06 Temmuz 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Muzaffer KARAHİSAR

Ülfetsiz bir nebze tefekkür


A+ | A-

Her gün gördüğümüz, üzerinde düşünmeden bakıp geçtiğimiz ayrıntıları, mükemmellikleri ve güzellikleri üstünkörü, sathî bir nazarla geçiştiririz. Kâinatta her şey, her varlık bir sistem içerisinde son derece sanatlı, estetik ve büyüleyici bir güzelliğe sahip olarak yaratılmış olduğu gibi, her an üzerinde tasarruflar, süreklilikler, değişikliklerle itina ile devam edip gidiyor. Her zerresi sonsuz hikmetlerle, rahmetlerle donatılmış bu âlemdeki hakikatleri insanlar ülfet ve ünsiyet perdesi ile görüp fark edemediği için, Kur’ân-ı Kerim insanları devamlı okumaya, düşünmeye, akıl etmeye ve tefekkür etmeye çağırıyor.

Her gün etrafımızda olup da dünya meşgalesi, ihtiyaçlar, hırslar, umursamazlıklar, vurdumduymazlıklar ve tembellikler nedeniyle fark edemediğimiz güzellikleri düşünürken, çalıştığım iş yerinde gördüğüm bir durumu hatırladım. Her sabah mutad olarak katlarda dolaşılır, her meslek sahibi kendi branşı ile ilgili yaşlı insanlara hizmet götürür. Doktor, hemşire, fizyoterapistten teknisyene, temizlikçilere ve bakıcılara kadar herkes katlarda görüşmeler, konuşmalar, hizmetler ve çalışmalar yaparlar. Üçüncü katta en sondan bir önceki odada kalan yaşlı, zayıf, küçük yapılı, gözleri görmeyen, ihlâslı, mütevazi ve mübarek bir Kezban Teyze var. Onun ilmi, okumuşluğu ve fazlaca dinî bilgisi de yok. Ancak o her sabah ezanlar okunurken kalkar, eline tespihini alır yaklaşık dört-beş saat kendine edinmiş olduğu virdleri usanmadan, yorulmadan söyler. (Sübhanallah, Elhamdülillah, Allahüekber, estağfirullah, Kelime-i tevhid, Kelime-i şahadet, salâvatlar, duâlar, vb.) İlk günlerde onun bu gayreti, ihlâsı ve sebatı tüm insanları etkiledi, hayrette bıraktı. Herkese ibret oldu, belki de örnek bir davranış olarak insanları ibadete teşvik etti. Üzerinden uzun zaman geçti. Aynı gayrette zikirlerine devam eden Kezban Teyze. Ancak ilk günde Kezban Teyzeyi görüp hayran olan, iltifatlar eden insanlar onu neredeyse görmeyecekleri kadar ülfet ve ünsiyetle sıradan, normal bir davranış gibi, zaman içerisinde algılamaları ve intibaları değişti. Kezban Teyze de zaten Allah’tan başka birileri görsün, duysun, bilsin ve iltifat etsin diye duâ ve zikir etmiyor. Kalbini, ruhunu ve bütün duygularını manevi gıda ile doyurup her şeyi, sevgiyi, muhabbeti ve marifeti Cenâb-ı Allah’tan bekliyor. Bunun gibi “Hiçbir şey yoktur ki O’nu övüp O’nu tesbih etmesin”1 âyetiyle bizlere bildirilen mevcudatın ve mahlûkatın zikirlerini, tespihlerini gözden, gönülden uzak tutup unutuyoruz.

Bir arkadaşıma oturduğumuz yüksekçe bir yerden, kıpkırmızı renkleriyle büyükçe bir tarlayı tamamen kaplamış gelincik çiçeklerini gösterdim. O tarafa defalarca baktığı halde rengiyle, desenleriyle ve güzel bir halı gibi tarlayı kaplamış çiçekleri fark etmediği söyledi. Ben de bu siyah topraktan bu tarlayı renkleriyle örtmüş çiçekleri fark etmediğimiz gibi, gözümüzün önünde olup da gaflet ve dalgınla bakıp da göremediğimiz nice güzelliklerin olduğunu hatırlattım. Her şeye mânâ-yı ismiyle değil, mânâ-yı harfi ile yani Allah namına nazar etmek gerektiğini; O’nun sanatı, icadı, yaratması, rahmeti, hikmeti, O’nun isimlerinin yeryüzünde tecelli etmesi olarak mahlûkata ve mevcudata tefekkür ederek, bakarak hakikatleri anlamanın insanı yücelteceğini konuştuk. Risâle-i Nurlarda tarif edildiği gibi pencerelere bakmanın ötesinde pencerelerden bakarak, ülfet perdesini yırtarak kâinata, olaylara ve mevcudata bakılmasının önemi üzerinde durduk.

Milyarlarca seneden beri, her gün doğan güneş, üzerinde yaşadığımız dünyamızın hareketleri, baharın bin bir güzelliklerle “bir büyük vagon gibi, binler ayrı ayrı taamlarla (yiyeceklerle) doldurarak, kışta erzakı tükenen bîçare (çaresiz) zihayatlara (canlılara) getiren..,”2 ve her an varlığını ve önemini düşünmeden teneffüs ettiğimiz hava, su, hayat, sağlık nimetleri gibi, saymakla bitiremeyeceğimiz binlerce, sayısız güzelliklerin var oluşu, işlemesi, çalışması, üretmesi, çoğalması sistemli, nizamlı ve intizamlı şekillerde meydana gelmesini etrafımıza dikkatlice bakarak görüp yakalayabiliriz. Risâle-i Nurları okuyanlar gözlerdeki ülfet perdesini, sanki bir katarakt ameliyatı olmuş gibi yırtar atar. Sineğin gözünden, pirenin midesinden, bitkiden, hayvanlardan, insanlardan ta galaksilere, gezegenlere kadar uzanan tefekkür ufkunda Allah’ın varlığını, birliğini, kudretini, sanatını, eserlerini görmeyi, düşünmeyi ve ibret almanın lezzetini kalbilerinin derinliklerinde hissederler. Görünen ve görünmeyen her şeyin insanlar tarafından bakılıp, okunup, anlaşılması, düşünülüp ve tefekkür edilerek, eserlerine bakarak Allah’ın kudretini ve ilmini tanıyarak, O’na olan hayranlığımız, imanımız ve inancımız sayesinde hakiki kul olmamız ve eşref-i mahlûkat seviyesine terakki etmemiz gerekiyor.

Dipnot:

1. İsrâ Suresi, 44

2. Meyve Risâlesi, Altıncı Mesele

06.07.2010

E-Posta: [email protected]



Banu YAŞAR

İnsanı tüketen nedir?


A+ | A-

İnsan ne zaman yorulur? Ne zaman yaşamak yük olur? Elini bile kaldıracak dermanı olmadığı zamanlarda, neyi kaybeder yüreğinde, ne eksilir, nedir onu terk edip giden?

Bazen kendimizi öyle güçsüz, öyle takatsiz hissederiz ki, içimizde eskiden olup da, şimdi olmayan, çekip giden şeyin ne olduğunu anlamaya çalışırız… Her sabah uyanmanın bile yüke dönüştüğü, bunalımlı ruh halinin üzerimize çöktüğü, hiç bir şeyin, bizi eskisi kadar heyecanlandırmadığı, depresyonun içimizi kapladığı zamanlarda sorup dururuz kendimize, ‘niye böyleyim’ diye… Beni terk edip giden neydi? Bu davetsiz ve sevimsiz misafir de kim? Nereye gitti enerjim, coşkum ve sevincim… Neden eskisi kadar mutlu olamıyorum… Ya sebepsiz mutluluklarım… Onlar nereye gitti?

Yaşama sevinci, her ne kadar yaşadığımız olaylardan ve başımıza gelenlerden etkilense de, aslında kendi içimizde ürettiğimiz bir enerjidir. Bu ise, çoğu zaman hayata bakış açımız, olaylara getirdiğimiz yorumlarımız ve olumsuz otomatik düşüncelerimizden etkilenir. Nereden ve hangi pencereden baktığımıza göre şekillenir. Düşüncelerimiz nasıl hissedeceğimizi ve duygulanacağımızı da belirler. Nasıl düşünürsek, sonuçta öyle de hissederiz…

Geçmişin tatsız olaylarının sürekli tekrarlanıp, beslenmesi insanın yüreğini daraltır. Gelecek kaygısı, sebeplere aşırı bağlanmak, olayları ve sonuçlarını elimizde tutma paniği insanın enerjisini tüketir. Yaşadığın anı, o an içinde bulunduğun durumu fark edememek, o anı yaşayamamak, bilicin hep geçmişte ya da gelecekte dolaşması kaybolan zamanların kahramanı yapar insanı…. Aşırı kaygı ve zihinsel kirlilik insanın yaşama aşkını ve enerjisini de alıp götürür yüreğinden… Ne zaman ki insan bu enerjiyi ve aşkı kaybeder, işte o zaman yorulur. Eli kolu kalkmaz olur. Hiçbir iş yapmasa da kendini yorgun ve tükenmiş hisseder. Zamanımızın depresyon ve kaygı çağı olarak nitelendirilmesi ve psikiyatrik hastalıklarının sayısındaki artış da çoğu zaman bu yüzdendir… İnsan yükünü bırakması gereken yerlerde hala sırtında taşıyorsa, hırslarının ruhunu ele geçirmesine izin veriyorsa, yüreğindeki enerjiyi heba etmiş olur. Bu enerji ise sürekli üretilen, yenilenen ve tazelenen bir şey değildir. Beslemen gerekir… Ona güzel sözler dinletmezsen, yaralarını şefkatle sarmazsan, hoyrat davranırsan ve haris yüreklerin yanında boş yere yorarsan, sana darılır, küser. Konuşmaz olur seninle… Bazen öyle susar ki, nefsinin sesini bile o zannetmeye başlarsın… Nefsinin hırslarını ve öfkesini haklı çıkarmaya çalışırsın… Elindekiler artık yetmez olur, hep eksik hissedersin, hep daha fazlasının hayallerini kurmaya başlarsın… Buna o kadar alışırsın ki, elindekiler kıymetsizmiş gibi görünmeye başlar, hepsini ve hatta daha fazlasını bile hak ettiğini düşünmeye başlarsın…

Ne zaman ki doğruyu kaçırır insan, yanlışı da fark edemez olur. Yanlış yerlerde ve öfkeli yüreklerde dolaşmak yaşama sevincini, yola devam etme aşkını da alır elinden… Yanlış yerlerde o kadar ararsın ki mutluluğu, bulmaya vaktin bile kalmaz… Boşa yere yüreğini yormaların gelir aklına… Sürekli şikâyet eden, huzursuzluğunu ve öfkesini büyüten, bunları çevresindekilere durmadan anlatarak, onların da enerjisini tüketen insanlardan yorgun yüreğin artık bunları duymak istemez… Güzel sesler duymak istersin, ümit veren insanları, halini halka şikâyet etmeyenleri, sıkıntılarıyla prim yapmaya çalışmayanları görmek istersin…

Olumsuz ve kötümser bakış açısına sahip olmak ya da seyretmek bile insanın ruhunu yorar, Rabbinle ilişkine, iletişimine zarar verir. Seni O’dan uzaklaştırır. Yüreğindeki O’na, hayata ve kadere olan sevgini incitir. İçindeki sükûneti bozar. Bu sebeple iyimser ve olumlu insanlarla görüşmek, onlarla sohbet etmek, yanlarında ve yakınlarında bulunmak, insanın gücünü artırır. Ne yaşamış olursa olsun, hayata tekrar tutunmasını, yeniden başlamasını sağlar… Ruhuna şifa olur…

06.07.2010

E-Posta: [email protected]



Ali FERŞADOĞLU

Nur hareketi bir çıkar grubu değildir


A+ | A-

Acaba Nur hareketi bir çıkar ve baskı grubu mudur? Ancak manevî baskı grubudur. Maddî çıkar ve siyasî baskı grubu değildir.

-Zira, Bediüzzaman Said Nursî, değil maddî çıkar peşinde koşmayı, “karşılığını vermeden hediye dahi”almamış, alınmamasını tavsiye etmiştir. Mektubat isimli eserinden 2. Mektubu okuyanlar bunu apaçık görür.

-“Bana bir hediye gönderdin; gayet ehemmiyetli bir kaidemi bozmak istersin. (…)‘Kardeşim ve biraderzadem olan Abdülmecid ve Abdurrahman’dan kabul etmediğim gibi senden de kabul etmem’” diyerek neden hediyeden dahi uzak durmak gerektiği hususundaki gerekçelerini açıklar.

-Ve onun tarihçe-i hayatı dahi buna şahiddir.

-Ayrıca Risâle-i Nur, siyaseti etkileme, iktidarı ele geçirme, madde peşinde koşma gibi bir çıkar ve baskı grubu oluşturmaz ve bunlara da şiddetle karşıdır.

-Risâle-i Nur ve ondan tam ders alan biz şakirtleri, değil dünya siyasetlerine, belki bütün dünyaya karşı da Risâle-i Nur’u âlet edemeyiz ve şimdiye kadar da etmemişiz. Biz ehl-i dünyanın dünyalarına karışmıyoruz. Bizden zarar tevehhüm etmek divaneliktir.

Evvelâ: Kur’ân bizi siyasetten men etmiş, ta ki elmas gibi hakikatleri, ehl-i dünyanın nazarında cam parçalarına inmesin.

-Saniyen: Şefkat, vicdan, hakikat bizi siyasetten men ediyor. Çünkü tokata müstehak dinsiz münafıklar onda iki ise, onlarla müteallik yedi sekiz masum biçare, çoluk çocuk, zayıf, hasta, ihtiyarlar var. Belâ ve musibet gelse, o sekiz masumlar o belaya düşecekler. Belki o iki münafık dinsiz, daha az zarar görecek. Onun için, siyaset yoluyla, idare ve âsâyişi ihlâl tarzında, neticenin husulü de meşkûk olduğu halde girmek, Risâle-i Nur’un mahiyetindeki şefkat, merhamet, hak, hakikat şakirtlerini men etmiş.1

-Ayrıca İhlâs Risâlesi’nde, “en büyük güç, siyasî iktidar, madde-para” olmadığını anlatır. Bu hususu ayrı bir alt başlıkta ele alacağız. Şimdi Nur hareketinin nasıl maddî çıkar grubu olmadığı hususunu işlemeyle devam edelim:

-*Nur mesleğinde evvela kendini muhatap alıp, nefsini terbiye etmek asıldır.2 Nefsini ıslah etmeyen başkasını ıslah edemez. Öyle ise nefsimizden başlamalıyız.3

-Halbuki, siyasî baskı grupları, başkalarını veya toplumu düzeltmeyi, ıslah etmeyi esas alır.

-*Nur mesleğinin esası ihlâs sırrına dayandığından4 îman ve Kur’ân hizmeti, maddî ve manevî hiçbir makama basamak yapılamaz.5 Zira, hedef dünyayı değil, ahireti kazanmaktır.6

-Bugünlerde benim yanıma müteaddit ayrı ayrı zatlar geldiler. Ben onları ahiret için zannettim. Halbuki ya ticaret veya işlerinde bir kesat ve muvaffakiyetsizlik olduğundan, bize ve Risâle-i Nur’a, muvaffakiyet için ve zarardan kurtulmak niyetiyle müracaat edip, dua ve istişare istediklerini anladım.

“Ben, bunlara ne edeyim ve ne diyeyim?” diye tahattur ettim. Birden ihtar edildi: “Ne sen divane ol ve ne de onları divanelikte bırakıp divanece konuşma. Çünkü yılanlar zehirine karşı tiryak tedarikiyle ve onları kaçırmasıyla meşgul ve vazifedar birtek adam, yılanlar içinde duran ve sineklerin ısırmasına maruz olan ve sinekleri kaçırmak için çok yardımcıları bulunan diğer bir adama, yılanların ısırmasını bırakıp, ona, sinekler ısırmamasına yardım için koşan divanedir ve onu çağıran dahi divanedir. O sohbet dahi divanece bir konuşmaktır.”

Evet, hadsiz hayat-ı uhreviyeye nispeten muvakkat ve fâni kısacık hayat-ı dünyeviyenin zararları, sineklerin ısırması gibidir. Hayat-ı ebediyenin zararları, ona nispeten yılanların ısırmasıdır.7

-*Zaman cemaat zamanıdır. Kuvvet, sevk ve idare lider, şahısların elinde değil; cemaatin, şahs-ı manevinindir. Risâle-i Nur mesleğinde keramete ve şahsa ehemmiyet verilmiyor.8

-Dolayısıyla Nurculukta din, dindarlık, keramet vs. bir baskı unsuru olarak kullanılmaz.

*Nur mesleğinde bütün himmet ve gücü Risaâle-i Nur’a ayrılmalı. Sözler’i kendi malı ve telifi gibi hissedip sahip çıkmak ve hayatının en önemli vazifesi onun neşir hizmeti bilmek.9

Bu prensip de dünyayı, siyasî iktidarı kazanmak değil, iman ve Kur’ân hakikatlerini yaygınlaştırmayı esas alır.

Dipnotlar: 1-Kastamonu Lâhikası, s. 186.; 2-Sözler, s. 11.; 3-Sözler, s. 243.; 4-Kastamonu Lâhikası, s. 183.; 5-Hizmet Rehberi, s. 86.; 6-Emirdağ Lâhikası, s.455.; 7-Kastamonu Lâhikası, YAN., s. 90.; 8-Emirdağ Lâhikası, s. 77.; 9-Mektubat, s. 329.

06.07.2010

E-Posta: [email protected] [email protected]



Hüseyin EREN

İzmir’den izler...


A+ | A-

Sıla-i rahim, sıla-i dost, sıla-i şevk, sıla-i irtibat için geçen hafta bir gün İzmir’deydim. Dolu dolu, neşve neşve geçen bir günde birbirimizin güzel hasletlerinden, neşriyat metotlarından, çalışma tarzından, organizasyon şeklinden istifade ettik. Konuşmanın yanında beraber yürüdük İzmir’in yollarında, caddelerinde Muharrem Okur ağabeyle, Şakir Argın’la.

İkisi de yıllarını neşriyat hizmetine vermiş; kitap, dergi, gazete, imsakiye, takvim vd… Muharrem ağabey 25 yıldır bu hizmet işiyle meşgul, keza Şakir tahminim 20 yıldır aynı uğraşı içerisinde. Bu iki isme üçüncü olarak Nevzat Girgenç’i eklemek durumundayız; çünkü yıllardır aynı kulvar üzerinde beraber yürüyorlar.

Tecrübeleri var, birikimleri var, elde ettikleri var, elde etmek istedikleri var, hedefleri var, hedef için gayretleri var. Zafer değil, seferdeler; bu yola çıkılır ve yürünür; zafer budur.

İzmir’in simgesi saat kulesinde buluştuk, Muharrem ağabeyle deniz seferine çıktık, gemi ile karşı kıyıya Karşıyaka’ya ulaştık. Serinleten rüzgâra, denizin dalgalarına karıştı neşriyatla ilgili anlattığı düşünceler, hatıralar. Tahminim Kastamonu’dan İbrahim Vapur ağabeyin, Samsun Alaçam’lı ismini hatırlayamadığım gencin ve diğer bütün ilçeler illerde yayın hizmetinde bulanların kulaklarında çınlamıştır anlattıkları. Kâh güldük, kâh hüzünlendik gelecek için müjde soluduk kıyı boyunca yürürken.

Birebir bu işle meşgul olanlar zaman zaman birbirlerinin mahallerine gitmeli, şekil ve tarzlarını yerinde görmeli bunun yanında bazen de müessesenin organizasyonuyla bir merkezde toplanıp görüş alış verişi yanında gençlere tecrübelerini aktarmalı, yayın dünyasının akış yönünü ilgili birimlere rapor olarak sunmalı düşüncesi etrafında döndük. Sivil ve sade toplantıların ileri aşamasında enstitü veya bir nevi okul gibi kurulacak bir birimle neşriyat elemanı, tecrübe ve teori ile beraber yetişmeli.

Kılcal damarlar canlı olmasa atardamar, toplardamar, kalp nasıl çalışır? Bu iş yolunda yolun tozunu yutmuşlar teşvik gördüğü nispette ve diğer damarlarla buluşturulduğu nispette hizmet vücudu sağlam ve diri olacaktır.

Öğle sonrasında Şakir beyle birkaç müşterisine uğradık, yolda fikirlerimizi paylaştık, karşılıklı motive olduk. Konuştuklarımız sır şeyler değil, neşriyatla meşgul olanların bildiği şeyler belki de, hani derler ya her yiğidin bir yoğurt yiyişi var, bazen de küçük farklılıklar o kadar büyük açılımlar yapar ki, aradığımız o küçük ama büyük nokta. İzmir Yeni Asya temsilciliği bu noktada epey ileri noktada; kökleşmenin yanında, kılcal damarlarıyla şehrin sarmaya, sarmalamaya çalışıyor.

Akşamında Pınarbaşı’nda Nur sohbetindeyiz, o sohbetler olmasa ne şevk duyarız ne de gayret edebiliriz. Bir nevi yakıt ikmali, bakım onarım, tazelenme, yenilenme bu ders saatleri. Bahçeli, küçük havuzlu müstakil mekânda dinlenen ders ayrı bir dinlendirici oluyor doğrusu. Yatsı namazını kılmakla bir günlük mesaimiz bitmiş oldu, bedenlerimiz yorulurken ruhlarımız dinlenmiş, kalplerimiz rahatlamıştı o bir günün sonunda. Sonu gelmez, günsüz günlere başka nasıl hazırlanır?

Gönül ister ki İzmir’in kordon boyunda yürüdüğümüz gibi Kastamonu yollarında, Edirne caddelerine, Alaçam mahallelerinde, Ankara ve İstanbul’un büyük iş merkezlerinde beraber yürüsek, hem şevklensek, hem neşelensek, hem tecrübe aktarsak birbirimize. Bu işe yeni başlamak isteyenlere örnek olması yanında yeni atılım ve açılımlara kapı aralamaz mı bu birliktelik? Kapıyı vurmuş olduk, elbet sesimizi duyan olur.

İzmir’den izler ve izlenimlerle ayrılırken adı geçen dostlar yanında, ilgilenen bütün dostlara teşekkürlerimi iletiyorum.

06.07.2010

E-Posta: [email protected]



Süleyman KÖSMENE

Sırat köprüsünden esenlikle geçmek


A+ | A-

Ömer Öçalan: “Sırat Köprüsü üzerinde durur musunuz? Sırat Köprüsü nedir? Nasıl bir köprüdür? Nasıl geçilir?”

Sırat Köprüsü, Cehennemin dehşetli alevleri üzerinde kurulmuş, ‘kıldan ince, kılıçtan keskin’ ifadeleriyle anlatılan, üzerinden geçenlerin mahşerde verilen hükme göre muamele göreceği, mahşerde cehenneme hükmedilenlerin buradan cehenneme düşeceği, cennete hükmedilenlerin ise buradan cennete uçacağı, peygamberlerin cennete varıncaya kadar, üzerinde, “Allahümme sellim, sellim!”1 (=Allah’ım kurtar, Allah’ım selamet ver!” diye ümmetleri için dua edeceği bir köprüdür. Buradan herkes geçecektir. Çünkü Cennetin yolu Sırat Köprüsünden geçer. Cennete giden de, Cehenneme düşen de bu köprüye uğrar. Bu köprüden geçerken günahkârlar ve kâfirler ayakları sürçerek dehşetli ateşe düşerler. Mü’minler ise amellerine göre belirli hızlarda bu tehlikeli köprüyü geçerler. Peygamber Efendimiz’in (asm) bildirdiğine göre bu köprüden ilk geçecek olanlar Peygamber Efendimiz (asm) ve ümmeti olacaktır. Sonra diğer ümmetler, salih amelleri çerçevesinde sırat köprüsünü sür’atle geçeceklerdir.2

Üstad Bedîüzzaman Hazretleri insanın bir yolcu olduğunu beyan eder ve “Sırat”ı yolculuğun zorunlu geçit yerlerinden birisi olarak zikreder. Bedîüzzaman, insanoğlunun, âlem-i ervahtan, rahm-ı maderden, sabâvetten, ihtiyarlıktan, dünyadan, kabirden, berzahtan, haşirden, Sırattan geçer bir uzun sefer-i imtihanda hiç durmadan yürüyen bir yolcu olduğunu kaydediyor.3

Bediüzzaman Hazretleri bir rüya-yı sadıkada Sırat Köprüsü üstünde Peygamber Efendimiz (asm) ile buluşmuş, ondan ilim istemiş; Peygamber Efendimiz (asm) de ona “Ümmetimden sual sormamak şartıyla sana ilm-i Kur’ân verilecektir.” Müjdesinde bulunmuştur.4 Bilahare bu ilm-i Kur’ân’ın, Risale-i Nur Külliyatı şeklinde ihsan edildiğini görmekteyiz.

Bu bağlamda şunu ifade etmek artık zor olmayacaktır: Risale-i Nur Külliyatı, Sırat Köprüsü üzerinde verilen sözün kendisinde gerçekliğe dönüştüğü; Sırat Köprüsünün rüzgârını üzerinde, ruhunu içinde, şiddetini davasında, ciddiyetini satırlarında taşıyan; kendisini okuyanın –Allah’ın izniyle- Sırat Köprüsünü hiç sıkıntısız geçeceği eser; başka bir ifadeyle Sırat Köprüsünün bu asırdaki habercisi; bir diğer ifadeyle -inşallah- Sırat Köprüsünde bu asır insanının en büyük gücü ve kuvveti olacaktır.

Bu durumda Sırat Köprüsü, üzerinde Bediüzzaman Hazretlerinin Peygamber Efendimiz (asm) ile ümmetin kurtuluşu için yine buluşacağı ve Peygamber Efendimiz’in (asm) de delaletiyle kendisine verilen ilm-i Kur’ân olan Risale-i Nur hakikatlerinin şefaatinde ümmetin son iki asır efradını kendi dehşetinden sahil-i selamete çıkaracağı zor bir geçittir.

Ashab-ı Kiram da Peygamber Efendimiz’i (asm) önce Sırat Köprüsü üzerinde bulacaklardır. Nitekim Hz. Enes (ra) anlatıyor: “(Bir gün), ey Allah’ın Resulü! Kıyamet günü bana şefaat edin!” dedim.

“İnşaallah yapacağım!” buyurdular. Ben tekrar: “Sizi nerede arayıp bulayım?” dedim.

“Beni ilk aradığın zaman Sırat Köprüsü üzerinde ara!” buyurdular.

“Size (orada) rastlayamazsam?” dedim.

“Mizan’ın yanında beni ara!” buyurdular.

“Orada da size rastlayamazsam?” dedim.

“Öyeyse beni havzın yanında ara! Zira ben üç mevkiin dışına çıkmam!” buyurdular.”5

*Hz. Aişe (ra) anlatıyor: “Ateşi hatırlayıp ağladım. Resulullah (asm):”Niye ağlıyorsun?” buyurdu.

“Ya Resulallah! Cehennemi hatırladım da onun için ağladım! Siz, kıyamet günü, ailenizi hatırlayacak mısınız?” dedim. Peygamber Efendimiz (asm):

“Üç yerde kimse kimseyi hatırlamaz: 1-Mizan yanında: Tartısı ağır mı geldi, hafif mi; öğreninceye kadar, 2-Sahifeler uçuştuğu zaman: Kendi defteri nereye düşecek, öğreninceye kadar: Sağına mı, soluna mı, yoksa arkasına mı? 3-Sıratın yanında: Sırat Cehennemin iki yakası ortasına kurulduğunda, bunu geçinceye kadar kimse kimseyi hatırlamaz.”6

Dipnotlar:

1 Buhârî, 2/450;

2 İbn-i Mâce, Zühd, 33;

3 Sözler, s. 35;

4 Tarihçe-i Hayat: 30;

5 Tirmizî, Kıyamet 10, (2435);

6 Ebu Davud, Sünen 28, (4755)

06.07.2010

E-Posta: [email protected]



Osman ZENGİN

Uludağ’da bir ulu piknik


A+ | A-

“Ulu“ kelimesi Türkçe’de; ”büyük,” Arapça karşılığı olarak da “kebir” mânâsında kullanılan bir kelimedir. Nitekim Araplara ulu camiyi tarif ederken, “cami-i kebir “ deriz.

Bundan birkaç ay önce, üstad Said Nursî Hazretlerinin vefat yıldönümü münasebetiyle, Bursa’mızın Ulu Camiinde bir mevlid okutmuştuk. Bayağı güzel, unutulmaz bir merasim olmuştu. Cemaatî irtibat, uhuvvet, muhabbet gibi sıfatlara medar ve sebeb olan bu gibi faaliyetlerin, yaz aylarındaki ismi pikniklerimiz oluyor.

Bundan bir hafta önce de, İzmit’li arkadaşlarımızın pikniğine iştirak etmiştik. Hemen onu takip eden haftada, Bursa Uludağ’da gerçekleştirdiğimiz piknik ise, gerçekten ulu bir piknik olmuştu. Cemaatimizin bu mezuniyet pikniklerinin zannedersem hem öncüsü, hem de büyüğü olan Uludağ pikniği çok güzel ve sürprizlerle geçti.

Her zaman olduğu gibi yine, görülmesi gereken manzaralara şahit olduk. Hararetli şekilde kucaklaşmalar, uzun zamandır birbirini görmeyen arkadaşların, neredeyse birbirini hatırlamakta zorlandıkları simalarıyla birbirine sarılmaları, enteresan manzaralar meydana getiriyordu. Üstad Hazretlerini gören Bursa’nın saff-ı evvel ağabeylerinden Ali Çakmak Ağabeyimiz ve bu mümasil mübarek zatların da iştirak ettiği piknikte, bizim davetimiz üzerine, İstanbul’dan kalkıp gelen Mısırlı ve Türkçe bilen, Muhammed, Amer ve Amr kardeşlerimizin orada bulunması ve Muhammed’in intibalarını ve Risâle-i Nurları nasıl tanıdığını anlatıp, üstadımız ve Risâle-i Nurlardan sitayişkârâne bahsetmesi, orada bulunanların dikkat ve merakla dinlediği şeyler oldu.

Tabiî, en büyük sürpriz de, mehter takımı konseri oldu. Arkadaşlarımız, hassaten de Mehmed hocamız sağ olsun, onun sayesinde herkese çok güzel bir mehter konseri dinlettiler. Heyecan ve meraklı gözlerle, çok kimsenin de kamera tesbitiyle, bazı gözlerin nemlenmesiyle, ecdadı hatırlatan bu manzara da, hafızalarda güzel bir yer bıraktı.

06.07.2010

E-Posta: [email protected]



Faruk ÇAKIR

Orası Kıbrıs, burası Türkiye


A+ | A-

Gündemden çıkarılmak istense de, kanunsuz başörtüsü yasağı bir şekilde gündemde kalmaya devam ediyor. Her defasında ifade etmeye çalıştığımız gibi, Türkiye’nin önünü tıkayıp ufkunu karartan bu yasak, bütün neticeleriyle sona ermeden gündemimizden kalkmayacak ve kalmamalı.

Yaşandığı halde kamuoyunun duymadığı pek çok mağduriyetler oluyor. Bunlardan biri de Prof. Dr. Erman Tuncer’in yaşadığı mağduriyet. Eşi ile katıldığı bir toplantıdan ‘resmen’ kovulmuş maalesef... Türkiye’de böyle mağduriyetler yaşanırken, hür dünyada tam aksi gelişmeler oluyor. İki misâlle bunu anlamaya çalışalım.

Önce ‘bura’dan bir görüntü: “Sayın Genelkurmay Başkanı, Birinci Ordu Komutanı iken Maslak’taki TİM açılışına İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı adına eşimle birlikte katılmıştım. Protokol gereği Sayın Başbuğ ve eşi ile yan yana oturmamız gerekiyordu. Sezen Aksu sahne almadan az önce İlker Paşa ve eşi salona teşrif ettiler. Ancak kendileri eşimin başörtüsünden dolayı bizimle birlikte oturmak istemediklerini bildirdiler. Bunun üzerine sonunda salondan kovulduk. Paşanın eşinin söylenmesini hayatım boyunca unutamayacağım. Mecburen salonu terk ettik. Bunun da tek sebebi vardı: O da TSK’nın yıpranmamasıydı. (...) Nihayetinde ortamı germemek ve basına malzeme vermemek ve bu insanları üzmemek adına biz salondan ayrıldık. İmza: Prof. Dr. Erman Tuncer” (Aktaran Sevilay Yükselir, Sabah, 4 Temmuz 2010)

İsterseniz şimdi de ‘ora’ya, yani Kıbrıs Rum Kesimi’nde yaşanan bir hadiseye bakalım. “Rumlar başörtüyü okulda serbest bıraktı.” başlıklı haber özetle şöyle: “Türkiye’de başörtüsü yasağı üniversitelerde hâlâ sürerken, Kıbrıs Rum Kesimi’nde bir ilkokul öğrencisinin okula başörtüsüyle gitmesine izin verildi. Gerekçe: Din özgürlüğü ve anayasanın verdiği haklar!

“Rum Alithia gazetesinin haberine göre, Avrupa’dan gelen bir ailenin çocuğunun, eğitim aldığı okula başörtüsüyle gitmesi ülkede tartışma başlattı. Rum ana muhalefet Demokratik Seferberlik Partisi (DİSİ) Milletvekili Kiriakos Haciyannis, söz konusu öğrencinin durumunu gündeme getirerek, hükümetin resmî politikası hakkında bilgi istedi.

“Rum Eğitim Bakanı Andreas Dimitriu ise bir açıklama yaparak, üniformalara okulların karar verdiğini, dinî inançların da anayasa tarafından koruma altına alındığını söyledi. Kıbrıs Rum yönetiminin dinî özgürlüğe saygı duyduğunu da belirten Dimitriu, bakanlığının bütün öğrencilerin insan haklarını korumakla yükümlü olduğunu, bu yüzden Haciyannis’e vereceği yanıtın, ‘dinî hoşgörünün tartışmaya açık olmadığı ve ebeveynlerin çocuklarını inançlarına göre yetiştirme haklarının ellerinden alınamayacağı’ şeklinde olacağını kaydetti.” (Taraf, 4 Temmuz 2010)

Avrupa Birliği’ne üye olan Kıbrıs Rum Kesimi’nde başörtüsü yasağı uygulanmazken, KKTC’de ve “Müslüman” Türkiye’de uygulanması nasıl izah edilecek? Hayır, hayır! Hiç kimse bu kanunsuz ve keyfî yasağı savunamaz. “Bura”sının, hürriyetler noktasında “ora”dan geri kalması kabul edilemez. Bu yasak inşallah sona erecek, ama bugün, ama yarın...

06.07.2010

E-Posta: [email protected]



Ahmet BATTAL

Fikir açıklama hürriyeti ve sınırları


A+ | A-

Sansür yayıncılık ile ilgilidir ve iki yönlüdür: -Birincisi fotoğrafların ve sinema filmlerinin sansürü. Bu husustaki sansür, özellikle çocukları muzır neşriyattan korumak gerekçesiyle, en liberal devlet adamlarınca dahi meşrû sayılır.

-İkincisi ise düşünce açıklamalarının sansürlenmesi yani bazı düşüncelerin sınırlanması ve muhteva yönünden yasaklanmasıdır.

-Ülkemizde, kitlesel fikir açıklama araçlarının kullanıldığı yaklaşık iki yüzelli yıldan bu yana, bu tür sansür hep var oldu.

-Eski Ceza Kanununun 141-142. maddeleri 1991 yılında kaldırıldı ve anarşizm ve komünizm propagandası serbest hale geldi. Aynı tarihte aynı kanunun 163. maddesi de kaldırıldı ve “şeriat devletinin propagandası” da serbest hale geldi.

-Hayli gecikerek de olsa Terörle Mücadele Kanununun 8. maddesindeki bölücü propaganda yapmak suçu da 2003 yılında tarihe karıştı.

-(Unutmayalım ki propaganda ve terör farklı kavramlar ve “terör suçu” bir “fikir suçu” değil, terör bir eylemin adı. Bu eylemi propaganda ile destekleyen, eyleme maddî ya da fikrî yardım ve yataklık eden ya da örgütü ve dolayısıyla eylemi planlayan da fikir suçu değil eylemli suç işliyor. Bunlar tüm dünyada ve ülkemizde cezalandırılıyor. Ceza çözüm oluyor mu, o ayrı mesele.).

-Böylece, artık, “devlet düşmanı” olmak da “laiklik düşmanı” olmak da “demokrasi düşmanı” olmak da “coğrafî birlik düşmanı” olmak da hukuken suç olmaktan çıkmış oldu.

-Yani bir vatandaş, bir kitap yazıp savcıları komünist olmaya davet etse ve hatta adlarına imzalayıp her savcıya birer tane gönderse, yapılacak hiç bir şey yok. Ya da bir diğeri “şeriat namına” diyerek savcıları “irşat etmeye” çıksa, fiilen rahatsız etmediği ya da fiziken tazyik etmediği sürece, yine savcının yapacağı bir şey yok. İster okur, irşat olur. İsterse okumaz bir kenara koyar.

-Peki, her türlü “fikir suçu” kanunlardan çıkarıldı da ne oldu? Fikir açıklamak tam serbest mi oldu?

-Maalesef hayır. Zira bu suçlar suç olmaktan çıkarılınca bazı “yurtsever” ve “kendi fikrini sever” savcılarımız, başka amaçlarla konulmuş olan kanun hükümlerini fikir açıklamalarını cezalandırmak için kullanmaya kalkar oldu.

-Fikir açıklamalarını cezalandırmak amacıyla ve kötüye kullanılan başlıca iki suç türü var: Suç işlemeyi övme suçu ve hakaret suçu.

-Suç işlemeyi övmek “… yapmak suçtur, (suç olmalıdır) ve bu suçu işlemek iyidir” mânâsına gelen bir fikir açıklamasıdır ve “muhatabı belirsiz” biçimde bir suça teşvik eylemi gibi olduğu için cezalandırılır. Yoksa bir eylemin suç olmaması gerektiğini, fikrî ve felsefî bir bakışla söylemek, elbette sadece bir görüş açıklamasıdır ve suç sayılmamalıdır.

-Ama maalesef, yakın geçmişte bazı savcılar, başörtüsü özgürlüğünü savunmayı bile suç işlemeyi övmek gibi göstermeye kalktılar.

Suç işlemeyi övmenin diğer bir biçimi, halk kitlelerini, din, sınıf, bölge ve mezhep ayrımı üzerinden birbirine karşı kışkırtmaktır ki bu da suça teşvik veya suça tahrik mânâsına geldiği için suç sayılmıştır. Ancak özellikle 28 şubat 1997 sonrasında savcılarımız bu konuda da oldukça mahir davranmış ve devlet yöneticilerini eleştirenleri de cezalandırmaya kalkmış, kısmen başarmıştı.

-Hakaret suçunun fikir açıklamalarında kötüye kullanılması ise daha ziyade 5816 sayılı “Atatürk’ün hatırasına hakaretten koruma kanunu” çerçevesinde ve yine genellikle olağanüstü dönemlerde olmuştur.

-Bu iki yaygın istisna dışında sıradan vatandaşı ilgilendiren bir fikir yasaklığı durumu yoktur. Ancak devlet memurları, üniversite mensupları, dernekler ve siyasî partiler, ya belli bir fikre tâbi olmak ve sahip çıkmak ya da meslekten atılmak ve kapatılmak tehdidiyle yaşama mecburiyeti altında tutulmaya devam etmektedirler.

-Özetle, fikir açıklama konusunda savcılar sıradan vatandaşa artık fazlaca müdahale edememektedir ama, sistem, devlet memurlarının ve sivil sayılabilecek örgütlenmelerin fikir açıklamalarını çeşitli yollarla ve araçlarla engellemeye şimdilik devam etmektedir.

-Bu dahi, sağlam toplum kurmak ve meşrû/meşrut devleti elde etmek için öncelikle özgür bireyden medet ummaya devam etmek gerektiğini göstermektedir.

06.07.2010

E-Posta: [email protected]



Cevher İLHAN

İsrail’in inisiyatifine bırakılmış…


A+ | A-

Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun, Brüksel’de İsrail Ticaret, Endüstri ve Çalışma Bakanı Ben-Eliezer ile kapalı kapılar ardında yaptığı “gizli görüşme”nin “taktik amaçlı, iç siyasete yönelik olduğu” eleştirilerine doğru dürüst bir cevap verilmezken, Ankara hâlâ Telaviv’in tavrını bekliyor.

Başbakan Erdoğan’ın son başbaşa görüşmesinden sonra İsrail Başbakanı Nenenyahu ile Obama görüşmesinin sonucu bekleniyor. Erdoğan’a İsrail’le ilişkilerde rahatsızlığını ileten ve İsrail’i ikaz konusunda hiçbir teminat vermeyen Obama’nın İsrail hükûmetine “telkini”nin neticesi gözleniyor…

Gerçi, aralarında tek Müslüman Başbakan olarak Erdoğan’a “Yahudi cesâret ödülü” veren ADL’nin yanısıra AIPAC ve B’nai B’rith gibi bazı Yahudi kuruluşları, Başbakan’ın ABD’ye gönderdiği heyetin görüşme talebini reddettiler. Ancak Amerikan Yahudi Komitesi ile görüşen heyette bulunan Meclis Dışilişkiler Komisyonu Başkanı Murat Mercan’ın, “İsrail, Türkiye ile ilişkilerde kendi tercihini yapacaktır” sözü, Ankara’nın Telaviv’in kararını beklediğinin ikrarı.

İstanbul Aşkenaz Cemaati Hahamı Rav Mendy Chitrik, Nobel Ödüllü yazar Elie Wiesel, Habad Uluslararası Başkanı Rav Avraham Shemtov’la, Haham Menahem M. Schneerson için Washington DC’de düzenlenen anma töreni sonrasında bir araya gelen AKP’li Mercan, Obama-Netenyahu görüşmesine dikkat çekip, hükûmetin meseleyi tâkip ettiğini söylüyor.

Gelinen noktada, İsrail’in tutumuna göre, Mavi Marmara baskını sonrası kamuouyunun TBMM’de bütün partilerin imzasıyla yayınladığı ve milletin ortak irâdesinin ifâdesi olan “bildiri”deki tedbirlerin “peyderpey uygulanacağını” belirtiyor…

OBAMA-NETENYAHU GÖRÜŞMESİ…

Lâkin, Ankara’nın lâfta kalan ve hiçbir yaptırımı olmayan “kuru kınamaları”na karşı tıpkı Yahudi lobisi gibi “kaygıları”nı ileten Obama’nın, Netenyahu’yu, Türkiye’nin taleplerine “ikna” edeceği şüpheli…

Zira İsrail yönetimi, “özür dilemek, tazminat ödemek, BM’nin uluslarararası komisyonunun kabul edip saldırının sorumlularını yargılamak ve cezâlandırmak” bir yana, baştan beri Türkiye’yi suçluyor. “Özür dilemek” bir tarafa, saldırıya sahip çıkıyor; saldırganları “kahraman” ilân edip ödüllendiriyor.

Netenyahu’nun Obama ile görüşmesi öncesi, İsril Dışişleri Bakanı Lieberman’ın, “Özür dileme’ talebini yerine getiremeyiz; gerçeklere aykırı olur” cümlesi, bu bakımdan ilginç.

Dahası, İsrail, traş köpüğü gibi göstermelik bir-iki kalemde “ambargoyu hafiflettiği” propagandası perdesinde Gazze’ye ablukayı bütün amansızlığıyla devam ettiririyor. Başta Mavi Marmara olmak üzere el koyduğu gemilerden hiçbirini iâde etmiş değil…

Bu sebeple Obama-Netenyahu buluşmasından birşey çıkmayacağı peşinen biliniyor. Her ne kadar Mercan ve iktidar partisi sözcüleri, “Türkiye-Amerikan ilişkilerini sâdece bir olaya bağlamak ve İsrail’le ilişkilere indirgemek mümkün değil” deseler de, Amerikan yönetiminin İsrail’den dolayı “tavırlı” olduğu açıkça belirtiliyor. 1 Mart tezkeresinin Meclis’te reddedilmesi sonrası AKP iktidarında ABD ile işbirliğinin tamgaz sürdüğü misâlini verseler de, bu defa durumun farklı olduğu, Mercan’ın “Görüştüğümüz Amerikan Kongresi üyeleri ve lobiler Türkiye ile ilgili belli bazı endişeler taşıyorlar” tesbiti, bunun itirafı…

Aslında ABD ile ilişkilerin akıbeti mâlum. Bush’tan bu yana Beyaz Saray’ın PKK terör örgütünü “düşman!” olarak duyurup “ortak mücadele” tahhüdüne rağmen, şimdiye kadar terörün tasfiyesi için tek bir terörist elebaşının teslim edilmemesi ve en iddialı olan başlık olan “anlık istihbarat paylaşımı”na rağmen toplu terörist sızmalarla yaşanan karakol ve askerî birliklere yapılan baskınlarla, vaziyet ortada. Ve hâlâ AKP hükûmeti gönderdiği heyetle “ABD’nin kaygılarını giderme”ye çalışıyor.

HÂLÂ “TELAVİV’İN TAVRI” BEKLENİYOR…

Son görüşmede Erdoğan’ın Obama’dan “PKK’yla mücadelede katkıyı arttıracağı” ve “İsrail’le gemi krizinin mutlaka açılacağı” destek sözüne mukabil bir mesâfe alınmış değil. PKK’ya karşı mücadelede—bir sonuç alınmayan İsrail Heronları yerine—Erdoğan’ın Obama’dan casus uçak predator uçaklarını talep ettiği, Obama’nın yine bildik Amerikan yönetimi numarasıyla “Şu anda Kongre’den bunu çıkaramam” diye reddettiği kaydediliyor.

Bu açıdan, Türkiye’nin bayrağını taşıyan sivil yardım gemisine uluslararası sularda saldırılıp dokuz vatandaşının katledildiği, yirmiye yakınını yaralanıp, yüzlercesinin tutuklanarak psikolojik ve maddî işkenceyle sorguya çekilmesinin hesâbını sormayı, İsrail’in tavrına bağlıyor. Askerî, siyasî, ekonomik ilişkileri sürdürmeyi, İsrail’in inisiyatifine bırakıyor.

Ankara, inisiyatifi elealan ve öncelikle saldırınının hesâbını sormak, bedelini ödetmek yerine, hâlâ en ufak bir özür dahi dilemeyen İsrail’in bundan sonraki tavrına havale ediyor. Telaviv ve Washington’la ilişkileri, saldıgan timi tek tek tebrik edip, Cumhurbaşkanı Peres’ten ’ndan en ılımlı bilinen Savunma Bakanı Barak’a kadar bir blok halinde saldırının arkasında duran Telvaviv yönetiminin insafına bırakıyor…

Tıpkı “one minute” çıkışının akabinde olduğu gibi, AKP iktidarının tutuk tutumunu deşifre ediyor. Hükûmetin, ABD ve İsrail karşısında öteden beri hep alttan alan, kırılgan, tâvizkâr ve teslimiyetçi “politik duruşu”na, çarpıcı bir “dış politika” örneği oluyor.

06.07.2010

E-Posta: [email protected]



H.İbrahim CAN

Bade harabi'l Basra


A+ | A-

Basra şehri son Körfez Savaşı ile birlikte harap olduktan sonra yolumuz bu şehrin yakınlarındaki Um-Kasr Limanına düştü. Zaten hara-beye dönen Irak, son dönemde öylesine vahşi bir şekilde sömürülüyor ki şiddet olaylarının niçin sona ermediğini şimdi daha iyi anlamaya başladım.

Dünyanın en büyük petrol rezervlerinden birine sahip olan Irak’a bir petrol ürünü taşıyordum. Dizel yakıtı olan Gasoil. Ne gariptir ki ülkede rafineriler yakıp yıkıldığı için dizel yakıtı sıkıntısı mevcut. Çelişkiye dikkatinizi çekerim.

Aynı sıkıntı Irak’ın komşusu İran için de geçerli. Irak’tan önce gittiğim İran şehirlerinde dizel yakıtı çok ucuz olduğu halde her arabaya belirli bir miktarda yakıt veriliyordu. Yakıt bir şekilde karneye bağlanmıştı. Malumunuz İran aynı Irak gibi çok büyük petrol rezervlerine sahip bir ülkedir.

Yıllarca İran ile Irak’ı savaşa kışkırtan batılı güçler her iki ülkeyi de perişan ettiler. Bizde bir atasözü vardır. İki pehlivan güreşirken bir çocuk ikisini de döver. Aynen öyle olmuş hem İran hem de Irak savaştan sonra bitkin bir hale düşmüştü. Ekonomileri dibe vurmuş bu iki ülkeden Irak, sonraki Körfez Savaşlarından sonra daha da perişan hale düşmüştü.

Irak’a yaklaşırken göze çarpan en önemli şey liman açıklarındaki batık gemiler. Zaten denize küçücük bir çıkışı olan Irak’ın bu kadar çok sayıda batık gemi ile dolu olması, yakın zamanda yaşanılan savaş felâketinin en güzel göstergesi olarak göze çarpıyor.

Daha limana yaklaşırken kendilerine “koalisyon savaş gemisi” adını veren gemiler karşımıza çıktı. Limana giriş çıkışları bu savaş gemileri kontrol edi-yordu. Keza liman kontrol görevlisi memurlar da Irak’lı değil Amerikan aksanı ile konuşan yabancılardı.

Irak petrol ihracatının büyük bir bölümünü deniz ortasına kurulmuş olan platformlardan yapıyor. Zira sahil şeridi çok dar. Dicle ve Fırat nehirlerinin birleşerek meydana getirdikleri Şatt'ül Arap suyolu ise büyük gemilerin geçişi için hâlihazırda uygun değil. Eğer bu suyolu ve nehirler, tarak gemileri adı verilen araçlarla temizlendiği takdirde büyük gemilerin de geçişlerine uygun hale getirilebilir. Lâkin bu konuda hiçbir faaliyet yok. İşgalci güçler sadece Irak’ın petrolünü sömürmek maksadı ile çalışma yapıyorlar. Onların “limanlar temizlenerek ülkenin deniz endüstrisi gelişsin” gibi bir kaygıları yok.

Petrol ihraç platformlarına süper tankerler yanaşabiliyor. 300 bin ton taşıma kapasiteli bu tankerler ülkenin en değerli varlığı olan petrolü ihraç ederek vicdansızca sömürmeye devam ediyorlar. Karşılığında ne verdikleri belli değil. Zira ülke harap olmuş ve olmaya devam ediyor. Petrolden gelen bu paralar nereye gidiyor? Görünürde ülkenin imarı için hiçbir faaliyet göze çarpmıyor.

Aslında bu sorunun cevabını herkes çok iyi biliyor. Zira ABD ve koalisyon güçleri eski sömürge devletleri gibi zorunlu gıda harcamaları dâhil hiçbir ihtiyaç malzemesini ülkede bırakmıyor.

Ülkenin ihtiyacı olan altyapı yatırımları ise neredeyse hiç yok gibi. Elektrik ihtiyacı için bir Türk gemisi Um-Kasr limanına yanaşmış. Üzerinde “Karadeniz” ismi yazılı. Dünyada belki de bir ilk olan bu gemi ülkenin elektrik ihtiyacını karşılamak üzere inşa edilmiş. Üzerinde dev jeneratörler var.

Petrolle çalışan santral inşa etmek yerine hazır jeneratör gemisi kiralamak sömürgecilerin işine geliyor. Çünkü ellerini çabuk tutmak zorundalar. Zira bir iki yıl içinde ülkeyi terk edeceklerine dair anlaşma imzalamış durumdalar.

Irak’ta dikkatimi çeken en ilginç hususlardan bir tanesi de gemi ile ilgili resmi işlemleri yapan memurların neredeyse tamamının Kürt asıllı olması. Kılavuz kaptanlar dahi Kürtler arasından seçilmiş. Güney Irak’ta Şii Araplar yoğun olarak yaşıyor, lakin memurlar Kuzey Irak’tan getirilmiş. Buradan da anlaşılıyor ki Amerikalılar, Araplara güvenmiyor. Kürtleri kendilerine daha yakın görüyorlar.

Irak ile Kuveyt sınırının hemen yanında yeni inşa edilmiş savaş gemileri gördüm. Üzerlerinde Irak bayrağı vardı. Kılavuz kaptana bu gemilerin nerede inşa edildiğini sordum. İtalya’da inşa edildiğini öğrendim. Allah bilir bu gemileri ne kadar pahalı olarak satmışlardır. Hâlbuki bu gemiler Türkiye’de inşa edilse çok daha ucuza mal edilmiş olur. Yani “leş kargaları” sadece Amerikalılar arasından çıkmıyor. Avrupalı işbirlikçiler de zavallı Irak’ı sömürmeye devam ediyorlar.

Rabbimden bütün mazlum ve zor durumdaki kardeşlerimize yardım etmesini niyaz ediyorum.

06.07.2010

E-Posta: [email protected]



Kazım GÜLEÇYÜZ

Gündem kayması


A+ | A-

Zaman hızla akıp giderken, günlerce, hattâ haftalarca konuştuğumuz hararetli gündem maddeleri de giderek tavsıyor ve yerini başka konulara bırakarak unutuluyor.

Daha bir ay önce Türkiye’yi ayağa kaldıran olay neydi? Gazze’ye insanî yardım götüren Mavi Marmara gemisine İsrail askerlerinin düzenlediği ve 9 insanımızı şehit ettiği kanlı baskın.

Peki, şimdi o olayın gündemimizdeki yeri ne?

9 şehidi heyecanlı cenaze namazlarıyla uğurladık. İsrail’in baskından sonra rehin aldığı diğer yolcuları bırakmasında etkili olan faktörün ABD tavassutu olduğunu da, Erdoğan’ın Obama’ya bu konuda ilettiği özel teşekkürü ile öğrendik.

Hükümetin seslendirdiği “İsrail özür dilesin, tazminat ödesin, olayı soruşturmak için uluslararası komisyon kurulsun” gibi taleplerde ise Obama’nın, “Bu işi daha fazla kurcalamayın, siz zararlı çıkarsınız” telkini belirleyici olacak gibi.

Londra’da Arapça yayın yapan El Hayat dergisinin haberine göre, Obama Erdoğan’a “Uluslararası soruşturma gemideki birçok yolcu ve İHH üyeleriyle ilgili ithamların gündeme gelmesine yol açabilir. Soruşturma talebiniz iki ucu keskin kılıca dönüşebilir” ikazında bulunmuş.

Obama-Erdoğan buluşmasını, Dışişleri Bakanı Davudoğlu ile İsrailli Bakan Ben Eliezer arasındaki görüşmenin izlemesi bu açıdan anlamlı.

Anlaşılan, iki taraf da frene basıyor.

Sonuçta Erdoğan, Türkiye’nin İsrail’den talepleri için yarın yapılacak Obama-Netanyahu görüşmesini beklese de, baskıncı askerlerine sahip çıkmayı sürdüren İsrail hükümeti özür dilemeye ve tazminat ödemeye niyetli olmadığını tekrarlamaya devam ediyor. Belki baskında ölenlerin bazılarının ailelerine üzüntü mesajları ileterek zevahiri kurtarma yoluna gidebilir, ama onun dışında başka birşey yapacak gibi görünmüyor.

Ki, baskında el koyduğu gemileri ve rehin aldığı yolcuların eşyalarını dahi iade etmiş değil.

Buna rağmen ABD faktörünün araya girmesi, baskınla “gerilen” ilişkileri bir defa daha ”normalleştirecek” ve ardından sanki hiçbir şey olmamış gibi yola devam edilecek gibi görünüyor.

Bütün bu gerilim ve ölümlerin odağında yer alan ve Türkiye’nin “Mutlaka kalkmalı” şartı koştuğu Gazze ablukası da, İsrail’in “göz boyama” niteliğindeki makyajlarıyla süreceğe benziyor.

Gelinen noktadaki işaretler bunu gösteriyor.

Gemi baskınının ardından tırmanışa geçen ve hâlâ devam eden terör saldırılarına geçersek...

Orada işin devlet ve hükümete bakan cihetinde çözüm ümidi veren bir değişiklik görülmüyor. Bir yılını doldurmak üzere olan açılım projesinde kayda değer bir ilerleme yok. Siyaset ise iktidarla muhalefet arasında anlamsız bir yarışa dönen sınır karakolu ziyaretleri ve içi boş “çömeldi, çömelmedi” polemikleri ile vakit geçiriyor.

İşin garibi, artık terör saldırılarının ve ardı arkası gelmeyen şehit cenazelerinin “kanıksandığı” gibi bir tablo oluştu. Elbette ki cenazelerin tahrik ve provokasyon konusu yapılmaması gerekir, ancak iş bir duyarsızlık noktasına da gitmemeli.

Kanıksama tavrının sergilendiği bir diğer konu olan ve iktidarın çoktandır gündeminden çıkardığı başörtüsü bahsinde CHP’nin yeni Başkanı “Bu sorunu çözeceğiz” diyecek oldu, ama sözü “Türbanlılar üniversiteye girebilecek” şeklinde yansıtılınca hemen çark edip, “Ben öyle birşey demedim” manevrasıyla işin içinden sıyrılıverdi.

Bizde konu bu şekilde gündeme gelirken Kıbrıs’ın Rum kesiminde bir ilkokul öğrencisinin başörtüsüyle okula gidebilmesinden yana tavır koyan Eğitim Bakanı, bizim yasakçıları utandırması gereken örnek bir yaklaşımla “Asıl olan din özgürlüğüdür, ailelerin çocuklarını inançlarına göre yetiştirme hakkı ellerinden alınamaz” dedi.

Böylece AB farkı burada da kendisini gösterdi.

Şimdi Türkiye’nin beklediği yeni gündem, Anayasa Mahkemesinin şekilden inceleyip görüşme kararı verdiği anayasa paketi. Bakalım, heyet ne karar verecek ve bu karar neleri getirecek?

06.07.2010

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri




Son Dakika Haberleri

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Abdullah ŞAHİN

  Ahmet ARICAN

  Ahmet BATTAL

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Ali Rıza AYDIN

  Atike ÖZER

  Baki ÇİMİÇ

  Banu YAŞAR

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H.İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Hakan YILMAZ

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehmet YAŞAR

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Muzaffer KARAHİSAR

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Saliha FERŞADOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.