06 Temmuz 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Görüş

Eğitim ve istihdam ilişkileri (2)

Uzmanlığın söz sahibi olduğu zamanımızda ek istihdama yönelik, mesailerin yeniden düzenlenmesi konusunu da ayrıca değerlendirmek mümkündür. Mesela, güne erken başlayarak sekizer saatten tek veya mümkünse çift vardiya tesis edilebilir. Özellikle güneşin erken doğduğu doğu vilayetleri buna daha elverişlidir. Buralardan seçilecek pilot illerde bu durum denenebilir. Hafta içi toplam çalışma saatini tutturabilmek için gerekirse eskiden olduğu gibi Cumartesi öğlene kadar mesai konabilir. Bu hem istihdamı artırır, hem de yarım gün çalışan annelerin gün içinde kalan vakitlerinde yuvalarına ve yavrularına ayıracakları vakit demektir. Ruhen sağlıklı nesiller için anne şefkatinin gereği tartışılamaz.

Zamanımızda çözüm bekleyen pek çok sıkıntılar aslen tarihin derinliklerinden bizlere intikal etmiştir. Bediüzzaman Hazretlerinin 1900’lerin başlarında çeşitli gazetelerde kaleme aldığı makalelerinde toplumun üç temel düşmanı “1-) Cehalet, 2-) Fakirlik 3-) İhtilaf” tır. Bu üç düşmana karşı sırasıyla 1-) İlim ve Eğitim 2-) Sanat ve teknik esaslı gayret 3-) İttihat sırrının bahşettiği güce dayanarak temel meselelerde ittifak ederek mücadele etmektir. Bu husustaki tespitlerinin pratiğini de zamanındaki hamallara seslenerek, “Sizler cahilliğinizle fakir kalmışsınız, bilgili ve eğitimli insan fakir kalmaz” diyerek yapmıştır. Müslümanların dinsizliğe meylederiz endişesiyle ilim ve irfandan uzak durmaması gereğinden bahsetmektedir. Bir makalesinin sonunda “Okumak, yine okumak, yine okumak! Sonra, birbirimizin elini sıkı tutmak, ittihat etmek, ittifak âleminde yaşamak! ” diyerek ilme ve birlikteliğe vurgu yapmaktadır.

Bedevi göçebe aşiret mensupları ile olan sohbetinde de “Her şeyden önce bize lazım olan nedir?” diye sorduklarında verdiği cevap çok enteresandır. “Doğruluk” İkinci soruda “Daha nedir?” Cevap gene enteresan “Yalan söylememek.” Çünkü toplumda güven unsuru sarsıldığında ittihat temelli ittifakı sağlamak mümkün olmayacaktır. Sonuçta anarşi ve kargaşa baş gösterecektir. Günümüzde yalanın sıradanlığı ve özendiriciliği medyada pompalanırken elbette suç ve suçlu sayısı artacaktır. Bundan bir asır önce “Bizi ayağa kaldıracak, hayat verecek dindir.” Tespiti bu gerçeği işaret etmektedir.

İlim başta olmak üzere her sahadaki zorbalık ve baskıyı şiddetle kınamakta, sınırsız olan hayvani hürriyeti değil, aksine ne kendine ne de başkasına zararı olmayan, dinin çizdiği hudutlardaki gerçek hürriyeti savunmaktadır. Bu mana da savunduğu diğer kavramlar ise; o zamanın insanlarına henüz yabancı olan Meşru, yani gücünü millet iradesi ile hak ve adaletten alan “Meşrutiyet” şimdiki ifadesiyle “Demokrasi” ve “Cumhuriyet” kavramlarıdır. Kendisi “Ben dindar bir Cumhuriyetçiyim” demektedir. Bu kavramların dinimize aykırı olmadığını, bilakis dört halifenin seçimle iş başına geldiğini, âyette Rabbimizin istişareyi emrettiğini ayet ve hadislerle açıklamaktadır.

Buna göre, Müşavere Heyetinin zamanımızdaki karşılığının Millet Meclisi olacağından bahisle Demokratik Parlamenter Rejimi bazılarının iddia ettiği gibi, “gâvur işidir” diyerek ret etmektense, aksine sahip çıkılması gerekmektedir. Bunları bir asırdan fazla bir zaman önceden ifade eden O Aziz insanın başı da bir türlü belâ ve musibetlerden kurtulamamıştır. Son zamanlarında yozlaşmaya yüz tutan medrese ve tekkeleri revize etmeye yönelik olarak “Kalbin nuru din ilimleridir. Aklın ışığı fen ilimleridir. İkisinin beraberliği ile gerçek ortaya çıkar” ifadesi doğrultusunda din ve fen ilimlerinin birlikte okutulacağı üniversitelerin Osmanlı ülkesinde bir an evvel açılmasını padişaha arz etmek istemiştir. Ancak, zamanın işgüzar bürokratlarınca apar topar Toptaşı akıl hastanesine sevk edilmiştir. Kendisini muayene eden doktor; “Bu deli ise akıllı insan kalmamıştır” diyerek kendisini salıvermiştir.

Zamanında Bediüzzaman Hazretleri gibi bu hakikatleri ifade edenlere kulak tıkanması neticesinde olsa gerek, kadere felaket fetvası verdirilmiştir. Neticede patlayan cihan harbi ile koskoca Osmanlı mülkü insanları ile beraber felâkete sürüklenmiştir. Yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti devleti bir iddiaya göre Lozan antlaşmasının gizli maddeleri gereği hem Ayasofya Camiini ibadetten men etmiş, hem de din ve dini değerleri tümüyle yasaklama yoluna gitmiştir. Lozan’ın gizli maddeleri var mıdır? Sorusu bir tarafa, gerçek olan dini değerlere inkılâp kanunları mucibince getirilen keyfi yasaklamadır. Takip edilen yanlış politikalar neticesinde zaten Osmanlıdan tevarüs eden üç müthiş hastalık (cehalet, fakirlik, ihtilaf) iyileşir gibi görünse de gerçekte zamanın şartlarına göre mutasyonel değişimle daha da müzminleşerek derinleşmiştir. Örneğini yukarıda verdiğimiz militan genç, kaç üniversite diplomalı, yüksek kariyer sahibi olsa da gerçekte cehalet girdabında helâk olup gitmiştir. Kişilerin gelir ve refahı artmakta, bunun yanı sıra kredi kartı veya diğer sebeplerle faiz borcu altındaki insanlar buhrana sürüklenmekte, aile faciaları yaşanmaktadır. İhtilaf ve kargaşa ise PKK illetini de başımıza dert ederek, kardeş kavgası ile ülkeyi bölünmenin eşiğine getirmiştir. Cumhuriyet döneminde yirmi sekiz senelik hapis ve sürgünlerle kendisine zulmedilen Bediüzzaman Hazretleri geleceğe yönelik ümitvar tespitlerde de bulunmaktadır. Avrupa’nın asırladır kağnı arabası süratinde kat ettiği zorlu medeniyet yolunu, başta dinimiz olmak üzere kendi moral ve manevi değerlerimize sahip çıkarak, ümitsizliğe düşmeden göstereceğimiz gayret neticesinde uçak sürati ile kısa bir zamanda, kansız kavgasız ve kolaylıkla kat edebileceğimizin müjdesini vermektedir.

Toplum olarak çözüm bekleyen tüm problemlerimizde olduğu gibi, istihdam ve bununla ilgili eğitim problemimizin çözümü de statükonun zincirlerinden kurtulmamıza bağlıdır. Yeni anayasa, her derdimize deva olacaktır demek yanlıştır. Başlangıcı itibarıyla askeri ve sivil bürokrasinin sivil siyaset ve sivil toplum üzerindeki vesayetini ortadan kaldıracak, resmi ideolojiden arınmış yeni bir anayasa elbette olmazsa olmazlardandır. Ancak bunu kendine ihtiyaç hisseden sivil toplumun bu isteği doğrultusunda irade göstermesi de şarttır. İhtilal teşebbüsü karşısında suskun kalan, hatta alkışlayan topluma en mükemmel sivil anayasa ile en mükemmel devlet nizamını tesis etseniz neticede bozulma kaçınılmaz olacaktır. Başörtüsü yasağı gibi devletin haksız ve yanlış uygulamaları karşısında müspet hareket sınırlarında sivil itaatsizlik sergileyen başörtülü mazlumların direncini kıracak tarzda beyanda bulunan kanat önderleri varsa; Bu önderlerin yanlış yaptıklarının söylenmesi dahi toplumda ilmi istibdadın tezahürü olarak ayıplanıp kınanıyorsa, toplumun iç dinamiklerinde arıza var demektir. Gayrimüslim memleketi Rusya’da askerler ihtilale teşebbüs ettiklerinde, sarhoşluğu ile meşhur başkanları Boris Yeltsin sivil siyasî bir lider olarak tankın üstüne çıkabiliyorsa burada durup düşünmek gerekir. Her toplum neye layıksa öyle idare olunur. İktidar partisi başta olmak üzere diğer partilerde de şahsi menfaat temini için, kamudan ihale kapmak için, çocuklarına, hısım, akrabasına iş bulmak için siyaseti bir yol olarak görenlerin toplum içinde çoğunlukta olduklarını kabullenmek zorundayız. Kendi şahsi menfaatini, amme menfaati yerine amme zararında arayanlar elbette her toplumda var olacaktır. Ancak bu tip insanların çoğunlukta olmaları sıkıntı sebebidir. Resmî ideoloji kıskacındaki toplumumuzu, devlet imkânları ile her türlü baskı ve tehditleri de sinsice kullanarak mukaddes değerlerinden uzaklaştırmak için bir asra yakındır büyük gayret sarf edilmektedir. Toplumdaki yozlaşma bunun tabi neticesidir. İstihdam, eğitim, güvenlik, milli gelirin ferdi ve bölgesel dağılımı, nüfusun demografik yapısı, ülkenin demokratik standartları, bir birleri ile etkileşimi olan kavramlardır. Bunlara ait değerlendirmeler bu gerçekler göz önüne alınarak yapılmalıdır. Toplumsal sıkıntıların çözümünde karar alma mekanizmaları dışındaki fertlerin katkısı maalesef yok denecek kadar azdır. Ancak köklü çözümün başlangıç merkezi de fertlerdir. “Kendini düzeltemeyen başkasını düzeltemez” kaidesince üzerimize düşen vazife, bizden sonraki nesillerin şekillenmesinde de etkili olduğu için önem kazanmaktadır. Öncelikle, ben nasıl bir Müslüman’ım, zorda kaldığımda prensiplerimden taviz veriyormuyum, yalana, harama tevessül ediyor muyum, nasıl bir evlat, nasıl bir eş, nasıl bir babayım, nasıl bir anneyim? Sorularına kendi iç dünyamızda samimi cevaplar aramak zorundayız.

Hak ve hakikati, doğruları toplum içinde ifade ederken, toplumun kınaması ve baskısı söz konusu olabilmektedir. “Her söylenen doğru olmalı fakat her doğruyu söylemek doğru değildir” prensibi “Hakkın hatırı âlidir, hiçbir hatıra feda edilmez” prensibine engel olmamalıdır. Bu düşünce doğrultusunda bol rakamlı, bol tablolu süslü ifadelerle, bu yazıyı kaleme almak yerine biraz acıda olsa, uzunca da olsa özellikle eğitimin önemi üzerinde düşünmeye sevk etmek maksadıyla bu yazı kaleme alınmıştır.

OĞUZ KİRAZ

06.07.2010


“Acı bir vefat haberi’’ üzerine

“Ölüm güzel şey, budur perde ardından haber,

Hiç güzel olmasaydı ölür müydü Peygamber?”

Henüz altı ay oldu tanıyalı. O ‘Yunus’ idi ‘Emre’ idi..

Nur deryasına dalmış öyle bir derya ki; kurtuluşu ve hayatı onda bulmuştu.

Adeta gaye-i hayali olarak ölümle o kadar iç içeydi ki. Ölümün hiçlik olmadığını Üstadından öğrenmişti. Çünkü ölümün bir nimet olduğunu fark edenlerdendi.

Ağırlaşmış olan vazife-i hayattan ve tekalif-i hayatiyeden azad edip, yüzde doksan dokuz ahbabına kavuşmak için, alem-i berzaha bir visal kapısı olduğundan, en büyük bir ni’mettir. (Mektubat)

Bir dershaneyi beraber paylaşmıştık.. bir odayı beraber..

Bir oda.. Aynı gâyeye aynı hedefe doğru yol almaya çalışmıştık.

Yunus Emre, kahkaha yok! Tebessüm var. Güler yüzü ile hemhal idik her zaman.

Gülünce gözleri sanki bir şeyler söylerdi.

Her daim iyilikten yana, kötülük yok! Arkadaşlarına örnek olma, yol göstermek için çaba sarf eden; bir dost bir kardeş bir yoldaş idi. Hizmete gelince ondan başka cevval genç tanıyamadım daha..

Yunus kardeş ne istiyorsun denilir. ‘Farketmez ağabey’ derdi. Yunusvârî idi. Başka şeylere müracaat etmez, bir şey istemek veya ‘o olsun’ demek ise katiyen yoktu! Nitekim bunun hem kalben hem bedenen yorgunluk olduğunu biliyordu. Yalnızca O’ndan istiyordu. O’nu bekliyordu ve O’na kavuştu..

Ölümün, hayat kadar mahlûk ve muntazam olduğunu idrak eden ‘Yunus Emre’ kardeşimin ardından yazmak istedim. Ama kalemim onu tam anlatamadı farkındayım.

O Üstad’ına kavuştu. Emaneti kabzetmek zamanına kadar o emanetten Emin idi... Emre idi... Cemre oldu..

Hatimler ve duâlarımız Yunus Emre Karaaslan ile beraberdir. Mekânı Cennettir inşâallah...

MUHAMMED ZORLU

[email protected]

06.07.2010


Çanakkale içinde...

Tarih 19 Haziran 2010... Kayseri’de eğitimlerini devam ettiren Risâle-i Nur talebelerinin heyecanı had safhaya çıkmış, biran önce şanlı ecdadımızın kahramanca savaştığı Çanakkale’ye ulaşmak için sabırsızlanıyorlardı. Cumartesi akşam üzeri başlayan yolculuğumuz tam 18 saat sürmüş, yorgunluk ve uykusuzluktan derman kalmamıştı. Ama bu topraklara ayak basmak, her şeyi unutturdu bize. Her ne kadar burada yaşayanların çoğu bu toprakların kıymetini bilmese de... Okuma programımızı yapacağımız yere ulaştığımızda, konuşmasıyla, hâl ve hareketleriyle bizi kendine bağlayan Tarık ağabeyimiz, her zamanki güleç yüzüyle adeta içimizin yağlarını eriten sıcak bir karşılama yaptı. Yorucu yolculuktan sonra bize gösterilen yerlerde biraz istirahat edip programımızda neler yapacağımıza karar verdik. Neler yoktu ki programda? Risâle-i Nur okumaları, Kur'ân-ı Kerim dersleri ve münazaralı dersler ve tabiî ki gezmeler...

Hepimiz bir yandan okumalarımızı yaparken, diğer yandan şanlı ecdadımızın bu topraklarda verdiği kahramanca mücadeleyi ve oraları gezeceğimiz ânı düşünüyorduk. Tarık ağabeyimizin rehberliğinde ecdâdımızı ziyarete gidiyorduk. Feribotumuza bindik, karşıya geçtik, ilk önce Koca Seyit’i ziyaret ederek başlayacaktık gezimize... Ama o da ne? Hangi amaca hizmet ettiği belli olmayan kişiler beklenmedik bir sorun çıkardı ve rehber almadan ilerleyemeyeceğimizi söylediler. Tabiî bu, Tarık ağabeyimizin mükemmel rehberliğinden mahrum kalmamız demekti. Rehberi almadık, ama herkesin de morali bozuldu. Biz pes etmedik, gezimize ters taraftan başlamaya karar verdik. Bu sefer sorun çıkartanları rahatlıkla geçtik ve gezimize başladık Tarık ağabeyimizin rehberliğinde. 57. Alay, Kilitbahir, Seddülbahir ve daha nice tarihî mekân... Rehberimiz, muhteşem anlatımıyla bize o tarihî anları tekrar yaşattı. Sanki hayretle ve ilgiyle ağzından çıkan her kelimeyi işledik beynimize.

Ey koca Seyit! Senin o devasâ İngiliz zırhlısı Ocean’ı suyun dibine gömdüğün mekâna gelemedik belki, ama kızma bize, engelleyenimiz çok oldu. Kahraman ecdadımızın huzurla yattığı bu toprakları gezerken sanki bir fısıltı geliyordu kulağımıza:

“Çanakkale içinde vurdular beni,

Ölmeden mezara koydular beni...”

Bizlere buralara gelme imkânı sunan ismini zikredemediğimiz herkese şükranlarımızı sunuyoruz. Allah’a emanet olun...

AHMET ALTUNER

06.07.2010

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri


Son Dakika Haberleri

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.