838. 3- R. Sâlihîn, 272. 4- R. Sâlihîn, 267. 5- Buhârî, 9/1428. 01.08.2010 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
İdeal gazete için |
Fahrî yazarların gazete muhtevasına verdikleri katkının çok önemli ve değerli olduğunu geçen haftaki yazıda ifade etmiştik. Ama dışarıdan gelen yazıların çoğunlukla tefekkürî, edebî ve hissî ağırlıkta olduğu bir vâkıa. Haddizatında bir yönüyle bu bir avantaj. Bugün en önemli konu gibi görülüp hararetle konuşulurken, birkaç gün sonra öne çıkan yeni gündemlerle unutulan gelip geçici olaylar yerine, geçerliliğini hiçbir zaman kaybetmeyecek kalıcı konuları ele alan yazılar çok daha önemli. Ki, Üstad da birçok mektubunda, meraklarımızı güncel siyasetten ziyade, mükemmel bir nizamla yaratılan kâinatın işleyişindeki harikulâdeliklere yöneltip, onlardaki Esma-i Hüsna tecellîlerini okuyarak iman dersleri çıkarmamızı tavsiye ediyor. Ve kâinat kitabının sayfa ve satırlarında, çok daha meraka değer ve heyecan verici bilgiler bulunduğuna dikkatlerimizi çekiyor. Onun için, özellikle “Risale-i Nur’un matbuat âlemindeki sözcüsü” olma misyonuyla çıkan bir gazetede insanları düşünmeye sevk eden ilmî ve tefekkürî yazıların ağırlıkta olması icab ediyor. Ama ideal olan, bunların da güncel medya dili ve üslûbuyla kaleme alınması. Meselâ her biri bir Esma’ya dayanan farklı ilim dallarındaki gelişmelerin bir habercilik mantığıyla takip edilip, imanî tefekkür eksenli yorumlarla yansıtılması. Geçmişte zaman zaman bu maksatla İlim-Teknik sayfaları ihdas edildi. Ancak tam olarak bu amaca uygun bir muhteva ile hazırlanamadı ve ayrıca istikrarlı bir şekilde devam edemedi. Oysa uzay bilimlerinden meteoroloji, tıp, botanik, zooloji, jeoloji, coğrafyaya... kadar akla gelen ve gelmeyen sayısız bilim dalında, kapsadıkları alt disiplinlerle beraber, bu yaklaşımla yansıtılması gereken müthiş gelişmeler oluyor. Ve bunları yansıtma işi, genç kabiliyetleri bekliyor. Ama çalışma alanımız bunlarla da sınırlı değil. Üstadın Muhakemat’ta yaptığı tasnif çerçevesinde ilmü’s-sema ve ilmü’l-arz’ın yanında, bir de ilmü’l-beşer var ve insanı ilgilendiren bütün beşerî ilimler bu başlığın kapsamına dahil. Siyasî ve sosyal gelişmelerin yorumu da. Üstad da bu konuları iman ve ubudiyet bahislerinden ayrı tutmuyor; içtimaî ve siyasî gelişmeleri iman hizmetiyle irtibatları cihetiyle tahlil ediyor; siyasete dair bazı yorumlarında “Kur’ân, İslâmiyet, vatan ve millet namına” gibi tabirler kullanıyor; meselâ Cumhurbaşkanı ve Başbakana yazdığı bir mektupta ifade ettiği hakikatler için “Namaz tesbihatında ihtar edildi” diyordu. Dolayısıyla, onun siyasete istikamet ve şekil vermek üzere vurguladığı ölçü ve prensipleri yine iman hizmeti ekseninde yorumlamak lâzım. Yeni Asya’nın güncel gelişmeleri değerlendirirken yapmaya çalıştığı şey de bu: Şahıs ve olay eksenli, gelip geçici yorumlardan ziyade, prensipler temelinde kalıcı tahliller ortaya koymak. Tabiî, bunu yapmak kolay değil. Ve bu, her mizacın üstesinden gelebileceği bir iş de değil. Üstadın diğer bazı talebelerini uzak tuttuğu “gazete okuma” işini sadece Zübeyir Gündüzalp’e tevdî etmesi bu bağlamda çok manidar. Zira kavrama ve muhakeme kabiliyeti ile derin kültürü, ona, gereksiz detaylara takılmadan meselenin özünü hemen yakalama melekesini; sarsılmaz sadakati de, haricî faktör ve rüzgârlardan etkilenmeme dirayetini kazandırmıştı. Yalnızca Üstadın istediği bilgileri almak için baktığı gazetelerdeki diğer muhteva onu hiç ilgilendirmiyor; onlara takılıp gereksiz yere zaman kaybetmiyor ve moralini de bozmuyordu. Zübeyir Gündüzalp’in tatbikatına baktığımızda, aynı dikkat ve hassasiyeti onun da gösterdiğini; gazete ve yayın hizmetlerini, mizaç ve istidadı buna uygun olanlara tevdî edip, içe dönük veya kalbî tarafı ağır basanları, hizmetin fıtratlarına uygun diğer kısımlarına yönlendirdiğini, bunları birbirine karıştırmadan, işi bir bütünlük ve ahenk içinde birlikte götürdüğünü görürüz. Bu sistemi çok iyi özümsememiz gerekiyor. 01.08.2010 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
‘Duman’a hayır, ‘alkol’e evet mi? |
Türkiye’yi idare edenlerin ‘ödül’ almasına sebep olan başarılı bir kampanya yürütüldü. Bu kampanya ile ‘sigara’ya savaş açıldı ve Türkiye’nin genel anlamıyda ‘dumansız hava sahası’ olması büyük ölçüde temin edildi. Kampanyanın ilk aylarında bu hedefe ulaşılmasının kolay olmadığı düşünülüyordu, ama sigara içenler dahil bu ‘belâ’dan kurtulmak istediği için korkulan olmadı ve sigarasız mekânların sayısı arttı. Tek başına şehirler arası otobüslerde sigara içilmemesi bile Türkiye’yi memnun etmeye yetmişti. İlerleyen sürede yasak daha da yaygınlaştı ve ‘sigarasız hava’ kampanyası etkili oldu. Bu yasağın faydaları da görülmeye başlandı. Türkiye’yi idare edenlerin yaptığı açıklamalara bakılırsa, sigara kartelleri hariç herkes bu yasağı destekliyor. Sigaranın sebep olduğu hastalık sayısındaki azalma da bilhassa sağlık sektörünün yöneticilerini sevindiriyor. TBMM Sağlık, Aile, Çalışma ve Sosyal İşler Komisyonu Başkanı Prof. Dr. Cevdet Erdöl, sigara yasasının uygulamaya girmesinden sonra sadece İstanbul’da solunum yolu enfeksiyonu ve astım kriziyle ilgili olarak hastane acillerine başvuru sayısının önemli derecede azaldığını bildirmiş. (AA, 31 Temmuz 2010) Hasta sayısındaki azalma ilâç maliyetlerine de olumlu yönde katkı yapmış. Prof. Dr. Erdöl, “Kazanılan ilâç maliyeti Türkiye genelinde 96 milyon liradır. Dumansız hava sahası bir yılda mâlî kayıplarımızı durdurmuş ve sağlığımızı da korumuştur” demiş. Bu tabloyu alkışlayalım, ama hemen arkasından da soralım: Sigaraya karşı haklı olarak devam ettirilen bu kampanyalar, aynı şekilde niçin ‘alkollü içkiler için’ de yapılmıyor? Sigaraya savaş açan bir anlayışın, daha zararlı olduğu ilmen ve tıbben bilinen ‘alkollü içkiler’i görmezden gelmesi kabul edilebilir mi? Hemen her gün alkollü içkilerin reklâmları ‘tam sayfa’ olarak gazetelerde yer almayı sürdürüyor. Neredeyse her hafta bu konuyu gündeme taşıyoruz, ama sigaraya savaş açan ‘yöneticiler’ bile bu çağrıları duymuyor! Tekrar soruyor ve cevap bekliyoruz: Ya ‘alkollü içkiler’in faydalı olduğunu dünyaya ilân edin, ya da lütfen gazetelerde yer alan reklâmları engelleyin! Bu yapılan apaçık vurdumduymazlıktır. Hani, aylar önce yönetmelikler değişmişti ve artık alkollü içkilerin reklâmları yapılamayacaktı? Bu konuda haberler yayınlandıkça, alkollü içki üretenler ‘inadına’ tam sayfa reklâmlarla kamuoyunu yanıltıyor, insanları ‘sarhoş’ olmaya çağırıyor. Bir de reklâmlarda yazdıkları ‘not’larla kamuoyu ile dalga geçmezler mi? “Kararında içiniz!” diyorlar. Yahu, ‘zehir’in kararı olur mu? Hangi alkollü içki müptelâsı bu ‘karar’ı tutturabilir ki? Sigaraya karşı mücadele verenlerin, sıra alkollü içkiye geldiğinde geri durmasını, bu tehlikeyi yok saymasını cidden anlamakta zorlanıyoruz. Nasıl ki sigaraya karşı yürütülen mücadele millet nezdinde kabul ve tasdik edildi, aynı kabul ve destek alkollü içkilere karşı yürütülecek mücadele için de verilir.Lütfen, hem kendinizi hem de milleti yanıltmayın. Yarından tezi yok, alkollü içki reklâmlarına son verin, son verdirin! 01.08.2010 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
“E-muhtıra” muamması… (1) |
Türkiye’de “teşebbüs”te kalan “darbe günlükleri” ve “muhtıralar”a hukukî süreç başlatıldığı ve yargılanmalarının devam ettiği süreçte, “plân” safhasını aşan, düşünceden fiiliyata dökülen darbeler ve muhtıralar ne garip ki operasyon kapsamına alınmıyor. Darbeye ortam hazırlama ve muhtıra hazırlıkları hesâba çekilirken, son dönemde demokrasiyi katleden ve fiilen dayatılan darbeler ve muhtıralar bir türlü soruşturulmuyor, hesâba çekilmiyor. “27 Nisan 2007 e-muhtırası” da bunlardan biri… İşin aslına bakılırsa, mevzubahis muhtıranın ertesi günü, muhtırayı bizzat kaleme aldığını söyleyen Genelkurmay Başkanı Büyükanıt’la görüşen dönemin Millî Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik, üç yıl sonra AKP Genel Başkan Yardımcısı olarak bu görüşmenin ayrıntılarını anlatmıştı. “2 saat 10 dakika oturduk, konuştuk; bol çaylı, kahveli, ikramlı bir görüşme oldu. Ben iddiaların ne kadar mesnetsiz, gerçekten uzak olduğunu anlattım. Netice itibarıyla sitemimi ilettim” diyen Çelik, Büyükanıt’ın defalarca, “Bunun neresi muhtıra, sadece hassasiyetlerimizi ortaya koyduk, farklı noktalara çekiliyor” dediğini aktardıktan sonra, “Ama biz hükümet olarak bildiriyi muhtıra olarak algıladık, ona göre cevap verdik; hükümet bunu sineye çekseydi, bildiri muhtıra olarak kalmaya devam ederdi” yorumunu yapmıştı. (Ömer Şahin, Kanal A, 11.3.2010)
“MUVAZAALI MUHTIRA” MI? Ardından AKP’li Ömer Çelik’in “kese kâğıdına çevirdik” dediği “muhtıra” ya da “bildiri”, 22 Temmuz 2007 seçimlerinde AKP tarafından seçim meydanlarında halka karşı bol bol istimal edilmiş; Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, açık açık “e-bildiri’nin seçimlerde kendilerine en az yüzde 10-15 oy kazandırdığını” söylemişti… Peşinden sözkonusu “muhtıra”yı veren emekli paşaya hükûmetçe “üstün hizmet madalyası” takılmış ve bir trilyon iki yüz milyarlık zırhlı araba tahsis edilmişti… Keza Başbakan Erdoğan’ın muhtıradan bir hafta sonra 4 Mayıs’ta Dolmabahçe Sarayı’nda Büyükanıt’la başbaşa bir buçuk saatlik görüşmesinin bir “sır” olarak kalması; muhtevasına dair soruları, “Benimle birlikte mezara kadar gidecek” cümlesiyle geçiştirmesi, “Anayasa değişiklikleri” görüşmelerinde Meclis’te hararetli bir şekilde gündeme gelmişti… Kısacası AKP iktidarı, “bildiri”yi “muhtıra” olarak lanse edip, buna karşı “Şapkamızı alıp gitmedik!” benzeri saptırıcı politik propagandalarla siyasî ranta çevirip halktan oy devşirmişti. Ne var ki en son Anamuhalefet Genel Başkanı Kılıçdaroğlu’nun, “Bir komutan çıkıp, e-muhtırayı koyuyor, ‘Bunu ben yazdım’ diyor. Bu yasalara göre suç. Siz bu komutanla kanka oluyor, gizli görüşüyorsunuz. Ne devletin arşivlerinde ne de başka bir yerde görüşmeye dair tutanaklar yok. O e-muhtıra AKP’nin tekrar iktidara gelmesi için konulmuştur. Erdoğan’la Büyükanıt işbirliği yapmıştır” sözleri üzerine, vaziyet değişti; yeniden “e-bildiri’ ‘e-muhtıra” polemiği nüksetti. Mesele “zırhlı araç” atışmasından kapalı kapılar arkasındaki “Dolmabahçe görüşmesi”iyle “darbecilerlerle sırdaş ve kanka olma” ve “muvazaalı uyduruk muhtıra”dan “siyaseten yararlanma işbirliği” tartışmasına döndü…
EHLİ KUBÛR BUNA DA GÜLER… Ancak muhalefetten gelen, “27 Nisan emuhtırası, AKP iktidarının devam etmesi amacıyla hazırlandığı, dönemin Genelkurmay Başkanı ile Başbakan’ın işbirliği yaptığı” ve “sır” olarak kalan gizli “Dolmabahçe görüşmesi”ne atfedilen iddialarla, iktidardan verilen cevaplar, istifhamları gideremediği gibi, daha da arttırmakta. AKP’nin başta “muhtıra” olarak lanse ettiği 27 Nisan muhtırasını soruşturmaya yanaşmaması, sorulara sorular katmakta… “Pes doğrusu, bu iddiaya ehli kubur yani ölüler bile güler” sözleriyle karşılık veren Çelik’in, daha önce “bildiriyi muhtıra olarak algıladık” sözlerinin aksine, bu kez “Genelkurmay eski Başkanı verdiği muhtıranın arkasında durmamış; bunun için hakkında bir soruşturma açmaya gerek görülmemiştir” savunmasındaki tenâkuz, beraberinde birçok soru işâretini getirmekte. Bu mantıkla, darbe yapanlar, darbe teşebbüsünde bulunanlar, darbe muhtırası hazırlayan cuntalar ve darbeciler, “darbelerinin ya da darbe hazırlıklarının arkasında durmamaları” durumunda, haklarında herhangi bir soruşturma ve kovuşturma açılmayacağı, çarpıklığına yol açmakta. Özetle önce “Bu bir muhtıradır, AKP muhtıraya mâruz kaldı” diyen iktidar partisi sözcülerinin, gelinen noktada aynen emekli paşa gibi “sâdece TSK’nin laiklik konusundaki hassasiyetlerini kamuoyuna bildiren bir bildiri” olarak görmeleri, geceyarısı tek başına kaleme alınıp Genelkurmay’ın sitesine verilen bu “e-bildiri”nin “amacı” hakkında ciddî şüpheler uyandırmakta. Gerçekten, Başbakan’la birlikte “mezara kadar gidecek olan” ne? Büyükanıt, kamuoyunca bilinmeyen görüşmeye dair iddiaları “tekzip” ediyor, peki neden “gizli görüşme”de neyin konuşulduğunu Erdoğan gibi bir türlü açıklamıyor? Sonra ikili görüşmede bulunmayan AKP sözcüleri, bulunmadıkları bir görüşmesinin nesini tekzip ediyorlar? “Gizli görüşme”nin olmadığını mı?! Muammanın aydınlanması için bütün bu soruların doğru dürüst cevaplanması gerekiyor. Yoksa ehli kubûrun güleceği sathî “cevaplar”, gülünç kalmakta… 01.08.2010 E-Posta: [email protected] |